Bu yıl Liberal Düşünce Kongresi’nin yirmi ikincisini düzenledik. Her yıl Kasım ayında, Kapadokya’da düzenlediğimiz kongreye, 2008’den beridir katılıyorum; önceki on kongrede, kongrenin organizasyonunda görev alarak katıldım, bu yıl ilk defa LDT çalışanı olarak değil, katılımcı olarak bulundum kongrede. Benim için duygusal olarak da önemli olan bu kongre, Türkiye’nin fikir tarihi açısından da önemli bir kongreydi. Kongrenin en güzel yanlarından birisi, birkaç yıldır zorlu bir süreç geçiren sevgili Gülay Göktürk’ün de aramızda olmasıydı, onu yeniden aramızda görmek hepimiz için büyük bir moral ve mutluluk kaynağı oldu.
Geçen yıl, benim de 15 Temmuz üzerine bir sunuşla katıldığım kongreden sonra, bu seneki kongrenin de ana temalarından birisi 15 Temmuz’du. Birçok başlıkta verimli tartışmaların yer aldığı kongrenin benim açımdan yine önemli konularından birisi 15 Temmuz’du. Ayrıca LDT’nin 25. Yılında yaptıklarımız ve yapamadıklarımızı da konuştuğumuz oturum, bu manada da önemli bir oturumdu, liberaller olarak mevcut durumumuzu tartıştığımız verimli bir oturumdu. Tuttuğum notlarım da daha çok bu oturum çerçevesinde oldu.
Liberallerin “Bu Ülke”yle İmtihanı
Rahmetli Cemil Meriç’in Bu Ülke’si ilk olarak üniversite yıllarımda okuduğum ve sonrasında defalarca dönüp baktığım, beni ilk sarsan ve düşünce serüvenimde kilometre taşları arasındaki kitaplardan birisi oldu. Meriç’in, ülke aydınına en ciddi eleştirileri yönelttiği ve bu ülkenin aydınının, bu ülkenin dertlerine ve geçmişine eğilmesi gereğinden hareketle kaleme aldığı, bu ülkeye dair kafa yoran herkesin bir şekilde uğrağı olan bir eser Bu Ülke. “LDT’nin 25. Yılı” oturumu, bu manada liberaller açısından önemli bir tartışmanın da başlangıcı oldu.
Başkanlığını Gülay Göktürk’ün yaptığı oturumda LDT Genel Koordinatörü Özlem Çağlar Yılmaz, LDT Kurucusu Prof. Dr. Atilla Yayla ve LDT Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Tanel Demirel’in birer tebliğ sundu.
Oturumda, Atilla Yayla’nın bir tespiti, Türkiye fikir tarihi açısından önemli bir tartışmanın başlangıcı oldu. Atilla Hoca, mealen, 15 Temmuz sonrasında Türkiyeli liberallerin, yerlilik, millilik ve vatanseverlik kavramları üzerine düşünmeleri gerektiğini söyledi. 15 Temmuz her manada Türkiye tarihi açısından önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Fakat benim de dahil olduğum, bir grup liberalin bir senedir üzerine kafa yorup, yazıp çizdiği “bu ülke”nin tarihiyle, kavramlarıyla ve dertleriyle hemhal olma sürecini tasnif eden bir kırılma oldu.
Bilinen Dünya’nın Sonu: Batı’nın Evrensel Değerlere İhaneti
Türkiye 1990’ları bir cehennem gibi yaşadı. İşkencenin, faili meçhullerin sıradanlaştığı, toplum kesimlerinden ayrıcalıklı bir sınıf haricinde herkesin devlet tarafından ezildiği o acı ve karanlık yıllardan “evrensel insani değerler”e tutunarak çıktık. Çoğunlukla Avrupa Birliği veya geniş anlamıyla Batı’nın ittirmesiyle, bir anlamda “zorlamasıyla” işkence meselesini çözdük. İşkence meselesi önemli, zira devletin sıradanlaştırıp, bir anlamda meşrulaştırdığı ve sorgulanmayan, toplum tarafından dahi (kendine uygulanmadığı sürece) kabul gören bu insan hakkı ihlalleri, ülkeyi zindana çeviren en sembolik şeydi. “İşkenceye sıfır tolerans” diye zihnimizde kalan düzenlemelerle bu mesele zaman içerisinde aşıldı. Tüm bu süreç boyunca, Avrupa bizim için bir “ideal”di. Sezar’ın hakkı Sezar’a, o dönemler haklı bir özenmeydi Avrupa’nın medeni değerleri içselleştirmesine özenmek.
Özellikle 2002’den sonra, AK Parti iktidarıyla hızlanan reformlar, insan hakları ihlalleri açısından da hızlı bir ivme kaydetti ve 2010’lara geldiğimizde, en ağır ve can yakıcı meselemiz olan Kürt Meselesi’nde, Trabzonlu bir şehit annesini ikna etmiş bir sürecin içindeydik; çözüm sürecinde Tayyip Erdoğan’ın aldığı inisiyatif, şehit asker annesiyle gerilla annesini bir araya getiriyordu. Trabzonlu bir şehit annesi “Çocuklar ölmeyecekse, APO’yu serbest bıraksınlar, gelsin benim evimde kalsın, ben razıyım!” noktasına kadar getirmişti. (Başka bir yazının mevzuu ama PKK ve HDP’nin ve onların dümen suyundaki “aydınların” sürece ihaneti bu fırsatı kaçırmamıza neden oldu.)
