“Toplumumuzun düzenini ancak tam olarak anlamadığımız bir kurallar geleneğine borçlu olduğumuza göre, tüm ilerleme geleneğe dayanmak zorundadır” (Hayek).
Tarih boyunca, varoluşundan beri hayatını tanzim etmek üzere daima kurallar geliştirmeye çalışmış insan. Doğru düşünce ve davranışın ölçütünü oluşturmaya amaçlamış.
İlk bakışta sıradan ve basit gibi görünen bu norm oluşturma çabası ahlaki, siyasi, iktisadi ve sanatsal varoluşumuzu temelde etkileyen felsefi bir çaba ve tarihsel bir gerçektir.
Tüm bu çabalarımızın ana motivasyonu, rasyonel gerekçesi ve buna kaynaklık eden unsurlar nelerdir?
Neden hayatın kendisini, insanın doğal bulunuşunu bu tür dışsal düzenlemelerle bir forma sokmaya çalışırız?
Şüphesiz bu soruları açıklamak üzere birçok neden sıralanabilir.
Ahlak, dil, gelenek ve bir tür sanal gerçekliğe tekabül eden ideolojileri yasa aklının oluşumunun temel unsurları olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu bağlamda dil ve ahlak olgusunu da içeren gelenek ve ideoloji, norm ve yasa aklının oluşumuna kaynaklık eden felsefi çerçeve olarak değerlendirilebilir.
Geleneklerin ve ideolojilerin hem bireyin hem de toplumun oluşumunda etkili oldukları yadsınamaz bir gerçektir.
Yasalar yapay kodlardır. Genel olarak sonradan geliştirdiğimiz bazen genel bazen de gereksiz ayrıntıları ifade eden kurallar manzumesidir. İnsanın yaşamında içkin olan kurallar; dinsel, ahlaki ya da sanatsal değerler bağlamında hep var olagelmiştir.
İyiye ve kötüye dair yargılarımıza güzel ve güzel olmayana dair yargılarımız eşlik eder. Dini, ahlaki, sanatsal değer yargılarımız kadar benimsediğimiz kozmik görüş, bilgi ve varlık anlayışımız da zihnimizde yer alan içkin kodlar olarak geliştirdiğimiz kurallarda somutlaşır.
Bu tür yargılarımızın ana kaynağı ise sahip olduğumuz gelenek kapsamıdır. Şüphesiz geleneği oluşturan din, ahlak, dil, varlık ve bilgi gibi unsurlar ana yapı taşlarıdır. Geleneğin oluşumunda zorlayıcı öğelerden ziyade kendiliğinden, tarihsel ve yaşam tecrübesiyle oluşan değerler ve bilgi manzumesi etkindir.
Toplumların tarihsel olarak kendiliğinden edindikleri gelenek, dil ve ahlaki kodlar, yasalarına da kaynaklık eder.
Böyle bakıldığında geleneğe dayalı kural oluşturma zorlayıcı olmayan, çoğulculuğu, insani ve toplumsal gerçeği dikkate alan; dolayısıyla daha özgürlükçü yasa metinlerin oluşumuna yol açar.
Oysa ideolojiler toplumu, tarihi ve insanı aklın keyfi tahayyülleri ve belli fantezileri çerçevesinde şekillendirmeyi hedefleyen kapalı, durağan ve yıkıcı kurgulardır.
İdeolojik tahakkümle dizayn edilmeye çalışılan modern toplumlarda baskıcı devlet tekelini, özgürlükten yoksunluğu, ağır hak ihlallerini ve çeşitliliğin yok oluşunu tarihsel olarak gözlemliyoruz. Fransız devrimi, Sovyetler tecrübesi, bazı Afrika ülkelerindeki deneyimler ve nihayetinde içinde yaşadığımız Cumhuriyetin kısa hikâyesi bunun en iyi örnekleri olarak okunabilir.
İdeolojiler belli türden bir hakikat kurgusuyla ortaya çıkarlar. Genel olarak kapalı sistemlerdir ve bu nitellikleriyle toplumu ve bireyi her bakımdan dizayn etmeyi hedeflerler.
İdeal yurttaş ve büyük ülküler gibi yapay değerler temelinde doğru yaşam idealini eğitim ve gerektiğinde şiddet yoluyla dayatırlar. Bu çerçevede yasalar oluşturulur, birer norm olmanın ötesinde, ilahi buyruklar olarak telkin edilirler.
İdeolojilerin tarihi eski olmakla beraber modernlik sonrası, Fransız devriminin de etkisiyle, çağdaş toplumların yüzleştikleri bir fenomendir. Geleneği, tarihi, dini ve ahlaki kodları reddederek veya kökten budayarak yeni bir medeniyet algısı oluşturmak amacı güden yeni aklın ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.
İdeolojiler temel değerleri askıya alır, tahrip ederler. Rasyonellik iddiasına dayanan ve bilimsellik retoriğini esas alarak oluşturulan yasalar ve özel olarak anayasalar temelsiz olacağı gibi hayatın doğal akışına aykırılık oluşturlar.
İdeolojik kurgulama çabası yapay ve yıkıcı etki yaratır. Zira soyut bir düşünme mekanizması olarak hem doğayı hem de insanı kurgular, sınıflara ayırır ve gerçeğin dışına çıkararak biçimselleştirir. Gerçek dünyaya yabancılaşan bu formel akıl tüm varlığı araçsal bir konuma indirger. Böylece kutsallığı yok edilmiş soyut ve kırılgan insan ortaya çıkar.
Böylece barış değil çatışma ortaya çıkar. İnsan değer olmaktan çıkararak kurgulanmış modern bir dinin yani ideolojinin nesnesi haline gelir.
Şüphesiz tarihi akış ve hayatın doğallığı kendi dinamikleriyle esas olmalıdır. Hiçbir bilim ve ideoloji hayatın doğallığı içinde yer alan dil, din, gelenek ve ahlaki kodları bütünüyle yaratma gücüne sahip değildir.
Bu verili alan (gelenek) üzerinde düşünmek ve eleştiri yeteneğimizi kullanmak, geleneğin oluşturacağı muhtemel olumsuzlukları önleme imkanı tanır. Düşünmek, içe bakmak ve diğerini kendi gerçekliği içinde kavramak bu dinamik içinde hayat bulur.