Ana Sayfa Blog Sayfa 508

Bırakınız Sivas’ı ansınlar

Bu cumartesi çok lüzumsuz bir gerilim yaşandı Sivas’ta. 18 yıl öncesinin korkunç olaylarını anmak isteyen sivil gruplar, Madımak mekanına yürüyüp orada basın açıklaması yapmak istediler. Ama polis, otelin olduğu sokağa barikat kurmuştu. Barikatı aşmak isteyenler, polis mukavemetiyle karşılaştı; bildiğiniz “biber gazı” manzaraları yaşandı.

Aslında böyle olacağı belliydi. Sivas Valisi, olaydan birkaç gün önce kameraların önüne çıkıp şöyle demişti,:

“Madımak olaylarının yıldönümünde anma etkinliği yapacak grubun toplu halde otel önüne gelmelerine ve burada basın açıklaması yapılmasına izin verilmeyecek.”

Peki niye böyle tensip buyurmuştu Vali Bey? Belli değildi…

Ne zararı vardı “otel önünde açıklama” yapmanın? O da belli değildi…

Provokatörler ve özgürlükler

Eminim kurcalasak bir takım “gerekçeler” çıkacaktır ortaya. Otel önünde toplanacaklar arasında “provokatörler” olmasından endişe edildiği söylenebilir, mesela, muhtemelen.

Oysa, özgür bir toplumda insanların ifade özgürlüğü böyle müphem gerekçelerle kısıtlanamaz. “Provokatör” dediğiniz adam bir suç işliyorsa, gider yakalarsınız. Yaptığı sadece bağırıp-çağırmaksa, karışmazsınız; en doğal hakkıdır.

Hem sonra “provokasyon”un en büyüğü, çoğu kez, tam da Sivas’ta yapıldığı gibi göstericilerin önünü kesmektir. Eğer böyle bir engel olmasa, muhtemelen hiç bir arbede yaşanmayacak, açıklamalarını yapıp dağılacaktı göstericiler.

Aynı “sorunsal”ı Taksim meydanında da yaşamadık mı onyıllar boyunca? “Aralarında provokatörler var” diye Taksim’e sokulmayan göstericiler, asıl bu “yassak kardeşim” tavrı karşısında provoke oldular. Sonra, AK Parti zamanında, bu saçma “Taksim yasağı” kalktı ve “Taksim sorunu” da bitiverdi.

Böyle nice yasağın tarihe karıştığı “Yeni Türkiye”ye, Sivas valiliğinin sergilediği bu “eski zihniyet” yakışmamıştır. Hükümet konuya el atmalı, Madımak anma törenlerinin gelecek yıllarda serbestçe yapılmasını sağlamalıdır.

Aleviler ve Sünniler

Madımak meselesinin bir başka boyutu ise, bu olayın Türkiye’deki Alevi-Sünni ikilemi açısından taşıdığı anlam.

Önce kendi bakış açımı belirteyim: 18 yıl önce o meş’um otelde yanarak can veren insanların çoğuyla çok farklı dünya görüşlerine sahiptim. Ama bu, maruz kaldıkları korkunç saldırıyı lanetlememe de, acılarını paylaşanları anlamama da engel değil.

Bu noktada, sadece, bu olayı ananlar arasında önde gelen Alevi gruplara bir hatırlatma yapmak isterim: Bu olayı bir “Sünni karşıtı propaganda malzemesi”ne dönüştürmek isteyenlere fırsat vermemeliler. Sivas’ı “ilerici aydınlar”a karşı bir “gerici saldırı” gibi resmetme, yani Türkiye’nin laikçi şablonlarına oturtma yanlışına da düşmemeliler.

Öte yandan, Sünni kesimin de Sivas konusunda daha açık sözlü ve daha öz eleştirel olması gerek.

Bu kesimdeki dar bir grubun, “ama o adamlar da hak etti, çünkü İslam’a dil uzattılar” diye düşündüklerini biliyorum. Oysa, “İslam’a dil uzatma”yı bir cinayet sebebi saymak, bu devirde İslam’a yapılacak en büyük kötülüklerden biri olsa gerek.

Sünni kesimdeki daha yaygın pozisyon ise, olayın arkasında “derin güçler” bulmak ve buradan hareketle “bizim bu işle hiç alakamız yok” imasında bulunmak. Yani, bir tür, “bize Müslümanlar adam öldürdü dedirtemezsiniz” tutumu.

Oysa, olayda ne kadar “provokatör” bulursak bulalım, kolayca “provoke olup” suç işleyen kitlelerin sorumluluğu ortadan kalkmıyor.

Yani, Hilal Kaplan’ın Yeni Şafak’taki köşesinde dediği gibi, “Sivas katliamını bir tür ‘Sünni düşmanlığı’na payanda yapmak ne kadar yanlışsa, bu katliamı ‘organize işler bunlar’ deyip geçiştirmek de o kadar eksik” kalıyor…

Star,

04.07.2011

 

 

Sivas Katliamından Başbağlar’a

Geçmiş konusunda toplum olarak öğretilmiş yanlış bilgilerin esiri durumundayız. Yıllarca tekrarlana tekrarlana doğruymuş gibi kabul edilen bilgilerin yanlış olduğu birileri tarafından dile getirildiğinde büyük bir tepki ile karşılaşıyor ve gerçekler ideolojik bağnazlıklara kurban ediliyor.Bunun en bariz örneğini “Analar ağlamadı mı?” polemiği ile Dersim konusunda gördük. Ülkenin Başbakan’ı olayı katliam olarak nitelerken olayın mağdurları ideolojik körlük ve AKP düşmanlığı ile olayı başka bir mecraya taşıdı.

