Bin yıl iktidarda kalacaklarını sananlar, bugün yargı karşısına çıkıyor.
Aslında kamu vicdanında çoktan bitmiş ve bütün failleri mahkûm olmuş bir dava bu… Şimdi işin hukuki hesaplaşma faslı yapılacak ve 28 Şubat’ın asli failleri bir kez de adalet önünde mahkûm olacaklar.
Ama bugün mahkeme karşısına çıkan asli faillerin yanı sıra bir de fer’i failleri (yardımcı failleri) var bu davanın.
Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de bir darbenin olabilmesi için ordunun ya da ordu içinde bir grubun darbeye niyetli olması yetmez. Hatta asıl belirleyici de değildir. Zaten, Türkiye’de şimdiye kadar hiçbir darbe, sadece ordunun niyetlerinden kaynaklanmamıştır.
Eğer demokrasimiz 28 Şubat’ta şiddetli bir tokat yediyse o tarihlerde ordunun niyetinde ani bir değişiklik olduğundan yemedi.
Bu felaket, muhalefet partileri siyasi rakiplerinden kurtulmak uğruna demokrasiyi gözden çıkardıkları için geldi başımıza. Basının ve kendine “sivil toplum kuruluşu” diyen bazı gerici mihrakların darbe şakşakçılığı yapması yüzünden geldi. Kendilerini “çağdaş” sanan vatandaş kesiminin basından ve politikacılardan yükselen “şeriat geliyor” vaveylası karşısında korkuya kapılıp darbeyi ehven-i şer olarak görmeye başlamasından geldi.
Ama belki de en belirleyici olarak, Türkiye’nin aydınlarının çok ama çok büyük bir bölümü entelektüel bir kriz içine girdiği için geldi.
İşler sarpa sardığında…
Kendisi, toplum ve yaşadığı dünya hakkında düşünen, fikir üreten, bu fikirleri pratiğin örsünde sınaya sınaya değiştiren ya da pekiştiren; bir ömür boyu süren bu faaliyet sürecinde bir değerler sistemi oluşturan; belli ilkeler edinen insanların, birdenbire o zamana kadar vazgeçilmez saydığı kimi değerlerden şüpheye düşüp “Acaba mı” dediklerine tanık olduk o günlerde…
“Acaba demokrasi gerçekten de gerekli mi?”
“Bir yıl kadar askıya alsak bir şey olur mu?”
“Acaba asker destekli bir teknokrat hükümeti bizi kurtaramaz mı?”
Entelektüel kriz dediğim buydu…
Sıkı bir pozitivistin, ağrıları baş edilmez hale gelince üfürükçü hocaların peşine düşmesi gibi bir şey…
Yıllar yılı “karşılıklı sevgi ve anlayışa dayanan çağdaş bir evlilik” yürütmekle gurur duyan bir insanın, bir gün eşi karşısına dikilip boşanmak istediğini söylediğinde, panik halinde ne yapacağını şaşırıp muska yazdırmaya kalkması gibi…
İlkelerin eskimiş çoraplar gibi çöp kutusuna atıldığı; anlı şanlı entelektüellerin o zamana kadar doğru dedikleri şeylere sahip çıkamadıkları panik anıydı yaşanan…
Oysa entelektüelin düzeyi, meseleleri hangi vadede görebildiği ile ölçülür. Entelektüel, sıradan bilinçten, sebep-sonuç ilişkilerini doğru kurmasıyla, bugüne tarihin bilgisi ve bilinciyle bakmasıyla; kısa vadede çözüm gibi görünen bazı formüllerin orta ya da uzun vadede çözdüğünden çok daha derin sorunlar üreteceğini bilmesiyle ayrılır.
İşler sarpa sardığında, “Bu memlekete bir diktatör lazım” diyen adamlar zaten kahvehanelerde bol miktarda vardı. 28 Şubat’ın en hüzün verici yanlarından biri benzer sözleri entelektüellerden duymaktı.
Zayiatın giderilemediği tek alan
28 Şubat’ın üstünden 16 yıl geçti. Darbenin yol açtığı zararlar, yıkımlar, mağduriyetler büyük ölçüde tamir edildi. Orduya ciddi bir demokratik balans ayarı yapıldı. Siyaset normalleşme yolunda büyük adımlar attı. Ekonomi mucizeler yarattı. 28 Şubat’ın mağdur ettiği kitlelerin kayıpları büyük ölçüde giderildi, daha da giderilmeye çalışılıyor.
Ama “geri dönüşün” gerçekleştirilemediği bir alan kaldı. Türkiye’nin sol kökenli entelektüelleri 28 Şubat’ta kaybettikleri ilkelerini bir daha asla kazanamadılar. 1997’de takıldıkları yerde kaldılar; demokrasiyle barışamadılar, tam tersine demokratik meşruiyet çizgisinden gün geçtikçe uzaklaştılar.
Sloganları değişti, ama onlar değişmedi.
O zamanlar “Ne darbe, ne şeriat” sloganının arkasına saklanıyorlardı. Şimdilerde ise “Sandık her şey değildir” sloganının arkasına saklanıyorlar.
Bu yazı Bugün Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.