Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı 1961 sonbaharında astılar. Yaptılar bunu… Hukuku, demokrasiyi, milli iradeyi iğfal ederek yaptılar. Bunu yapanların ülkesinde yaşadık, kurdukları rejimi, yaptıkları anayasayı içimize sindirerek yaşadık hem de… Bir başka zorbanın gelip kendi düzenini kurmasına kadar…
Ama 27 Mayıs’ın siyasi elitler üzerindeki etkisi daha farklı oldu. Onları ürkek, hatta korkak yaptı. Menderes ve arkadaşlarının kaderlerini paylaşmaktansa iktidarı paylaşmaya hazır, vesayete razı oldular. İdamların hemen ardından Demokrat oyları toplayan AP ve YTP, siyasetin sınırlarını çizmeye kalkışan darbecilere boyun eğip CHP ile koalisyona ve Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesine ‘evet’ deyince iş bitti, 27 Mayıs vesayet rejimi başladı.
Bu noktadan sonra, görünüşte ‘demokrasi oyunu’ oynanırken arka planda askerin iktidarının sürdürülebileceği anlaşılmıştı. Asker, ‘normal anayasal düzen’de bile ‘iktidar’ olabileceğini görmüş, siyasetçi (tabii ki temelde DP çizgisinde olan merkez sağ siyasetçi) de idare-i maslahatı öğrenmiş, iktidar olmak yerine iktidarmış gibi davranmayı tercih etmiştir. Açıktır ki 27 Mayıs’la kurulan vesayet rejiminde siyasi iktidar yol, su, elektrik işlerinden sorumludur. Bu işin ‘mühendisliği’ de zaten sahibindedir, Süleyman Demirel…
1957 seçimlerinde % 50’ye yakın oy almış bir partinin önde gelenleri asılırken halktan hiç tepki gelmemesi çokça eleştirildi. Seçimlerde git oy ver, sev, hem de coşkuyla sev, yücelt; eşkıyalar gelip basınca Meclis’i, asınca sevdiklerini sesini hiç çıkarma. Anlaşılması zor bir hikâye.
Sonuçlar çıkarıldı bundan. Bir yandan, halkın ‘koyun gibi sessiz’liği cesaretlendirdi darbecileri. Halkın her zulmü sineye çekeceğinin işareti sayıldı. Öte yandan da siyasetçiler ‘bugün arkasından gelenlerin, yarın bir düdük çalındığında darmadağın olacağını’ düşündü. Bu ‘arkasızlık’ hissi de siyasetçileri ‘eyyamcı’ yaptı. ‘Arabayı devirmemeyi’, günü idare etmeyi siyaset sandılar; milli irade uğruna kimseyle dalaşmamayı marifet bildiler.
İki çıkarsama da yanlıştı. Menderes ve arkadaşları asılırken halkın sokağa çıkamamasında şaşılacak bir şey yoktu. Halk, ‘devlet’ini biliyordu; devletin nasıl bir zulüm makinesine dönüşebildiğinin şahidiydi halk. Menderes ve arkadaşlarını bir yılı aşkın bir süre ‘yargılama’ adına zulmeden devletin sokağa çıkan demokratlara nasıl davranacağı belliydi.
Ama en önemlisi halk, 14 Mayıs’ta devleti ele geçiren bürokratik baskı mekanizmasını nasıl yola getireceğini, ortadan kaldıracağını anlamıştı; sandıkla. En güçlü olduğu, devletin azgın otoritesini karşılayacağı tek yer sandık, yani demokrasi.
1961 seçimlerinde de yaptı bunu hemen. Darbecileri destekleyen, gerdeğe hazırlanan bir damat gibi iktidara hazırlanan İnönü’nün CHP’sine dersini vermiş, yine onu iktidar yapmamıştı. Darbeciler silah zoruyla başbakan yaptılar İnönü’yü, ama kimin yaptığı belliydi artık. Uzun, çok uzun siyasi hayatında hiç halkoyuyla iktidar olamayan bir İnönü…
Yani halk, 17 Eylül’de sokaklara fırlamadı ama bir daha da darbelere ve darbecilere yakın duranları iktidar yapmadı. Demokrat görünüp halkın oyunu çelenleri de iktidarda fazla tutmadı.
Yani bu ülkede ‘derin halk’, ‘derin devlet’i demokrasi yoluyla dizginlemeyi ve de tasfiye etmeyi zamana yaydı. Şimdi işin sonuna erdi. Ergenekon, işte taa 1960’ta kalan bir hesabın görülmesinden başka bir şey değil.
50. yılında 1960 darbecilerinden hesap sormaya siz de hazır mısınız?
Zaman, 18.09.2009