Her şeye rağmen Türkiye, tarihsel olarak hızlı ama pek çoklarımız için yavaş bir aydınlanma ve yüzleşme sürecinden geçiyor. Dün için konuşulamayacak konular günlük konuşmalarımızın birer parçası haline geldi, ancak süreci yavaşlatan en büyük sebep çok az okuyan ve araştıran bir toplum olmamız. Bu nedenle aydınlanma ve yüzleşmenin başarısı, kanaat önderlerinin tavrına bağlı. Ulusal ve yerel çaptaki âkil adamlar ve kanaat önderlerinin alacakları tavır, sorunların çözümü noktasında göz ardı edilemeyecek kadar önemli. Toplumsal duvarların yıkılabilmesi için sadece siyaset adamları ve partilerin değil kanaat önderlerinin de daha sık ve yapıcı konuşmaları gerekmekte.

Türk kamuoyunda, Kürt meselesinin temel hak ve özgürlükler çerçevesinde insani bir bakışla ele alınması noktasında kanaat önderleri büyük rol oynadı. Yaşanan tüm şiddete ve araya giren kana rağmen bugün kamuoyunun hemen her kesimi, akan kanın durması için bir şeylerin yapılması ve birbirini ötekileştirmeyen bir dilin oluşturulması noktasında hemfikir.

Bugün için, Kürt sorunu kadar yakıcı olmamakla birlikte, önemli bir konu da Alevilik sorunudur. Ancak Alevilik sorunu, Kürt sorunundan daha zor ve çetrefilli. Bu sorunu zor ve içinden çıkılmaz kılan şey, arkasındaki uzun geçmiş, genlerimize kadar işlemiş olan önyargılarımız ve ideolojik bağnazlıklarımızdır. Bu durumu çok çarpıcı iki örnek üzerinden çözümlemek istiyorum.

SİVAS’TA YANAN SÜNNİLER

Sivas ve Başbağlar katliamı; yakın geçmişimizdeki kara lekelerden sadece ikisi. Ancak bugün için karşılık geldikleri anlam itibarıyla oldukça önemli iki olay. Birincisi Türkiye’deki laik-anti laik cepheleşmesi içerisinde yaşanmış ancak zamanla zihinlerde bir Alevi katliamına evrilen bir facia; diğeri ise terör yoluyla güya Sivas’taki şeriatçı kalkışmanın intikamının alındığı bir vahşet. Üzerinden geçen bunca yıla rağmen kendisini taraf olarak görenlerin hâlâ soğukkanlılıkla ele alamadıkları büyük bir sorun. Sünni kamuoyunun Sivas katliamını anlamak isteğindeki çekingenliği ve yavaşlığı; olayın kınanmasını İslam’ın kınanması anlamına geleceği şeklindeki yanlış algının varlığı Alevi kamuoyunu hırçınlaştırırken, Başbağlar katliamının da sahipsiz kalmasına yol açmakta. Bugün Sivas mağdurları pek çok kişi tarafından hatırlanırken; Başbağlar’ın kimsesiz köylüleri küçük bir grup dışında -onlar da maalesef mezhep taassubu ile sahip çıkmakta- unutulmuş durumda.

Başbağlar katliamı her yönü ile açık bir terör olayı ve tasvip edilecek bir yanı yok. Sivas katliamı ise Başbağlar katliamına göre acıda değilse bile içerikte çok daha komplike ve vahim bir olay. Olay devlet güçlerince rahatlıkla müdahale edilebilecek bir mesafede; derin güçlerin organize ettiği bir provokasyon sonucu toplumsal bir hezeyana dönüşerek insan hayatına kastedilmesi ile sonuçlandı. Bugünden baktığımızda iki olayın birbiri ile bağlantılı olduğunu mantıksal olarak çıkarmaktayız. Görüldüğü kadarıyla proje sahipleri bu boyutta büyük bir olayı düşünmemiş ancak olayların raydan çıkması sonucu büyük bir facia ortaya çıkmıştır.

Bu noktadan itibaren bizi iki soru bekliyor. Birincisi o gün için “laik ve çağdaş düzene karşı şeriatçı bir kalkışma” olarak tanımlanan olaylar nasıl olup da bugün tüm içeriğinden koparılarak Alevi-Sünni çatışması merkezine oturtulabilmiştir? O gün katledilen insanların yarıya yakınının Sünni kökenli olduğu ve içlerinde Hollandalı bir gazetecinin de bulunduğu neden unutulmaktadır?

