Pazartesi, 14 Şubat 2011 12:03
Balyoz Davası’ndaki tutuklama kararının kimse için sürpriz olmaması gerekirdi.
Gölcük’te karargâhtan çıkan yeni belgeler tasnif edilmiş ve heyetin önüne gelmişti. Üstelik de inkârı hiçbir şekilde mümkün olmayan bir şekilde, askerlerin gözetimi altında yapılan bir aramada ve el konulduğu anda savcıların gözetiminde kayda geçirilmiş belgelerdi bunlar… Ya sahteyse, ya polis koyduysa gibi “çamura yatma”lara imkân tanımayacak kadar sağlam yeni deliller vardı heyetin önünde.
Balyoz Eylem Planı’nın devamı niteliğinde birtakım planlar, ölüm listeleri, tıpkı Fatih Camii gibi başka bazı camilere karşı eylem için yapılan keşif çalışmalarının tutanakları, bu planlar ortaya çıktığında olayın “harp oyunu” gibi gösterilerek kamufle edilmesi için yapılan hazırlıklar, yine her zamanki gibi Ege Denizi’nde provokasyon uçuşları ve tabii, darbeye direnme ihtimali olan komutanların, kuvvet komutanlarının nasıl etkisiz hale getirileceğine dair planlar… Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Cumhur Asparuk hazırlıklardan haberdar olmaması için tam olarak enterne edilecek, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Alpkaya da tutuklanacaklar listesindeydi. Hatta darbe sonrası tutuklanacakların nereye nasıl götürüleceğinin bile planlandığını gördük. Bürokrat, yerel yönetici ve medya mensubu gibi “hassas şahıslar”ın Yassıada ve İmralı’ya “transferlerinin sağlanacağını” da…
İşte çuvallardan çıkan yeni bilgilerden bazıları bunlardı.
Bütün bu yeni deliller ışığında, mahkemenin geniş bir tutuklama kararı alması gayet normaldi.
Nitekim, şu anda alınan tutuklama kararının usul açısından tamamen uygun olduğunu kabul etmeyen hukukçu yok gibi. Ergenekon avukatlarının tek söyleyebildikleri ise “tutukluluk halinin bir tedbir olduğu ve uzamaması gerektiği; uzayan tutukluluğun cezaya dönüştüğü” yolundaki genel eleştiriler ki bu eleştiriler de sadece Balyoz Davası için değil, Türkiye’de yargılanmakta olan bütün tutuklu sanıklar için söz konusu. Düzelmesi de ancak ciddi bir yargı reformu ile mümkün.
Yani, aslında yargılama süreci kendi yolunda devam ediyor ve söylenecek fazla bir söz yok.
Ne var ki, bu “kendi yolunda gidişi” bir türlü kabullenemeyenler var. Çünkü onlar, ordunun üst kademesinde görev yapmış ya da yapmakta olan kişilerin böyle “sıradan insanlar” gibi yargılanmalarına alışık değil. Hele cuntacılığın suç olarak görülmesine hiç alışık değil. Hâlâ, ordunun asli görevini “rejimi korumak” olarak gördüklerinden, Cumhuriyet rejimini AK Parti iktidarından kurtarmak için cunta kurmuş olan “vatansever subayların” yargılanmasını hazmedemiyor, bunu onlara karşı yapılmış büyük bir kadir bilmezlik, vefasızlık olarak algılıyorlar.
Hele hele, Genelkurmay’ın bu “kahraman cuntacılara” sahip çıkmamasını asla kabullenemiyor; ihanete uğradıklarını, arkadan hançerlendiklerini düşünüyorlar. Mahkeme salonunda Harbiye Marşı’nı söyleyerek vermeye çalıştıkları mesaj bu. Ailelerin, Genelkurmay Başkanı’na, “bu yiğitleri sahipsiz mi bırakacaksınız” diye sitem ederken hissettikleri bu. Süheyl Batum’un “kağıttan kaplan” benzetmesinin, Emin Çölaşan’ın “hadım edilmiş ordu” nitelemesinin ardında yatan hayal kırıklığı bu…
Evet… Cuntacıların güvendiği dağlara kar yağdı.
Onlar bu işlere girerken ordunun geleneksel tutumuna güvenmişlerdi. Ordu, kendi adamlarını sivillerin adaletine bırakmazdı. Ne yapar eder onlara kalkan olur, onları sivillerin önüne atmazdı. Türkiye’de darbecilerden asla ve asla hesap sorulmazdı.
Ne var ki, yanılıyorlardı.
Onlar boğazlarına kadar cunta dalaverelerine battıklarından etraflarında olup biteni fark edememişlerdi ama Türkiye’de de, orduda da çok önemli değişimler olmuştu. Onların güvendikleri darbeci gelenek artık hem halkın hem de ordunun içinden tepkiyle karşılanıyor, değişim rüzgârı asker-sivil ayrımı yapmaksızın bütün yurdu etkisi altına alıyordu. Zaten yıllardır işlenen suçların gün ışığına çıkması da bizzat ordu içindeki bu geniş hoşnutsuz kesim sayesinde oluyordu. İçinde cuntaların fink attığı bir orduya hizmet etmek istemeyen yurtsever-demokrat subaylar ele vermişti onları. Onlar artık ordunun temizlenmesini ve halk nezdindeki itibarlı konumuna tekrar oturmasını, ordu mensubu olmaktan tekrar şeref duymak istiyorlardı.
Ama cuntacılar köprülerin altından akan suların farkında değildi. Taa ki kendilerini hapiste bulana kadar…
Cuma günü mahkeme salonunda yaşadıkları travmayı, uzun süredir kabul etmemek için direndikleri gerçekle inkar edilmez bir biçimde yüz yüze gelişlerinin yol açtığı travma olarak görebiliriz. “Bizi gelip orgeneraller teslim alsın” talebine verilen “ağır cezalık suçlarda böyle bir kural yoktur, görevli askerlere teslim olun” cevabı, sahiplenilme yönündeki son umutlarını da silip süpürdükten sonra, geriye moral çöküntüsü içinde bir grup kaldı.
Yaşanan bu moral çöküntüsünü Çetin Doğan’ın avukatının “artık yapacak bir şey kalmadı” yollu konuşmalarından, Emin Çölaşan’ın “bir daha gün ışığı göremeyecekler” tarzındaki karamsar ifadelerinden rahatça okuyabilirsiniz.
Ben Genelkurmay Başkanı Koşaner’in Harbiye’de tutuklu yakınlarıyla yaptığı konuşmayı ve ardından Başbakan Erdoğan’la görüşmesini bu travmayı hafifletmek çabasıyla yapılan jestler olarak görüyorum.
Ama söylemeliyim ki, jest için yapılmış da olsa, ortaya çıkan tablo hiç hoş olmadı. Genelkurmay başkanlarının her tutuklama kararının ardından Başbakan’a koşması artık son bulmalı. Bir gönül alma jesti uğruna yargıyı böyle baskı altında göstermek doğru mu?
Bugün, 14.02.2011