22 Şubat 2010 tarihli “Balyoz operasyonu” gündeme bomba gibi düştü. 2004 yılında 1. Ordu tarafından hazırlandığı ortaya çıkarılan Balyoz darbe planına adı karışan emekli generaller ve muvazzaf subaylardan oluşan 49 kişi gözaltına alındı. Türkiye darbecilerden, cuntacılardan, çeteleşmelerden, hukuksuzluktan ve askeri vesayetten kurtulma yürüyüşünde emin adımlarla ilerliyor. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın, iç barışı sağlamanın, ekonomik ve siyasi istikrarı temin etmenin, ve nihayet yoksulluk kısır döngüsünü kırmanın başka yolu yok: devlet halkla barışmak zorunda; ordu kendi halkına karşı komplo peşinde koşan darbeci ve cuntacı subaylardan temizlenmek zorunda; yargı devletin hukuksuz eylemlerini değil, hak ve özgürlükleri korumayı hedefleyen bir anlayışla yeniden organize edilmek zorunda; basın darbecilere çanak tutma, cesaret verme ve kışkırtıcı yayınlar yapmaktan vazgeçmek zorunda; işdünyası kısa vadeli çıkarları için uzun vadede ülkenin ve kendilerinin geleceğini karartacak eylemler peşinde koşan maceraperestlerle bağlarını koparmak zorunda; Türkiye muasır medeniyete ulaşma yolunda kendisine onlarca yıl kaybettiren safralarını atmak zorunda.
Türkiye askeri vesayetten çok çekti; hiçbir şey Türkiye’ye darbeler kadar, darbeciler kadar, darbelere ortam hazırlayanlar kadar zarar vermedi. Her darbe öncesi ülkenin içine sokulduğu kaos ortamı ve ardından gelen her darbe, ülkeyi en az on yıl geriye götürdü. Ülke can güvenliğinden başka bir şeyin düşünülemediği, yatırım yapılamayan, istikrarsız, güvensiz, korkularının esiri toplum kesimlerinin birbirine düşman kesildiği bir coğrafya haline getirildi. Memleket ve dünya gerçeklerinden kopuk ve giderek arkaikleşen bir resmi ideolojiyi yaşatma uğruna kimi zaman solcular, kimi zaman Aleviler, kimi zaman dindarlar, kimi zaman Kürtler, kimi zaman liberaller hedef gösterildi. Her bir kesim diğeri aleyhine kışkırtıldı, aralarındaki farklılıklar düşmanlık sebebi olarak gösterildi. Merkezine kendisini devletin sahibi, hamisi, banisi, koruyucu ve kollayıcısı olarak gören bir ordunun, çevresine de hukuku değil “devleti korumayı” birinci görevi sayan bir yargının yerleştirildiği, halka dayanmayan ve güvenmeyen bir rejim elinde bu ülke onlarca yılını heba etti. Onbinlerce insan sokak çatışmalarında, terör eylemlerinde, faili meçhul cinayetlerde, zulüm ve işkencelerde can verdi; milyonlarca insan kaybettiği yakınlarının yasını tutarken yaşama sevincini yitirdi. Sokaklarında barış ve huzurun olmadığı, can güvenliğinin ve adaletin sağlanmadığı, siyasi hayatı darbeler ve muhtıralarla kesintiye uğrayan, istikrarın olmadığı bir ülkede insanların geleceğe güvenle bakması da, verimli çalışması da, yatırım yapması da sözkonusu olamazdı. Yatırımın ve üretimin yapılmadığı, verimliliğin olmadığı, büyük sermaye gruplarının yenilikçilikle, AR-GE ile, patentle, teknolojiyle ve rekabetle değil, dış rekabete kapalı bir ekonomik düzende devlet sırtından sağlanan rantlarla zengin olmaya çalıştığı, bu uğurda darbecilerle menfaat ortaklığı yaptığı bir ülkede zenginleşme de olmazdı, yoksulluk çemberi de kırılamazdı. Türkiye 20. Yüzyılı bu şekilde, demokrasiyi boğarak, hukuk devletine direnerek, şeffaflaşmaya karşı çıkarak, suçluları ve darbecileri koruyarak, özgürlükleri budayan ısmarlama anayasalarla, iç kavgalar ve huzursuzluklarla heba etti.
