Turgay Uzun – “Pretoryen yargı” kimin bekçisidir?

“Pretoryen”, eski Roma’da imparatoru korumakla görevli seçkin askerlerden kurulu bir gücü ve imparatorun dokunulmaz alanı anlamında bir kavramdır. 
 
“Pretorlar”, imparatorun yakınına kimseyi yaklaştırmama emri almış kişilerdi. İktidarın yakınına, sadece dışarıdan gelen tehlikelere karşı korumakla görevli askerlerin girebildiği bir alandı “pretoryen alan”. Daha sonra, bu seçkin askerler giderek güçlendiler ve imparatora yakın olabilen yegâne güç olmanın da verdiği imkânla imparator ve devlet üzerinde kendilerini hak sahibi görmeye başladılar. İstediklerini asıp kesmeye ve hatta kendi içlerinden birisini iktidara getirmeye başladılar. Çünkü artık onlar devletin “muhafızları” olarak iktidarın ve zenginliğin gerçek sahibi olarak kendilerini görmekteydiler.

Pretoryen güçler modern devletin kurulma sürecinde de ortaya çıkmaya başlar. Özellikle Avrupa’da soylular ve sermaye sahipleri kendilerini devletin sahibi olarak da görürken, sıradan insanların iktidarın yakınından bile geçmesine izin vermezler. Ta ki, “sıradan insanlar” yani bir bakıma “göbeğini kaşıyan adamlardan” oluşan büyük kitle, sahip olduğu gücün farkına varıp iktidara ortak olmaya karar verinceye kadar. Aslında Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar yaşanan çekişme ve gerilimin altında yatan, antik Roma’da olandan çok da farklı değildir. Devletin kurucusu ve sahibi olarak kendisini gören, Türkiye’deki pretoryen güçler kimlerdir? Seçkinci bürokratik kesimler, yani asker ve sivil bürokrasi, “yargı aristokrasisi” ve devlete yaslanarak zenginleşen devletçi sermaye sınıfı. Devletin korunması ve diğer toplumsal kesimlerin iktidarı ele geçirmesi “tehlikesine” karşı pretoryen güçler her zaman “zindeliğini” korumak zorundadır ve bu yönde sistemin kontrol altında tutulması gerekmektedir.

Türkiye’de halkın iktidara yönelik ilk güçlü çıkışı 1950 seçimleridir. Bazılarının “sivil darbe” dediği türden bir çıkıştır bu. Pretoryen güçler, alttan ve dışarıdan gelen baskıya dayanamayarak halkın karar alma sürecine katılmasına izin verirler. İktidara yakın olma özlemi çeken geniş halk kitleleri Demokrat Parti’ye adeta akarak onu iktidara taşırlar. Bu süreç çok uzun sürmez, devletin muhafızları güç kullanarak tekrar iktidarı eline geçirir. Yani devlet tekrar asıl sahibine geri dönmüştür. Bu süreçte yeni anayasa yaparak, sistemin tekrar kontrol dışına çıkmasının önüne geçmek istenir ve siyasal iktidar karşısında yargı güçlendirilerek, son sözü hep “pretoryen yargının” söylemesi sağlanır ve Anayasa Mahkemesi kurulur. Artık, halkın tercihleri doğrultusunda gelişecek süreçlerin önünün kesilmesi noktasında yargı aristokrasisi rejimi koruma işlevine daha güçlü biçimde sahip olur.

