Nabi Yağcı uzun söyleşide bir takım teorik açılımlar ve yorumlar da yapıyor. Bunların bir kısmı bence isabetli, ama çelişkili ve anlamsız olanlar da var.
Yağcı TKP genel sekreteri olduktan bir-iki yıl sonra mihver sosyalist ülke Sovyet Rusya üzerinden sosyalizmdeki derin yapısal kriz gizlenemeyecek, görmezden gelinemeyecek boyutlar kazanmaya başlıyor. Aynı yıllarda ise Türkiye Özal’ın öncülüğünde bir açılım -liberalleşme- sürecine giriyor. Nabi Yağcı ve Nihat Sargın 1987’de Türkiye’ye dönüyorlar. Hedefleri TKP’ye yasallık kazandırmak ve böylece komünistliği ve komünistleri özgürleştirmek. Bu yüzden kitap bir başarı hikâyesi hatta destanı yazıyor. Yapılan 1970’lere yapılsaydı öyle olabilirdi ama 1980’ler için bu geçersiz. Bir başarı varsa da bu kadar büyütülecek bir şey değil, çünkü TKP’lilerin ve dostlarının çabaları değil zamanın ruhu gidilecek istikameti belirliyor. Bu satırların yazarı da o yıllarda sosyalizmi-komünizmi uygarlık düşmanı bir görüş olarak kabul etmesine rağmen TKP’nin serbest bırakılmasını desteklemekteydi. Dolayısıyla komünist fikirlerin serbestçe ifade edilebilir hâle gelmesinin asıl kahramanı, sosyalizmin çökmekte olmasının yarattığı ruh ve Özal’ın Türkiye’yi liberalleştiren hamleleriydi. Bu serbestleşme aynı zamanda Türkiye’de TKP’nin bitmesi anlamına geldi. Bugün bu etiketi hakkıyla kullanan bir yapı yok. Olsa da komünistlik artık övünülecek bir şey değil.
Yağcı’nın söyleşisinde vurguladığı noktalardan biri Paris’teki 68 olayları ile Türkiye’deki 68 olaylarının aynı olmadığı. Sanırım benim gibi yazarlar bunu Yağcı’dan çok önce vurguladı. Paris 68’i toplumsal hayatta özgürlük taleplerine dayanıyordu (kız öğrencilerle erkek öğrencilerin aynı yurtta kalabilmesi gibi). Türkiye’deki 68 ise var olan özgürlükleri daha da daraltacak bir sosyalist (Yağcı “otoriteryen” diyor) sistem çağrısı yapıyordu. Gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş Samsun’dan “Atatürk geliyor” yürüyüşü başlatmıştı, yürüyüşün temel sloganı “Ordu gençlik el ele milli cephede” idi. Gezmiş ve benzerlerinin Kemalist olduğunu ilk söyleyenler bu satırların yazarı (ve Mustafa Erdoğan) idi. Daha sonra Yağcı’nın yazdığı Taraf gazetesinin yazarlarından Rasim Ozan Kütahyalı bu tezi popüler hâle getirdi. Yağcı’nın Türkiye 68’inin temel özelliğini görmesi memnuniyet verici.
Ne var ki Yağcı aynı feraseti başka bazı meselelerde sergileyemiyor. Meselâ, Dev-Yol’un Fatsa’da kurduğu mahallî terör rejimini “Dev-Yol’un Fatsa deneyimi bir kazanımdı” diye övüyor. Sosyalizm ile demokrasi arasında hilaf-ı hakikat bağlar kuruyor. Yine 1980 öncesi “sivil faşist” saldırılardan söz ediyor ama “sivil sosyalist saldırılar”ı görmezden geliyor. Daha sonra ele alacağım Kürt meselesine bakışı da eklenince Yağcı’nın Türk solunun mustarip olduğu şiddeti sevme, şiddet kullananlar arasında ayrım yapma, haklı şiddet haksız şiddet ayrımına gitme hastalığından en azından yeterince arınamadığı ortaya çıkıyor.
Yağcı’da yeterinde derin ve kapsayıcı bir öz eleştiri çabası da eksik. Meselâ, TKP’nin hâkim olduğu bir Türkiye nasıl bir Türkiye olurdu? Türkiye Kapitalist Partisi (al sana başka bir TKP!) adını alacak bir siyasî parti yasal ve özgür olabilir miydi? Komünist olmayanlar özgür olacak mıydı? Komünist ülkelerde yaşanan korkunç olaylar niçin yaşandı? Komünizm insanoğlunun başına 20. Yüzyıl’da gelen en büyük felaket değil midir? Bununla ilgili birkaç cümle 600 sayfalık söyleşiye sığdırılamaz mı?
Yağcı’nın tarihe bakma biçimi önerisini, kendisi pek öyle yapmasa da, olumlu buldum. Tarih eskiden büyük kahramanların, siyasî ve askerî olayların etrafında dönerdi. Son yirmi sene içinde tarihin merkezine kitleleri, halkları, ihtiyaçları, yaşama tarzlarını yerleştiren bir akım doğdu. Bu akıma mensup akademisyen yazarlar önemli eserler yazıyor. Bu çerçevede meselâ Yağcı’nın Orlando Figes’in A People’s Tragedy (Bir HalkınTrajedisi) adlı kitabını okuması çok yararlı olurdu. Kitap Marksizmle ilgili romantik görüşlerini test etmesini sağlardı.
