Söyleşi Sena Subaşı, Lacivert Dergisi, Sayı: 108, 29 Ocak 2024.
7 Ekim’den bu yana 20 bine yakın Filistinlinin öldürüldüğü Gazze’ye dünyanın dört bir yanından duyarlılık gösterilirken Batılı devletlerin çoğunun sessiz kaldığı ya da ısrarla hâlâ İsrail’e destek verdiklerini görüyoruz. Batılıların insan hakları, kişisel özgürlükler, demokrasi gibi değerlere sahip çıkma iddiaları hem tarihleri hem de bugünkü savaşlar ve katliamlar karşısındaki ikiyüzlü tutumları ile bir illüzyona dönüşüyor. Son bir iki aydır şahit olduklarımız, yıllardır Batılılar tarafından dünyaya anlatılan birçok masalı da gün yüzüne çıkarıyor. Yaşanan tüm bu gelişmeleri deşifre etmek için siyaset bilimci akademisyen Prof. Dr. Atilla Yayla’ya başvurduk. Yaşanan süreci “Filistin’de yaşanan son olaylar bize Batı’nın temel hak ve özgürlükler bakımından bir anlamda iflas ettiğini göstermiştir” diyerek özetleyen Yayla, Batı’nın neden Gazze’de yaşanan insanlık suçlarına sessiz kalarak İsrail’i desteklediğini, uluslararası ilişkilere hâkim olmaya başlayan teolojik yaklaşımı, Batı’da yükselen radikal akımları ve bu medeniyetin nasıl yalpaladığını Lacivert’e anlattı.
Filistin meselesi beraberinde Batılı devletlerin ikiyüzlü tutumlarını da tartışmaya açtı. Hem ülkemizde hem dünyada Batı’nın sahip olduğunu söylediği değerlerden bambaşka hareket ettiği konuşuluyor. Bu tartışmaların çıkış noktası nedir?
Batı, sadece bugünkü uygarlığın gelişmesine katkıda bulunmuş bir bölge değil, aynı zamanda bugünkü uygarlığın tamamen zıddına olan değerleri ve kurumları da ortaya çıkartmış bir coğrafyadır. Mesela insanı kolektivite içerisinde eritmeyi ve siyasi otoriteye tamamen tabi kılmayı öngören faşizm ya da komünizm gibi ideolojiler Batı’da gelişmiş ve ilk uygulama alanlarını Batı’da bulmuştur. Hakeza ırkçılık ve öjeni gibi gayri insani ve bugünkü uygarlığımızın temel değerlerine aykırı fikirler ve uygulamalar da Batı’da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Batı’nın medeniyet olarak adlandırılması yanlış bir söylem. Doğru adlandırma “liberal Batı medeniyeti” olmalıdır. Nitekim bugüne baktığımızda İsrail ve müttefiklerinin yaptıklarını genellikle liberal değerler açısından sorgulamalıyız. İsrail’in Filistin’e yönelik amansız ve ayrımsız saldırısı liberal Batı medeniyetinin çöktüğünü değil ama bu medeniyetin kurucusu ve sahibi olduğunu iddia eden Batı’nın ciddi ölçüde yalpaladığını, bu değerlerden uzaklaştığını gösteriyor. Batı’daki uygarlığın sadece liberalizmin ürünü olduğunu söylemek abartılı olur ama Batı uygarlığı denilen uygarlığın önemli bir bölümünün liberal değerlere dayandığı, liberalizm tarafından şekillendirildiği söylenebilir. Mesela temel insan hakları vurgusu, hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi doğal haklar ve bunların toplum halinde yaşanmasının sonucunda doğan ifade özgürlüğü, seyahat, din ve yerleşme özgürlüğü gibi haklar esas itibarıyla liberal düşünürlerin savunduğu ve teorisini yapıp geliştirdiği haklardır. Keza savaşlara ilişkin olarak uluslararası savaş hukuku, şiddetin karşılıklı olarak orantılı kullanılması, sivillerin korunması, sivillerin kendi başına hedef haline getirilmemesi gibi değerler de esas itibariyle liberal değerlerdir. Liberal Batı medeniyeti derken kast ettiğimiz şey budur ama bu tüm Batı’yı her şeyiyle kucaklayan bir bakış değildir. Batı’da kınanması, ayıplanması, dışlanması, uzak durulması gereken çizgiler de vardır.
