Geçen hafta Tophane’de yaşanan üzücü olay hakkında birçok yorum yapıldı. Yorumcular saldırıya kendi perspektifinden bakmakla kalmadı, maddî olgu ve bulguları da perspektiflerini kuvvetlendirmek için seçici şekilde kullandı.
Çok yönlü bir toplumsal vakayla karşı karşıya olduğumuza göre her yorumda bir doğruluk payı bulunduğu söylenebilir. Her ne kadar böyle geniş bir bakış bizi Nasrettin Hoca gibi bütün tarafları haklı bulma konumuna yerleştirebilirse de, bunun her zaman yanlış olması gerekmez.
Yansıyan haberlere göre, saldırının sokakta kalabalık gruplar hâlinde içki içilmesiyle bir ilişkisi var. Türkiye’de İngilizlerinkine benzer bir “pub” kültürü yok ve içki tüketimi genellikle kapalı veya sınırları hem legal hem toplumsal olarak çizilmiş ve kabul edilmiş mekânlarda yapılıyor. Ancak, sokakta içki içildiği için saldırdığı söylenen kalabalıkta da alkol içenlerin olduğu anlaşıldı. Bu, saldırının sırf içki karşıtlığına dayandığı ve bu karşıtlığın dinî inançlardan kaynaklandığı iddialarını zayıflatıyor. Başka bir deyişle, saldırı içkiyle hem ilgili hem ilgisiz.
Bazı yorumcular bölgede vuku bulmakta olan “kentsel dönüşümün yarattığı” çelişki ve gerilimlerin olayın altında yatan asıl faktör olduğunu söyledi. Tophane son yıllarda Ortaköy’ün 1980’lerde yaşadığına benzer bir dönüşüm ve yenilenme sürecinde. Bölgede bir-iki nesildir yaşayan insanların geleneksel hayat tarzı yeni gelenlerin hayat tarzıyla bir anlamda rekabet hâlinde. Bu rekabet günlük giyim, yeme-içme, eğlenme tarzları yanında ekonomik alanda da vuku bulmakta. Sanat galerilerinin çoğalması, sanatçıların ve sanatla ilgili kimselerin (sanatseverler; sanat ürünlerinin ticaretini yapanlar; sanatla ilişkili imalat, dağıtım, pazarlama ve tedarik zincirlerinde çalışanlar vb.) mahalleye akması mekân talebini yükseltmekte. Bu ise işyeri–ev kira ve fiyatlarını artırmakta. Bundan başta mülk sahipleri olmak üzere bazıları fayda sağlarken bazıları da zarar görmekte. Semtte bu yüzden eskilerle yeniler arasında bir gerilim olduğu söyleniyor. Medyaya konuşan genç Tophanelilerden birkaçı, olayın ana sebebinin, bir galerinin önünden geçen çarşaflı kadınlara “bu çağda hâlâ böyle mi giyiniyorsunuz!” türünden bir laf atılması olduğunu ileri sürdü. Bu tür laf atmaların daha önce de yaşandığını ve bunun mahalle sakinleri arasında büyük bir rahatsızlık doğurduğunu belirtti. Tepkisel birikimin sonunda bir patlamaya yol açtığını ve saldırının bu ortamda gerçekleştiğini anlattı.
Burada aktardığım üç bakışın–yorumun hangisi daha doğru olursa olsun, vahim bir şiddet olayıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeği değişmiyor. Saldırganlar, toplu şekilde ve hazırlıklı olarak, kendilerine mukabele bile etmeyen–edemeyen insanlara hücum edip onları tartaklamış. Bununla da yetinmeyip oradaki işletme sahibi insanların mallarına kasıtlı olarak zarar vermiş. Bu bir suçtur. Suçluların belirlenmesi ve cezalandırılması adalet açısından olduğu kadar toplumsal huzur ve barış açısından da büyük önem taşımaktadır.
