14 Mayıs 1950 seçimlerinin önemini anlayabilmek için o tarihten önce Türkiye’de nasıl bir rejim olduğu hakkında bilgi ve fikir sahibi olmamız gerekiyor. O rejimi hakkıyla anlayabilmek için de Osmanlı Devleti’ndeki gelişmelerden haberdar olmak mecburiyeti doğuyor. Zaman kısıtlılığı sebebiyle Osmanlı döneminde gelişmelerden sadece satır başlarıyla bahsetmek zorundayım.
Osmanlı Devleti, biliyorsunuz, bir mutlak monarşi olarak yola çıktı ve bir anayasal monarşi olmaya doğru evrildi. Bu çerçevede 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Tanzimat Fermanı ve 1856’da Islahat Fermanı hayata geçirildi. Şüphesiz bu reform hareketleri başka hareketler tarafından takip edildi. Ayrıntılarına girmiyorum. Çeşitli kanunlar getirildi ve özellikle eğitim sisteminde ciddî değişiklikler yapıldı. Bu reform hareketlerinin başını şüphe yok ki bürokratlar ve aydınlar çekiyordu. Halk tarafından gelen talep çok azdı, dikkate alınmaya değmeyecek kadar azdı. Bu, daha sonra, bürokratik vesayet sistemi dediğimiz sistemin de zihnî temellerinin hazırlanmasına katkıda bulunan bir süreç oldu. Çünkü bürokratlar ve aydınlar kendilerini ülkenin sahibi olarak gördüler ve ülkenin iyiliğine olarak düşündükleri şeyi yapma hakkını kendilerine verdiler. Meselâ 1876 Anayasası bu çerçevede bir misak anayasa olmaktan ziyade bir ferman anayasaydı. Padişahın fermanıyla yürürlüğe girmişti ama anayasanın hazırlanmasında malum olduğu üzere Mithat Paşa’nın büyük katkıları olmuştu. Sonra Birinci Dünya Savaşı başladı, Türkiye savaşı kaybetti ve bir paylaşım süreci Türkiye üzerinde gerçekleşmeye başladı. Bu bir millî mücadeleye yol açtı. Millî Mücadele kazanıldı.
Millî Mücadele esnasında 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu ve açıldı. Bu meclis kompozisyonuna göz attığımızda, siyasal çoğulluk ve dolayısıyla siyasal rekabet potansiyeli taşıyan bir meclis olduğunu görürüz. Aşağı yukarı toplumun her kesiminden temsilciler mecliste yer almaktaydı. Savaşın kazanılmasından sonra olması gereken, çoğulluk ve rekabetin kurumsallaşmasıydı. Fakat ne yazık ki tam tersi oldu. 29 Ekim 1923’te tartışmalı bir şekilde Cumhuriyet ilan edildi. Burada şu noktanın altını özellikle çizmek isterim: Her ne kadar biz 29 Ekim’i Cumhuriyet’in kuruluş tarihi olarak kutluyorsak da bu yanlış, eksik bir bakıştır. İlan edilen Cumhuriyet kelimenin gerçek anlamında cumhuriyet değildir, dar anlamda cumhuriyettir. Başka bir deyişle, seçimsiz bir cumhuriyettir. Dolayısıyla bu anma ve kutlamaların bu yönünün hatırda tutulmasında fayda var.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Millî Mücadele esnasında temel slogan hâline getirilmiş olan “Egemenlik millete aittir” sözü hayata aktarılmak yerine, milletin egemenliği sahiplenmesi ve egemenliği kullanmasının yollarının geliştirilmesi yerine, egemenlik dar bir sınıfın eline geçti. İleride Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde teşkilatlanacak olan bu sınıf, egemenliği, halkla bir bağı olmaksızın kendi kafasına ve kendi amaçlarına göre kullanmaya başladı. Bu çerçevede kurulan Halk Fırkası’nın ismine de dikkatinizi çekmek istiyorum. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması üzerine Halk Fırkası isminin başına hemen Cumhuriyet kelimesi eklendi. Ama lütfen dikkat edin, Türkçe bakımından Cumhuriyet Halk Partisi isminde bir yanlışlık vardır. Asıl ismi “Cumhuriyetçi Halk Partisi” veya “Halkçı Cumhuriyet Partisi” olmalıdır. Cumhuriyet Halk Partisi olması aslında partinin, devletin bir uzantısı olduğunun göstergesidir. Bu da devleti Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurduğu yolundaki iddiaları çürütmek için elimizde önemli bir delil olarak görülebilir.
Daha sonra1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası acımasız bir şekilde tasfiye edildi. Yeni sistemi inşa eden otoriteler sadece siyasal sistemi yeniden kurgulamak yerine topluma döndüler ve toplumu yeniden yaratmaya çalıştılar. Âdeta yeni bir insan ve yeni bir toplum projesiyle hareket ettiler. Ülkenin tek tek insanlarını ve bütün olarak toplumu yeniden yaratma sevdasının peşinden koştular. Nitekim bu hakikat, bazılarının dilinden düşürmediği 10. Yıl Marşı’nda kendisini dışa vurmaktadır. 10. Yıl Marşı’ndaki “On yılda on beş milyon genç yetiştirdik biz her yaştan” sözü, anlattığım hakikati yansıtmaktadır.
