Dün Türkiye tarihinin en önemli günlerinden biriydi. Altmış sekiz yıl önce, 14 Mayıs 1950’de, Türkiye âdeta bir devrim yaptı. Bu yüzden, 14 Mayıs ‘Hürriyet ve Demokrasi Bayramı’ olarak hatırlanmayı ve kutlanmayı hak ediyor. Ne yazık ki, gündemi her zaman yüklü memleketimizde bu tarihî gün neredeyse sessiz sedasız geldi geçti. Hem de 14 Mayıs’ı gerçekleştirmiş olmamız sayesinde yapmaya muktedir hâle gelebildiğimiz bir demokratik seçime koşar adımlarla gitmekte olmamıza rağmen.
14 Mayıs’ta ne olduğunu ve olanın niye tarihsel önem taşıdığını anlamak ve anlatabilmek için yakın tarihimize kısaca göz atmamız gerekiyor.
Türkiye 1920’lerin başlarında toplumun büyük fedakârlıklarıyla kendisinden çok daha kuvvetli bir grup devlete karşı verilen bir Millî Mücadele’yi kazandı. I. Dünya Savaşı’nın muzaffer ve mağrur Batılı güçlerine âdeta diz çöktürdü. Topraklarının çoğu elinden alınmak, dar bir coğrafyaya sıkıştırılmak istenen Türkiye halkı kendisi hakkındaki tüm emperyalist planları yırtarak çöpe attı.
Millî Mücadele’nin zafere ulaşmasından sonra küçülen ama elde tutulması başarılan topraklar üzerinde yeni bir devlet kuruldu. İddia edildiğinin tersine bu devlet birçok bakımdan Osmanlı Devleti’nin devamıydı ve onun birikimine dayanmaktaydı. Yeni devlet cumhuriyet olma iddiasıyla ortaya çıktı. Bir diğer iddiası kurulan yeni rejim ile bireysel özgürlüğün de kazanıldığıydı. Ne yazık ki Türkiye ne kelimenin gerçek ve müspet anlamında bir cumhuriyet olabildi ne de özgürlüğü tam manasıyla benimseyip kurumsallaştırılabildi. İktidar anayasal monarşi döneminde olduğundan daha fazla yetkilendi, çok daha merkezileşti ve cumhuriyet öncesinde var olan bazı özgürlükler ya tamamen ya da kısmen kaybedildi. Yeni devletle birlikte ortaya çıkan bir tek parti diktatörlüğüydü.
Tek parti diktatörlüğü muhteris siyasî amaçlarla iddialı toplumsal modernleşme projelerinin iç içe geçtiği ve birbirini beslediği bir siyasî yapılanmaya dönüştü. Yeni devletin egemenleri kendilerini siyasî sistemi yeniden şekillendirme amacıyla sınırlamadı. Ülkede yaşayan ahaliyi beğenmedi. Tek tek insanları ve tüm halkı yeniden yaratma sevdasına kapıldı. İnsanların diline, dinine, hayat tarzına, kılık kıyafetine müdahale etti. On yılda her yaştan 15 milyon genç yaratmaktan bahseden marş işte bu muhteris projenin ifşasıydı.
Tek parti diktatörlüğü döneminde özgür ülkelerde bulunan haklar ülkemizde ya hiç yoktu ya da çok kısıtlıydı. Siyasî yönetme yetkisi halktan kaynaklanmamakta, iktidarın kendi kendisini iktidar makamına atamasına dayanmaktaydı. Din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü ciddî biçimde ihlâl edilmekteydi. İnsanlar istediği gibi bir araya gelemiyor ve sivil toplum yapılanmaları meydana getiremiyordu. Siyasî rekabet yoktu. Tek parti vardı ve bu parti bugünkü partiler gibi belli toplum kesimlerini temsil etmek yerine tüm toplumu tekelci biçimde temsil etme iddiasındaydı. Özgürlüklerin bulunmadığı bu ortam ülkenin ekonomik bakımdan hamle yapmasına da izin vermiyordu. Toplum üzerinde tam bir tahakküm kurmak isteyen siyasal güç ekonomik alanı da kontrolü altında tutmaya çalışmaktaydı.
II. Dünya Savaşı sonrasında iç ve dış faktörlerin birleşik etkisiyle Türkiye demokrasiye açılmak zorunda kaldı. İnönü çok partili siyasî hayata geçiş yönünde verdiği sözü tuttu ve bu açılımı engellemeye kalkışmadı. Bu tutumunun ardında demokrasiye bağlılığından çok seçmenlerin CHP’yi iktidara getireceğine inanması yatmaktaydı. Ama demokratikleşme sürecine öncülük eden asıl güç merhum Adnan Menderes ve onun liderliğindeki Demokrat Parti idi.
1946’da yapılan ve CHP’nin sahtekârlığının doruğa ulaştığı seçimlerden sonra -dönemin liberal figürlerinin de tavsiyesi ve öncülüğüyle- Türkiye seçimleri yargı gözetim ve denetiminde yapma yöntemini benimsedi. 14 Mayıs 1950’de ilk demokratik seçimini gerçekleştirdi. Sağduyusuna her zaman güvendiğim ve hayran olduğum Türkiye halkı bu seçimlerde CHP’yi iktidardan indirdi. Böylece Türkiye bir tek parti diktatörlüğünden iç çatışma yaşanmadan, silah kullanılmadan, kan dökülmeden kurtuldu. Bu harika, muazzam, müthiş bir olaydı.
Bununla beraber 14 Mayıs 1950’den bugüne Türkiye özgürlüklerde ve demokraside bir türlü istediği, hak ettiği noktaya gelemedi. Liberal demokrasi ile illiberal demokrasi arasında salındı, salınmaya devam ediyor. Bunda askerin merkezinde olduğu bürokratik vesayet sisteminin fiilî hâkimiyeti, tek parti döneminin yarattığı siyasal kültür ve zihniyetin demokrasiye geçildikten sonra da kendi kendini yeniden üreterek yaşamaya devam etmesi gibi faktörler etkili oldu. Seçilmiş siyasetçiler çoğu zaman bürokratik vesayete karşı mücadele etti. Başardıkları yanında başaramadıkları da oldu. AK Parti hükümetleri zamanında bürokratik vesayet uykuya yatmak zorunda kalacak kadar geriletildi. Ama vesayetin başka ve daha mütekâmil bir türünü tesis etmek isteyen bir aktör boy gösterdi. AK Parti -daha doğrusu Erdoğan- ona karşı da mücadele verdi ve demokrasi yolunda önemli mesafe kat etmemizi sağladı. Ancak, bu esnada güvenlik-özgürlük dengesi güvenlik lehine bozuldu. Bu yüzden bazı hak ve özgürlüklerde gerilemeler yaşandı. Şimdi Türkiye’yi bekleyen görev 14 Mayıs’ta çıkılan yolda ısrarla ve dikkatle ilerleyerek özgürlükleri genişletip kurumsallaştırmak ve demokrasiyi tekâmül ettirmek.