“Fikr-i sabit”, sahip olduğu bir fikirde dünya yıkılsa değişikliğe gitmeyen insan için kullanılan bir tabirdir. Bazı zamanlarda bu tabir bir övme, onaylama, yüceltme amacıyla kullanılırken, bazı durumlarda da yerme, değer vermeme anlamlarında da kullanılır. Örneğin (ki benim için en dikkat çekici olan ve belki de bu yazıyı yazmama vesile olan) rahmetli Uğur Mumcu için, arkadaşları, dostları, tanıdıkları, yoldaşları, biraz da onu yüceltmek, efsaneleştirmek için “Uğur, o öyle biriydi ki, doğru bildiğinden taviz vermez adeta bir fikr-i sabitti” derlerdi. Dikkat edilirse burada “fikr-i sabitlik” övme anlamında kullanılmaktadır. Olumsuz, yani yerme, değer verilmeyecek bir hal olarak da şöyle kullanılır; “adam Nuh diyor Peygamber demiyor, ne desen anlamıyor, kabul etmiyor, fikri sabitleşmiş” şeklinde söylenir.
Fikr-i dinamik tabiri pek kullanımda değil. Ama ara sıra bu tabirin yerine geçen tanımlamalar ve tabiî yine olumlu ve olumsuz manada kullanılıyor. Örneğin olumlu manada “onun sabiteleri yoktur, herkesi dinler, eğer aklına yatarsa fikrini değiştirir merak etmeyin”, olumsuz manada ise “ohooo, senin de bir dediğin bir dediğini tutmuyor, 10 yıl önce böyle demiyordun ama, sen de mi dönek oldun” türü söylem kullanılır.
Ben bu iki kategoriden hangisine giriyorum diye kendi kendime sorduğumda, hemen ve çok kolay bir şekilde cevabını veriyorum. Öncelikle fikr-i sabit değilim ve fikr-i sabitliği olumsuz bir özellik, hatta insana hiç yakışmayacak bir özellik olarak görüyorum. Fikr-i dinamikim ve bunun da bir insan için çok iyi ve olumlu bir haslet olduğunu düşünüyorum.
Burada bahsettiğim “fikir” kesinlikle karakter, kişilik ve ahlâk normlarıyla” karıştırılmamalıdır. Bu konularda da tam anlamıyla fikr-i sabit olduğumu söyleyebilirim. Yani insanlığın ortak değer yargıları, ahlâk anlayışı, merhamet, saygı, dürüstlük söz konusu olduğunda herkesin sabit olarak, kendi aleyhine bir sonuç doğuracak bile olsa doğrunun yanında durması gerektiğini söylemeye gerek yok. Burada bahsi geçen “fikir” dünya görüşü, inanç, ideoloji, siyaset, entellektüel birikim konularında fikirlerin sabitliği veya değişebilirliğidir.
Herkes bir aile içinde doğar. İster istemez o ailenin kalıplarına göre fikirleri, inançları belki de siyasî fikri bir şekil alır. Sonra aile dışında ilk muhatap olduğu kişi öğretmenidir. Öğretmen şayet öğrencilerine kendini sevdirmişse, çocuklar onunla o kadar özdeşlik kurar ki, döner ailesine karşı öğretmeninin görüşlerini savunur. Öğretmenin dediği artık hep ve kesin doğrudur. Daha sonra da ergenlik, delikanlılık döneminde hem mahalledeki abileri, hem ortaokul ve lisedeki arkadaş ve öğretmen çevresinden edindikleriyle, bazen ailesiyle çatışacak kadar farklı fikirlere sempati duyar. Peşinden üniversite hayatı gelir. Daha özgür, daha çeşitli, daha kozmopolit bir ortamdır. Burada da belki önceden getirdiği fikrileri savunan gruba dahil olup sahip olduğu fikri/inanışı kaybetmemek için bir direnç geliştirir. Belki de farklı olarak, üniversite ortamının sunduğu çeşitlilik içinde kendine başka yeni bir yol tutturur. Bu aşamalarda, gencin henüz bir hayat tecrübesi yoktur. Kendinden büyüklerinin söylediği sözler onun için çok değerlidir ve doğrudur. Onların çağırdığı toplantılara, mitinglere katılır, onların tavsiye ettiği kitapları okur. O an içinde bulunduğu fikrî ortamda gelişir ve keskinleşir. Bu çağlar her türlü duygunun en keskin yaşandığı yaşlardır. Diğer fikirdekilerle konuşmaz, ancak tartışır, peşinden de kavga eder. Fikrî olarak ayrı düştüğü çocukluk arkadaşıyla bile belki de görüşmez olur.