Nabi Yağcı Türkiye’nin son on-on beş yılıyla ve geleceğiyle ilgili görüşlerini dile getirirken Kürt meselesine özel vurgu yapıyor. Haksız olduğunu söyleyemem. Ama burada da eksikleri, yanlışları ve haksızlıkları var. Önce şunu belirtelim: Kürt hareketinin şiddet sarmalına saplanmasına Türk solu büyük katkı sağladı. Bugünün Kürt liderleri sosyalizme tapan ve şiddeti işe yarayan ve meşru bir yol olarak gören sosyalist akımların içinde ve izinde yetişti. Aslında Türk solu Kürtleri ve Kürt sorununu sosyalizm içinde eriteceğini düşünürken, Yağcı’nın dediği gibi, Türkiye Komünist Partisi Türk Komünist Partisi’ne dönüştü (s. 570). Bunda şaşıracak bir şey yok. Sosyalizm de milliyetçilik de kolektivist teoriler olarak birbirine yakın ve gebe. 20. Yüzyıl’daki tüm sosyalist rejimler aynı zamanda milliyetçiydi. Rus, Sırp, Bulgar, Alman milliyetçilikleri kendine sosyalizmde yeni bir mahreç buldu. Eskiden Türk solu Kürtleri kapsar ve taşırdı. Şimdi tersi oluyor, Türk solu Kürtler üzerinden alan bulmaya, mevzi kazanmaya çalışıyor. Değişmeyen şey ise şiddete olan sevda.
Genel olarak Türkiye’nin bazı bakımlardan Kürtlere haksızlık yaptığı açık. Ancak, demokrasiye geçildikten sonra bu meselede birçok iyi adım atıldı. Bunların büyük bir kısmı da AK Parti iktidarları döneminde gerçekleşti. Kürtçe yayın yasağı kaldırıldı, ret ve inkâr politikasından vazgeçildi, demokratik siyasetin önü açıldı, mahkemelerde Kürtçe savunma yapma, seçim kampanyalarında Kürtçe propaganda yapma hakkı tanındı. Dahası, Oslo görüşmeleri ve çözüm süreci gerçekleştirildi. Karşılık olarak ne alındı? Daha fazla şiddet, daha fazla ölüm. Dolayısıyla, Kürt meselesine Yağcı’nın yapabildiğinden daha dürüst ve insaflı bir yaklaşım şart.
Yağcı’nın Kürt meselesinin parçaları arasında kendi-kaderini tayin hakkını sayması da çok su götürür. Kendi-kaderini tayin hakkı ne olduğu çok net ve her yer ve durumda geçerli bir hak değil. Ayrıca, başka yazılarında da işaret ettiğim üzere, şartlara bağlı ve başka bazı değerler tarafından geçersizleştirilebilir.
Nabi Yağcı’nın söyleşisi hakkındaki yazılarım istediğimden ve beklediğimden uzun oldu. Ancak, son bir noktaya temas etmeden bitirmek değerlendirmeyi eksik bırakmakla eş anlamlı. Yağcı’yı okuyunca sosyalizmin-komünizmin-Marksizmin bir özgürlük sevdası olduğu ve Türkiye’deki sosyalistlerin-komünistlerin-Marksistlerin özgürlük mücadelesinde başı çektiği zannına kapılıyorsunuz. Hiç alâkası yok. Sosyalizm-Marksizm bir özgürlük değil, kölelik teorisidir. Onu özgürlüğe uymaya zorlarsanız, çatlar ve dağılır. Bu yüzden, akademik-entelektüel bir konu olarak Marksizme ilgiyi muhafaza etmek iyi bir şey olsa bile, bir sosyal-siyasal-ekonomik-hukukî proje olarak Marksizm kaçınılmaz olarak felaket demektir. 19. Yüzyıl’da yaşamış aydınların bunu görememesi, idrak edememesi anlaşılabilir, açıklanabilir ve bir ölçüde mazur görülebilir bir durumdu. Bugünün aydınlarının -hele Yağcı gibi içinden gözlem şansına (veya talihsizliğine) sahip olanların- buna hakkı yok.
Türkiye’nin daha özgürlükçü, müreffeh ve demokratik bir ülke olmasında sosyalistlerin geçmişte oynadığı ve gelecekte oynayabileceği önemli bir rol yok. Gölge etmesinler başka ihsan istemez. Türkiye’de dindar muhafazakârlar ve dindar Kürtler her zaman sosyalist-seküler-Kemalist Türklerden ve sosyalist Kürtlerden daha özgürlükçü ve demokrat oldu. Türkiye’nin önünü her sıkıştığında açmış olan, bundan sonra da açacak olan, liberal fikirlerle toplumsal tabana sahip muhafazakâr siyasî liderlerin buluşmasıdır. Bu yüzden, Nabi Yağcı’nın “liberal savrulmalar” adını verdiği şeylere, o ve onun gibiler başta olmak üzere, herkesin ihtiyacı var. Ha gayret!
Yeniyüzyıl, 29 Aralık 2018