Türkiye âdil seçim yapabilir mi? (1)

Ben kendimi bildim bileli Türkiye hayatî, tarihî seçimler yapmakta. Dışardan bakanlara abartılı görünse bile içinden bakanlar için bu tespit önemli ölçüde doğru. Tarihi darbelerle ve darbe teşebbüsleriyle dolu, bürokratik vesayetin yarım asrı aşkın süreyle demokratik siyasetin üzerine kâbus gibi çöktüğü, siyasî partilerin kendilerinden ve dışlarından kaynaklanan çeşitli sebeplerle kurumsallaşamadığı, devletin kontrolündeki ekonomik sistemin rant yaratıp dağıtabildiği,  aşırı politize olmuş ve birçok sivil toplum alanı devletin işgaline uğramış bir ülkede böyle olması doğal.

Yaklaşan seçimler öncesinde seçim adâleti ve güvenliği tartışmaları yoğunlaştı. Hem Türkiye içinde hem de Türkiye dışında bazı kişiler ve çevreler Türkiye’nin âdil, gerçekten demokratik bir seçim yapamayacağını ileri sürüyor. Böyle söyleyenlerin bir kısmı bunu bir temenni, bir kısmı bir tahmin ve bir kısmı bir korku-endişe olarak dile getiriyor.

Âdil bir seçim yapamayacağımızı öne sürenler çok iddialı konuşuyor. Bunun için çeşitli gerekçeler gösteriyor. Ama hemen hemen hiç biri etraflı, kapsayıcı, objektif analizler yapamıyor ve yapıcı öneriler geliştirmiyor.

Daha evvel üç yazıda âdil seçim meselesini nispeten detaylı şekilde ele aldım. Âdil seçimin şartlarını objektif ve sübjektif şartlar olarak iki gruba ayırdım. İlk gruptaki şartların âdil bir seçim için olmazsa olmaz olduğunu, ikinci gruptakilerin ise hem önem ve değerleri hem de gerçekleştirilebilme imkânları açısından tartışmaya açık olduğunu belirttim. Bu yazıda söz konusu yazılarda çizdiğim çerçeveyi de kullanarak genelde Türkiye’ye özelde 24 Haziran seçimlerine bakmak istiyorum.

Bir ülkenin âdil seçim yapıp yapamayacağı hakkında bir fikir edinmek için yapılması gereken ilk şey onun seçim tarihine bakmak. Türkiye eksikli ve aksak demokrasisine rağmen14 Mayıs 1950’den beri âdil seçim yapmakta hayli başarılı. Düşünün ki, 1960 ve 1980 gibi tüm siyaseti baştan aşağı dizayn etmek amacıyla birçok düzenleme yapan ve kendince ‘tedbir’ alan darbelerden sonra yapılan seçimlerde dahi daima darbecilerin planlarının tersine sonuçlar çıktı. Âdil seçimler yapamasak bu mümkün olmazdı. 16 Nisan referandumu da, kopartılan tüm gürültüye rağmen, âdil seçim şartlarına uygundu. İki kanat arasında küçük sayılacak bir farkın bulunması bunun delili ve işaretiydi.

Âdil seçim için bakmamız gereken ikinci şey, seçim müessesinin kurumsallaşmış olup olmadığı. Türkiye’de 1950 öncesinde sözde seçimler siyasî yönetimle bütünleşmiş idarî kadroların kullanılmasıyla yapılmaktaydı. 1946 seçim rezaletinden sonra dönemin liberal aydınlarının da önerisi ve teşvikiyle seçimlerin yargının gözetim ve denetiminde yapılması benimsendi. Bu yöntem şimdiye kadar başarıyla işledi. Tarihimizdeki en şaibeli seçim 1977 seçimleriydi. Ancak, onda bile seçimlerin sonucunu ve dolayısıyla meşruluğunu kökten zedeleyecek çapta usulsüzlükler yaşanmadı.  Türkiye’de YSK adıyla anılan ve bütün işi seçimleri idare etmek, kazasız belasız geçekleştirmek olan, yargısal nitelikte, hatırı sayılır bir tecrübe ve itibar birikimine sahip bir organ var.

Âdil seçimin imkânı için bakmamız gereken bir diğer şey, genel olarak toplumun özel olarak siyasetçilerin ve siyasî partilerin âdil seçim konusunda hassasiyet geliştirme derecesi. Türkiye bu bakımdan gayet iyi durumda. Yaygın örgüt zinciri kurmuş, her sandığın başına müşahit yerleştirebilecek sayıda üyesi ve gönüllüsü bulunan, tüm ülkedeki seçimleri adım adım, sandık sandık takip edebilecek iletişim ağlarına sahip partilerimiz var. Buna bir de kapılarımızı açtığımız uluslararası sivil toplum örgütlerinin ve ulus üstü kuruluşların gözlemcilerini ekleyebiliriz.

Seçimin objektif şartlarının çoğu açısından Türkiye’de önemli bir problem yok. Genel ve eşit oy, gizli oy verme oyların açık ve şahitli sayımı, siyasetçilerin ve siyasî partilerin aynı siyasi haklara ve siyaset için kullanılabilecek sivil hak ve özgürlüklere sahiplikte eşitliği bakımından da bir problem yok. Ancak,  objektif şartlar açısından tartışılabilecek şeyler var. En önemlisi bilhassa belli bölgelerdeki seçim güvenliği.

