Mayıs ayı yakın tarihimizin anlam bakımından birbirinin tam zıddı olan iki önemli olayına tanıklık eden bir ay. Biri, Cumhuriyet dönemindeki ilk serbest seçimlerle iktidarın el değiştirdiği “14 Mayıs”a, diğeri ise seçimle gelen iktidarın kaba kuvvetle devrildiği “27 Mayıs”a işaret ediyor. İlki bir onur, ikincisi ise utanç kaynağımız.
Önce meselenin tarihsel arka planını kısaca hatırlayalım. Bilindiği gibi, Osmanlı devletinin yıkılması üzerine kurulan ve 1921 Anayasası’nın “Türkiye devleti” olarak adlandırdığı yeni devlet bir cumhuriyet olarak kuruldu ama kısa zamanda otoriter bir rejime dönüştü. Üstelik bu, İkinci Meşrutiyet’in demokratik ruhuna ve Cumhuriyetin kuruluşuna takaddüm eden Milli Mücadele’nin şartların izin verdiği ölçüde demokratik bir tarzda yürütülmüş olmasına rağmen böyle oldu.
Bu otoriterleşme sürecinin ilk adımı Nisan 1923’te Birinci Meclis’e karşı gerçekleştirilen “sivil darbe”yle –Meclis’in anayasaya aykırı olarak “erken seçim”e götürülmesiyle- atıldı, ardından “Takrir-i Sükun” rejimi geldi. Önce “ebedi şef”in sonra da “milli şef”in yönetiminde işleyen ve zaman zaman Sovyet totaliterizminden zaman zaman da faşizmden esinlenen bu rejim 2. Dünya Savaşı sona erinceye kadar devam etti. Savaş sonrasının bilinen şartlarının ve özellikle de uluslar arası konjonktürün zorlamasıyla 1945 yılında muhalif partilerin kurulmasına izin verildi ve 1946 Ocak’ında kurulan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de yapılan serbest seçimlerle “iktidar”a geldi.
Ancak, ne çok-partili hayata geçilmesi ne de hatta muhalefet partisinin seçim yoluyla “iktidara gelmesi” rejimin demokratikleştiği anlamına geliyordu. Gerçi, Demokrat Parti’nin art arda üç seçimi kazanarak 10 yıl boyunca şekli iktidarını korumasına bakarak bu yıllarda Türkiye’de “demokrasiye geçildiği”ni düşünmek makul görünebilir. Ama gerek 1950-60 devresinde olayların seyri gerekse 27 Mayıs darbesi ve onun izleyen gelişmeler bu yargının doğru olmadığını göstermektedir. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Türkiye’nin 1945-50 döneminde geçiş yaptığı şey Batılı anlamda özgürlükçü-çoğulcu demokrasi değil, fakat en iyi ihtimalle “sınırlı” veya “vesayetçi” demokrasi olarak nitelenebilir. Öyle anlaşılıyor ki, konjonktürün zorlamasıyla çok-partili siyasete geçmeye karar veren CHP önderliği ve devlet seçkinleri rejimin temel yapısını değişikliğe uğratmayacak, sınırlanmış bir alanda önceden tanımlanmış rolleri oynamakla yetinecek aktörlere dayanan teatral bir “demokrasi” peşindeydiler. Ve galiba bunlar, serbest seçimlerin DP’yi iktidara taşıyacağına da ihtimal vermiyorlardı.