Fakat bizim evrensel değerleri içselleştirdiğimiz 2010’lu yıllar Avrupa için bir yalpalamanın başladığı yıllar oldu. Öncelikle Mısır Darbesi’nde takındıkları tavır, bir şeylerin ters gittiğini gösteriyordu. Avrupa “darbe”ye “darbe” diyememişti. Sonrasında da darbeci general ile hiçbir şey olmamış gibi ilişkiyi sürdürmüş, hatta darbeyi haklı görmüş, talep etmişti. Pek konduramasak da durum buydu.
Mısır Darbesi sonrası Türkiye’nin başına gelecek olan az çok anlaşılmıştı esasında. Batı öne sürdüğü “evrensel değerler”i bir araç olarak kullanmaktan çekinmiyor, hatta doğrudan bu değerleri çıkarları doğrultusunda bir propaganda aracı olarak kullanıyordu. Mısır’daki darbeyi bu değerlerle meşrulaştırdılar. Türkiye açısından da neredeyse birebir bahaneler aynı yalanlar üzerinden “yeniden şekillendirilen” evrensel değerleri propaganda aracı olarak kullanıyorlardı. 15 Temmuz’un ertesinde basın özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, özgürlük, insan hakları gibi kavramlar, Erdoğan’ın bir “diktatör” olarak tanımlanması için gereken araç gereçlerdi. Evrensel değerler, Batı açısından, Erdoğan’sız bir Türkiye’ye ulaşmak için içi boşaltılmış işlevsel kavramlar olmaktan öteye gidemiyordu. 15 Temmuz tüm bu teorik lafların gözümüzün içine baka baka pratiğe döküldüğü gece oldu. Batı bir darbeyi talep ettiğini belli etti, darbenin başarılı olması için elinden geleni yaptı, darbe başarısız olduktan sonra dahi kınayamadı ve zaman içinde belli belirsiz nedamet getirdi. 15 Temmuz aslında “bilinen dünyanın sonu” oldu bizim için: Batı evrensel değerlere ihanet etmişti ve yalnızdık.
Bu Ülke’ye Dönüş
15 Temmuz günü can havliyle sokağa çıktık ve değeri ileride daha net anlaşılacak olan, dünya tarihi açısından çok önemli bir “demokratik başarı” hikayesinin bir yerinde yer aldık, savaş uçakları, tanklar ve ağır silahlarla kendi ülkesini işgal etmeye kalkan “ele geçirilmiş bir işgal ordusu”nu yenilgiye uğrattık ve bir darbeyi önledik. Murat Belge gibi, lafla peynir gemisi yürüten “Batı demokratları”na sıradan insanlar olarak hayatları boyunca unutamayacakları bir ders verdik, müstemleke aydınlarından alacağımız bir ders olmadığını gösterdik. Bunu yaparken de müstemleke aydınlarının çok önemsediği “Batı değerleri” ve “Batı yöntemleri” ile değil, kendi değerlerimiz ve kendi toprağımızdan neşet eden saiklerle yaptık bunu. Cami minarelerinden okunan Selâlarla ve anonslarla haberleştik, parti ayrımı gütmeden, ülkücüsü, dindarı, liberaliyle Türk Bayrağı’ndan başka elimizde bir şey olmadan, ezik Marksist sloganlarla değil “Ya Allah, bismillah, Allah-u Ekber”lerle yaptık bunu.
Bir “seferberlik ilanı” ile mücadele ettik. Meclis bombalanırken meclis kürsüsünden “bunu yapanları yargı önüne çıkaracağız” diyerek, “halkın gücünden başka bir güç tanımıyoruz” diyerek yaptık. İğdiş edilmiş “basın özgürlüğü”, “hukukun üstünlüğü” gibi kavramlar için değil, “vatanımız” için çıktık, sonrasında meydanlarda “vatanı bekledik” gece gündüz. 7 Ağustos’ta, Yeni Kapı’da ağlayarak İstiklal Marşı okuduk. Önümüzde müstemleke aydınları yoktu, yanımızda Batı eziği “aydınlanmış kitleler” yoktu. Kayseri’den, Sivas’tan, Erzurum’dan otobüslere doluşup gelmiş “sıradan insanlar” olarak yaptık bunu.
Batılı mı “kalacağız” yoksa “Yerli” mi olacağız?
Hasıl-ı kelam, memleketin işgali için devşirilmiş Fetullahçılar bu topraklara ait değildi, nitekim tasmaları kimlerin elindeyse onların çiftliklerine gittiler, oralardan ihanetlerine devam ediyorlar.
Şimdi biz bizeyiz. Ve soru şu: Bize “dayattığı” evrensel değerlere ihanet etmiş bir Batı’nın diliyle, argümanlarıyla canımıza kastetmeye geldiklerinde, kendimizi onlara beğendirmeye, giyotine boynumuzu uzatmaya devam eden müstemleke aydını olarak mı “Batılı” olacağız, yoksa iki yüzlülüğünü suratına çarpıp, ancak bir eşiti olarak muhatap olmaya devam ederken; kendi insanımızla, toprağımızla, değerlerimizle barışıp, geçmişi yeniden düşünüp “yerli” mi olacağız?