Batı’nın, sahip olduğunu iddia ettiği hiçbir değere artık samimiyetle sahip çıkmadığı görülüyor. Bu ikiyüzlü tavrın sebebi nedir?
İnsan haklarının gelişimi genelde Magna Carta’dan başlatılır. Bunu antik Çin ya da antik Mısır medeniyetine kadar da uzatabiliriz. İnsan hakları bugün Batı felsefesi tarafından geliştirilmiş haklar olarak görülmekle beraber insanlığın ortak ürünüdür aslında. Çeşitli coğrafyalarda, çeşitli tatbikatlar bu fikrin oluşmasına ve olgunlaşmasına tesirde bulunmuştur. Fakat bunun modern zamanlarda en etkili ve en kapsayıcı felsefi açıklamasını hiç şüphesiz Batılı düşünürler yapmıştır. O yüzden bu haklar genellikle Batı’yla özdeşleştirilir. Batı da bu pozisyonu çok sever. Batı insan haklarının kurucusu ve koruyucusu olduğu, insan haklarına dayanan uygarlığın da kurucusu ve koruyucusu olduğu söylemini sever. Hatta bu söyleme dayanan bir dünya hâkimiyeti vardır. Mesela çeşitli ülkeleri bu açıdan derecelendirir. Gerek Amerikan Dış İşleri Bakanlığı gibi resmi kuruluşlar gerekse bağımsız veya devletin uzantısı olarak çalışan sivil toplum kuruluşları araçlığıyla çeşitli indeksler yayınlar. Özgürlük indeksi, ekonomik özgürlük indeksi gibi indekslerle dünyanın geri kalanını da değerlendirir. Filistin’de yaşanan son olaylar bize Batı’nın bu tarzının ikiyüzlü ve çirkin olduğunu, Batı’nın temel hak ve özgürlükler bakımından bir anlamda iflas ettiğini göstermiştir. Uluslararası ilişkilerde sivillerin korunması, şiddetin ölçülü olması gibi temel değerlerin ne kadar rol oynadığı tartışılabilir. Batı, dünyayı bu açıdan denetlemesine rağmen İsrail’de vuku bulan olay, Batı toplumlarının tepkilerine rağmen devletlerin takındığı tutum, bu değerlere olan inancın sorgulanmasına yol açmıştır. Mesela ifade özgürlüğü temel bir değerdir ve Batı bu değer üzerinden dünyanın geri kalanını indekslerde derecelendirir. Bugün Almanya’da Filistin lehine gösteri yapmak, Filistin bayrağı taşımak ya da İsrail Filistin mücadelesinde Filistin’in haklı olduğunu söylemek son derece zordur, riskli bir iştir. Benzer bir durum ABD’de de yaşanıyor. Harvard Üniversitesi’nden bir hukuk profesörü büyük şirketlere Filistin’e destek veren öğrencilerin işe alınmaması doğrultusunda çağrıda bulundu. Buna benzer pek çok olay vuku buldu ve bulmaya devam ediyor. Bu durumda Batı’nın uluslararası ilişkilerde temel insani değerlere yeterince samimi bir şekilde inandığı ve bağlandığını söylemek hayli zor. Bu yüzden “Batı uygarlığı çöküyor” diyoruz fakat çöken liberal Batı uygarlığıdır. Yine bir noktanın altını çizmekte fayda var; çöken liberalizm de değil, Batı’nın liberal değerlere bağlı olduğu iddiasıdır.
