Türkiye’de aile içi şiddet eylemlerinin gün geçtikçe kartopu gibi arttığı görülmektedir. Medyada hemen her gün bir ya da birden fazla aile içi şiddet haberine rastlamak mümkündür. Bunlardan daha ziyade kadınların mağdur oldukları görülmektedir. Esasen aile içi şiddet kapsamında kadınlara yönelik gerçekleştirilen eylemler, ülkemizde sadece günümüze mahsus olmadığı gibi, bu tür eylemler sadece Türkiye’de olmamakta, Batılı ülkelerde de benzer vakalar sıklıkla yaşanmaktadır. Kırıkkale’de yaşanan Emine Bulut cinayeti, ülkemizde bu konuya ilişkin tartışmaların tekrardan tavan yapmasına sebep olmuştur.
Gerek Batı’da, gerekse ülkemizde bu kronik sorunun çözümüne yönelik önlemler alınmaktadır. Bu kapsamda iki temel metinden söz edilebilir. Birisi kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak da ifade dilen “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, diğeri de 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”dur. 6284 Sayılı Kanunun kabulünde temel metin olarak İstanbul Sözleşmesi esas alınmıştır.
İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da kabul edilerek imzaya açılmış, Türkiye’de de 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşmeyi esas alarak kabul edilen 6284 Sayılı Kanun da 8 Mart 2012 günü kabul edilmiştir.
Bu iki metnin temel amacı, şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesidir. Fakat İstanbul Sözleşmesi’nin imzaya açılmasından ve 6284 Sayılı Kanunun kabulünden bu yana aile içi şiddette azalma bir yana ciddi manada artışlar meydana gelmiştir. Aile içi şiddet kapsamında katledilen kadınların sayısı 2011 yılında 121 iken, bu rakam 2018 yılında 440 olmuştur. Bu rakamlar, ölümle sonuçlananlarla alakalı olanlardır. Bir de yaralanmalar, evliliğin sona ermesi, kan davaları, psikolojik yıkımlar şeklinde sonuçlananlar çok daha büyük rakamlara erişmektedir.
Türkiye’de ne İstanbul Sözleşmesi imzalanırken, ne de 6284 Sayılı kanun kabul edilirken, ülkemiz açısından bu metinlerin, artılarına ve eksilerine ilişkin yeterli tartışmaların yapıldığı söylenemez.
Burada, gerek aile içi şiddetin önlenmesi, gerekse diğer hususlara ilişkin hukukî metinlerin hazırlanması ve kabulü sürecine ilişkin genel temel sorunlar üzerinde kısaca durmak istiyorum. Türkiye’de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden bu yana, Batı karşısında gerilemişliğin de tetiklemesi ile Batı’ya öykünmenin bir neticesi olarak, Batı toplumları için benimsenen hukukî metinlerin aynen ülkemize aktarılması olgusu yaşanmaktadır. Bu metinler ülkemize aktarılırken, mükemmeliyetçi bakış açısı ile alınmakta, fakat çoğu metinlerin uygulamasında ciddi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Çünkü bu uygulamalarda temel doku uyuşmazlıkları söz konusudur. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun da bu anlayışın tipik misallerini teşkil etmektedir.
Burada, her iki metnin de ülkemizde mevcut olan derin yaraya merhem olmadığı, bazı vakalarda daha derin sorunların yaşanmasına sebep olduğu söylenebilir. 2011 yılı il 2018 yılı arasındaki aile içi şiddet rakamları arasındaki fark bunu göstermektedir. Peki, bunun sebebi nedir? İstanbul Sözleşmesi Batı’da başarılı olsa idi, Türkiye’de de mutlaka başarılı olacağı peşinen söylenebilir mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, ülkemiz için sağlıklı çözümlerin bulunması açısından son derece önemlidir.
Bir defa en son söyleyeceğim sözü ilk başta söylemek istiyorum: “Bir kanun Batılı ülkeler için ne kadar başarılı olursa olsun, aynı başarıyı Türkiye için de beklemek muhaldir”. Neden denecek olursa. Özellikle aile içi ilişkiler, her toplumun, kendi tarihî, kültürel, örfî, ahlakî, güncel değerleri ile bütünlük içerisinde şekillenmektedir. Diğer yandan, çeşitli etkileşimler neticesinde bu konularda kısmî değişim ve dönüşümler yaşanmaktadır. Bu bağlamda yaşanan sorunlar ya da başarılı uygulamalar, burada sözünü ettiğim etkenlere göre şekillenmekte ve değişmektedir. Tabiri caizse her toplumun kendi bünyesinde şekillenen bu etkenlere göre, çözüm önerileri de değişebilmektedir. Bu değişken etkenler göz ardı edilerek yapılacak hukukî düzenleme ve önlemler, ya başarılı olmayacak, ya da aksi yönde sonuçlara sebep olabilecektir.
Ben Türkiye’de İstanbul Sözleşmesinin de, 6284 Sayılı Kanunun da, Türkiye’deki iç dinamikler esas alınarak kabul edildiği kanaatinde değilim. Nitekim çoğu aile içi şiddet olaylarının ve aile yıkımlarının bizzat kaynağını bu metinlerin oluşturduğu görülmektedir.
