Eleştirmenleri, modernliğe baktıklarında tek-biçimliliği, merkeziyetçiliği, araçsal aklın yaygınlaşmasını gördüler. Buna göre, farklı ve kıyaslanamaz değerler aklın dar süzgecinden geçirilerek hiyerarşik sıraya diziliyor; tikeller evrensel biçimde kendini dayatan tek-biçimliliğe dönüşmeye zorlanıyor; her türden duygu, tutku, sezgi, fantazi ve içsel deneyim irrasyonel bulunup dışlanıyor; beşerî ilişkiler kapitalist metalaşmanın baskısı altında araçsal mantığa esir oluyordu. Bu normlara uyum sağlayamayan değer ve kavramların payına ise tasfiye olmak düşmekteydi.
Bunun fazlasıyla tek-yönlü bir bakış olduğunu düşünüyorum. Madalyonun öbür yüzü de var: Modernlik geleneksel dünyanın sabitliğini yıkıp yerine evrensel bir sabit kurmayı ima etse de, bu kez bir nihaî varış noktasından ziyade, bir süreç sözkonusudur ve yaratıcı yıkımın merkezkaç kuvvetleri daima işbaşındadır. Tek-biçimliliğin fideliğinde yeni biçimlerin tohumları barınır ve sürekli bir değişim ve uyarlanma süreci, sabitliğin kalesine zafer bayrağı çekilmesini engeller.
Başta ifade edilen tek-yönlü ve indirgemeci modernlik analizi, geleneksel toplum ile modern toplum arasındaki risk ve belirsizlikler dağılımı farkını layıkıyla tespit edememekten kaynaklanmakta. Toplumun merkezîleşmiş devlet, genişletilmiş bürokrasiler, kuşatıcı kitle iletişim aygıtları, devlete bağlı eğitim sistemi gibi standardize edici, yukarıdan nizam dayatıcı, büyük otoriteler eliyle, kâh cebre başvurarak, kâh rıza imâl ederek modern hayata adapte edildiği inancı, modernlik eleştirisinin temalarındandır; kimisi bu totaliter yapının tepemizde duran bir devasa pres makinesi gibi değil, tahakkümü daha da artsın diye kılcal damarlarımıza sindiğini; gelinen noktada, hayatın her alanındaki iktidar odaklarının, yukarıdan cebre gerek kalmaksızın kişinin “özgür” eylemlerine yön vererek bu kalıba döktüğünü, yahut libidinal güdüleri yönlendirerek kapitalizmin tornasına soktuğunu vs. öne sürer; her halûkârda modernlik, risk ve belirsizliklerden muaf bir dünya kurma yolunda hayatımızı cehenneme çevirmiştir.
Peki gerçekten risk ve belirsizlikleri ortadan kaldırmak modernliğin, yahut şöyle soralım, her modernist projenin hedefi midir? Modernliğin ikili tabiatı, gerçekte risk ve belirsizlikleri tamamen ortadan kaldırmaya değil, kısa ve uzun vadeli risklerin yer değiştirmesine daha müsaittir. 14 Kasım 2018’de Hür Fikirler’de çıkan yazımda belirttiğim üzere: “Geleneksel toplumda birey, sabitlikler kapsamında kısa vadede güvenli bir hayat yaşar, fakat uzun vadede siyasî, ekonomik, kültürel dinamiklerin kontrol edilemezliği karşısında çözünmeye ve dağılmaya yazgılıdır. Sözgelimi, 14. yüzyılda köyünde durağan bir hayat içerisinde, alması gereken kararların sayılı olduğu, başetmesi icap eden yeni koşullarla nadiren karşılaşan bir köylü, uzun vadede, önleyemediği salgın hastalıklara maruz kalabilecek, savaşlar ve işgaller sonucunda yerini yurdunu kaybedebilecek, yahut kıtlık ve kuraklık neticesinde neslini devam ettiremeyebilecekti… Buna mukabil modernliğin anlamı, risklerin ve belirsizliklerin kısa vadeye yakınlaştığı, fakat uzun vadede daha öngörülebilir ve kontrol edilebilir koşullara dahil olmaktır. Bugünün insanı, bilim ve teknolojideki gelişmeler sayesinde, muhtemel sıhhî tehditleri önleme noktasında daha başarılıdır; geçmişte nüfusları kırıp geçiren birçok hastalık bugün tarihe karışmıştır. Aynı şekilde, rant ve kaynak paylaşımı amacıyla savaşlara tutuşma itiyadı azalmış, uluslararası sorunları diplomasiyle çözme eğilimi yükselmiştir. Ekonomide ise piyasa düzeni, milyonlarca bireyin aldığı sayısız kararı ve yaptığı faaliyeti koordine eder, üretkenliği artırır, kıtlığı ve mutlak yoksulluğu gündemimizden çıkarır. (Üretim tarzının değiştiği tarihsel dönemeçler ender uzun vadeli sarsıntı faktörlerindendir.) Öte yandan, kısa vadede bireylere değişken koşullara uyarlanma hususunda hazır ve donanımlı olmayı dayatır.”