Bu arada yaş ilerler, hayatın gerçekleriyle gerçekten muhatap olmaya başlar, insan. Artık sahne sahne, dün doğru olarak bildiklerinin aslında doğru olmadığını, o fikrin modasının veya zamanının geçtiğini, aslında doğrunun başka yerde olabileceğini, oradaki doğrunun da tam doğru olamayabileceğini ve başka bir yerde de başka bir doğrunun olabileceğini görmeye başlar. Doğru tek değildir muhakkak ama bugüne kadar kavga ettiği, eşini, dostunu, arkadaşını ve hatta ailesini uğruna kırdığı, terkettiği fikirlerin hayatta bir karşılığının olmadığını görmeye başlar. Peki, böyle bir durumda insanlar nasıl bir tavır geliştirir?
Bir kısım insanlar bunları (yeni fikirleri) görmemek, kabul etmemek için direnir. Bugüne kadar boşuna mı o fikri savunmuş, bu kadar mı yanılmış? Olamaz, öyle olsa bile olamaz. O koca koca abileri, hocaları bu fikrin yanlışlığını görmemiş de o mu görmüştür? Böyle bir şeyi kabul etmez, edemez. Hayır, bu bir yanılsamadır. Örneğin; SSCB, insanlığı perişan ederek ve kendi de perişan olarak yıkıldıktan sonra Türkiye sosyalistlerinin geliştirdiği tavır buna çok güzel bir örnektir. “Başarısız olan sosyalizm değil, reel sosyalizmdir. Bilimsel sosyalizm hâlâ canlılığını, doğruluğunu koruyor” tavrıdır. Reel hayata uygulanmayan bir sosyalizmin doğru olması ne işe yarar ki sorusunu kendilerine sormaya bile lüzum görmezler. Hatta bu o kadar ileridir ki, tanıdığım sosyalist bir arkadaşım “ben bu fikre iman etmişim, kimse beni bu fikrin yanlış olduğuna ikna edemez” şeklinde bile konuşabiliyor.
Bazı insanlar ise, başka bir fikri, dünyayı görmemek üzere endokrine edilmişlerdir. Başka bir doğrunun olması mümkün değildir. Düşünülemez, düşünülmesi aklın ucundan bile geçirilemez. Daha çok dinî akımlar ve bir kısım sosyalist/komünist akımlar bu gruba girer. Sahip oldukları fikri değiştirmek, onlar için bu dünyadaki görevlerinin bitmesi manasına gelir. Çok bir şey bildiklerinden, bir fikirleri olduğundan değil, sadece onlara ezberletilen kaynaklarda öyle dendiği içindir bu. Bu ister tanrı sözlerinin kabul edilmiş yorumu, ister elçilerden rivayet olduğu söylenen sözler, ister idolün öğretileri olsun, onun fikrine aykırı bir şeyi akla getirmek ölümle eş değerdir. Buna da en iyi örnek FETÖ ve DHKP-C örgütlerine mensubiyeti gösterebiliriz. İlkinde bir insanın kurtarıcı olduğuna kesin ve şüphesiz inanç var, ikincisinde ise bir amaca (amacın ne olduğu bilinmeden) ve liderinin sözlerine kesin bir itaat var. Bu mensupların bu fikirleri bırakması, bu dünyada, Everest dağının tepesinde çırılçıplak kalmasıyla aynı anlamdadır. Yaşayan bir ölü olmayı göze almak demektir. Ayrıca bu fikir mensuplarının günün birinde artık, bu fikri savunmadığı, bu fikirlerin yanlış olduğunu söylemesi durumunda gerçekten öldürülme korkuları olduğundan da buna cesaret edemezler.
Bir kısım insanlar ise, içten içe fikri değişse bile bunu açıklamaktan çekinirler. Ayıplanmaktan, dışlanmaktan, “dönek” diye damgalanmaktan korkarlar. Aslında doğrunun, bugüne kadar savundukları olmadığını görmüşlerdir. İçten içe yeni bir fikri takip ediyorlardır. Onunla ilgili kaynakları okuyorlar, ama açık açık yeni fikirlerini savunamıyorlardır. Eğer önceden içinde bulunduğu görüş dinî bir görüş ise, günaha girmekten, dinden çıkmış olmaktan korkarlar. İdeolojik bir görüş ise, eski fikirdaşları tarafından taciz edilmekten korkarlar. Bunlara örnek olarak da, sosyalist fikirlerden ayrılıp birçok dedikoduya, iftiraya maruz kalanlar ve dinî-ideolojik fikirden kopup da dinden çıkmış olmakla suçlananlar ve bu yüzden eski ve yeni fikirlerini bir arada götürmek zorunda olanlar gösterilebilir.
