Ergün Yıldırım- Alevilik ve Sünniliğin icadı…

Alevilik kurgusal bir bütünlüktür. Çünkü bu kavramlaştırmanın içinde Kızılbaş, Rafizi, Arap Rafiziliği ya da Arap Kızılbaşlığı gibi farklı yorumlar bulunmaktadır. Kimi Aleviler Kur’an ve sünneti temel alıyor, kimi bunlar bizi bağlamaz diyor. Arap Aleviliğinin bir kısmı Hz. Ali’ye rab diyor. Katıldığım birçok Alevi çalıştayında dernek temsilcisi ve kanaat önderlerinin bu beyanlarıyla karşılaşıyorum (Hz Ali’ye rab diyeni görmedim doğrusu). Hatta ABD’de Alevilik üzerine doktora yapan bir arkadaşım, Aleviliği ayrı bir din olarak telakki ediyor. Kültürel coğrafyaların farklı yapılarından geçerek farklı Kızılbaşlıklar ve farklı Rafizilikler oluşmuş durumda. Bunların tümüne modernliğin bütünleştirme perspektifiyle beraber Alevilik adı veriliyor. Şimdi Kızılbaşlar’da yeniden inşa, keşif ve icat süreci yaşanıyor. Bu sürecin varlığında meydan okuma tutumları kadar varlığı keşfetme ve temsil etme çabalarıyla da karşılaşıyoruz.

Sünnilik kavramı da Aleviler tarafından geliştirilen bir karşı totalite. Aleviliği tanımlamak, keşfetmek ve icat etmek için üretilen bir karşıtlık. Bir bakıma Aleviliğin kendi varlığını yeniden kurgulamak üzere geliştirdiği bir karşı dünya görüşü. Sünnilik denen şey, temelde Ehli Sünnet yaklaşımıdır. İçinde farklılıklar taşır. Dini yaklaşımın zenginlik, çeşitlilik ve esnekliğini kapsar. Oysa Sünnilik kavramı bir totalitedir. Alevilik totalitesine karşı gelişen başka bir totalite. Bütün totalitelerde, totaliterlik bulunmaktadır. Çünkü bütünsellik ve türdeşlik özellikleriyle farklılıkları içinde eritirler. Bundan dolayı Alevilik ve sunilik totalitelerinde de totaliterlik vardır. Bütünselliği, farklılıkların çeşitlenmesine yer vermeyecek biçimde var eder. Eritici, düzleştirici ve yeknesak inanç yorumları olarak yapılanırlar.

Otantikliğin kaybı

Sunilik ve Alevilik kavramlaştırmaları, İslami geleneğin otantikliğini bozan yapılardır. Asırlar içinde sürüp gelen zenginlikleri, çeşitlikleri ve farklılıkları mass ederler. Modernliğin türdeş toplum tahayyülünün ürünleri olarak yeniden yapılanan Müslüman varlığın icatlarıdırlar. Bundan dolayı karşılıklı yabancılaşma, dışlama ve damgalama süreçleriyle sürüp gidiyorlar. Geleneğin varlık dünyasında Rafizilik ve Kızılbaşlık Ehl-i Sünnet için kendi şartlarında ‘ötekilerdi’. Ehl-i Sünnet için delalet ehli sayılmakla beraber gayrimüslim değillerdi. Bundan dolayı iki inanç pratiği arasındaki ötekileştirici yapılanmalar kadar geçişkenlikler de bulunmaktadır. Günümüzde halen Harput’ta (Elazığ) Fetih Ahmet Türbesi’nde olduğu gibi bu dinsel yapılar arasında geçişler ve beraberlikler yaşanmaktadır. Aynı türbeye bütün Müslüman gruplar gitmektedir. Alevilik, Alevi olmayanlarla ya da Ehl-i Sünnet mensupları Ehl-i Sünnet olmayanlarla burada ortak inanışlar içinde etkileşime girmektedirler. Geçişken alanların başında tasavvuf kültürünün semboller, aktörler ve ritüeller dünyası gelmektedir. Hz. Ali, burada en önemli aktör, söylem temeli ve sembol şahsiyet olarak varlık kazanmaktadır. Bundan dolayı Kadiri, Mevlevi ve Nakşi bütün Ehl-i Sünnet tasavvuf yorumlarında Hz. Ali ve Ehl-i Beyt varlığı oldukça baskındır. Bunlar üzerine çeşitli menkıbeler, naatlar ve gülbanklarla karşılaşıyoruz. Söylemsel anlam büyük oranda Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi üzerinde kurulmaktadır.