Avrupa’da bugün aşırı sağın ve radikalliğin yükseldiğini görüyoruz. Nasıl ortaya çıktı? Bu ne gibi sonuçlar doğurabilir?
Batı’da radikal akımlar ilk defa yükselmiyor fakat son zamanlarda göçmen karşıtlığı, İslamofobi gibi radikal görüşler yükseliş halinde. Büyük bir ihtimalle daha da yükselecek. Hollanda’daki son seçimden aşırı sağcı siyasi parti birinci çıktı. Bunun diğer ülkeler tarafından takip edilmesini bekleyebiliriz. Yükselişe geçen aşırı akımların iktidara geldiğinde ne yapacakları önemli. Zannetmiyorum ki göçmen politikasını tamamen ortadan kaldırabilsinler. Bu siyasi söylem olarak işe yarayabilir ama fiili politika haline getirmesi zordur. Öbür taraftan Batı şu an ciddi bir nüfus problemi yaşıyor. Göçmenlere karşı çıkan insanların refahı göçmenlerin gelmesine bağlı. Bu ilginç bir durum. Mesela Almanya’nın 2060’a kadar yaklaşık 30 milyon göçmen alması gerektiğinden söz ediliyor. Nüfus yaşlanıyor, iş gücü kayboluyor. Bu yüzden göç almaya açıklar ama seçerek vasıflı elemanları kabul ediyorlar. Bu da göç veren ülkelerin aleyhine oluyor. Gelecekte siyasi bakımdan tartışılacak bir problem olarak boy gösterecek. Dolayısıyla Batı bir açmazla karşı karşıya. Batılı ülkeler mühendis, doktor, tamirat işlerinde becerikli vasıflı göçmen almaya devam edecekler. Sandallara binip Avrupa‘ya ulaşmak için denize açılan vasıfsız düzensiz göçmenlere karşı olan politikalar ise devam edecek ve yükselecektir. Batı da böylece müreffeh toplum olma özelliğini sürdürmeye çalışacaktır. Göçmen karşıtı olan halk ise göçmenlere ihtiyaçları olduklarını anlayacaklardır. Bu yüzden Avrupa git gide daha da esmer bir hale gelecek. Nüfus doğu ve güneyden geliyor. Bu sebeple de Avrupalıların beyaz tenleri giderek esmerleşecektir.
Batı’da Doğu-Batı, Müslüman- Hristiyan gibi ayrımların giderek keskinleştiği görülüyorken aslında Batı devletlerinde bu ayrımcılığın hep var olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, Batı’daki ayrımcılık yeni ortaya çıkmıyor, her zaman vardı ancak son zamanlarda çok daha belirgin hale geldi. Bu zaman zaman kronik hastalıklara da sebep oluyor. Mesela Almanların 1940’larda Yahudilere uyguladığı Holokost, Batı’nın hiçbir zaman bu değerlere kıymet vermediğinin göstergesi olarak görülebilir. Keza daha da geçmişe gidip kolonyalizmin hikâyesine baktığımızda benzer bir durum söz konusu. ABD’nin klasik liberal değerler üzerine kurulan bir ülke olduğunu iddia etmekle beraber siyahileri pek insan yerine koymadığını görüyoruz. 1960’lara kadar temel hak ve özgürlüklerden mahrum yaşamışlar ve ciddi bir ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Hâlâ da bu ayrımcılığın tamamen ortadan kalkmadığı söylenebilir. Dolayısıyla Batı, kendi dışındaki dünyaya karşı ikiyüzlü hareket ediyor. Şu anda İsrail’in Filistinlilere karşı yürüttüğü amansız savaşta da Batı’nın önde gelen ülkelerinin kayıtsız şartsız destek verdiğini görüyoruz. Destek verdikleri güç tamamen temel hak ve özgürlükleri ihlal eden, savaş hukukuna aykırı davranan, uluslararası hukukun temel ilkelerini ihlal eden bir güç. Bunda bir beis görmüyorlar. Başka bir ilginç nokta daha var. Batı genellikle kendi dışındaki dünyayı teokratik görüşlerin politikada etkili olması açısından eleştirmiştir ve bunu hep sorgulamıştır. Fakat Batı’da teokratik görüşlerin adeta jeopolitiğin yerini aldığına dair işaretler var. Mesela sayıları yaklaşık 100 milyon olan ABD’deki Evanjelik Hristiyanların kayıtsız bir şekilde İsrail’e destek verdiğini biliyoruz. İsrail’deki bazı devlet yetkililerinin ve hahamların yaptıkları açıklamaları da biliyoruz. Mesela Filistinlileri insan olarak görmüyorlar ve “Hayvanlarla mücadele ediyoruz” şeklinde söylemleri var. Dolayısıyla Filistin’de işgal politikasının açıkça kıyıma dönüştüğü bir süreçten geçiyoruz. Bu açılardan bakıldığında Batı’nın sorgulanması makul ve gerekli. Tabii sadece Batı’nın değil, tüm dünyanın sorgulanması gerekli.