İkincisi ve daha yakıcı soru, yakın geçmişimize damgasını vuran kitlesel kıyım hareketlerine katılmakta bu denli hazır bir toplumu hangi saiklerin yarattığıdır? Tan Matbaası baskını, 6-7 Eylül, Maraş ve Çorum olayları ve listeye ekleyebileceğimiz büyüklü küçüklü pek çok olay. Hepimizin şapkasını önüne koyarak bu soruların cevabını araması ve gördüğü manzara ile dürüstçe yüzleşmesi gerekiyor. Hangi güç bizleri çok basit yalan ve iftiralarla -hatta gerçek bile olsa- insan hayatına kastedebilecek derecede hesapsızca vahşileştirmekte ve saldırıya hazır eli kanlı maşalar haline getirebilmekte. “Dini duygularımıza, milli hassasiyetlerimize dokunulduğu için” cevabını veriyorsak sorunu anlamaktan hâlâ çok uzak olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.

Hiçbir gücün bizleri adalet ve hakkaniyet terazisinden uzaklaştırmaması gerekiyor. Ancak vicdan terazisine vurduğumuzda, Alevi ve Sünni olarak hep birlikte şiddetle kınamamız gereken bu ve benzeri olaylar ideolojik bağnazlıklarımıza kurban gitmekte. Alevilikle özdeşleşen Sivas katliamını büyük bir ıstırapla hatırlayanların -bir kısmının- Başbağlar konusundaki sessizlikleri ne kadar kabul edilemez ise Başbağlar’ı bayraklaştıran bazı kesimlerin Sivas katliamına “oh olsun” gözüyle bakabilmeleri de o derece kabul edilemez bir durumdur. Bu tavrın devamı İslam ile terörü yan yana getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz.
Kanaat önderlerinin rolüne yine kendi hayatımdan çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Lise yıllarımda, Alevi olduğum için aramızda sürekli problem çıkan bir grup arkadaşımın tutumları zamanla değişmeye başlamış ve bu değişikliğin sebebini merak edip sorduğumda, o günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir vaazının arkadaşlarımı etkilediğini görmüştüm. Daha sonra dinlediğim bu vaazda Hocaefendi, “Aleviler de ehli tevhittir ve Müslüman’dır. Uygulamalardaki farklılıklardan dolayı onları hor ve hakir görmeyin ve kendinizden uzaklaştırmayın.” minvalinde birtakım nasihatlerde bulunuyordu. Bunu dinleyen insanların belki bir kısmı içlerinde Alevilere karşı besledikleri önyargılardan kurtulamıyorlardı ancak “Hocaefendi büyüğümüzdür ve o böyle diyorsa bir hikmeti vardır” diyerek önyargılarına ket vurmaya çalışıyordu. Bu, ancak bir kanaat önderinin gerçekleştirebileceği bir durumdur ve değeri hiçbir şeyle ölçülemez.

Artık öğretilmiş yalanlardan kurtulmamız gerekiyor. Sivas ve Başbağlar katliamını Alevi-Sünni birlikte; kışladan gelen kurşunla ölen Ceylan ile PKK sempatizanlarının attığı molotofla ölen Buse’nin katlini Türk-Kürt hep birlikte kınayamadıktan sonra bu ülkeye gerçek anlamda barış, huzur ve dostluğun gelemeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Bu tür olayları birlikte kınamak içlerindeki -bize göre- bazı yanlışlıkları onaylamak anlamına gelmediğini artık kavramamız gerekiyor çünkü şiarımız ‘önce adalet’ olmalı.

Zaman,
03.07.2011

Komşumuz Yunanistan batarsa bizim açımızdan iyi mi olur baba?

0

Büyük oğlumun dün akşam haberleri izlerken sorduğu soru buydu. Hiç tereddüt etmeden “hayır” dedim.

***

Müstakil evlerden oluşan bir yerleşim yeri düşünelim. Sizin de iki katlı bir eviniz olsun. Güvenilmez komşularınız var. Ne yaparsınız? (Evinizi satıp da başka bir yere gitme imkânınız yok, bu bir sınırlılık olsun.)

En basit tedbir, kapılarımızı çelik kapı haline getirmek olur, hiç kuşkusuz. Ama bazen bu da yetmez. O zaman, pencerelerimize demir yaptırırız. Bunlar da yetersiz kalırsa, akla şunlar gelebilir: Evimizin etrafına bir duvar örmek, duvarın üzerine dikenli teller çekmek, bir köpek alıp beslemek. Bütün bunlar da para etmezse dikenli tellere elektrik vermek.

Soru şu: Sizin evinizin güvenlik harcamalarının artmasının doğrudan sonuçları ne olur? Çok basit. Aileniz için daha az eğitim, daha az sağlık, daha az kültürel etkinlikler harcaması yapması demek.

***

Teşbihte hata olmaz derler. Yukarıda verilen örnekte her bir müstakil ev yerine ülkeleri koyabilirsiniz, rahatlıkla. Taşınma imkânımız olmasın derken, ülkelerin yerlerini değiştirmenin mümkün olmadığı gerçeğine vurgu yapmak istedik. 

Komşusundan emin olamayan bir ülkenin yapacağı en basit güvenlik harcaması, sınırlarındaki askerlerin sayısını artırmaktır. Bu yeterli olmazsa? Sınırlara mayın döşemektir. Daha fazla top, tank, tüfek almaktır, vs.

Peki, bütün bu harcamaların doğrudan sonucu? O ülke vatandaşlarının toplam bütçeden daha az eğitim, daha az sağlık ve daha az diğer ihtiyaçlar için harcama yapması demektir.
 

