Türkiye ABD’de yerleşik Mckinsey uluslararası danışmanlık şirketiyle bir anlaşma imzaladı. Daha doğrusu bu şirketi kiraladı. Bazı çevreler bu iş anlaşmasını ekonominin ABD’ye teslim edilmesi olarak yorumladı. Bunun doğru olmadığı açık. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nca yapılan açıklamada da belirtildiği üzere şirket bir icra işi yapmayacak. Sadece devletçe ilân edilen hedeflere ulaşmaya yönelik çabaları izleyecek ve tarafsız raporlar hazırlayacak. Hem ABD’de yerleşik hem de tanınmış bir uluslararası şirket olduğu için onun hazırladığı raporlar muhtemelen dünya finans çevrelerince takip edilecek ve Türkiye’nin kredibilitesinin değerlendirilmesinde, umuluyor ki, etkili olacak.
Bunun ne anlama geldiğini anlamak için içinde bulunduğumuz ekonomik süreci ana hatlarıyla özetlemek lâzım. Türkiye son aylarda şiddetli bir döviz kuru çalkantısıyla karşılaştı. Türk lirası dolar başta olmak üzere uluslararası paralara karşı hızlı ve yüksek değer kayıplarına uğradı. Bu, Türkiye global ekonomiye entegre ve özellikle enerji ve bir ölçüde sanayi üretimi bakımından dışa bağımlı olduğu için, kaçınılmaz olarak, reel sektöre yansımaya başladı. İlk sonuç hemen her malın ve hizmetin fiyatının artması oldu. Bu da reel sektör üzerinde ilerde görülecek başka etkilere yol açacaktır.
Aşırı kur dalgalanması niçin vuku buldu? Daha önce de ele aldığım bu konuda şöyle bir özet yapabilirim:
1.Türk lirası muhtemelen aşırı değerlenmişti. Biraz değer kaybına uğraması belki gerekli veya kaçınılmazdı. Ama bunun bu ölçekte olması gerekmezdi. Daha az ve daha yumuşak bir dalgalanma vuku bulabilirdi.
2. Türkiye’nin borç stoku göstergeleri aşırı kur dalgalanmasını kaçınılmaz kılacak kadar kötü değil. Ancak, rakamlar muzice yaratmaz ve her şey sadece rakamlarla izah edilemez. Psikolojik faktörler de ekonominin akışında etkilidir. Son zamanlarda Türkiye’nin -özellikle özel sektörün- dış borcunu ödeme gücüyle ilgili kuşkular doğdu. Şirketlerin 220 milyar dolar civarında borcu var. Bu borç ödemelerinin en azından bir kısmı yeni borçlanmalarla kapatılmak zorunda. Ancak, ülkeye genel güvenin sarsıldığı bir durumda ülke olarak da bu ülkenin bir şirketi olarak da dış borç bulmak zorlaşır ve borç alma maliyeti yükselir. Doların değer kazanmasında bu da tesirli oldu.
3. Yukarıda söylenenle bağlantılı olarak Türkiye ekonomisine olan güven ciddî bir sarsılmaya uğradı. Bunda etkili olan iki faktör birbirinden ayrıştırılabilir. İlk olarak, siyasî otoritenin bazı söz ve açıklamaları, sanıyorum, Türkiye’de ekonominin işleyişinde dünyada geçerli standartlardan sapılacağı ve siyasî otoritenin ekonomiye aşırı müdahil olacağı yolunda endişelerin doğmasına katkıda bulundu. Örneğin, Cumhurbaşkanı’nın Londra gibi dünya finans merkezi olan bir yerde dev finans fonlarını yöneten kimselere hitap ederken faize çatması ve bundan böyle ekonomiye daha çok müdahale edeceği yolunda sözler sarf etmesi Türkiye’ye olan güvene müspet katkıda bulunmadı. İkinci olarak, ABD görünürde rahip Brunson yüzünden aslında ise Türkiye’nin Suriye, Mısır, İsrail’in Filistin politikası, S400 gibi meselelerde ABD’nin yörüngesinde hareket etmemesinden dolayı Türkiye’yi cezalandırmak ve terbiye etmek istedi. Bunun için de Türkiye ile gerilimi tırmandıracak ve uluslararası finans çevrelerinde ülkeye olan güveni saracak, Türkiye’nin kredi bulmasını engelleyecek veya bulduğu kredilerin maliyetini yükseltecek politikalar izledi.
Bütün bunların tesiriyle Türkiye’den sermaye çıkışı arttı ve yeni sermaye girişi azaldı. Bunu aşmak için gereken kısa-orta vadeli para ve maliye politikası tedbirleri -şimdilik kâğıt üzerinde- alındı. Ancak, bunların hakkıyla uygulandığının dünyaya duyurulmasına sırf Türkiye’nin çabaları yetmezdi. Uluslararası destek bulunması gerekirdi. McKinsey ile yapılan anlaşmanın bu bakımdan işe yaraması ihtimâli var. Ancak, fayda sağlayacağı garanti değil.
Bu olayın bir diğer açıdan da irdelenmesi lâzım. McKinsey anlaşması son zamanlarda popülerleşen “yerlilik” ve millîlik” kavramlarını kullanırken daha dikkatli olunması gerektiğini de gösterdi. Yerlilik ve milliliğin hiçbir anlamı ve değeri olmadığını iddia etmek ne kadar yanlış ise her şeyin yerlilik ve millilik ile ölçülebileceğini sanmak da o kadar yanlış ve naif bir tutum. Dünyaya entegre olmuş bir ekonomide yerli yabancı demeden, millilik ve gayri millilik ayrımını her şeye uygulamadan evrensel ölçütlerle bakma ve değerlendirmelerin yapılması gereken alanlar olabilir. İşte bunun gibi…
Yeni Yüzyıl