Geçen haftadan bu yana İstanbul’da devam eden Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası Grubu yıllık toplantıları sona erdi. Son yaşanan küresel ekonomik krizin damgasını vurduğu bu toplantılar devam ederken sosyalist gruplar, IMF ve kapitalizm karşıtı gösteriler yaparak slogan attılar. İflas eden veya iflasın eşiğine gelen şirketlerin ve işsiz kalan insanların sayısının hızla arttığı ekonomik daralma dönemlerinde, daima neyin yanlış gittiği sorulur ve yaşanan ekonomik sorunlara çareler aranır. Bu dönemler bu açıdan kriz öncesindeki politikalara yön verenlerle, onlara muhalif olanlar arasındaki tartışmaların iyice alevlendiği dönemlerdir. Şunu artık iyice biliyoruz herhalde: Birbirleriyle rekabet eden fikirler özgürce ifade edildiği sürece bu tartışmalardan daima yararlanırız ve sorunlarımızı çözme yolunda ilerleriz.
Suçlu piyasa ekonomisi mi?
2008 yılında ABD’de Lehman Brothers’ın batışıyla patlak veren mortgage krizinin çıkış sebebini açıklayan iki ana yaklaşım -piyasa ekonomisinin üstünlüğü görüşü ve devlet müdahalesinin gerekliliği görüşü- Amerikan kamuoyunda okuyucu kitlesi tarafından rahatlıkla görünebilir halde bulunmaktadır. Türkiye’de ise durum farklıdır ve sadece ‘devlet müdahalesinin gerekliliği görüşü’ görünebilir haldedir. Türkiye’de yaşayanların piyasa ekonomisini, tabiri caizse, ‘sevmemesinin’ tarihi, siyasi ve ideolojik arka planları bulunmaktadır. Bunun yanında piyasa ekonomisinin zenginlik üretmede başarılı olduğunu kavrayanların seslerinin yeterince çıkmamasının da (veya çıkamamasının) payı vardır. Dolayısıyla, Türkiye’deki okuyucu kitlesi tarafından görünebilir halde olmayan piyasa ekonomisi versiyonlu kriz açıklamasının yapılması önemlidir.
Halen içinden geçtiğimiz küresel ekonomik kriz ABD’nin konut sektöründeki sorunlardan kaynaklandığından ona sub-prime mortgage krizi denmiştir. Dr. Thomas Sowell’in son çıkan ‘The Housing Boom and Bust’ isimli kitabı ABD’deki konut piyasasının çöküş sebeplerini öğrenmek isteyenler için iyi bir kaynaktır. İsterseniz oradan bazı detaylara göz atalım.
2000-2005 yılları arasında ABD’de tek bir ailenin yaşayabileceği müstakil bir evin medyan satış fiyatı üçte bir oranında artarak 143.600 dolardan, 219.600 dolara yükselmiştir. Bazı bölgelerde bu artış daha keskin olmuş; mesela New York’da ev fiyatları yüzde 79, Los Angeles’da yüzde 110, San Diego’da ise yüzde 127 artmıştır. Kriz öncesinde 2000-2005 yılları arasında görülen ev fiyatlarında bu hızlı artış krizin esas çıkış kaynağını ortaya koymaktadır. Konut piyasasındaki büyük oyunculara ve işlemlerine bakarak fiyatlardaki bu yükselişler hakkında ipuçları elde etmemiz mümkündür.
Konut piyasasındaki oyunculardan en önemlisi kısaca FED olarak bilinen Amerikan Merkez Bankası’dır. FED, faiz oranlarını belirleme ve para miktarını ayarlama gücüne sahip, aynı zamanda bankalar üzerinde genel bir otoritesi olan kuruluştur. Sözü edilen beş yıl içerisinde FED, düşük faiz politikası izleyerek konut sektöründe çok önemli olan faiz oranlarını düşürmüş ve mortgage talebinin artmasına katkıda bulunmuştur.
Herşey mortgage ile başladı
Konut sektöründe yer alan diğer iki oyuncu Federal Mortgage Kurumu (Fannie Mae) ve Federal Ev Kredisi Şirketi(Freddie Mac)’dir. Her iki kuruluş devlet tarafından kurulmuş, fakat daha sonra kar amacı güden özel şirketlere dönüştürülmüşlerdir. Fannie Mae ve Freddie Mac, konut sektöründe yer alan asgari konut alma şartlarını düşürerek (eskisine nazaran daha az peşinat alınması, kredi notları kötü olan kişilerinde kapsama alınması gibi) orta ve düşük gelirli olan ve borçlarını ödemeyen insanlarında mortgage almalarına olanak sağlamışlardır. Mortgage standartlarının düşürülerek daha fazla insanında mortgage alabilir hale gelmesi konut talebinin artmasına katkıda bulunan diğer faktördür.
Amerikan Merkez Bankası’nın düşük faiz politikası ve mortgage alım standartlarının düşürülmesi ev fiyatlarının şişirirken, asıl şişme etkisini yapan durum ise bankalarla iki kuruluş, Fannie Mae ve Freddie Mac, arasındaki mortgage alım satımlarıdır.
Ev sahibi olmak isteyenler bankalardan mortgage adı altında her ay ödemeli uzun dönemli (mesela 30 yıl) ev kredisi alarak ev sahibi oluyorlar. Bankalar daha sonra müşterilerine açtıkları bu mortgage’leri Fannie Mae ve Freddie Mac’a satıyorlar. Böylece bankalar 30 yıl beklemeden paralarını geri almış oluyorlar. Daha sonra iki kuruluştan aldıkları bu paraları tekrar mortgage adı altında ev almak isteyenlere kredi açıyorlar. Bankalar tekrar iki kuruluşa gidiyorlar. Ev almak isteyenler, Bankalar ve Freddie Mac-Fannie Mae arasındaki bu ilişki devam ettikçe konut talebi artarak ev fiyatlarını şişirmiştir.