12 Mart yönetimiyle birlikte bu yapı daha da koruma altına alınır ve sistemin kontrol noktaları geliştirilir. Ancak esas düzenleme yapmak için 9 yıl beklemek gerekir, 12 Eylül 1980’de sistemin bütün nitelikleri 12 Eylül Anayasası ile devletin korunması doğrultusunda tasarlanır ve uygulamaya geçirilir. Bu “koruma ve kollama” sistemi asıl itibarıyla askerî gücün baskınlığında bir vesayet sistemine dayalıdır. Perde arkasından sivil yönetimlere yön vererek sistemin istenen çizgiden çıkmasını önleyen ordu, pretoryen bir güç olarak devletin asıl sahiplerinin başında gelir. Bu amaçla askerler sisteme doğrudan müdahale ederek yönetimi zaman zaman ellerine alırlarken, bazen de sınırlı müdahalelerle bu sahipliğin verdiği imkânlardan yararlanırlar. Ancak giderek zaman geçer ve değişim kaçınılmaz olur. Devletin diğer gerçek sahiplerinden olan yargı aristokrasisinin daha çok işlev sahibi olması gereken günler gelmiştir. Bütün pretoryen güçler, devletin değişimi ve demokratikleşmesi tehdidi karşısında ortak mücadele yöntemini benimserlerken, devletin içinde daha derinlerde yer alan “çekirdek devletin” kullandığı araçlarla, devletin gerçek bir hukuk devleti olmasının önüne geçme mücadelesi verirler.

İşte Türkiye’de yaşanan; değişim ve demokratikleşme karşısında direnen pretoryen güçlerle, yani Yüksek Yargı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay ile bu güçlere, değişime karşı mücadelede destek veren diğer statükonun bekçileri arasında yaşanan bir gerilimden başka bir şey değildir. Yoksa 12 Eylül darbesinden kalma, toplumdaki demokratik süreçleri ve çoğulculuğu boğma işlevine sahip olan bir anayasanın değiştirilmesine karşı bu denli bir direnişin başka türlü açıklamasının bulunması çok zordur. Pretoryen yargı, siyasal sistem üzerinde sahip oldukları belirleyici gücün elden gideceği ve Türkiye’nin gerçek anlamda çağdaş bir hukuk devleti olabileceği endişesiyle belki de son mücadelelerini vermektedirler. Yine statükoyu korumakla kendilerini görevli hisseden güçler, demokratik süreçleri ve hukuk devletini öne çıkaran yargı mensuplarını da tasfiye etmenin yollarını aramaktadır. Ne kadar acıdır ki, Türkiye’de yargının bir bölümünün, askerî vesayet sisteminin devamından yana olduğu görülmektedir.
 
Demokrasi ve özgürlüklerin teminatı olması, bireylerin hiçbir ayırım gözetmeksizin kendisine güvenmesi gereken yargı erki, sahip olduğu pretoryen yetkilerin elinden alınması veya bu yetkileri daha alttaki yargısal unsurlarla paylaşma ihtimali karşısında kıyasıya bir savaşım içine girmiştir. Aslında yargının bu tür bir savaşımı, özgürlüklerin genişletilmesi, partilerin kapatılmaması, askerî darbelerin önlenmesi, yargıçların bürokratik ve siyasal etkilerden korunması ve yargıya ideolojik ayrımcılığın sokulmaması için de vermesini beklerdik. Yakın tarihte yaşadığımız gibi, bir başbakanın asılmaması, gencecik insanların, kemik yaşı değiştirilerek idam edilmemesi için, 12 Eylül’de tüm ülkeyi toplama kampı ve işkencehaneye dönüştüren darbecilerin yargılanması için, halkı birbirine düşürmeye çalışan güç odakları ve devlet içinde devlet kurmaya çalışan hukuk dışı oluşumların yok edilmesi için de kıyasıya mücadele etmesini beklerdik Ankara’daki tüm yargıçların. Elbette zaman bütün bu beklentilerimizin gerçekleşmesi için geçmiş değildir. Peki, ne zaman bu beklentiler gerçekleşmiş olacaktır? Almanya’daki yoksul köylünün güçlü imparatora karşı, “Berlin’deki yargıçlara” güvendiği gibi, bu ülkenin insanları da Ankara’daki yargıçlara güven duydukları zaman, yargının ve yargıçların istisnasız biçimde herkesin özgürlüklerinin bekçisi olduğu zaman Türkiye’de de çağdaş hukuk devletine ulaşmada çok önemli bir gelişme sağlanmış olacaktır.

Zaman, 25.03.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et