***

İki şeyin dili, evrenseldir: Çocukların dili ile müziğin dili. Meselâ, iki yaşındaki bir Yunanlı ile Türkiyeli bir çocuk yan yana gelirse oynarlar. Ama aynı çocuklar, yirmi yaşına gelince birbirini boğazlayacak kıvama gelirler. Yine, sözlerini anlamadığınız bir müzik, bazen alır sizi bir yerlere götürür. Ne dinlediğinizi anlamazsınız ama müziğin tınısı, sizin gönlünüzdeki bir yerlere dokunur, Gönül Yarası filmindeki Kürtçe şarkı dinlenilen sahne gibi.
 

***

Türkiye ve Yunanistan, hep güvensizlik üzerine bir dış politika takip ettiler. Bu da bizi, daha fazla askerî harcama yapmaya itti. Daha fazla askerî harcama, her ülke açısından da, daha az toplumsal refah harcamaları anlamına geldi.

Aslında aynı durum, ülkemiz için de geçerli. Biz de, komşularımızdan emin olamadık, olmak istemedik yıllarca. Dahası, bizim içerdeki komşularımız da hep kapıdaki tehlike olarak görüldü. Kimse kapısındaki komşudan emin olamadı. Bu pompalandı yıllarca.

Bu güvenlik sorunu, binlerce insanın ölümüne ve tonlarca paranın har vurup harman savrulmasına yol açtı. Oysa iki yaşındaki bir Türk ile bir Kürt çocuk da yan yana gelince ancak oyun kurabiliyordu. Ama ne oluyorsa bu çocuklar büyüyünce birbirlerini öldürebiliyorlardı. Bu yüzden, çok kan aktı, çok yüklü miktarda güvenlik harcaması yapıldı. Bunlar da bize, daha az toplumsal refah harcaması şeklinde geri döndü.
 

***

Bu harcamaların fazlalığı, komşumuzu köşeye sıkıştırdı. Biz de bu durum karşısında evimizi ovuşturup pusuya mı yatmalıyız? Hayır. Ulus devlet sınırları, yapay sınırlardır.

Kendinizi ulus devletin sınırlara hapsederseniz, Yunanistan sorunu da, Suriye’deki kargaşayı da bizim dışımızdaki sorunlar olarak algılarız. Ama kendimizi insanlık ailesinin fertleri olarak tasavvur edersek, o zaman mesele bir anda “komşusuz açken tok yatan” meselesi haline gelir.

Yunanistan’ın durumu, bu haliyle bile bizim durumumuzdan daha iyi, belki. Ama buradan alınacak ders şu: Daha fazla güvenlik harcaması, daha az huzur, daha az refah demek. İçeride de dışarıda da daha az güven.

Bunu anlayabilmek için –bugünlerde- güvensizlik üzerine siyaset yapanların, Yunanistan’ın içinde bulunduğu durumdan ve bizim yıllardan bu yana atlattığımız badirelerden alacakları dersler olmalı, değil mi?

Rotahaber,

01.07.2011

Özgürlük ve serbest hekimlik

0

Özgürlük büyülü bir kelime; özellikle başı sıkışanlar için. Bu yüzden olsa gerek, yerli yersiz, doğru yanlış, sık sık kullanılır.Bireylerin olduğu kadar ülkelerin de özgürlüğünden söz edilir. Meselâ, Amerikan filmlerinde, kahramanlar, her fırsatta, “burası özgür bir ülke” der. Özgürlük teorisinden habersiz olanlar, bu kullanımdaki özgürlüğün bireye atfedilen özgürlükle aynı duruma tekabül ettiğini zanneder. Oysa “özgür bir ülke”nin tam karşılığı “özgürlükçü bir ülke”dir. Daha açık söylemek gerekirse, bireylerin özgür olduğu bir siyasî ünitedir.

Özgürlük gruplara, sınıflara, halklara değil bireylere ait, bireylerin içinde bulunduğu durumla ilgili bir değer. Bundan dolayı, onu bireysel özgürlük olarak adlandırmak daha doğru. Soyut ve genel bir değer olan bireysel özgürlük, bireylerin hayatının değişik alanlarında tezahür eder. Söz gelişi, bir birey, özgürse, hangi dine inanıp inanmayacağını (din ve vicdan özgürlüğü); konular ve sorunlar hakkında ne söyleyip söylemeyeceğini (ifade özgürlüğü), nereye gidip gitmeyeceğini (seyahat özgürlüğü), nerede yaşayıp yaşamayacağını (yerleşme özgürlüğü), hangi insan birliğine girip girmeyeceğini (örgütlenme özgürlüğü) kendisi seçer. Bu, şüphesiz, bireylerin bu alanlarda sonsuz hareket kabiliyetine sahip olduğunu göstermez. Her bireyin soyut özgürlüğünü nasıl kullanacağı ve kullanabileceği, onun kendisiyle ilgili imkân ve kabiliyetlerine ve içinde bulunduğu ortamların niteliğine bağlı olacaktır. Ama, bir teşhis edilebilir otorite, onu, keyfi olarak, negatif diskriminasyona [ayrımcılığa] tabi tutmak suretiyle engellemediği sürece, kişi özgürdür.

