Bu yasağı kaldıralım iddiası, sorunun çözümünün önünde bir tuzak sadece.
1990 yılında üniversiteye başladım. O dönem, herkes başörtüsüyle üniversitelere girebiliyordu. Daha önceki yıllardaki tartışmalar durulmuş, sanki zımni bir uzlaşma sağlanmış gibiydi. Ne olduysa 1997’den itibaren malum 28 Şubat süreciyle birlikte ortam tekrar gerilmeye başlandı, en sonunda, Milli Güvenlik Kurulu kararının ertesinde sivil bir yönetim, askeriyenin baskısıyla iktidardan uzaklaştırıldı, yerine güdümlü hükümetler kuruldu. Herkes gibi üniversite rektörleri de verilen mesajı almakta gecikmediler, yedi-sekiz yıldır süren başörtüsüyle üniversiteye giriş uygulamasına son verdiler.
Bu uygulama hayata geçirilirken kelli felli bir sürü insan çıktı ve şunu dedi: Efendim, Anayasa Mahkemesi’nin zaten bir kararı vardı, bu “yorumlu ret” olarak anlaşılmalıydı. Yani Yüksek Mahkeme, YÖK Kanunu’nun meşhur Ek 17. maddesini iptal etmemişti ama burada düzenlenen özgürlük, başörtüsüne özgürlük şeklinde yorumlanmamalıydı.
Ülkemizde öteden beri hâkim olan pozitivist hukuk anlayışı esas alınsa bile bu argüman zayıftı. Zira Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 153. maddesine göre bir düzenlemeyi ancak iptal edebilirdi, yasa koyucunun yerine geçerek yeni bir uygulamaya imkân sağlayamazdı. Neyse bunlar geride kaldı zaten. Ayrıca, bu dönemde kimse, “Yahu, mademki Anayasa Mahkemesi kararı var ve bu kararın uygulanması gerekiyordu, o zaman öğrenciler, niye yıllarca bu karara aykırı bir şekilde üniversitelere alındılar” diye sormadı ve o dönemde yetkili olanlar hakkında dava açmadı. İşin özeti şuydu aslında: Düdük çalındı, herkes “doğru” yerde konumlanmak istedi. Gerisi sadece, niçin burada durduğumuza “kılıf” bulmaktan ibaretti.
Modern zamanlarda oluşturulan tarafsızlık mitleri
Modern toplumda doğruluğundan şüphe edilemeyecek “mit”ler oluşturuldu. Oysa Aydınlanma, tam da bu türden mitleri bertaraf edecek, aklı rehber edinecek bir insan tipi oluşturmak için ortaya çıktı. Ama olmadı. Bu mitlerden biri de kamu hizmeti sunanların tarafsız olması mitiydi. Başörtüsü serbest olamazdı. Zira başörtüsüyle okuyanlar, daha sonra kamu hizmetinde görev de almak isteyeceklerdi. Oysa başörtülü bir memur, kendisi gibi olmayan bir hizmet alan karşısında tarafsız olamazdı. Bu argüman, başörtülü olmayan birinin “normal” bir insan gibi davrandığını ima ediyordu. Normal bir insan gibi davranması beklenen başörtüsüz bir memur, karşısındaki hizmet alana tarafsız davranabiliyordu. Gerçi, 28 Şubat süreci, bu argümanı da aşan bir döneme girildiğini gösterdi: Artık, başörtülü biri, hizmet alırken (üniversitede okurken) de başkalarını etkiliyor, onlara baskı uygulayabiliyordu. Başörtüsüz biri, başörtülülerle birlikte okuduğunda maazallah yoldan çıkabiliyor, başını örtmek durumunda kalabiliyordu.
Yukarıda ilk ve ona eklenen ikinci argümanda bir dizi zayıflık var: Birincisi, hizmet veren açısından bir normallik tanımı yapıldığında niye bunu “başörtüsüz” çalışan şeklinde yapmıştık? İkincisi, başörtülü hizmet verenler, sadece kendi gibilere hizmet verirler iddiası, bu insanlara yapılmış bir iftira sayılmaz mı? Üçüncüsü, bir hizmet verenin nasıl birisi olacağına ve hangi şartlar altında başkalarına karşı taraflı davranacağına karar verme yetkisi, niçin bu tanımı yapanların tekelinde sayılıyor? Bu hakkı, nereden alıyorlar? Dördüncüsü, (ikinci argümanı da dikkate aldığımızda) başörtülü olmayanların, hizmet alırken (yani üniversitelerde okurlarken) başörtülülerden çok kolay bir şekilde etkileneceği söylenerek, onlara haksızlık edilmiş olmuyor mu? Bu insanların iradeleri bu kadar zayıf mı? Beşincisi, başörtülülerin sadece hizmet verme aşamasında değil hizmet alan konumundayken de başkalarına zarar verecek varlıklar olarak takdim edilmesi, bu insanları incitmez mi?
Oysa hepimiz biliyoruz ki, tarafsızlık hizmet verenin karşısındakinin dil, din, cinsiyet, ırk, mezhep gibi etiketlerine bakmadan hizmet vermesini ima eder. Gerçeğin ülkemizde zaten böyle olmadığını söylemek mümkündür. Eğer kamu hizmetleri başörtüsüz insanlar tarafından sunulduğunda hizmet alanlar tarafsızlık ilkesi çerçevesinde hizmet aldıklarına inanabiliyor olsalardı, hakikaten, yukarıdaki iddialar (kişisel kanaatime göre yine de yanlış olurdu ama) dikkate alınabilirdi. Örneğin ülkemizde, adam kayırmacılığın, hemşericiliğin, mezhep dayanışmasının, partizanlığın hiç olmadığı söylenebilir mi? Bu açından kurumlar arasında tek fark, belki de, bir derece farkı sadece. O zaman kendimizi kandırmamıza gerek yok.