Türkiye gibi geniş bir ülkede büyük bir toplumsal çeşitlilik olması gayet doğal. Bu çeşitlilik farklı hayat tarzları biçiminde kendini gösterebilir. Hiçbir hayat tarzı otomatikman bir diğer hayat tarzına üstün veya ondan aşağı değildir. Bir muhitte belli bir hayat tarzının baskın olması azınlıktaki hayat tarzının yanlış olduğunu göstermez ve çoğunluğa azınlığı bastırma hakkını vermez. Bir hayat tarzının nesillerdir yaşanan geleneksel bir hayat tarzı olması, onun sahiplerine “modern” tabir edilen bir tarzı bastırma yetkisi tanımaz. Tersi de düşünülemez. Modern veya bohem hayat tarzı, o tarzı izleyenlere veya kamu otoritelerine geleneksel, dindar, “taşralı” ve benzer hayat tarzlarını bastırma, ezme hakkı sağlamaz. Hayat tarzları belki hiç bitmeyecek bir rekabet içindedir. Herkesin yapması gereken, kendi hayat tarzını korumak için, başkalarının tercih hakkına saygı göstermektir. Kamu otoritesinin göreviyse, hiçbir kesimin başka bir kesimi sindirmesine izin vermemek, buna yönelik teşebbüslere engel olmak, engellenememiş zararları tazmin ettirerek adaleti korumaktır.
Aynı şey, ekonomik farklılaşma ve dönüşüm için de geçerlidir. Aslında Tophane’de gerçekleşen kentsel dönüşüm meselâ Balat’ta gerçekleştirilmek istenen kentsel dönüşümden daha uygar, sağlıklı ve başarılıdır. Balat’ta mülk sahipleri hiçe sayılarak tepeden aşağı bir model dayatılırken, Tophane’de sosyal ve ekonomik müşevviklerin etkisiyle aşağıdan yukarı bir dönüşüm kendiliğinden gerçekleşmektedir. Elbette bu dönüşüm bazılarına yarar sağlayacak ve bazılarına zarar verecektir. Bu kaçınılmaz ve önlenemez bir durumdur. Mühim olan, bir kamu otoritesinin merkeziyetçi bir planla vatandaşları arasında pozitif veya negatif ayrımcılık yapması yoluyla bireylerin kazanç ve kayıplarının doğmamasıdır.
Tophane’deki olayın en vahim tarafı, bilinçli ve kasıtlı şiddet kullanılmasıdır. Sözlü tartışma ve kavgalar normal karşılanabilir; ama uygar bir toplumda Tophane’deki gibi bir şiddete asla müsaade edilemez. Tek meşru şiddet, nefsi müdafaa için kullanılan şiddettir. Birilerine karşı içki içiyorsun, laf attın, semtimde fiyatları yükselttin gerekçeleriyle kullanılan şiddet meşru olamaz. Söze sözle, yumruğa yumrukla cevap verilir. Bu yüzden, Tophane saldırısı, evet abartılmamalı, ancak hafife de alınmamalı.
Son olarak nüfusun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede alkol tüketimiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Dünyanın -demokratik olsun olmasın- her ülkesinde içki üretim ve tüketimi ciddi şekilde regüle edilir. Bu anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir şey. Hatta çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede içkiyle ilgili regülasyonların nüfusun ağırlıklı olarak Hıristiyan olduğu ülkelerdekine nispetle biraz daha sıkı olması da normal. Ancak, bu regülasyonların içkiyi hukuken değilse de fiilen yasaklama noktasına varması özgürlüğün budanması anlamına gelir. Bu yüzden, içki konusundaki hassasiyetleri “sarhoşların derdine bak!” diyerek veya “üzüm yiyin!” tavsiyesinde bulunarak geçiştirmek doğru olmaz. Sevelim sevmeyelim, özgürlük, ne yiyip içeceğimize karar verme hak ve yetkisine sahip olmayı da gerektirir. Birileri bu hakkı başka birilerinin hoşuna gitmeyen tercihler yaparak kullanabilir. Özgürlük denilen şey, nihayetinde, tercih hakkına sahip olmaktır. Demokratik devletin içki konusunda birbiriyle çelişik görünen iki görevi vardır. Birincisi isteyenlerin içebilmesini, istemeyenlerin içmeye zorlanmamasını garanti altına almaktır. İkincisi içkinin yaratabileceği sorunlarla –hastalık, suç, trafik kazaları vs.- sürekli ve sistemli olarak mücadele etmektir. Bu “çelişki”yle yaşamak özgürlüğün bedelidir.
Zaman, 01.10.2010