Bireysel özgürlüğün yansıma, kullanılma alanlarından biri meslek seçimi, eğitimi ve icrasıyla ilgilidir. Özgür birey, istediği mesleği seçme ve icra etme hakkına sahip bireydir. Onun meslek seçimi, dışındaki bireyler veya siyasî otorite tarafından keyfî ve kasıtlı olarak yasaklanamaz. Yasaklanırsa özgürlüğü ihlal edilmiş olur. Özgürlük tarihi, meslek seçme ve icra etme özgürlüğü mücadeleleriyle de doludur. Siyasî otoriteler, tarihte, belli insan gruplarına, cinsiyet, sosyal ve dinî köken, etnik aidiyet gibi sebeplerle bazı meslekleri yasaklamayı hep ve her zaman denemiştir. Özgürlük fikri ve ideali yayıldıkça meslek alanlarındaki ayrımcılık ve imtiyazlar, tamamen ortadan kaldırılamasa bile, önemli oranda geriletilmiştir.

Ancak, günümüz dünyasında kamu otoriteleri meslek hayatımıza müdahaleye devam etmekte. Bunu lisanslama -yani mesleklere giriş iznini şarta bağlama- ve regülasyon yani mesleklerin icrasını standartlara bağlama- yoluyla yapmakta. Devletlerin hem lisanslama hem regülasyon yetkilerinin sorgulanması lâzım. Tarih bilgisi kuvvetli biri devlet lisanslama ve regülasyonunun, topluma (tüketicilere) faydadan çok zarar verdiğine dair bol delil getirebilir. Bunu söylerken kastım, regülasyonun hiç yapılmaması değil. Yaygın biçimde icra edilen her meslek doğal olarak regüle edilecektir; ama bunun devlet tarafından yapılması ne tek ne de en iyi yoldur. Devletin regülasyon yetkisinin abartılmasıysa, tüketiciler yanında meslek mensuplarına da zarar verebilir.

Sağlık alanında AKP hükümeti toplumda genelde takdir gören bazı düzenlemeler yaptı. Her sağlık kurumunun her vatandaşa açılması, tedavi ücretlerinde ve ilaç fiyatlarında nispî düşme vs. gerçekten memnuniyet verici oldu. Ancak, bu, AKP hükümetinin sağlıkla ilgili her alt alanda doğruyu yaptığını göstermiyor. Hele bir alan var ki, ağır bir hata, bütün ikazlara rağmen göstere göstere geliyor: Serbest hekimlerin çalışmasını engellemek.

Serbest hekimler, lisanslama şartlarını yerine getirerek hekimlik yapma hakkını elde etmiş sağlıkçılar. Beşerî ve maddî sermaye yatırarak, bunun için yıllarca çabalayarak, muayenehane açmışlar; binlerce hastaya hizmet vererek ayakta kalmışlar. Canla başla çalışıyorlar; ailelerini geçindiriyor, insan istihdam ediyor, vergi veriyorlar. Belki de sağlık sektöründeki en etkin ve en sıkı çalışan grubu teşkil ediyorlar. Vatandaşın tercih yelpazesini genişletiyor ve sağlık hizmetlerine önemli katkılarda bulunuyorlar. Hastalarını memnun etmemeleri hâlinde anında müeyyidelendirilmeleri mümkün. Yani devlet memuru sağlıkçılar gibi bir iş ve kazanç garantisine ve korunma zırhına sahip değiller. Buna rağmen Sağlık Bakanlığı tarafından haksız ve kötü bir muameleye maruz bırakılıyorlar. Bakanlık, 4 Ağustos’ta uygulamaya girecek bir yönetmelikteki yeni ve abartılı şartlarla serbest hekimleri ateş altına almış durumda.

Bakanlık doğrudan kapatma emri vermek yerine dolaylı bir yoldan hekimleri muayenehanelerini kapatmaya mecbur bırakmak istiyor. Oda kapılarının genişliğinin 110 cm olması, jinekologlarda muayene odasında tuvalet bulunması, aynı muayenehanede iki doktorun çalışamaması gibi şartları iyi niyet işareti olarak almak imkânsız. Bir kere bu tür yeni şartlar, anında, yönetmelik çıktığında var olan muayenehanelere değil, yeni açılacaklara uygulanabilir. Bu, hukukun hâkimiyetinin gereğidir. İkincisi, var olan muayenehanelerin bu standartlara uymaya zorlanmak yerine teşvik edilmesi, bunun içinse onlara kolaylıklar sağlanması ve makul bir intibak süresi (mesela 10 yıl) verilmesi gerekir ki müteşebbis hekimler yatırımlarını yenileme imkânına sahip olsun. Başka bir sıkıntı daha var: Kamuya ayrı vatandaşa ayrı standartlar getirme. Bakanlığın serbest hekimlerin muayenehaneleri için talep ettiği standartların kaçı Bakanlığa bağlı hastanelerde uygulamada? Hastanelerin çoğu derme çatma binalarda yerleşik. Türkiye’de devlet zihniyeti bunu hep yapıyor. Herkesin bildiği bir örnek taşıt emisyon pulları. Çevreye en çok zehirli dumanı kamu araçları saçıyor ama çevre pulu alma yükümlülüğü sadece özel araç sahiplerinin sırtında. Burada da aynısı oluyor. Bakanlık hastanelerinin çoğu, hizmet kalitesini bir yana bırakalım, fizikî yapı bakımından perişan ve çoğu özel muayenehanenin çok gerisinde. Ama onlar kamu olduğu için pozitif ayrımcılığa tabi tutuluyor; serbest hekimlere ise üvey evlat muamelesi layık görülüyor.
Sağlık Bakanlığı’nın serbest hekimlerin muayenehaneleriyle ilgili planları meslek seçme ve icra etme özgürlüğüne ve eşitliğe aykırı. Aynı zamanda piyasada rekabeti budayıcı ve vatandaşın tercih yelpazesini daraltıcı. Bakanlık bu anlamsız uygulamayla sağlık sektörüne ve ülkeye ancak uzun vadede farkına varılacak vahim bir zarar daha veriyor. Sağlık sektöründeki hepsi de kıtlık vakıasının sonucu olan ters seçim, ahlâkî tehlike, moral yozlaşma, asimetrik bilgi, tekelleşme, aracı sorunu gibi problemlerin çözümünde yeni modellerin yegâne denenme ve geliştirilme ortamı olan sağlık serbest piyasasını iyice öldürüyor. Bütün bu sebeplerle, ilgili yönetmeliğin ya kaldırılması ya da burada işaret edilen istikamette yenilenmesi gerekiyor.