Bu yargının kanıtlarını şöyle belirtebilirim: Bir kere, ilk on yıllık çok-partililik denemesi 27 Mayıs 1960’ta bir darbeyle –sonuçlarını nazara alırsak, “kanlı bir darbe”yle- kesintiye uğradı. Dahası, bu, arızi bir fenomen olarak da kalmadı, tam tersine daha sonraki askeri müdahaleler için bir ilk örnek ve sözde meşruluk referansı oluşturdu. Nitekim, rejim 1971-73 ile 1980-83 dönemlerinde ve 1997 sonrasında tam veya kısmi askeri müdahalelere maruz kaldı. Bundan 10 yıl sonra Nisan 2007’deki “e-muhtıra” her ne kadar bir kesintiye yol açmadıysa da, rejimin üstündeki asker gözetiminin henüz büsbütün kalkmadığını gösterdi. Dolayısıyla, uzun dönemli olarak bakıldığında, Türkiye’nin 1950 sonrası rejiminin istikrarlı veya pekişmiş bir demokrasi olarak nitelenemeyeceği açıktır. Yani, bir tür “kronik (demokrasiye) geçiş” rejimiyle karşı karşıyayız.
İkinci olarak, kesintileri bir yana bırakıp rejimin sözde “olağan” dönemlerine baktığımızda da, demokratik teori bakımından alışılmadık bir durum göze çarpıyor. Yapılan usulüne uygun seçimlere rağmen, ülkenin kaderine bu seçimlerden çıkan irade tam olarak hakim olamıyor. Kamu siyasetlerinin belirlenmesi konusunda demokratik çoğunlukların hareket alanı bir hayli sınırlanmış durumda. Parlamento ve hükümetin demokratik iradesi çeşitli şekillerde sınırlanmış bulunuyor; bunların demokratik meşruluğa sahip olmayan ortakları var. Dahası, seçilmiş olmayan bu zoraki ortakların rejim nezdindeki meşruluğu seçilmişlerinkinden de güçlü; çünkü bunlar “halk iradesi”nden daha üstün sayılan resmi ideolojiyi temsil ediyorlar. Bu durum, karşılaştırmalı siyaset literatüründe “yarı-demokrasi” veya “seçimsel demokrasi” denen modeli andırıyor.
Aslına bakılırsa, yukarıda işaret ettiğim gibi, başlangıçta CHP’nin –o zamanki durum itibariyle, “Devlet”in- denetimi altında sınırlı bir demokrasi öngörülmüştü ama bunun ayrıntılandırılmış, sofistike bir modeli henüz ortada yoktu. Muhtemelen o zaman bu kadarı düşünülmemişti. Devlet seçkinlerini bu konuda uyaran DP tecrübesi oldu. Çünkü, başlangıçta belki Demokrat Parti önderliği bile kendisi için öngörülmüş olan sınırlar içinde kalmaya razıydı, ama bir kere “milli irade”nin temsilcisi haline geldikten sonra kendisini bu çerçeveyle sınırlı görmek için bir nedeni olmadığını düşünmüş olmalıdır. Esasen, “demokrasi oyunu”nu ciddiye alan tabandan da bu yönde baskılar geliyordu. Başka bir ifadeyle, bu “demokrasi oyunu”nu bozan halk oldu.
Demokrat Parti’nin böylece seçmenlerin kendisine verdiği demokratik vekâletin (mandate) gereklerine uygun davranmaya başlaması CHP’yi ve devlet seçkinlerini endişeye sevk etti ve bunu önleyecek tedbirler üzerinde düşünmeye başladılar. Bir “acil önlem” olarak 27 Mayıs darbesini hazırladılar, ama bu yeterli değildi. Bundan sonra da, halka veya “milli irade”ye güvenip “haddini aşma”ya kalkışacak olanlara karşı “rejim”i kalıcı olarak güvenceye almaları gerekiyordu. Bunun sofistike reçetesini de “devletlu ulema” hazırladı. Bu, 1961 Anayasası’ydı. Bu anayasa seçilmiş çoğunluklara asker ve sivil-bürokratik ortaklar yanında vesayet kurum ve mekanizmaları getiriyordu.
İşte, aşağı yukarı bir “seçimsel demokrasi” öngören bu tasarım daha sonraki 1982 Anayasası’nın da prototipini oluşturdu. Kısaca, Türkiye’nin bugün de halâ cebelleşmekte olduğu demokrasi sorunlarının asıl kaynağı işte burada yatıyor.
Açık Görüş, 30.05.2010