Halk Fırkası bir parti adını almış olmakla beraber tipik bir parti değildi. Demokrasilerde partiler siyasî temsil üzerine kurulur ve hiçbir siyasî parti bütün toplumu temsil etme iddiasında olamaz. Ama Halk Fırkası bütün toplumu temsil etme ve bütün toplumu “adam etme” peşinde koşan bir siyasî partiydi. Dolayısıyla aynen mesela Sovyetler Birliği Komünist Partisi dediğimizde, parti kavramını Batı terminolojisinden alıp kullanıyor olsa da bunun bir parti olmadığını nasıl biliyorsak, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın da tek parti döneminde parti adını kullanan ama parti olmayan bir varlık olduğunu akılda tutmakta fayda var. Bu parti halkın adam edilmesi, halkın belli bir doğrultuda yeniden şekillendirilmesi üzerine kurulmuş bir siyasî partiydi. Şüphesiz sistem başarısızdı, 1930’da Serbest Fırka denemesi yapıldı ve Serbest Fırka da acı bir şekilde tasfiye edildi. Serbest Fırka’nın tasfiyesinde yalnız baştaki siyasî otorite değil, baştaki siyasî otoritenin ortaya çıkmasına yardımcı olduğu sistemin diğer unsurları da etkili oldular. Serbest Fırka’nın toplumda büyük ilgi görmesi üzerine Mustafa Kemal’e gelerek “bu dalga sadece bizi yok etmez, seni de yok eder” diyerek onu yeni siyasî partiyi yok etmeye teşvik ettiler.
Sistem 1950 öncesinde neredeyse tamamen başarısızdı. Temel hak ve özgürlükler bakımından ciddî bir başarısızlık vardı. Temel özgürlükler olan din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, basın özgürlüğü ya hiç yoktu ya da çok kısıtlanmış vaziyetteydi. Sistem, iddia edildiğinin aksine, iktisadî bakımdan da başarısızdı. Mesela bunun tipik bir delili, Mahmut Makal’ın 1950 yılının Ocak ayında ilk basımı yapılan “Bizim Köy” adlı romanında bulunabilir. “Bizim Köy” romanı nispeten Batı’da olan bir köyde insanların günlük hayatını anlatmaktadır ve orada anlatılan sefalet, bugün insanların aklının alamayacağı derecede koyu bir sefalettir.
Dolayısıyla, Ebedi Şef gidip Millî Şef geldiğinde sistem tıkanmak üzereydi. Sistemin sürdürülebilirliği yoktu, İkinci Dünya Savaşı yılları krizin ağırlaşmasına sebep oldu ve İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye bir sürprizle karşılaştı. Sovyetler Birliği, Türkiye’den Doğu’da toprak ve Boğazlar üzerinde kontrol hakkını paylaşma talebinde bulundu. Türkiye bir tercih yapmak mecburiyetiyle karşı karşıyaydı. Aslında Türkiye’nin sistemi, Sovyet sistemine daha yakındı ve Sovyet sistemine kolayca adapte olabilirdi. Ama yükselen değer Batı olduğu için İsmet İnönü Batı’yı tercih etti ve bu çerçevede iç ve dış faktörlerin birleşimiyle Türkiye’de bir sistem değişikliği sürecine 1945’ten itibaren girildi. 1946 seçimlerinin Türkiye’ye faydası oldu; yargı gözetim ve denetiminde seçim ilkesi getirildi ve bu iktidar ve muhalefetin iş birliğiyle gerçekleştirildi. Türk demokrasisinin en iyi tarafı bana göre yargıda denetim ve gözetimle seçimlerin yapılmasıdır. Bu bakımdan Türkiye demokrasisi, dünyanın en iyi demokrasileriyle karşılaştırılabilecek, kıyaslanabilecek hâldedir. Meselâ Amerikan demokrasisiyle yaptığımız bir karşılaştırma Türkiye demokrasisinin bu açıdan daha üstün olduğunu açıkça ortaya serer.
Peki, 14 Mayıs niye önemliydi? İki şey söylenebilir 14 Mayıs’ın önemi için: Bir defa 14 Mayıs tek parti yönetiminden barışçıl bir yolla kurtulma anlamına geldi. Bu harika bir gelişmeydi. Tek parti yönetiminden Türkiye kurtulmak mecburiyetindeydi. Bunun için iki yol vardı. Birincisi iç savaş yoluydu. Bu çok maliyetli bir yoldu, çok sayıda ölüme ve tahribata yol açacaktı. İkincisi seçimdi. Türkiye bu beladan, tek parti yönetimi belasından, demokratik seçimlerle kurtulmayı başardı. Bu o kadar büyük bir hadisedir ki, bana göre 14 Mayıs’ın “Hürriyet ve Demokrasi Bayramı” olarak kutlanmasını haklılaştırmaktadır. Mensubu olduğum Liberal Düşünce Topluluğu da birkaç senedir 14 Mayıs’ı “Hürriyet ve Demokrasi Bayramı” olarak kendi çapında kutlamaya çalışıyor. Bu olayın önemini anlamak için aynı hadisenin İslam dünyasında hâlâ tekrarlanamamış olmasına bakabiliriz. İslam dünyası, bütün çabalarına rağmen Türkiye gibi demokratikleşmeyi, âdil ve hür seçimler yapmayı ve iktidarı seçimle getirip seçimle göndermeyi başaramadı. 14 Mayıs 1950 seçimlerinin ana özellikleri bence bunlardır.
*27 Nisan 2023’te Demokrasi Adası’nda düzenlenen toplantıda yapılan konuşma.