Zaman,
01.07.2011

Markar Esayan- Bir anti-demokrasi kahramanı: CHP…

0

Star gazetesinin en büyük şanslarından biri olan Bekir Berat Özipek, salı günkü yazısında geçen yazımın girişinde ima ettiğim tesbiti mükemmel hale getirmişti: “Dikkat edin, bir reformla yapısının değiştirilmesinin ve demokratik meşruluğa kavuşmasının öncesinde, her yargı organının kendi itibarını sıfıra indiren ve ‘altın vuruş’ anlamına gelen utanç verici bir kararı vardır. Anayasa Mahkemesi’nin ‘367 Kararı’ böyledir, Yargıtay’ın ‘Hrant Dink Kararı’ ve Danıştay’ın ‘Katsayı Kararı’ böyledir… YSK da bu süreçteki bir dizi kararıyla kendi hükmünü kendisi verdi. ‘Mene tekel feres’. Artık onu demokratik meşruluğa kavuşturacak, çoğulcu ve katılımcı hale getirecek bir reforma kimse itiraz edemeyecek.”

Bence bu tesbiti sadece YSK için değil, Anayasa ve CHP açısından da yapabiliriz.

BDP’nin tavrını stratejik olarak yanlış buluyorum. Ama destekliyorum da. Bu bir paradoks değil. BDP’li bir siyasetçi olsaydım, Meclis’te mücadeleyi savunur ve ikna etmeye çalışırdım arkadaşlarımı. Ama nihayetinde çıkan karara uyar, boykota katılırdım.

Çünkü BDP Kürt halkının haklı mücadelesinin bir temsilcisi ve ona yapılan haksızlıkların Kürtlerin bu ülkede uğradığı adaletsizlik ve buna açtıkları kavgada oturduğu bir yer var. Sayın Erdoğan ve Gül’e yapılanlar, nasıl ki Kemalist-elitist diktatörlüğün Müslüman halka karşı bir eziyeti ve siyaseti idiyse, Sayın Hatip Dicle’nin şahsında yaşanan adaletsizlik de öyle. Benim doğru bulduğum yöntemi değil de, boykotu seçtiği için BDP’yi CHP’nin yanına yerleştirecek değilim. İki olay arasında siyah ve beyaz kadar fark var çünkü.

Ama peki bu CHP’yi nereye koyacağız? “CHP neyin mücadelesini veriyor” sorusunun cevabı nedir sizce?

Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay, CHP’nin bir derdi vardı da, bu dert için mücadele etmiş, bedel ödemiş fikir insanları mı?

CHP’li bile değiller… Baykal kaset operasyonunun bir devamı olarak Demirel ve şürekâsının CHP’ye monte ettiği Ergenekon sanıkları onlar. Erdoğan ve Dicle gibi, bir fikri savunurken haksız ve kasti şekilde mağdur edilmiş, mahkûm edilmiş insanlar değiller.

Binlerce kişinin ölmesine yol açmış, Kürt savaşının körüklenmesi, Müslümanların, Alevilerin, azınlıkların, hatta kendi askerinin kanına girmiş, girmeyi planlamış devasa bir örgüt davasında yargılanıyorlar.

Masumiyet karinesine göre henüz masumlar, lakin cezaları kesinleşirse, TBMM’de Ergenekon’dan hüküm giymiş insanların oturduğunu görmek, Sayın Kılıçdaroğlu’nu rahatsız etmeyecek mi? Bu haksızlığı bu halka, ama en çok da CHP seçmenine yapmaya ne hakkı var Kılıçdaroğlu’nun?

Peki, Kılıçdaroğlu kim?

