Belli ki İngiliz aydınları aymaz, basını da vurdumduymaz olmuş. Belli ki “demokrasinin beşiği”nde uyuyakalmışlar.
Çünkü orada “sivil vesayet” feryatları yükselmiyor. Hatta Türkçe siyaset bilimi literatürünü izleyemediklerinden olacak, böyle bir kavramın varlığından bile haberdar değiller.
Evet, mevzu açıldığında başbakanlarının diktatör yetkilerine sahip olduğundan yakınıyorlar, ama nedense bir diktatörlükten söz etmiyorlar; dahası bunu “askeri dikta” ile kıyaslamayı akıl etmiyorlar. “O da kötü, bu da kötü” formülü üstünden, aslında dolaylı olarak ikisini eşitleştirmeye çalışmıyorlar.
Belki de bunu yaptıklarında bazı TV’lerden davet alacaklarını biliyorlar; ama siyasi yorumcu olarak değil, ancak politik şov programlarında mizah malzemesi olarak.
***
Şaka bir yana, Anayasa Mahkemesi’nin TBMM’ye ait yetkileri üstüne aldığı, otobüs fiyatlarını Danıştay’ın belirlediği, başbakanın kendi emrindeki genelkurmay başkanı ile “zirve” yaptığı bir ülkede “sivil dikta”dan şikayet edenlerin asıl sorunu bilgi değil insaf yoksunluğu olmalı.
Bunun da bilinen bir tedavisi yok, ama cehalet giderilebilir.
Türkiye’de yargının yasama ve yürütmeyi kuşattığı, hatta düne kadar ona ait bazı alanları işgal ve ilhak ettiği bir ortamda “sivil dikta”ya gidildiğini savunanlar, eğer asıl sorunu, yani bürokratik vesayet ve militarizm tehdidini gizlemeyi amaçlamıyorlarsa, parlamenter sistemin doğasını ve onun son on yıllardaki evrimini bilmeden konuşuyorlar demektir. Aksi halde başbakanın yetkilerinden ve onu kullanma biçiminden şikayet ederken, en azından bunu Türkiye’ye özgü bir sorunmuş gibi sunmazlardı.
***
Michael Roskin, Countries and Concepts (Ülkeler ve Kavramlar, Adres Yay.) adlı eserinde 1960’lardan beri dünyada gücün başbakanlara doğru kaymaya başladığına, ama bunun zorunlu olarak diktatörlüğe götürmeyeceğine işaret eder.
İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi farklı sistemlerde yürütmenin güç kazanmakta olduğunu, örneğin başbakanın “İngiliz sisteminin temel taşı” olduğunu vurgulayan Roskin’e göre:
“Teorik olarak, başbakanın yetkileri diktatörlük olarak görülebilir. Çünkü başbakan kabineyi seçer ve kontrol eder, Parlamento’nun en büyük partisine başkanlık eder ve istediği hemen her düzenlemeyi geçirebilir ”.
“Bu, Britanya’da demokrasi yok demek midir?” diye sorar Roskin ve “Hayır, hiç değil” der ve ekler:
“İktidar dizginleri bir tek kişinin elinde bulunduğunda bile, başbakanlar bir diktatöre dönüşmezler; bunun en önemli sebebi, hiçbir durumda genel seçimlerin beş yıldan daha uzak olmamasıdır”; yönetici kadronun “seçimlerle periyodik olarak hesaba çekilebilmesidir”.
***
Türkiye’de başbakanın parti grubuna ve onun üstünden TBMM’deki etkisine bakıp diktatörlükten dem vuranlar, sadece Türkiye’de yürütmenin nasıl bir bürokratik cendere ile kuşatıldığını ve başbakanların anayasal olarak sahip oldukları yetkileri dahi kullanamadıkları apaçık gerçeğini görmezden gelmiyorlar, aynı zamanda demokratik dünyanın gidişatından da habersiz görünüyorlar.
Ve demokrasinin varlığını ve yokluğunu yanlış yerde arıyorlar.
Çünkü siyasetin (iyi ki) sadece siyasetçilerin yapıp ettiklerinden ibaret olmadığını ve demokrasiyi mümkün kılanın bundan fazla bir şey olduğunu anlamıyorlar.
“Belki de anlamazlıktan geliyorlar” diyeceğim ama, yok yok, galiba sahiden anlamıyorlar.
Star, 16.03.2010