Korkulan oldu; Genelkurmay Başkanı kestirip attı. Bedelli askerlik çıkarılamazmış çünkü askere gelen yükümlü sayısı TSK’nın ihtiyacını karşılayamıyormuş.Şimdi önemli olan, Genelkurmay Başkanımız’ın tespiti karşısında boynumuz kıldan incedir diye susup oturacak mıyız yoksa “nedir bu ihtiyaç; nereden kaynaklanmaktadır” diye soracak mıyız?
Ben şahsen şu ihtiyaçların bir dökümünü görmek isterdim doğrusu. Rivayete göre orduevleri ve sosyal tesislerde çalışan asker sayısı 60 bini geçmiş ki bu orta halli bir ülkenin ordusu kadar…
Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en kalabalık ordusuna sahibiz. Ama ordumuz hâlâ ihtiyacını karşılayamamaktan bahsediyor.
Küçük bir askeri gücün katıldığı 74 Kıbrıs Harekatı’nı saymazsak, Kore’den beri, yani 60 yıldır savaşmayan bir ordu besliyoruz. Güneydoğu’da teröre karşı yürütülen savaşı derseniz, o savaşta acemi erlerin hiçbir işe yaramadığı; başarı için niceliğin değil niteliğin önemli olduğunu; terörle savaşı gerilla savaşında uzmanlaşmış profesyonel birliklerin yürütmesi gerektiğini artık askeri uzmanlar da belirtiyor.
Öyleyse nereden çıkıyor böyle devasa büyüklükte bir ordu ihtiyacı?
Yoksa halkın büyük bir kesimini içine alan “iç düşman” yüzünden mi?
X x x
Genelkurmay’ın “yükümlü sayısı ihtiyacımızı karşılayamıyor” gerekçesi bana Neş’e Düzel’in bir yıl kadar önce Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi siyaset antropologu Doçent Suavi Aydın’la yaptığı bir söyleşiyi hatırlattı.
“Düşmanların sayısı fazla olduğu için mi kalabalık ordu besleniyor? Yoksa orduyu kalabalık tutmak için mi böylesine geniş düşman tanımı yapılıyor? İşte orası kuşkulu” diyordu Suavi Aydın ve şöyle devam ediyordu: “Etrafınızdaki bütün ülkeleri düşman diye tanımlarsanız barış ordusuna geçemezsiniz, asker sayınızı azaltamazsınız.”
Sanırım mesele bu… On yıllardır dinlediğimiz “dört bir yanı düşmanlarla çevrili ülkemiz” klişesinin arkasında yatan bu…
Ve bu mesele bedelli askerlik konusunu çok aşan bir öneme sahip. Çünkü büyük ve güçlü ordu ihtiyacının altında yatan asıl gerekçeler askeri değil, ideolojik ve siyasi…
Siyasi ihtiyacı son yıllarda çok konuştuk ve hâlâ da konuşuyoruz. Güçlü bir askeri vesayet rejimi için güçlü ordu!
Ama meselenin bir de ideolojik boyutu var ki tek tek bireyler üzerindeki etkisi daha da vahim:
Yine rivayete göre, bir general arkadaşı Çetin Doğan’a… “Almanya ve Fransa’nın asker sayısı 250 bin kadar… Bizdeyse 800 bine ulaşan, lüzumsuz bir kalabalık var… Niye tüm kentlerde asker bulunduruyoruz; ne gereği var? Profesyonel orduya geçmemiz şart” diyor.
Ve Doğan’dan şu cevabı alıyor:
“Olmaz öyle şey! Her erkeğin bu tezgâhtan geçerek bizi tanıması lazım. İlçelere kadar askerin yayılması da, iç tehditlere karşı, halkı kontrol etme stratejimizin gereğidir.”
Çetin Doğan tam böyle mi söylemiştir bilemem ama Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük ordusuna sahip olmakta ısrar etmenin en temel sebebinin bundan daha özlü ifade edilebileceğini sanmıyorum.
Evet, ordu her erkek Türk vatandaşını bu tezgahtan geçirerek militarize ediyor, ehlileştiriyor, itaatkarlaştırıyor, ideolojik olarak şekillendiriyor. Her Türk vatandaşı devletin otoriter yüzüyle o “tezgahta” yüz yüze geliyor. “Asker millet” o tezgahta tekrar ve tekrar yaratılıyor. Devlet, saç tıraşından üniformaya, aşırı disiplinden ideolojik doktrinasyona kadar her türlü araçla kişiliksizleştirmeye çalıştığı vatandaşlarına orada güç gösterisi yapıyor. Orduyu “milleti yoğuran bir ocak” olarak kullanıyor. Vatan ve millet bilincine sahip olan ordu, “eğitimsiz milletin fikir ve duygularının gelişmesini, ruhunu ve maneviyatını yükseltmek yönünde güçlenmesini sağlama”ya çalışıyor. Ve bütün bunları dünyada giderek terk edilen zorunlu askerlikte ısrar ederek yapıyor.
Doğrusu “Her Türk asker doğar”, “Türk milleti asker millettir”, “Askere gitmeyen adam sayılmaz”, “Askere gitmeyene kız verilmez” gibi inanışların halk arasındaki yaygınlığına bakıldığında oldukça da başarılı oluyor.
Yazımızı ünlü Amerikan düşünürlerinden Ayn Rand’dan bir alıntıyla bitirelim:
“Zorunlu askerlik, askeri amaçlardan dolayı gerekli değildir, bu ülkenin korunması için gerekli değildir,, fakat devletçiler zorunlu askerliğin kendilerine sağladığı gücü bırakmamanın, hepsinden de öte kişinin hayatının devlete ait olduğu prensibinden vazgeçmemenin mücadelesini veriyorlar. Asıl mesele ve tek mesele budur.
Zorunlu askerlik, insanın hayatının devlete ait olduğu ve devletin, bireyden hayatını savaş alanında feda etmesini talep edebileceği şeklindeki devletçi ilkeye dayanmaktadır. Bir kere bu ilke kabul edildiğinde, gerisi sadece bir zaman meselesidir. (…) Eğer devlet, kişiyi anlamadığı veya onaylamadığı bir savaşta ‘şehit’ olmaya gönderebiliyorsa ve bunun için onun rızasına ihtiyaç duymuyorsa, bu durumda prensipte bu devlette tüm haklar ortadan kaldırılmıştır.”
Bugün, 24.04.2010