Siz kimsiniz Kılıçdaroğlu? Sizi CHP’nin genel başkanı sayabilir miyiz gerçekten? Kararlarınızı gerçekten siz mi alıyorsunuz? Size dayatılanları mı yapıyorsunuz yoksa? Mesela kendinize ait bir prensibiniz, inancınız, “asla yapmam” diyeceğiniz bir şeyleriniz var mı, merak ediyorum doğrusu. Neden derseniz, o kadar çark ediyor, öyle amorf bir görüntü çiziyorsunuz ki, tam da aranan insanı bulmuşlar hissi uyanıyor bende, size o kadar şans vermeye çalıştığım halde.

Kemal Kılıçdaroğlu, Adem Yavuz Arslan’ın canlı yayında sorduğu “Sözkonusu Ergenekon sanıklarının adaylıkları hakkında hukuki bir tartışma devam ediyor. Bugün AKP’li Burhan Kuzu’nun da bir açıklaması oldu, dedikleri şu: ‘Yargılandıkları konu katalog suçlarla ilgili olduğu için seçilseler bile bazı sürprizler olabilir’. Diyelim ki yarın seçildiler ve mahkeme ‘Hayır, bu isimler Anayasa’ya karşı ihlalden yargılanıyor bu yüzden hapisten çıkamaz’ derse ne yapacaksınız” sorusuna şöyle cevap vermişti. “Evet, çıkamayabilirler. Bunu daha önce Sabih Kanadoğlu da açıklamıştı. Sonuçta yargının takdirine bağlı, saygı duyarız.”

Geçen akşam Habertürk’teki Teke Tek programında ise her 15 saniyede bir kendinizi yalanladınız, trajikomikti gerçekten.

Siz kimsiniz Sayın Kılıçdaroğlu? Özgür müsünüz gerçekten? CHP’nin ne için kullanıldığını göremiyor musunuz? Yoksa oyunun içinde misiniz, ya da liderlik için bunların hepsinin farkında olarak, yola devam etmeye mi çalışıyorsunuz?

Sizin kim olduğunuzu çözemedim ama, CHP’yi formatlayanların ne yapmaya çalıştığı çok net ortada.

Ergenekon sanıklarının tahliyesinin önünü açmak…

Ergenekon davasının altını oymak, davayı çökertmek…

BDP’nin boykotunu ve Kürt sorununu manivela olarak kullanarak Meclis’i çalışamaz hale getirmek, istikrarsızlık yaratarak bunu AK Parti’nin böğrüne saplamak…

Yüzde 95’lik bir temsiliyet gücüne kavuşmuş yeni Meclis’i daha baştan yaralı hale getirmek. Bu şekilde ilk halk anayasamızı yaptırmamak…

Aynı neden ve yöntemle sözleşme aşamasına gelen Kürt sorununun çözülmesine mani olmak…

Allah’tan Türkiye eski kapalı, kör, sağır ülke değil. Demokrasimiz daha güçlenerek çıkacak bu krizden.

 

Taraf,
30.06.2011

Levent Köker- Krizi aşmak, yeni anayasayı ve yeni Türkiye’yi inşa etmek için

Daha iki hafta önce, bu sayfalarda yayımlanan yazımın başlığı “Güzel Seçimle Gelen Muhteşem Fırsat”tı.Bir iki “köşede kalmış” istisna dışında, kamuoyunda hiç kimse seçimde hileden, halkın kandırıldığından, oyların satıldığından veya Türkiye halkının doğru seçim yapma ehliyetine sahip olmadığını bir kez daha kanıtladığından bahsetmemişti. Dahası, bu yüksek katılımlı, yüksek temsil kapasiteli seçim, yeni anayasa vaâdinin hayata geçirilmesi için gereken siyasî meşrûiyeti sağlamıştı. Yeni TBMM’nin halkın anayasa yapma gücü anlamında “aslî kurucu iktidar”ı elinde bulundurduğu açıktı. O kadar ki, yeni anayasanın TBMM dışında ayrı bir kurucu meclis tarafından yapılmasını ileri süren görüşlerin ciddiye alınması artık zorlaşmıştı. Yeni TBMM, seçimlerde büyük başarı gösteren BDP-Emek, Özgürlük, Demokrasi Bloku’nun desteklediği bağımsızların ve hiç kuşkusuz Türk milliyetçiliğinin en “uç” ifâde biçimlerini temsil edenlerin de içinde bulunduğu bir meclis sıfatıyla, yepyeni bir anayasayı ortaya koyma ehliyetine sâhipti.

Ne olduysa oldu, önce YSK’nın Hatip Dicle ile ilgili kararı, daha sonra da Ergenekon ve KCK davalarından tutuklu olarak yargılanırken ikisi CHP’den, 6’sı bağımsız olarak seçilen 8 milletvekilinin tahliye taleplerinin reddedilmesi, akut ve ciddî bir yeni krizi tetikledi. Şimdi Türkiye, önündeki zamanın ne kadar uzayacağı şu ân için kestirilemeyen bir bölümünü bu krizi aşmakla geçirecek ve bu arada “güzel seçimle gelen muhteşem fırsat” olarak yeni ve demokratik bir anayasa yapma imkânı da, tıpkı 2007 sonrasında olduğu gibi, kaçırılmış olacak.