Ama gün geldi, devran döndü; keser döndü sap döndü; köprülerin altından çok sular aktı. hem ülkenin iç dinamikleri, hem de dış dinamikler artık bu hukuksuzluklara, komplolara, perde arkası oyunlara, çok küçük bir mutlu azınlık ve iktidar seçkinleri zümresi dışında kimseyi memnun etmeyen bürokratik vesayet rejimine tahammül edemez noktaya geldi. Küreselleşme, Soğuk Savaşın bitmesi, sosyalist sistemin yıkılması, dışa açılma, serbest piyasa ekonomisini tesis etme girişimleri, AB ile bütünleşme çabaları, eğitim-iletişim-bilgilenme süreçlerinde devlet tekelinin kırılması, bilgi-işlem, ulaşım ve haberleşme teknolojilerindeki başdöndürücü gelişmelerin uzağı yakın eden, sınırın öte yakasında nasıl bir dünyanın varolduğunu gösteren ve perde arkasında ne tür iktidar oyunlarının oynandığı konusunda vatandaşın gözünü açan gelişmeler Türkiye’yi -yaklaşık yüz yıllık bir duraklama döneminden sonra- müthiş bir değişim sürecinin eşiğine getirdi. İşte 21. Yüzyılın başından itibaren Türkiye’de yaşanan gelgitlerin, çalkantının, kabuk değiştirme çabasının ve hukuk devletine evrilme mücadelesinin kısa hikayesi budur. Halihazırda şahit olduğumuz şey, değer yargılarıyla, ideolojisiyle ve devleti adeta aşiretleştiren ve suça bulaştıran anlayışıyla ömrünün sonuna gelmiş, miadını doldurmuş olan “eski Türkiye” ile, dünya ile bütünleşmek ve kendi halkıyla barışmak isteyen, halkın beklentilerine duyarlı, dünya standartlarında bir demokrasi ve hukuk devletine evrilmek isteyen “yeni Türkiye”nin kavgasıdır. Bir yanda demokrasi, sivilleşme ve özgürleşme isteyen siyasetçiler var; bir yanda anti-demokrasi, askeri vesayet ve baskıcı yönetime devam arzusunda olan siyasetçiler var. Bir yanda hâlâ darbe yapmak ve darbe ortamı yaratmak üzere komplolar peşinde olan askerler var; bir yanda askeri vesayetin ve darbelerin son bulmasını isteyen, bunun için ordu içindeki komplocu eylemleri ifşa eden askerler var. Bir yanda darbecileri ve devlet içindeki çeteleri korumak için evrensel hukuk normlarını ve yasaları hiçe sayan yargı mensupları var; bir yanda darbecileri ve cuntacıları sorgulamak, yargılamak ve devleti safralarından kurtarmak isteyen yargı mensupları var. Bir yanda askeri vesayet rejiminin gereğine inanan, darbelerin kaçınılmazlığına fetva veren, buna “bilimsel” kılıf üreten akademisyen, aydın ve gazeteciler var; bir yanda tam demokratik, sivil ve özgür bir Türkiye düşleyen, bunun için tutturulması gereken evrensel standartlara işaret eden, dünya ile bütünleşmenin ve halkıyla barışmanın önemine vurgu yapan akademisyenler, aydınlar ve gazeteciler var.
Dünyanın hiçbir yerinde köklü dönüşümler, iktidar ilişkilerinde ciddi kırılmalar ve radikal toplumsal dönüşümler sancısız olmamıştır. Türkiye’de de sancısız bir değişim ve dönüşüm beklemek aşırı iyimserlik olur. Dolayısıyla, “eski Türkiye” ile “yeni Türkiye” arasındaki bu çatışma, sürtüşme, gerginlik, bilek güreşi, kısaca iktidar kavgası bir süre daha devam edecektir. Ama bizden önce başka coğrafyalarda olduğu gibi, “eski”nin, devrini tamamlamış olanın, arkaik hale gelmiş olanın kazanma şansı yoktur. Müslüman dünyanın yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan İbn Haldun’un bir tarih ve uygarlık felsefesi hazinesi olan “Mukaddime” adlı eserinde belirttiği gibi, “zeval” vakti gelince ne yapılsa boştur; yıkılışı durdursun diye alınan tedbirler bırakın süreci durdurmayı, tam tersine, çöküşü daha da hızlandırır. Şiir okudu bahanesiyle hapsedilerek önü kesilmeye çalışılan Erdoğan’ın inanılmaz bir hızla yükselişini, AK Partiyi iktidardan uzaklaştırmaya dönük askeri-sivil bürokratik hamlelerin birer birer boşa çıkmasını, “367 hokkabazlığı”nın Cumhurbaşkanını halkın seçmesine imkân sağlayan bir sivil devrimle sonuçlanmasını, 27 Nisan muhtırasına karşı halkın 22 Temmuz’da adeta sivil bir darbeyle cevap vermesini, birileri “asker masum; bunlar orduyu yıpratmak isteyenlerin oyunu” dedikçe Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz, Eldiven, Kafes ve Balyoz gibi darbe planlarının ardı ardına ifşa edilmesini,.. hep bu gözle okumak gerekir. En son, 3. Ordu Komutanını sorguya çekmek isteyen ve karanlık ilişkiler içinde olduğu iddiasıyla başsavcıyı tutuklattıran özel yetkili savcılara karşı yapılan HSYK darbesinin hemen ardından dün gündeme bomba gibi düşen Balyoz operasyonu da yine aynı sürecin işlediğinin işaretidir. Türkiye artık gerçek anlamda demokratik, sivil ve özgür bir ülke olmaya karar vermiştir; iç dinamikler ve dış konjonktür bunu gerektirmektedir. İki yüz yıldır belki de ilk defa Türkiye halkının beklentileri ve menfaatleriyle dış dünyanın Türkiye’den beklentileri bu kadar birbiriyle örtüşmüş durumdadır. Aslında şu veya bu sebeple devlet gücünü arkasına alarak suça, darbecilik ve cuntacılık eylemlerine bulaşan veya bunları koruyan güçler dürüst ve mert bir tavır sergilese ve “Evet, bu nahoş eylemlere bulaştık, çünkü böyle bir anlayışla yetiştirildik; şimdi görüyoruz ki dünya, Türkiye, anlayış değişti, bunlarla övünmüyoruz, bir daha asla böyle şeylere tevessül etmeyeceğiz; üzdüğümüz insanlardan da özür dileriz” deseler ve direnişi bıraksalar, bu süreç çok daha yumuşak, çok daha az sancılı, bu kadar kırıp dökmeden atlatılabilirdi. Gelin görün ki bunu yapmaya hiç niyetlerinin olmadığı anlaşılıyor. O zaman bir yandan demokratik, sivil ve özgür bir Türkiye için çalışan siyaset, yargı ve ilim erbabına var gücümüzle destek verecek, bir yandan da eski Türkiye’nin hüzünlü çöküş serüvenini izleyeceğiz.
23.02.2010