ABD’nin Ahlâkî İflası

Uluslararası ilişkiler disiplininde ülkelerin dış politikasının ya realist ya da idealist çizgide gerçekleştiği söylenir. Realist politika güç dengesine ve ulusal menfaat hesaplarına dayanır. İdealist politikada ise sadece menfaatler değil adâlet ve haklar da göz önünde tutulur. Başka bir açıdan bakıldığında idealist politika ahlâkı gözeten realist politika ise ahlâkı dışlayan veya önemsemeyen bir yaklaşım olarak tasvir edilir.

Şüphe yok ki teoriler hiçbir zaman zaman hayatla tam manasıyla çakışmaz. Ülkelerin dış politikaları çoğu zaman hem realist hem de idealist unsurlar taşır. İdealizm dış politikayı meşrulaştırmak; realizm ise havanda su dövmekle oyalanmayıp sonuç almak için gereklidir. Bununla beraber, neredeyse -Türkiye dâhil- tüm ülkeler yalnızca ve tamamen ahlâka ve hakkaniyete dayanan bir dış politika izlediklerini ileri sürmeyi sever.

ABD tüm dünyada dış politikasını idealizme dayandırdığını en çok iddia eden ülke. Soğuk Savaş döneminin başlarında realist güç dengesine daha çok vurgu yapan ABD zamanla bunun yetersiz olduğunu gördü ve 1970’lerden itibaren uluslararası ilişkilerde ahlâkî boyutu vurgulamaya başladı. İnsan haklarına ve demokrasiye sık sık yapılan atıflar bu politikanın başlıca unsurları oldu. Bu yeni politika Sovyetler Birliği’ni (SB) ciddî biçimde zorladı. Bu şekilde köşeye sıkıştırılmasının önüne geçmek isteyen SB 1977’de kabul ettiği yeni anayasasında tüm demokratik hak ve özgürlüklere yer verdi ama bunların hayata aktarılmasına, yani vatandaşları tarafından kullanılmasına müsaade etmedi. Bu yüzden 1991’de dağılan Sovyetler Birliği temel hak ve özgürlüklerin bulunmadığı ve halkına siyasal yönetime katılma imkânı tanımayan bir ülke olarak tarihte yerini aldı.

Bununla beraber, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonraki yıllarda ABD’nin ahlâka ve adâlete dayanan dış politika iddiası zayıfladı, inandırıcılığını kaybetmeye yüz tuttu. Çünkü bir taraftan negatif referans ortadan kalkınca ABD’nin dünya politikalarının açıkları ve zaafları daha kolay görülmeye başladı; diğer taraftan birçok örnekte ABD’nin ilkelere dayandığı ileri sürülen icraatlarının aslında kaba bir ulusal çıkar arayışından başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Bugün rahatlıkla ABD dış politikasının ahlâkî bakımdan iflas içinde olduğunu söylemek mümkün.

Bunu vurgularken ABD’nin müdahil olduğu her olayda mutlaka ahlâkî ilkeleri çiğnediğini ve dış politikasını daima ilkeler ve adâlet pahasına ulusal menfaat algılarına dayandırdığını iddia etmiyorum. Bu, toptancılık ve dolayısıyla haksızlık olurdu. Kastettiğim, ABD’nin bazı uluslararası sorunlarda ahlâktan uzak bir konum aldığı ve bu tarzın yıllar geçtikçe yoğunlaşmaya ve süreklilik kazanmaya başladığı ABD Bosna’da Boşnakların Sırp soykırımından kurtarılmasını, Kosova’da Arnavutların Sırp tahakkümünden kaçmasını sağlayan uluslararası müdahalelerin başını çekti. Komünist Sovyet yayılmacılığına karşı Hür Dünya’ya liderlik etti. Çocuklarını savaş meydanlarına gönderdi. Kolektif savunmaya muazzam kaynaklar ayırdı. Yıkılmış Avrupa’nın ayağa kalkmasına yardım etti. Ne var ki, aynı ABD on yıllardır İsrail’in Filistin halkının topraklarını işgal etmesi, Filistin halkına zulmetmesi karşısında ya sesiz kalıyor ya da İsrail’e destek veriyor. ABD’nin Irak işgali de sahte belgelere ve temelsiz iddialara dayandı. İşgal bir milyondan çok insanın ölmesiyle ve parça parça edilmiş bir ülkeyle sonuçlandı.

ABD ve -Türkiye hariç- müttefikleri Suriye iç savaşında da ahlâk sınavından geçemedi. Tüm meşruiyetini kaybetmiş vahşi bir diktatörlüğün çok kısa bir sürede tasfiye edilmesi mümkünken, Obama yönetimi başlangıçta belirlediği doğru politikadan birkaç ay içinde vazgeçip Suriye rejimini birinci hedef olmaktan çıkarttı. Bu, iç savaşı yayılmasını ve bir ülkenin iç savaşının bir ‘dünya vekaletler savaşına’ dönüşmesini kolaylaştırdı. Esad’a zaman kazanma, nefes alma imkânı sağladı. Doğan boşluktan yararlanan Rusya birkaç senelik tereddütlü bekleyişten sonra fiilen alana girdi ve ABD’yi dahi mumla aratacak ahlâksız bir politika izlemeye başladı.

Bununla da kalmayan ABD, Suriye’nin zavallı halkının acısını bir yana bırakıp, Esad ile hiç çatışmamış, tek istediği fırsattan istifade toprak işgali ve etnik-ideolojik temizlik yapmak olan PYD/PKK ile ittifak kurdu. Bunu doğuşu da kayboluşu da soru işaretleriyle dolu terör örgütü IŞİD ile mücadele gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalıştı. Asıl hedefi ise ABD’nin (aslında İsrail’in) güvenliğine yönelik bir tehdit olarak gördüğü İran’ın kuşatılmasında kendisine hizmet edecek yeni bir aktör yaratmaktı. Bu yüzden, büyük bir vefasızlık göstererek, Soğuk Savaş dönemindeki en güvenilir müttefiki olan Türkiye’yi dışlamaktan çekinmedi. Doğu Guta’da Esad rejimi tarafından sivil halka karşı gerçekleştirilen gaz saldırısı karşısında hareketlenmesi ve bir şeyler yapmaya karar vermesi de, ahlâk ve adâlet kisvesi giydirilmesine rağmen, muhtemelen, ABD’nin bölgedeki ulusal çıkar arayışına yönelik yeni bir gelişme olarak tezahür ediyor.

ABD’nin Türkiye’ye karşı ahlâktan ve ortaklık hukukundan uzak tutumunun en kuvvetli delili, Türkiye’nin karşılaştığı FETÖ belâsı ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü karşısında izlediği politika. Amerikan devleti Türkiye’de alçakça bir darbe teşebbüsüne kalkışmış, bir taraftan çok sayıda sivil vatandaşı katletmiş diğer taraftan demokrasinin temel kurallarına ve kurumlarına saldırmış bir şebekenin elebaşını yakın adamlarıyla birlikte topraklarında barındırıyor, koruyor, kolluyor. Aşikâr suçlara ve yığınla delile rağmen Gülen’i Türkiye’ye iade etmiyor.

ABD Trump döneminde dış politikasına ahlâka ve adâlete aykırı tutumun yeni örneklerini ekleme yolunda daha kararlı şekilde ilerliyor. Bu tercih kısa vadede ABD’nin ulusal menfaatlerine yararlı bir yol gibi görünebilir ama orta ve uzun vadede Amerikan imparatorluğunun meşruiyetine ve bekasına zarar vermeyeceğini söylemek zor.

gazeteyeniyuzyil.com 12 Nisan 2018

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et