Bir görüşe göre olağanüstü hâl altında seçime gitmek doğru değil. Olağanüstü hâl şartlarında âdil seçim yapılamaz. Doğrusu ben de seçimin olağanüstü hâl altında yapılmamasını tercih ederdim. Ancak, gelişmeler bu istikamette olmadı. Seçimlere olağanüstü hâl devam ederken gireceğiz. Bununla beraber olağanüstü hâlin seçimi gayri âdil kılacağını peşinen söylemek de doğru olmaz. Kesin hüküm için fiilî durumu görmemiz gerekir. 16 Nisan referandumu da aynı şartlar altında yapıldı, çok önemli bir problem doğmadı ve ‘evet’ kanadı az sayılacak bir farkla ‘hayır’ kanadına üstün geldi. Olağanüstü hâl seçmenleri iktidar lehine etkiliyor olsaydı veya seçim hileleri yapmayı teşvik etse ve kolaylaştırsaydı sonucun başka türlü olması beklenirdi. Elbette olağanüstü hâl şartlarında yapılan seçimlerin âdil olması için her zamankinden daha dikkatli davranılmalı ama seçimlerin âdil olmayacağı şeklinde bir peşin hükme de teslim olunmamalı.

Seçim güvenliği deyince ele alınması gereken bir mesele daha var: PKK’nın örgütlü ve etkin olduğu yerlerde seçmen ve sandık güvenliğinin sağlanması. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleriyle ilgili bazı raporlar PKK’nın seçim güvenliğini HDP lehine tehlikeye sokacak faaliyetler içine girebildiğini gösteriyor. PKK bazı yerlerdeki haneleri, seçmenleri tek tek takip ediyor. Onları baskı altına alıyor, tehdit ediyor. Olağanüstü hâl buna karşı tedbirler almayı kolaylaştırabilir. Hükümetin parlamentodan geçirdiği sandıkların taşınmasına, aynı apartmandaki seçmenlerin farklı yerlerde oy kullanmasına imkân sağlayan düzenlemeler de bildiğim kadarıyla buna yönelik. 24 Haziran için de yalnızca 140 bin seçmenin taşınmasına karar verildi.

Çok tartışılan pusulaların mühürlenmesi meselesinde de YSK haklı. Bir defa 16 Nisan’da bazılarının iddia ettiği gibi hiç mühür olmayan pusulalar değil tek mührün eksik olduğu pusulalar söz konusuydu. Bu pusulalar müşahitlerin huzurunda sayıldı. Seçmenlerin iradesinin çöpe atılmaması için YSK bu pusulaların geçerli sayılmasına karar verdi. Bu pusulaların ‘evet’ ile ‘hayır’ arasında dağılımını tam olarak bilmiyoruz. Ama bazıları hepsinin ‘hayır’ oyları olduğunu öne sürüyor.  Tahminim bu oyların dağılımın da genel sonuca uyduğu, sonucu değiştirmeyeceği yolunda. YSK bu tartışmayı bitirmek için adım attı. Sonra konu hukukî zemine kavuşturuldu. Bu, pusulalarda mühür eksiliği olmasının istendiği anlamına gelmez. Sandık görevlilerinin kasıtlı bir tutumla veya dikkatsizlik ve özensizlikten kaynaklanan bir hata ile seçmen iradesini çöpe atmasına izin vermemek temel amaç. Bu yüzden, yapılanda bir anormallik, seçimin adâletini tehlikeye düşürecek bir problem yok.

Türkiye’de âdil seçim yapılıp yapılamayacağı hakkındaki tartışmalar daha ziyade âdil seçimin sübjektif şartları olarak vasıflandırdığımız şartlar üzerinden yürütülüyor. Partilerin malî bakımdan eşitsizlikleri ve propaganda araç ve imkânlarına ulaşmaktaki eşitsizlikler bunların başta gelenleri.

Türkiye’de partilere hazineden yardım veriliyor. Bir önceki seçimlerde yüzde 7 ve daha yukarı oranda oy toplayanlar yardım alma hakkına sahip. Yardım miktarı partilerin oy oranına bağlı: En çok oyu alana en fazla en az oyu alana en az yardım. Madem bu yol tercih edildi, yardım eşiğinin daha aşağıya -meselâ %3’e- indirilmesi mümkün ve bence gerekli. Ancak, buna yönelik bir mevzuat değişikliği bugün yapılsa bile 24 Haziran seçimlerinde uygulanamaz. Bir sonraki seçimlere kadar beklemek gerekir.

Şüphe yok ki partiler başka kaynaklardan da destek almaya çalışacaktır. Tabanı geniş ve/veya zengin menfaat gruplarıyla –işçi ve işveren sendikaları, üretici örgütleri vb.- ilişkileri iyi olan partiler bu bakımdan daha avantajlı durumda olacaktır. AK Parti iktidar partisi olması yüzünden veya bu sayede daha geniş imkânlar kullanacaktır. Bu hoş olmayan bir durum. Bunun bir şekilde düzeltilmesi veya gevşetilmesi lazım. Ancak, bu ne yeni ne de sadece AK Parti’ye mahsus. Türkiye’de devlet ekonomik hayata bu derecede müdahil olmaya-yani piyasa dışı rant yaratma gücünü elinde tutmaya- devam ettiği sürece bu böyle olacak. Diğer taraftan, CHP de fon bulma bakımından diğer partilere göre daha avantajlı. Çünkü büyük sermaye çevreleri ile kuvvetli organik ve ideolojik bağları var.

Kasası dolu bir parti olmak seçimleri kazanmaya yetseydi, siyaset başka türlü işlerdi. Partilerin seçim kampanyasında harcadığı para miktarının artması seçmen sayısının da artmasını garanti etmiyor. İyi ki böyle, aksi takdirde siyaset paralı kesimlerin kölesi olur, görece bağımsızlığını tamamen yitirirdi.

Yeni Yüzyıl, 12.06.2018

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et