İşletmelerdeki değişimin kamu sektörüne etkisi
1990’lı yılların ortasında bir arkadaşım yurtdışından yeni gelmişti. Getirdiği bütün kitapların önemli bir bölümünün başlığında “Total Quality Management” yazıyordu. Bugün sıkça kullandığımız toplam kalite yönetimi anlayacağınız. O zaman bu konular yönetim literatürüne yeni giriyordu. Şimdi, “…toplam kalite anlayışından ödün vermeden” şeklinde devam eden cümleleri, her düzey kamu yöneticisinden duyabiliyoruz.
Burada vurgulamak istediğim konu şu: Yönetim bilimindeki tartışmalar dikkatli bir şekilde izlenirse, kamu yönetimi, işletme yönetimindeki tartışmaları takip ediyor, orada başarılı sayılan uygulamaları kendine adapte etmeye çalışıyor. Bu açıdan bakıldığında kamu yönetiminin, “amaç” dışında, işletme yönetiminden bir farkı kalmadığı bile söyleniyor.
Bu çerçevede çok sayıda örnekten söz edilebilir. Taylorizm, Fordizm, Post-Fordizm bunların başında geliyor. Son zamanlarda çokça kullandığımız performans denetimi, performansa dayalı ücretlendirme, esnek üretim, yarı zamanlı çalışma; hep, önce işletme yönetiminde karşımıza çıktı, çok geçmeden kamu yönetiminde uygulama alanı buldu.
Kişisel kanaatim (buna bir kehanet de denebilir) şu ki; eğer gelişmeler bu şekilde devam ederse, önümüzdeki çeyrek yüzyıl içinde işyerlerinde kıyafet zorunluluğu da tarihe karışacak. Bunu, şuradan hareketle söylüyorum: Başta Microsoft olmak üzere çok sayıda büyük şirket, yukarıdaki çalışma kolaylıklarının yanı sıra kıyafet konusunda da büyük esneklikler göstermeye başladı. Yazın sıcağında bermuda pantolonla veya terlikle işe gelmek mümkün artık. Kamu yönetiminin buna uzun bir süre direnemeyeceğini ileri sürüyorum. Anlamsız ritüeller devlet geleneği adına yıllarca sürdürülebilir ama bu, sonsuza kadar böyle gidemez. Örneğin bu yaz dönemindeki sıcaklıklarda dediğimiz tarzda bir esneklik, pek çok kişiye ilaç gibi gelirdi.
Gerçi burada, akla, şu soru da geliyor: İşyerinde (ve bu arada kamu yönetiminde) çalışmanın kıyafet bakımından hiç mi sınırı olmayacak? Bizce, buna insanlar değil de hayatın kendisi yön verecek. Pek çok hukukçunun atladığı şey şu zaten: Gerçek kanunlar, insan tasarımı (human design) olan değil de insan eyleminin (human action) sonucu ortaya çıkan kanunlardır. Bir başka ifadeyle, bir toplum mühendisliği anlayışı içinde insanlara kıyafet belirlemek, er veya geç, tarihe karışacak. Ben, bundan, yediğim ekmek, içtiğim su kadar eminim.
Yöntem sorunu
Baştan itibaren söylediklerimizi toparlarsak: Ortada düz bir mantıkla bile izah edilemeyecek bir yasak var. Bu yasağı kaldıralım iddiası, sorunun çözümünün önünde bir tuzak sadece. İktidar, daha önce yaptığı hatayı bir kez daha tekrarlar, gelin bunu bir yasayla çözelim filan derse, olup biten müsamereyi görememiş, bir kez daha tuzağa düşmüş olur. Başbakan, sorunu çözmek istiyorum diyenlere, o zaman hiçbir şey yapmayın demekle yetinmeli kanaatimizce. Çözüm kendiliğinden ortaya çıkacak zamanla. Ortada bir insan tasarımı hukuk var, insan eyleminin sonucunda yeni bir hukuk ortaya çıkacak. Var olduğu iddia edilen hukukun bir başka çarpıklığı da şurada zaten: Bugünlerde Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, üniversitelerin açılış törenlerine katılıyor. Bu törenlerin büyük bir kısmında bir konuşma da yapıyor. Bu esnada, hitap ettiği kitlenin içinde sadece kendi eşinin başörtülü olduğunu görüyor. Eğer bir şey yasaksa niçin Cumhurbaşkanımızın eşi bu üniversitelere alınıyor? Yok, eğer yasak değilse orada başörtülü niye başka birileri de yok? Türkiye bu çarpıklıkla, uzun bir süre yoluna devam edemez.
Tabii ki, sorunu çözelim derken, işin psikolojik bir boyutunun olduğu unutulmamalı. Herkes, karşısındaki anlamaya, empati kurmaya çalışmalı. 2040 yılında memur olan çocuklarımızın, bugüne bakıp da, ebeveynlerimiz saçma sapan işlerle uğraşmışlar demelerine fırsat verilmemeli. Zira, 1940 ve 1950’li yıllarda yaşamış ABD’li zencilerin çocukları, tam da bu dediğimiz türden serzenişte bulunuyorlar bugün. Tarih hep tekerrür etmek zorunda değil. Ama ders alınmadığında tarih, ne yazık ki tekerrür ediyor.
Taraf-Hertaraf, 22.10.2010