Kürt sorunu üzerine kafa yoranlara bakıldığında çok karmaşık bir sorunla karşı karşıya olduğumuz zannına kapılırız. Siyasetin dilini değil de insanlık dilini kullandığımızda, sorun aslında oldukça basittir ve ileri sürülen iddialar anlamsızdır.
Bir insanî durumun inkârının, başımıza büyük dertler açtığı görülür. Sorunun bu kadar basit olduğu iddiası, tabiatıyla, çözümünün de oldukça basit olacağını ileri sürmek anlamına gelecektir: Çözüm için, öncelikle bu insanî durum (yani Kürtlük) kabul edilmeli, bir inkâr politikası durdurulmalı, sonra da yaraların sarılması yoluna gidilmelidir.
Bu açıdan bakıldığında Kürt sorunu konusunda biraz çekingen de olsa hükûmetin inkâr dönemini sonlandırmak istediği ama toplumsal baskı (buna mahalle baskısı da denilebilir) yüzünden bazen iki ileri bir geri adım attığı görülmektedir. Sorunun temelinde insanî bir durumun göz ardı edildiği gerçeğini zihinlere yerleştirdiğimizde, önce toplumun hafızasındaki safsatalar bertaraf edilmiş olacak, hükûmet, daha emin adımlarla sorunun çözümü doğrultusunda yoluna devam edebilecektir.
İnsanı diğer varlıklardan ayırt eden en önemli yan, onun, belirli bir amaç doğrultusunda tercih yapabilen bir varlık olmasıdır. Hayvanların yaptıklarını zannettiğimiz tercihleri, onların tabiatlarının bir parçasıdır ve bu yüzden, bir hayvana, “Niye böyle değil de şöyle tercih yaptı?” demek saçma bir şey olacaktır. Öyle bir tercih yapmıştır, zira onun tabiatında öyle bir tercih yapması gerektiği bilgisi mevcuttur. Bunu değiştirmek mümkün değildir.
İnsan için durum farklıdır. Seçtiğimiz, seçtiğimiz için de kıymetli addettiğimiz, başkalarına karşı “Bu benim tercihim ve bu yüzden bunu önemsiyorum” diyebileceğimiz şeyler vardır. Liberal bir ideolojiye mensup olabilecekken, sosyal demokrat veya muhafazakâr olmam, bu türden bir tercihi yansıtır. Sosyal demokratsam veya muhafazakârsam eğer, bu, sırf ben tercih ettiğim için kıymetli bir şeydir. Başkalarına karşı bu tercihimin anlamlı olduğunu ileri sürebilir, hatta daha fazla sayıda insanın, benim gibi olmasını da isteyebilirim.
Medeni dünyanın kabul ettiği standartlara bakıldığında; kişisel tercihlerimizi savunmanın ve başkalarını da bu konuda ikna etmenin iki kriterle sınırlandığı görülmektedir. Birincisi, bu işi yaparken yani kişisel tercihlerimizi savunurken şiddeti bir araç olarak kullanmamak ve şiddet çağrısı yapmamaktadır. Bazen “Ben şiddet yolunu seçtim ama aslında ulvî değerler için uğraşıyorum” denilebilir. Ama amaçlarımız kadar amaçlara bizleri götüren yolların da önemli olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Amerika’nın demokrasiyi getirmek adına Irak’a yaptığı saldırı; PKK’nın benimsediği yöntem ve bunu Kürt halkı için yaptığını söylemesi; El-Kaide’nin insanları öldürerek İslâm dinine hizmet ettiğini iddia etmesi; hep aynı kapıya çıkar. Üçünde de, araçlar kabul edilebilir olmayınca, amaçların ne olduğunun bir önemi kalmaz.
Kişisel tercihlerimizi savunurken ve başkalarını da bu konuda ikna ederken bizi sınırlandıran ikinci ilke, genel olarak başka tercihlerin ve özel olarak da başka tercihlerin önemli isimlerinin, simgelerinin veya ritüellerinin hakaretamiz bir şekilde ele alınmamasıdır. “Allah’ın cezası bu adamla nasıl aynı partinin çatısı altında bulunuyorsun?” dediğimiz birisini, kendi partimize çekme ihtimalimizi sıfırlamış oluruz. “Bu çağda başını örtmek de ne demek, ne kadar çağdışı” dediğimiz muhatabımızla sağlıklı bir iletişim kurma imkânı ve ihtimali, daha baştan ortadan kalkmış demektir. “Cemevi, bir ibadethane olamaz” dediğimizde, karşımızdaki Alevi bir vatandaşımızı daha baştan incitmiş oluruz.