Ehl-i Sünnet’i inkar

Modernliğin türdeş toplum tasavvuru ve ulus devletin birlikçi yaklaşımı bu varlıklar arasında stratejik ilişkiler kurarak iktidar biçimlerini güncelleştirdi. Örneğin Baha Sait, Anadolu İçtimaiyatı adı altında önce İttihat ve Terakki’nin sonra da Cumhuriyet ideolojisinin “Türk dini” ve “Şamanizmin İslam versiyonu” tezleri doğrultusunda Kızılbaşlığı işlemeye yöneldi. Yusuf Ziya Yörükan, Tahtacılar üzerine yaptığı çalışmalarda da bunu geliştirdi. Kızılbaşlar, Türklük üzerinden Alevilik kavramıyla yeni bir bütünsellik biçiminde icat edilmeye çalışıldı. Öte yandan Ehl-i Sünnet yaklaşımı da Diyanet İşleri Başkanlığı ve din dersleri üzerinden yine Türklük ve türdeşlik bağlamında yorumlandı. Devleti yönetenlerin din anlayışları milliyetçi, pozitivist, seküler ve türdeş ilkelere dayanıyordu. Diyanet ve din dersleri Cumhuriyet ideolojisinin kurucu parametrelerine göre yapılandı. Nüfusun çoğunluğu, mübadele aracılığıyla Ehl-i Sünnet kategorisinde yer almaktaydı, tabiatıyla yeni din anlayışını kurgularken bu olgu dikkate alındı. Cumhuriyetin homojenlik doğrultusunda yürütülen dinsel mühendislik projesi, bütün farklı inanışları bir potada eriterek resmi din yaklaşımını inşa etmektedir. Bu projeyi yürütenler Ehl-i Sünnet “inanç soyuna” mensup gözüküyorlar. Daha doğrusu bu yeni din anlayışını Ehl-i Sünnet üzerinden gerçekleştiriyorlar. Bundan dolayı da Kızılbaşlar tarafından Cumhuriyetin din anlayışı Sünnilikle özdeşleştiriliyor. Oysa bu yaklaşım büyük bir yanılgıyı içermektedir. Çünkü ontolojik bağlamda metafizikten koparılarak sekülarize edilen ve milliyetçilik perspektifine yerleştirilen bir din yaklaşımıdır bu.

Ehl-i Sünnet Müslümanlık yorumunun sivil, çoğul ve tarihsel tecrübelerini inkâra dayanmaktadır. Bundan dolayı biçimsel benzerliklere rağmen ruh ve anlam dünyası itibariyle resmi din, dorudan Ehl-i Sünneti temsil etmemektedir. Bunun bir ürünü olarak geniş bir Ehl-i sünnet tasfiyesine başvurması tesadüfü olmasa gerek. Hatta “inkılâp devrimlerin” büyük bir kısmı Ehl-i Sünnet sivil dinsel tecrübesine karşı yapılmıştır. Örneğin Ehl-i sünnet mensuplarının “İslam alfabesi” olarak algıladıkları alfabe düzeni kaldırılış, köklü tekke ve tarikat yapıları imha edilmiş, şeyh ve ulema gibi geleneksel din otoriteleri/aktörleri tasfiye edilmiştir.

Bundan dolayı Cumhuriyetin dinsel değişim projelerini kavramadan Aleviliğe ilişkin uygulanan ötekileştirme, imha ve tasfiye faaliyetlerini Sunilere yüklemek büyük bir yanılgıdır.

