Almanya’da Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyon’un (Avrupa-ADD) düzenlediği “20. Yüzyılın En Büyük Lideri Atatürk” konulu toplantıda konuşan Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kurulan “imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinin” bir dönem kapatılmasını eleştiriyor. Gerekçe olarak da bu okulların kapatılması neticesinde ortaya cemaatlerin, onların yetiştirdiği adamların çıkmasını gösteriyor. Devamında toplumun yüzde 99’unun Müslüman olduğunu dolayısıyla din adamına (aydın din adamı) ihtiyacın aşikâr olduğunu ve bunu üstlenmesi gerekenin de doğal olarak devlet olması gerektiğini ifade ediyor. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. Maddesinin zaten bu yönde düzenleme içerdiğini belirterek “özellikle küçük yerlerde, köylerde, kasabalarda halk din adamlarının söylediklerine çok itibar eder. O zaman bunu yetiştireceksiniz” tespitinde bulunuyor. Bu gerçeklik dikkate alınmadığı içinde 1930 ve 1950 arası dönem ki uygulamaları da eleştiriyor.
Genelkurmay eski başkanının hem din eğitimine hem de geçmiş uygulamalara dönük eleştirel tutumu önemli. Ancak meselenin ele alınış biçimi ve çözüm dinamiği sıkıntılar barındırmaya devam ediyor. Zira bu eleştirel çözümlemede iki husus belirgin şekilde ön plana çıkıyor: Birincisi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun aynen muhafazası yani din eğitiminin devlet tekelinde sürdürülmesi gerekliliği. İkincisi, cemaat vb. dini oluşumları şaibeli-tehlikeli ve olmaması gereken olarak gören yaklaşım. İki hususun birbiriyle ilintili olduğu aşikâr. İki maddede esasen birbirini besleyen, birbirini zorunlu olarak gerekli kılan nitelikte.
Burada temel sıkıntı dikkat edilirse devletin topluma öncelenmesi ve devlet-toplum ilişkisinin devletin belirleyiciliğine emanet edilerek ele alınması. Bunun siyasal ve tarihsel sakıncalarının neler olduğuna ilişkin hafızamız yeterli veriye sahip. Sosyolojik, felsefi açıdan ise hem din eğitimi hem de devlet tekelinde eğitim, alıcısı olmayan bir gündem başlığı.
Türkiye’de açık veya örtük paylaşılan temel kanaatlerden birisi topluma olan güvensizlik ve bunun en görünür olduğu alan ise eğitim özellikle de din eğitimi. Topumu doğal haliyle makbul-meşru görmeyen, tehlikeli gören veyahut en iyimser koşullarda bilinmedik bir müdahaleyle, operasyonla başka yöne evrilebilecek oynak, güvenilmez olarak ele alan bir baskın bir siyasi gelenek var. Modernleşme pratiğimizde kâh yeniden formatlanacak teknik bir dolgusu, kâh hümanist iyimserlikle yola getirilecek, geçmişin tortularından ve prangalarından azade edilecek gariban köylüsü modu aynıyla muhafaza ediliyor. Günümüz dünyasında insana ve topluma yaklaşımın bu şekilde olması elbette kabullenilemez ve bu yaklaşımın başlı başına problem odağı olarak işlev göreceği açık. Toplumun devletin tezgâhından geçerek varlık kazanması değil, tersine devletin sosyolojiyle mütenasip bir konumlanışla elden geçirilmesi gerekiyor.
Bu açıdan toplumu devlete açan, onun müdahalelerine açık kılan ve bir tür “kapatma”düzeneğine yönlendiren Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun gereklerinin yapılması, devlet tekelinde şekillenmiş bir din eğitimi alanının tanzim edilmesi yerine toplumun önünü açan, çoğulcu yapısına imkân tanıyan düzenlemelere ihtiyaç var. Tevhid-i Tedrisat’ın tahkimi ve devlet tekelinin muhafazası temelinde tartışmak yerine devletin öncelenmesine zemin hazırlayan bu iki dinamiği yapıbozuma uğratmak durumundayız. Yani din ve eğitim alanında tekel oluşturan Tevhid-i Tedrisat’ı hedef alan bir arayışın içerisinde olmalıyız.
Birlik, beraberlik, ahenk ve uyum gibi gerekçelerle veyahut “kargaşa çıkar”, “toplumun insicamı bozulur” gibi tereddütlerle meselenin ele alınması gerçekliğin alenen çarpıtılmasıdır. Zira toplumun bugün sahip olduğu birlik-beraberlik, ahenk ve uyum alandaki devlet tekelinin ve dolayısıyla Tevhid-i Tedrisat’ın mahsulü olmadığı gibi böyle bir okuma girişimi devletin ve Tevhid-i Tedrisat’ın lüzumsuz bir taltifi manasına gelir. Aynı şekilde bugün yaşadığımız kargaşa, kültürel yarılma, parçalanma da ileri sürüldüğü gibi devletin ve Tevhid-i Tedrisat’ın gerekli şekilde uygulanamayışından değil tam tersine son derece etkin bir şekilde kullanılmasının ortaya çıkardığı komplikasyonlardır. Yana yakıla şikâyet edilen dini grup ve cemaatlerin seviye düşüklükleri de söz konusu uygulamaların ve şüphesiz daha temelde devlet-toplum ilişkisinin tersyüz edilmiş karakterinden bağımsız ele alınamaz.
Hal bu iken; alana ilişkin cari mevzuatı ve devlet-toplum ilişkisindeki vesayet sistematiğini görmezden gelerek iyileştirmeler yapabileceğimizi, seviye ve nitelik arayışımıza karşılık bulacağımızı ve “kaynaşmış, çelikten bir kütle” olarak birlik-bütünlüğümüzü pekiştireceğimizi düşünmek saflığı da aşan bir nitelik arz ediyor.Bunca yaşanmışlık, bunca tecrübe alana ilişkin bir farkındalık oluşturmuyorsa o zaman biraz bizim neyi istediğimiz, niçin istediğimiz ve ne tür bir şekilde istediğimiz ile ilgili zannettiğimizden de büyük bir açmazımız var demektir. Onu görmeyince gerisi havanda su dövmeye dönüşüyor. “Yok, o iş öyle değil!” diyorsanız o zaman Nasreddin Hocagibi söyleyebileceğim “Halep ordaysa arşın burada!” olur.