Konut piyasasında yer alan diğer büyük oyuncular ise Wall Street şirketleridir. Onlarda benzer bir şekilde bankalardan mortgage satın alıyorlar ve onları mortgage değerleri üzerinden tekrar paketleyerek hisse senedi ve bono olarak piyasalarda satıyorlar.
Konut sektöründe yer alan mortgage’lerin üçte ikisinden daha fazlasının bu şekilde yeniden paketlenerek Fraddie Mac, Fannie Mae ve diğer kuruluşlara satıldığı gözlenmiştir. Düşük gelir sahipleri aylık ev taksitlerini ödeyemediklerinde ise konut sektöründe çöküş başlamış oluyor. Amerikan konut sektöründe de öyle olduğu gözlenmiştir.
Devlet bizi kollar beklentisi
ABD’de 1977 yılında çıkarılan Yeniden Yatırım Yasası (Community Reinvestment Act) Amerikan şehirlerindeki binaların yenilenmesini ve ev sahibi olmayanların ev sahibi olmasını hedeflemişti. ABD konut sektöründe yer alan iki oyuncu Freddie Mac ve Fannie Mae’de bu yasanın amacı doğrultusunda devlet tarafından kurulmuşlardı.
Bunlar daha sonra kar amacı güden özel şirketlere dönüştürülmüş olmalarına rağmen piyasadaki algılama bu kuruluşların Federal Devlet güvencesi altında olduğudur. Bu nedenle bunlara daima devlet destekli kuruluşlar gözüyle bakılmıştır. Ayrıca, devlet destekli bu iki kuruluşun ‘ABD Ev ve Şehir Geliştirme Departmanı (HUD)’ tarafından denetim ve gözetim altında tutulduğu da unutulmamalıdır. Konut piyasasında yer alan devlet destekli kuruluşların doğrudan payı üçte bir oranındadır ve batmalarına devletin izin vermeyeceği beklentisi bulunmaktadır.
Piyasada devlet güvencesinin varlığı riski toplumun üzerine bıraktığından konut piyasasındaki devlet destekli kuruluşlar olan Freddie Mac ve Fannie Mae, diğer mali kuruluşların riskli mortgage kredileri açmalarını özendirmiştir. Yani, işler kötü giderse maliyete toplum katlanacaktır. Risk bu şekilde sosyalleştikten sonra rasyonel bireyler kendilerinden beklenebilecek olanı yapmışlar ve en yüksek karları elde edebilmek umuduyla riskli mortgage işlemlerine girmişlerdir. Dolayısıyla, Amerikan konut sektöründeki krizin sorumluluğu Washington politikalarındaki devlet müdahaleciliğidir.
Görünen değil görünmez el
Serbest piyasa sisteminde müşterilerinin en acil taleplerini karşılayan şirketler kar ederler ve bu karlar onların başarılarının ödülüdür. Bunu yapamayan şirketler ise zarar ederler ve sonunda piyasadan silinip giderler. Zarar onların başarısızlığının karşılığıdır. Zararı etme riski, şirketin aşırı riskli projelere girmesini engeller. Eğer, aşırı risk alınıyorsa o zaman sorulması gereken ekonomik aktörlerin neden aşırı risk aldıkları değil, piyasanın onları cezalandırma yeteneğine sahip olup olmadığıdır. Krizi çıkaran spekülatif hareketleri engellemek veya bunları yapanları cezalandırmak istiyorsak o zaman başarısızlık durumunda piyasanın risk alanları tam anlamıyla cezalandırmasına olanak sağlamalıyız.
Devlet müdahaleciliğinin ‘vergi’ adı altında toplumun bir kesiminden alıp diğer kesimine ‘devlet desteği’ adıyla verdiğini unutmamalıyız. Ekonomide devletin temel görevi özel mülkiyeti korumak, sözleşmeleri yürütmek ve hukuk kurallarının uygulanmasını garanti etmektir. Devlet bu görevlerinden daha fazlasını yapmaya kalkar ve piyasalara müdahalelerde bulunmaya başlarsa o zaman kendi asli görevlerini aksatmaya ve ekonomideki üretim artışını frenlemeye başlar. Türkiye’nin tecrübe ettiği banka krizlerinde de bu duruma şahit olduk. Bankaların değer maksimizasyonundan ziyade kar amaçlı çalışmaları neticesinde ve nasıl olsa “devlet baba bir iyilik yapar” umuduyla hareket etmeleri beklentilerinin maliyetini yine toplum ödemiştir. Oysa bankaların riskli aktiflerine nazaran ne kadar sermayeye sahip olmalarının belirlenmesi, yani risk esaslı sermeye yerlilik oranlarının belirlenmesi ve bunun kırmızı bir çizgiyle çizilmesi durumunda ihlal edenlerin yarış dışı bırakılacağının açıklanması durumunda oyunun kurallara göre oynanması sağlanabilirdi.
Sonuç olarak, krizlerin temelinde devletin “görünür elinin” olduğu açıktır. Devletin görevi bankaları, holdingleri ve kendisine tehdit olarak gördüğü kişi ve kurumları kurtarmak değil, onların piyasa mekanizması içerisinde haklı rekabetlerini sağlamanın önünü açmaktır.
12.10.2009, Açık Görüş
Star Gazetesi