Bu kapsamda yapılması gerekenin ne olduğu? sorusu sorulabilir. Bu soruya cevap verirken önce yapılmaması gerekene temas etmek istiyorum. Bir kere, özellikle kendine özgülük teşkil eden toplumsal olgularla alakalı önlemleri içeren hukukî metinlerin kabulünde bir başka ülkedeki normların ya da uluslar arası metinlerin aynen alınması, ciddi sorunlara sebep olabilmektedir. Bunu bir misalle izah etmek isterim. Hikâye olarak anlatılır. Erzurum Üniversitesi ilk kurulduğu zaman, İsrail’deki bir Üniversitenin projesi esas alınır. Sıcak bir iklime sahip olan İsrail’de, 1950’li yıllarda klima vb. serinleticiler olmadığı için, kapıların ve pencerelerin altında, üstünde, sağında ve solunda ikişer santimlik boşluklar bırakılır. Maksat hava sirkülasyonu (cereyan) yoluyla serinlemenin sağlanmasıdır. Aynı proje, kışın bile ılıman iklimin hâkim olduğu iklimi İsrail’den çok farklı bir iklime sahip olan ve kışları -40 dereceye kadar havanın soğuk olduğu Erzurum’da aynen benimsenerek Üniversite yapılır. Kış ayları gelince, öğrenciler tirtir titremeye başlarlar. Bu şartlarda eğitimi sürdürme imkânı kalmaz. Üniversite, mümkün olduğu kadarıyla Erzurum’un iklim şartlarına uyarlanmaya çalışılır.
Benzer durum, toplumsal düzeni sağlayan kurallar için de söz konusudur. Batıda ideal kabul edilen bir norm, Türkiye’de ya da bir başka ülkede çok başarısız olabilir. Yani tıpkıbasım kopyacılık, çoğu sorunların çözümünde yetersiz kalabileceği gibi, bazı temel sorunların kaynağını da teşkil edebilir. Bu vesileyle, sadece aile içi şiddetin önlenmesi konusunda değil, hemen hemen kendine özgülükler teşkil eden bütün alanlara ilişkin hukukî düzenlemelerde aynen aktarmacılık yönteminin ter edilmesi gerekir.
Tekrardan aile içi şiddetin önlenmesi konusuna dönecek olursak. Her şeyden önce, Türkiye, hiçbir tarihî geçmişi olmayan 30-40 yıllık bir ülke değildir. Binlerce senelik tarihî bir geçmişi mevcuttur. Bu süreçte şekillenen, kültürel, teamülî, ahlakî, manevî, ailevî değerleri mevcuttur. Diğer yandan, burada sözünü ettiğim konularda, ciddi aşınmalar da söz konusudur.
Burada meselenin üç veçhesi mevcuttur. Birisi, bu değerler ne kadar muhafaza edilebilmektedir. İkincisi, bu değerlerde ne ölçüde aşınmalar söz konusudur. Üçüncüsü, bu değerlerle aşınmaların aile içi şiddetin artması üzerinde ne ölçüde etkileri olmaktadır?
Bu sorulara verilecek cevaplar, ülkemiz için kısmen başarılı olabilecek kanunî düzenlemelerin kabul edilmesinde ön şartı teşkil etmektedir. Bunun için ciddi sosyolojik araştırmalara ihtiyaç vardır. Bu bağlamda şunların araştırılması gerekiyor: Acaba aile içi şiddetin artmasında etkili olan toplumsal etkenler nelerdir? Bu meselenin, ahlakî, kültürel, manevi, eğitimsel vb. temelleri nelerdir? Ne tür toplumsal değişiklikler olmaktadır ki, insanlar aile içinde şiddete yönelmektedirler? Özellikle her türlü medyanın, eğitimdeki yetersizliklerin, küresel ölçekteki kültürel değişim ve etkileşimlerin bu tür sorunlar üzerindeki etkileri nelerdir? Özellikle İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanunun uygulamaya yönelik olumlu ve olumsuz etkileri nelerdir? Bütün bunlar belirlendikten sonra, ne tür önlemler alınabilir?
Bu sorulara makul ve yeterli cevaplar geliştirilmedikçe, Türkiye’nin bu bağlamda ihtiyacı olan kanunî, kültürel vb. önlemler belirlenmedikçe, Batıya öykünme kapsamında yapılacak her bir düzenleme, sorunları azaltmayacak, daha da artıracaktır. Belki bu bağlamda talep ettiklerim çok zor görünebilir. Ya da 28 Şubatın ünlü paşalarından Çevik Bir’in, “Sosyolojiye ihtiyacımız yoktur, sosyologlar kafamızı karıştırır” düşüncesi ile uyumlu kolaycı siyasî yönetimler tercih edilebilir. Fakat kolaycı önlemlerin ülkemizi ne hale getirdiği herkesin malumudur. Genel manada Türkiye’nin ve özel olarak da ailenin korunması için, zor ya da kolay ne gerekiyorsa, yapılması gerekiyor. Aksi halde, gün geçtikçe aile içi şiddet mağdurları, hız kesmeksizin artmaya devam edebilecek, çok canlar yanabilecektir.
* Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Üyesi