Bu noktada, postmodernizmin bir tür liberal proje olduğu iddiası, bir gerçeği görmeyi ıskalamaktadır: Liberalizm modernliğin ikili tabiatını tanımaya, yani hiyerarşi ile kendiliğinden/aşağıdan gelişen düzenleri bağdaştırmaya daha yakınken (ki bu hususta sosyal liberaller hiyerarşiyi, klasik liberaller kendiliğinden düzenleri daha çok önemser), sosyalizm ise modernliğin kontrol edilemez dinamiklerini, merkezkaç kuvvetlerini, içinde barındırdığı diyalektiği görmezden gelmeye, her türlü risk ve belirsizlikten muaf bir modernlik üretmeye dönük bir projedir. Sosyalizmin hedefi, bireysel özgürleşmeyi, hiyerarşiler, bürokratik akılcılık ve tek-biçimci standartlaştırma yoluyla sağlamaktır. Bu sayede bireyin özgürlük alanının genişleyeceğini varsayan sosyalizmin modernliğin ikili tabiatı karşısında hayal kırıklığı yaratmasından sonradır ki, liberalizmi hiç bilmeyen ya da Marksist zaviyeden bildiğini zanneden aydınların, postmodernistlerin tepkisi esasen sosyalizmden (münhasıran Marksist sosyalizmden) uzaklaşırken sosyalizmin karakteristik vasıflarını modernlikle eş tutmuş, modernliği ancak bu açıdan eleştirmişlerdir. Hâliyle bu eleştiri, modernliğin tek-yönlü bir değerlendirmesine dayanıyordu. Ve sözkonusu aydınlar, sarkacın bir ucundan diğer ucuna savrularak, özgürlüğü bu kez de modernliğin zıt kutbu olarak gördükleri, güya modernlik tarafından baskılanan dinamiklere hususî bir vurgu yapmakta aradılar.
Farklı amaçların ve değerlerin kıyaslanamazlığını savunan liberalizm versiyonları, postmodernizme hizmet mi eder? Hayır, çünkü bu liberaller bireylere öznel amaçlarını takip için gerekli özel alanı koruyacak sınırlı devletin ve onun himayesindeki hakların lüzumuna işaret ederken, postmodernistler ise o hakların evrenselliğine, o birey anlayışını üreten epistemolojiye ve o devletin cebir veya rızacı iktidarına “hayır” derler… Öte yandan, farklı ahlakî değer ve tercihlerin akla, faydaya, doğaya yahut evrimin ürünü olan uzlaşımlara dayalı bir kıyaslanabilirliğini öngören liberalizm versiyonları ise ahlakî rölativizmin tarafını tutmaz.
Kültürel planda çok-kültürcülük ve çoğulculuk olarak öne çıkarılan değerler, şüphesiz klasik liberalizmin hoşgörüsünden farklıdır; hoşgörü, eşit özgürlüğe ve eşit saygınlığa açılan kapıydı ve geleneksel toplum yapısına içkin siyasî imtiyazların kaldırılması, bu avantajlı gruplara güç veren iktisadî korumacı önlemlerden vazgeçilmesi, toplumdaki fırsatların herkese açık olması anlamına geliyordu. Aynı şekilde dezavantajlı grupları devlet desteğiyle ötekilerle eşitlemeye çalışan sosyal liberal ajandadan da farklıydı. Ve her iki liberalizm de eşit özgürlüğe ve eşit saygınlığa götüren araçlar konusunda ihtilâfa düşseler de, postmodernliğin vurgusunun eşitlikten ziyade farklılığa yapıldığını düşünürsek, bu durumda ilham kaynağının liberalizm olduğunu söyleyemeyiz. (Liberal hoşgörüyü çoğulculuğa ve çok-kültürcülüğe evriltmeyi amaçlayan çağdaş liberal girişimler de var kuşkusuz, o başka). Postmodernlik gerçekten de esnek ya da katı eşitlikçi formüllere soğuk bakmayı, bu formüllerin teklifini dahi “tikelin özgüllüğünü yadsıyıcı, tek-biçimlilik tornasına sokucu, kıyaslanamaz olanları hizaya dizip kıyaslayıcı” saymayı gerektirir. Fakat klasik liberalizmin kurduğu gibi esnek bir çerçeveyi, yahut evrenselci bir akıl/doğa/evrim modelini dahi elinin tersiyle iter. Böylece neyi yıkmak istediğini açığa vursa da, neyi kurmak istediği belirsizdir; aslında hiçbir şey kurmak istemez, çünkü kurucu faaliyetin kendisi iktidarın, evrenselciliğin, hiyerarşinin, tek-biçimliliğin baskıcı yüzünü ima eder; dolayısıyla postmodernlik modernliğin bir yüzüne sürekli itirazın ötesine geçmez.