Batı’nın uyguladığı dış politikalar seküler niteliğini kaybediyor gibi. Son dönemlerde genellikle teokratik görüşlerin hâkim olduğu görülüyor.
Jeopolitik ve teopolitik kavramlarıyla meseleye bakabiliriz. Ülkelerin coğrafi durumu onların dış politikasında etkili olduğu yönünde klasik bir görüş vardır. Jeopolitik dediğimiz bu görüş önemli ölçüde de doğru bir görüştür. Mesela Şili ile Türkiye’nin yeri aynı değildir. Türkiye konumu itibarıyla daha önemli bir yerdedir. Teopolitik dediğimiz kavrama bakarsak teolojinin ve dini yaklaşımların siyasette ve uluslararası ilişkilerde etkili olduğuna dair işaretler görüyoruz. Mesela biz daha seküler bir çizgide dünya ilişkilerinin ilerlediğini düşünüyorduk. Hâlbuki İsrail’in yaptıkları, özellikle ABD’de İsrail’e destek çıkanların vaat edilmiş topraklar gibi dini referansların, düşmanların öldürülmesi, çocukların yok edilmesi gibi söylemlerin rahatça kullanılabilmesi aslında teopolitiğin de dünyada olduğunu gösteriyor. Bir görüşe göre teopolitik hep etkili ve önemliydi. Hatta temel siyaset teorileri de teolojiden türemiştir ama bu görüşün son gelişmeler ışında daha ciddiye alınması mecburiyetinde olduğunu düşünüyorum.
Son hadiselerden Siyonizm’in Batı dünyasında oldukça güçlü ve etkili olduğu görülüyor. Bunun nedeni nedir?
Siyonizm, sadece Yahudilerin ortaya çıkardığı bir görüş değil. Esas itibariyle Hristiyanların ortaya çıkardığı bir akımdır. Dolayısıyla Yahudi Siyonizmi’nin yanında Hristiyan Siyonizmi de söz konusudur. Hristiyan Siyonizmi, Theodor Herlz gibi kişilerin öncülüğünde Filistin’i Yahudiler için bir vatan olarak benimsemiş ve bu doğrultuda çaba sarf etmiştir. Batı ve Batı’ya yörünge tayin eden İsrail, anti-Siyonizm ve anti-semitizmi birbirine eşitleme doğrultusunda bir faaliyet gösteriyor. Anti-semitizm ahlaki bakımdan çirkin bir tavırdır. Bir insana sırf etnisitesinden dolayı karşı olmak ve onu aşağı görmek tabii ki yanlıştır fakat Yahudi devletinin Siyonist politikalarına yönelik her eleştiri de anti-semitizm olarak adlandırılamaz. Batı’nın Müslümanlara karşı propagandasının ana gövdesi budur.