Cumhuriyet ideolojisi, Kızılbaş ve Ehl-i Sünnet ayırımı gözetmeden bütün tasavvufi ve tarikat yapılarını kaldırdı. Kızılbaşlık da nihayetinde Nakşilik, Mevlevilik, Melamilik, Kadirilik gibi yapıları andırıyordu. Sosyolojik anlamda karizma kültleri, ritüelleri, ibadet mekanları, söyleyişleri vs. açısından oldukça benzerlik taşıyordu. Dergah, tekke, şeyh, dede, devran, sema, nefesler… Bütün bunlar ortak bir dünyanın varlığını anlatıyor. Aralarındaki tek fark, Ehli Sünnet yaklaşımına mensup tarikatlar ve karizmalar Kur’an ve Sünnet gibi İslam kaynaklarını temel alarak kalın sınırlarını çiziyorlar. Sınırları çizen bu kaynaklardır. Örneğin Mevlana iki kaynağın kendisi için bağlayıcı olduğunu hatırlatır. Oysa Kızılbaşlık bu konuda farklı kollara ayrılır ve kimi kolları Batıniliğin kültürel varlık dünyasında var olur ve burada sınırları belirsizleşebilir. Örneğin Kur’an’da açıkça yasaklanan şarap/içki, bazı Alevi dergâhlarında somut bir dem eylemine dönüşebilir. Bedreddinilik’de bunun günümüze kadar devam ettiğini görüyoruz.

Tarikat sosyolojisi

Alevilik, bugün cem evleri, dedeler, semahlar vs. gibi ibadet yeri, ritüel ve dini karizma ekseninde bir sosyolojik yapılanma olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan Kızılbaşlık, Rafizilik ya da Alevilik büyük oranda tarikat sosyolojisini yansıtmaktadır. Çünkü bütün tarikatlarda dede ya da şeyh dini karizması; devran ve sema gibi ritüeller bulunmaktadır. Vahdet-i Vücut felsefesi, kardeşlik ve mürit-mürşit ilişkisi ilahiyat açıdan içerikleri tartışılsa bile sosyolojik açıdan aynıdırlar.

Cumhuriyetin kurucu varlığı, modern selefilik yaklaşımıyla geleneğin bütün tasavvufi yapılarına hoşgörüsüz davrandığı gibi Kızılbaşların dedelik, dervişlik, sema vs. gelenekleri de bundan pay aldılar. “Cumhuriyet ideolojisinde şeyhlerin, dedelerin, mürşitlerin ve müritlerin olmayacağı” denirken bunlar da kast ediliyordu. Nitekim TBMM kuruluş döneminde Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın şeyhi ziyaret edilip hasbıhal yapılırken daha sonra bu dergâh da yasaklanacaktır. Tıpkı Konya Mevlevi Dergâhı gibi müze haline getirilecektir.

Din dersi çıkmazı

Türkiye’nin, politik dünyasının sivil toplumsal alanla yeniden tanımlandığı bir dönemde Kızılbaşlar da yeni meydan okumalar içine giriyorlar. Örneğin din derslerinin kalkmasını ve çeşitli kitaplarda yer alan anti-Kızılbaş söylemlerinin “temizlenmesini” istiyorlar. Bu arayışlar içinde bulunurken, Sünni karşıtlığı üzerinden hareket etmek gibi büyük bir açmaz içine düşüyorlar. Din derslerinin mecburiliğinin kalkmasını talep ederken bu tutum açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü Türkiye toplumunun ezici bir çoğunluğu bu derslerin mecburiliğini istiyor. Örneğin TESEV’in 2006 yılında yaptığı bir kamuoyu araştırmasında, halkın yüzde 82’si zorunlu din dersine evet diyor. Geriye kalan yüzde 18’i Aleviler, ateistler ve diğerleri oluşturuyor. Bu tablo karşısında “zorunlu din derslerine hayır” demek yüzde 82’ye hayır demek anlamıyla büyük bir örtüşme oluşturmaktadır. Dolayısıyla Alevilerin talep tarzı toplumun ezici çoğunluğunun taleplerini örtme ya da hiçe saymak biçiminde de okunabilir.

Aleviler, özgürlük taleplerini Alevi olmayan toplum kesimlerinin pratiklerini yok etmek üzerine kurgulama tutumundan uzak durmalıdırlar. Bunun yerine kendi söylemlerini, ötekilerini reddetmeden ifadeye yönelmelidir. Örneğin din dersleri ile ilgili beklentilerini, Alevilik dersini ya da kendi çocukları için zorunluluğun kalkmasını talep edebilirler.

Star, 13.12.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et