Çok azınlıkta olan ve benim de içinde bulunduğum bir kısım insan ise, eski fikirlerinin değiştiğini, şu anda başka şeyleri savunduğunu, hatta bu fikirlerinin de zamanla değişebileceğini göğüslerini gere gere söylerler. Şunu bilirler ki, bir insan mutlak doğruyu hiçbir zaman bulamaz. Mutlak doğru diye bir şeyin olmadığını da bilirler. Hele hele, hangi avucun içine düşmüşse o avucun şeklini alacağı çağda, bir şekilde sahip olduğu fikirlerinin, aradan 40-50 yıl geçmesine rağmen kesinlikle değişmeyeceğini düşünmek gibi bir aymazlık içinde olmamak gerektiğini çok iyi bilirler. Hatta bu kategoriye, kendisinin seçmediği, seçme şansının hiç olamadığı “dinî inanç” bile girer. Çünkü ailesinin kendisine yüklediği bir dinin mensubu olmuş olmak, her zaman ve mutlaka doğru bir dinî inanca sahip olma garantisini vermez. Şayet öyle olsaydı, ailesinden bir din veya dinsizlik miras alan her bireyin isabet etmiş olması gerekirdi. O yüzden insanlar, zaman içinde başka bir dini ve hatta dinsizliği de kendi iradeleriyle keşfetmiş olabilirler ve bunu da açık açık ifade edebilmelidirler.
Şahsi hikâyeme gelince; dindar muhafazakâr bir ailenin içinde doğup büyümüş olmakla, geleneksel dindar bir çocukluk dönemi geçirdim ve bir Müslüman olarak ortaokul-liseye gittim. Yatılı okuyordum. Aynı okulda, yanına erişmek, onlarla muhabbet etmek bizim için büyük bir mazhariyet olan abilerimizden (son sınıflardan) bazılarının etkisiyle “milliyetçi/ülkücü” oldum. Lisenin son sınıflarında o fikirle arama mesafe girdi. Yavaş yavaş bu fikirden uzaklaştım. Mahallemde benden daha dindar bir arkadaşım ve ilahiyat fakültesinde okuyan bir arkadaşımın da telkinleriyle “şeriatçı/İslamcı” oldum. Çünkü cehennemden korunmak, cennete gitmek ancak bu yolla mümkündü. Hatta bir tarikata da kısa bir süre girmişliğim vardır. Ardından siyasî parti olarak da en İslamî parti olan Refah Partisi’nin bir neferi oldum. 28 Şubat zamanında da Liberal Demokrat Parti diye bir parti ve onun Genel Başkanı Besim Tibuk’u tanıdım. “Liberal” terimi, bugüne kadar içinde bulunduğum fikir ortamlarında hep kötü imalarla anılmış bir kelimeydi. Ama Tibuk tarafından söylenenler ve savunulanlar bana çok güzel ve mantıklı geliyordu. Çünkü esnaflık yapıyordum, evlenmiştim, iki çocuğum vardı. Türkiye bir kriz yaşıyordu ve bu krizden sadece kendi fikirlerini kendin için savunarak çıkmak mümkün değildi. Kendi fikirlerinin yanında başkalarının da kendi fikirlerini savunabilmesini savunmak yoluyla ancak bu kriz ortamından çıkabilirdik. Zaten aslında, fikrinin temelini “herkes için fikir, inanç ve ifade özgürlüğü” olarak atmış olan bir fikir, diğer bütün fikirler için de münbit bir ortam hazırlamaktan bahsediyordu. “Bütün fikirler savunulsun ama kimseye bir fikri/inanışı zorla kabul ettirme yolu tercih edilmesin. Toplumların hayatına “devrim”le, devlet zoruyla” yön verilmesin”. Bu fikirleri ilk defa duyuyordum ve çevreme bu fikirlerin düşünülmeye değer olduğunu söylüyordum. Artık fikrim değişiyordu. Kimse kimseye bir din, bir ideoloji, bir fikir empoze etmemeliydi. Propaganda yapabilmeli ama zor kullanmamalıydı. 28 Şubat’ın o kasvetli günlerinden ben bu yeni fikrimle gözüm ve gönlüm açık ve ferah bir şekilde çıktım.
Kader daha sonra beni (onun da hikâyesi ayrıdır) Liberal Düşünce Topluluğu’nun kurucusu Atilla Yayla hocamla aynı fizikî mekânda buluşturdu. Liberalizm konusunda daha çok şey öğrendim. Bu sayede, bu ülkenin hemen hemen tamamının gözünde “şeytanın icadı” olarak görülen “kapitalizm”in aslında ne olduğunu öğrendim ve şimdi her yerde ve herkese karşı “ben bir kapitalistim” diyerek kapitalizmi savunuyorum.
Tabiî burada bir saatte yazılıp, on dakikada okunacak kadar kısa sürede olmadı bu yaşananlar. İlk ülkücü olduğumda 13 yaşımdaydım; şeriatçı olduğumda 18; Refah Partisi neferi olduğumda 20; liberal olduğumda ise 35 yaşımdaydım.
Geldiğim bugünkü durumda diyorum ki; iyi ki fikr-i sabit değilmişim. İyi ki fikr-i dinamikmişim. İyi ki dönekmişim. Yine mevcut fikrimden dönmeye hazırım. Daha iyi ve makul fikirle tanışırsam yine “döneceğim” ve bunu da göğsümü gere gere savunacağım. Çünkü ben fikr-i sabit değil, dinamik fikirliyim.