Ayrıca Yahudiler bugün Holokost’un mirasını yiyorlar. Almanlar tarafından Avrupa’da tabi tutulduğu Holokost, Yahudilere ebediyen masum olma ve ne yaparlarsa yapsınlar, yine de haklı çıkma şeklinde bir duygu ve bilinç aşılamış durumda. O yüzden bir eleştiri yapıldığında Holokost’a dönüyorlar. Hâlbuki mazide kalmış, yaklaşık 90 sene önce vuku bulmuş, bütün insanlık tarafından kınanmış bir vakadır. Tarihte haksızlığa uğramış tek toplum da Yahudiler değildir. İnsanların bir dönemde haksızlığa uğraması, onların gelecekte yapacakları eylemleri meşrulaştırmaz.
Batı’nın suçluluk hissetmesi ilk defa vuku bulan bir şey değil. ABD siyahlara ve yerlilere yaptığından dolayı da suçluluk hissetmelidir. Almanya sadece Yahudi soykırımından değil, 1900’lerin başlarında Namibya’da yaptığı ilk soykırım denemesinden de pişmanlık duymalıdır. Fransız kolonyalizminin ne kadar berbat bir şey olduğu biliyoruz. Dolayısıyla hepsinin geçmişinden suçluluk duymaları beklenir. Fakat diğer yandan her Batılının da suçluluk duymasını beklemek abes olur. Kendilerini dünyanın merkezine koyan ve uygarlığın kurucusu olarak gören bir zihniyetin dünyanın diğer yerlerine
onlar istemese bile onların mutluluğunu ve daha iyi olmasını sağlayacak şekilde uygarlık götürme iddialarının ortaya çıkması mümkündür.
İngiltere ve Fransa için Siyonizm’in propagandasının tesirinde kaldıkları söylenebilir. Bu çerçevede HAMAS’ın terör örgütü olarak adlandırılması ve birçok örgütün de bunu kabul etmesi de bir problemdir. Sanki tarih 7 Ekim’de başlamış, 7 Ekim’den önce her şey yerli yerindeymiş gibi bir havada konuşuyorlar. Hâlbuki bu olayın 1940’lardan beri gelen bir hikâyesi var. Yahudilerin adım adım Filistinlileri sürmesi, tecrit etmesi, soykırıma uğratması gibi bir durum yaşanıyor.
HAMAS havadan, karadan, denizden tamamen abluka altına alınmış, dünyayla teması asgari düzeye indirilmiş, bir çeşit açık toplama kampına dönüştürülmüş bir bölgede vücut bulan bir hareket. HAMAS tipik bir terör örgütü olarak görülemez çünkü başka bir yerde eylemi ve mücadelesi yok. İşgal edilmiş Filistin toprakları için mücadele veriyor yalnızca. HAMAS’ın 7 Ekim’deki sivillere yönelik hareketi eleştirilebilir fakat bu İsrail’in tavrını haklı hale getirmez. Çünkü İsrail de eskiden beridir çocuklar dâhil herkesi rehin alıyor, tutukluyor. Hiçbir uluslararası hukuk kurallarına uymuyor.
Dolayısıyla bu çatışmada sadece HAMAS’ın öne çıkarılması, onun üzerinden İsrail saldırganlığının aklanması çok çirkin.
ABD’deki Siyonizm neden güçlü peki?
Kongreye baktığımızda üyelerin birçoğu Hristiyan ve bunların bir kısmı Evanjelik Hristiyan’dır. Tamamen dini bir söylemle hareket ediyorlar. ABD’nin siyasi yönetimi İsrail’in varlığını hem ulusal politika açısından gerekli görüyor ve İsrail’in aklına bir şekilde inanıyor. Diğer taraftan medya organları üzerinde Yahudilerin bir ağırlığı var. Mesela ABD’de Yahudi nüfusuna ve Müslüman nüfusuna baktığımızda belki sayı olarak Müslümanlar daha bile fazla olabilir fakat Müslümanların iktisadi ve medya gücü çok daha yetersiz. Bu alanlarda Siyonist Yahudiler daha etkililer.
