Aralık 2016’da AKP’li 316 milletvekilinin imzasıyla başlayan anayasa değişikliği süreci, 16 Nisan akşamı nihayetlendi. “Evet” ve “Hayır” blokları arasındaki mücadele, beklendiği üzere, başa baş geçti. “Hayır” yüzde 48.6, “Evet” ise yüzde 51.4 oy aldı ve değişiklik teklifi kabul edildi.
Halkın oylarıyla biçimlenen tablo, siyasi alandaki bütün aktörlere, çok ince mesajlar verdi. Benim ilk bakışta altını çizmek istediğim dört nokta var:
Bir reklam ajansı olarak TRT
1. Türkiye herhalde tarihinin en tek taraflı seçim dönemlerinden birini tecrübe etti. Devletin bütün olanakları “Evet” için seferber edildi. Açılışlar, törenler, valilikler, belediyeler, üniversiteler, rektörler, KHK’lar, eşbaşkanları başta olmak üzere HDP milletvekillerine dönük tutuklamalar, HDP belediyelerine atanan kayyumlar, vergi indirimleri, aflar, borçları yeniden yapılandırmalar, bol keseden dağıtılan krediler, vb hepsi “evet” için çalıştı.
Halkın tamamının parasıyla finanse edilen devlet televizyonu, sayısını bilemediğimiz kadar çok kanalıyla, “evet” için çalışan bir reklam ajansı hüviyetine büründü. “Hayır” tercihini savunan tek bir sesin, tek bir nefesin TRT ekranlarına çıkması mümkün olmadı. Kentlerin sokakları, meydanları hep “Evet” afişleri ile pankartları donatıld; nadir görülen “hayır” afişleri ise yırtıldı, parçalandı. Bazen iş öylesine abartıldı ki, “Hayır” oyu vereceğini önceden açıklayan Saadet Partisi’nin binasına bile zorla “Evet” pankartı asılmaya kadar vardı.
Peki, sonuç? Tüm o tek seslilik yaratma temrinleri, muhalefeti fiili ya da hukuki olarak susturma gayretleri arzu edilen neticeyi yarattı mı? Çok açık ki; hayır; devletin gücüne yaslanarak toplumu tek bir görüşe maruz bırakmak ne kabul görüyor, ne de kimseyi etkiliyor. Eleştirel bütün sesleri kısan, farklı her fikri “düşman” olarak kodlayan ve kendini bir partinin propagandisti olarak konumlandıran medya, bırakın farklı toplumsal grupları, seslendiği kitleleri dahi ikna etmiyor, edemiyor. Tartışmayan, bir siyasi lideri “kült” ve bir siyasi fikri “dogma” haline getiren bir yayıncılık ve kampanya dilinin bir geleceği yok. Siyasi liderler bunu görmeli; ileriki seçimlerde bu tür tek yanlı, kontrolsüzlük ve adaletsizlik düşüncesini güçlendiren böyle bir kampanyaya itibar etmemeli.
“Bir gece ansızın”
2. Büyük umutlar bağlanan AKP-MHP ittifakı sahada işlemedi. 1 Kasım 2015 seçimlerinde, kabaca AKP’nin yüzde 50, MHP’nin ise yüzde 12 oyu vardı; her iki partinin oyu % 62’ye tekabül ediyordu. Ancak siyasetin ayrı bir matematiği var ve burada –çoğu kez- iki kere iki dört etmez. 16 Nisan’da da öyle oldu. Gerek Türkiye ortalamasına ve gerek AKP ile MHP’nin birlikte güçlü olduğu illere bakıldığında, MHP seçmeninin çok ağırlıklı bir bölümünün AKP ile kotarılan anayasa değişikliğine yüz vermediği görüldü.
Aslında bu, bir sürpriz olarak değerlendirilmemeli. Halk oylamasının sathi mailine girildiği günden bu yana yapılan birçok ciddi araştırmada, MHP’lilerin dörtte üçünün bu işbirliğine ve onun ürünü olan anayasa değişikliğine sıcak bakmadığına dair veriler vardı. Başlıca iki sebep gösterilebilir buna: İlki, MHP’nin zaten çalkantılı bir dönemden geçmesiydi. Bizzat genel başkan tarafından seçilen delegeler, genel başkanın değiştirilmesi için harekete geçmişler, gerekli çoğunluğa erişmişler, kurultayı toplamışlardı. Her ne kadar iktidar destekli yargı kararları marifetiyle Bahçeli’nin koltuğu muhafaza altına alınmışsa da, partide sular durulmamıştı. Dolayısıyla MHP’nin tek parça halinde “Evet”in arkasında durması söz konusu olamazdı.