Kürt sorunu, tercih alanımızın dışında yer alan ama kişiliğimizin bir parçasını oluşturan özelliklerimiz çerçevesinde ele alınmalı. Bir insana “Sen niye Ayşe ile Ahmet’in çocuğu olarak dünyaya geldin?” veya “Sen niçin A ilinde doğdun?” diye sormak ne kadar anlamsızsa, “Sen niçin bu etnik kökene mensupsun?” sorusu da en az bu kadar anlamsızdır. Aynı şey, modern dünyada seçme imkânımızın oldukça sınırlı olduğu (neredeyse imkânsız denebilecek olan) milliyetler için de geçerli. Şu halde, Kürt olmak üzerinden inşa edilen bir suçluluk duygusu ve buna verilen tepki, aslında oldukça insanî bir yanımızın inkârına dayanıyor.
Bu analize bazıları, Kürt olmanın insanî tarafına değil de siyasî bir söyleme dönüşmesine itiraz ettiklerini belirtecekler. Ama zaten Kürtlük, bu doğal olan yan inkâr edilince bir siyaset malzemesi haline geldi, durup dururken ortaya çıkmadı. Kuşkusuz bunda, ulus devlet inşa etmenin mantığının da büyük katkıları oldu. Ulus devlet, son tahlilde, etnik anlamda tek bir etnik unsura dayandırıldı ve diğerleri yok sayıldı. Yok sayılan etnik unsurlar, her ülkenin hikâyesi başka olmakla birlikte, zamanla varlık kazanmak istedi. Etnik unsurlara nefes aldıracak kanalları açamayan siyasî sistemler tıkandı. Türkiye’deki durum tam da bundan ibaret aslında.
Kürt olmanın insanî bir yanımız olduğunu kabul etmeye başlayınca ve sorunun aşılmasına dönük adımlar atmaya çalışınca; görüldü ki, korkulan olmadı. Kürtçe kurslar açılmadan önceki tartışmalara bir bakın. Kürtçe yayın yasağını savunanların iddialarına tekrar bir göz gezdirin. Kürtçe yer adlarının değişmesinin, kıyametin kopması anlamına gelmediğine dikkat edin. Kuşkusuz, aynı şey, diğer talepler ve bu arada anadilde eğitim için de olmayacak. Bunu çok yakın bir zamanda göreceğiz.
Çocuklarımız, bugünkü tartışmalara daha yukarıdan ve öncesiyle-sonrasıyla bakma imkânına kavuşacak ve ne kadar komik bir hikâye diyecekler. Olup bitenlere şaşırıp kalacaklar. Büyüklerimiz ne kadar da dar ufuklu insanlarmış diyecekler, belki de bizlerden utanacaklar.
1990’lı yıllarda atılabilecek küçük adımlar atmaya başlayabilseydik, bugünkü toplumsal yarılma ortaya çıkmayacaktı belki de. Çok fazla kalbi incitmiş durumdayız. Yaraları kaşıma zamanı geçti. Tabii olan bir durumu kabullenmek, buna yönelik çözümler bulmak, emin adımlarla yolumuza devam etmek durumundayız.
Özetle, Kürt olmak, insanın tercih ettikleri şeyler alanına dâhil edilemez. “Sen niye Kürt olarak doğdun?” sorusu üzerinde yapılacak eleştiriler, tabiatımıza karşı bir saldırı anlamına gelecek. Tersi de doğru: “Ben Kürt’üm, dolayısıyla önemli birisiyim” demek de, aynı ölçüde anlamsız bir şey olacak. Kürtlük, Türklük, Çerkezlik, Lazlık gibi etnik kökenlerimizi, elde var bir diye kabul etmek ve muhatabımızın yapıp ettiklerine odaklanmak, bizi daha sağlıklı değerlendirmelere sevk edecek. Aksi halde patinaj yapmaya devam edilecek. Bu ülkeye yazık olacak. Hem bizler, hem de gelecek kuşaklar kaybedecek.
Zaman-Yorum, 13.10.2010