Mesela dünyadaki iktisadi güce baktığımızda petrol üreten zengin Arap ülkeleri var fakat bunların dünya sermayesinde pek bir ağırlıkları yok. Temel finans kuruluşları bir şekilde Yahudilere sempati duyan, Siyonist propagandanın tesirinde kalan kuruluşlardır. Hatta Türkiye için de benzer bir şey söylemek mümkün. Mesela Türkiye’deki liberal camia açısından şu söylenebilir; açık ve net bir şekilde İsrail’in Filistinlilere yaptığına karşı çıkan liberal kişi ve kurumların sayısı daha az. Bunun ana sebebi bir kısmı İsrail lehine düşünüyor olabilir ama bir kısmı da Batı kuruluşlarıyla iş yaptıkları ve Batılılardan fon aldıkları için bu fonları kaybetme endişesiyle hareket ediyor. Bunun dünyada da örnekleri var. Dünyada network ilişkileri bakımından Siyonistlerin ağırlıkta olduğunu söyleyebilir. Bu yüzden Siyonistlere karşı çıkmanın bir maliyeti var. Bu maliyeti insanlar göze alamayabiliyor.
Küresel sisteme dair bazı öngörüler var. Örneğin Çin’in ekonomik anlamda daha da büyüyeceği, Batı’nın gücünün daha da zayıflayacağı gibi.
Doğu da tamamen tertemiz bir yer değil. Çin’in uyguladığı siyaset, yarı totaliter bir ülke olması, Uygurlara uyguladığı asimilasyon politikası, Hindistan’daki Müslümanların durumu sorgulanmaya değer. Yakın bir zamanda Doğu- Batı çatışması olması zayıf bir ihtimal fakat bana göre Çin tabii ki baskın ekonomik güç haline gelecek ve bu baskın ekonomik gücün siyasi yansımaları da olacaktır. Şu anda dünya siyasetinde ülkelerin iç işlerine pek karışmama politikası izleniyor. Bu durum onların geleneklerine de büyük ölçüde uygun ama kendi içerisinde acımasız bir tek tipleştirme politikası
da yürütüyor. Burada önemli olan Türkiye’nin durumu. Türkiye’nin iktisadi bakımdan büyümesi ve güçlenmesi gerekiyor. Silah sanayisinin de gelişmesi lazım. Türkiye bu bakımdan epeyce mesafe aldı. Silah sanayisinde yüzde 80-85 oranında kendisine yeterli hale geldi. Bu çok iyi bir durum. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sesinin bu kadar gür çıkmasının sebeplerinden biri de bu. Dolayısıyla Batı’nın yemeni sarsılsa bile bugünden yarına Batı’nın tamamen yıkılması söz konusu değil ama Batı içinde de büyük problemler yaşanacak. Yani dünya zor günlerden geçiyor fakat bunlar ilk defa olan şeyler değil.
Atilla Yayla kimdir?
Kırşehir’de doğan Yayla, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1980’de lisans, 1982’de yüksek lisans ve 1986’da doktora derecesi aldı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev aldı. Yayla, 2000-2008 yılları arasında Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Liberal Düşünce Topluluğu kurucularından olan Yayla, uzun süre başkanlık görevinde bulundu. Aynı zamanda Yorktown Internet University ve Center for New Europe üyesidir. Birleşik Krallık’taki Buckingham Üniversitesi’nde ve ABD’de birkaç defa farklı üniversitelerde ziyaretçi öğretim üyesi olarak görev aldı. Birçok gazete ve yayında yazılar kaleme almaya devam eden Atilla Yayla, İstanbul Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.
Söyleşi Sena Subaşı, Lacivert Dergisi, Sayı: 108, 29 Ocak 2024.