İkincisi, MHP ve Bahçeli her zaman “başkanlık” sisteminin en keskin muhalifi olmuşlardı. Bahçeli’nin “Erdoğan’dan başkan olmaz” konulu yüzlerce konuşması arşivde yerli yerinde duruyordu. Bir gece ansızın Bahçeli’nin geminin dümeninin başkanlığa kırması, genel kamuoyunu şaşırttı ama herhalde MHP seçmeni kadar değil. Bahçeli “Ne oldu da başkancı olduk?” sualine tatminkâr cevap üretmedi. Kendi partisi içinde bu derece tartışmalı hale gelen bir liderin, parti tabanını istediği yöne sevk etmesine imkan ve ihtimal yoktu. Sonuçlar da bunu teyit etti; bilhassa Ege ve Akdeniz’in sahil kentlerinde AKP ve MHP ortaklığı battı.
Kürtlerin ipi
3. “Evet”in bıçak sırtı kazanmasında en önemli faktör, Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde meydana gelen nispi artış oldu. 1 Kasım seçimlerinde AKP’nin aldığı oy baz alındığında, bu illerde yüzde10 ile yüzde 20 arasında daha fazla “Evet” çıktı. Kürtlerin uzattığı ip sayesinde Evet kuyudan çıktı.Nitekim Erdoğan da teşekkür konuşmasında bu hususun altını özellikle çizdi; ortaya çıkan bu sonucun yeni bir dönemin başlangıcına işaret ettiğini ifade etti.
Bölgede MHP’nin esamisi okunmuyor. Katılımda da dramatik bir düşüş yaşanmadı. O halde bu artışın ardında yatan ne olabilir? Daha sonra ayrıntılı olarak üzerinde dururuz ama şimdilik üç noktanın altını çizebiliriz.
- AKP’ye oy veren Kürt seçmenin çözüm için adres olarak Erdoğan’ı ve AKP görmesi, diğer siyasi partilere bu noktada bir umut beslemesi
- PKK’nin hendek, barikat ve şehir savaşına yönelik tepki nedeniyle HDP’ye konulan mesafenin devam etmesi.
- 1982 Anayasasını savunulamaz gören ve parlamenter sistem içerisinde Kürt meselesinin çözülemeyeceğini düşünen (AKP ve HDP dışındaki partilere gönül vermiş) Kürt seçmenin “Evet” tercihinden yana bir tavır alması.
Yol ayrımı
4. AKP’nin büyükşehirlerde yaşadığı kayıp, seçimin en önemli sonuçlarından birini oluşturuyor. 30 büyükşehirden 17’sinde geriye düşmesi hakkında ayrıntılı bir şekilde düşünmeye ihtiyacı var AKP’nin. 1 Kasım seçimlerinde bugünkü “Hayır” cephesi sadece yedi büyükşehirde (Aydın, Diyarbakır, İzmir, Mardin, Muğla, Tekirdağ ve Van) önde iken, 16 Nisan’da bunlara on büyükşehir daha (İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Balıkesir, Denizli, Eskişehir, Hatay, Manisa, Mersin) ekledi. Bilhassa Ankara ve İstanbul’da geride kalmak, AKP’nin moral üstünlüğünü ciddi şekilde zedeleyen bir etkiye sahip.
Bu sonucun ortaya çıkmasında kampanya sırasında kullanılan dilin ciddi payı var. Salt görünen o ki AKP, Salt seküler ve laik kesimlerin tepkisiyle açıklanabilir bir durum değil bu. Görünen o ki AKP; şehirleşen orta sınıf muhafazakarları kapsamada, özellikle gençler için cazibe merkezi olmada, onların taleplerine tercümanlık yapmada ciddi bir sıkıntıya girmiş durumda. Agresif, son derece milliyetçi, herkese meydan okuyucu, sahip olduğu güç ile dillendirdiği iddiaları arasında muazzam bir makas olan bir politik söylemin, geniş kesimleri kuşatan bir dil olmadığı görüldü.
Bu itibarla denebilir ki, AKP de aslında bir yol ayrımında: Ya onu toplumun merkezine taşıyan, farklı hassasiyetleri gözeten kapsayıcı ve kuşatıcı dili yeniden kurgulayacak, ya da bugün Pirus Zaferi’nin rüzgârına kapılarak dilini daha da ağırlaştırıp sertleştirecek. Zannım o ki eğer ikinci yolu tercih ederse, yakın dönemde yapılacak seçimlerde AKP adına manzara daha nahoş öğeler içerebilir.
17 Nisan’da Türkiye yeni bir döneme uyandı. Siyasi aktörlerin ve partilerin başarıları, bu yeni dönemin parametrelerine ne kadar uyum gösterebilecekleri ile doğrudan bağlantılı olacak.