İş, göründüğünden de ciddîdir. Türkiye, artık mevcut Anayasa’yla ve bu Anayasa’ya dayanarak var olan kanunlarıyla ve diğer mevzuat hükümleriyle hayatını sürdüremez. Şu ân karşı karşıya bulunulan kriz bunun en açık göstergesidir. İkilem, krizin aşılması için öncelikle Anayasa ve kanun değişikliklerinin, bunlar için de TBMM’nin çalışmasının gerekmesi ile anamuhalefet ile BDP-Blok’un TBMM çalışmalarına katılmaması arasındadır. İkilemin aşılması için hem CHP’nin ve hem de BDP-Blok mensuplarının TBMM çalışmalarına katılmalarının sağlanması zorunludur. Bu da, bir kriz yaratma potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu –ismiyle müsemmâ bir biçimde– seçimden önce ortaya koymuş bulunan YSK’nın Hatip Dicle ile ilgili kararını ve tutuklu milletvekillerinin tahliyeleriyle ilgili ret kararlarını etkisizleştirecek yolların bulunmasını gerektirmektedir.

Bu yolların bulunması için de, öncelikle soruna demokrasinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi açısından yaklaşmak şarttır ve böyle bir yaklaşımın ortaya konulması bakımından en önemli görev, Türkiye seçmeninin yarısının teveccüh ettiği AK Parti liderliğine düşmektedir. Kabûl etmek gerekir ki, “başka aday mı yoktu!” yaklaşımı, Türkiye demokrasisini güçlendirme yönünde benimsenebilecek en olumsuz yaklaşımı ifâde etmektedir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin önündeki “muhteşem fırsat”ın kaçırılabileceğine dâir en alarm verici işâret olarak görülüp âcilen terk edilmelidir. Aksine, TBMM’nin en büyük siyasî gücünü temsil eden AK Parti liderliğinin, bu krize neden olan yasaları derhal değiştirmek suretiyle, Türkiye siyasetinin en ileri seviyede demokratikleşmesi için zorunlu olan yeni anayasayı mümkün kılacak bir “açılımı” başlatma iradesini ortaya koyması zorunludur.

Bu bağlamda, ilk akla gelenler, Hatip Dicle kararı ile ilgili olanlar ve tutuklu milletvekillerinin tahliyesi için gerekenler biçiminde ikiye ayrılarak şöyle sıralanabilir: (1) BDP-Blok’un TBMM’ye gelmemesinin gerekçesini oluşturan Hatip Dicle kararının yarattığı olumsuzluğun giderilmesi için yapılması gerekenler: (a) Siyasî düzeyde, Diyarbakır seçimlerinin yenilenmesini sağlamak üzere tüm Diyarbakır milletvekillerinin istifası. (b) Hukukî düzeyde, Hatip Dicle’nin milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran anayasa ve yasa hükümlerinin değiştirilmesi. Bilindiği gibi, Hatip Dicle’nin milletvekili seçilme yeterliliğinin önündeki engel Anayasa’nın 76. maddesiyle Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddesinden kaynaklanmaktadır. Yeni TBMM’nin bu değişiklikleri toptan yapması mümkündür ama bunun için öncelikle AK Parti’nin bu değişiklikler yönünde bir olumlu irade ortaya koyması gerekir. En kötü ihtimâlle CHP ve BDP-Blok’un TBMM çalışmalarına katılmamasının devamı hâlinde bile, MVSK’nın 11. maddesi değiştirilerek krizin bu boyutu aşılabilir. (Bu, belki Anayasa’ya aykırı görülebilir ama iptal davası açacak bir Cumhurbaşkanı veya anamuhalefet grubu yahut en az 110 milletvekili olmayacağı varsayımıyla, bu yeni anayasaya kadar katlanılabilir bir “aykırılık” olur. Kanımca, Hatip Dicle kararı ile ilgili olarak, (a) ve (b) şıklarındaki önerilerin bütün olarak uygulanması ve Hatip Dicle’nin milletvekilliği sıfatının kendisine iâdesi, hem krizin aşılması ve hem de demokratik meşrûiyetin sağlanması için elzemdir. (2) Tutuklu milletvekillerinin tahliyesi için yapılması gerekenler: Burada iş daha basittir. Anayasa’nın 76. maddesi dolayısıyla atıfta bulunulan 14. maddesinde yer alan konuyla ilgili hükümlerin değiştirilmesine hiç gerek olmaksızın ve tutuklu milletvekillerinin yargılanmalarının kesintiye uğramaksızın devam edeceğini öngören mevzuat hükümleri muhafaza edilerek, sadece yargı organlarını tahliye kararı vermeye mecbur edecek emredici bir kanun değişikliği ile sorun giderilebilir. Bu bağlamda, “Milletvekili seçilen tutuklular, milletvekili sıfatının kesinleşmesiyle birlikte, başkaca herhangi bir şart aranmaksızın derhal tahliye edilirler” türünden bir hükmün kanunlaştırılması yeterli olacaktır. Bu adımın atılması da, sadece “masumiyet karinesi”ne ek olarak, Türkiye’de olağanüstü uzunlukta uygulanan ve “âdil yargılanma hakkı” başta olmak üzere en temel insan haklarını ihlâl ettiği yolunda, kamu vicdanında güçlü bir kanaatin oluşması nedeniyle zorunlu değildir. Tutuklu milletvekillerinin tahliyesi, ayrıca, Ergenekon ve KCK gibi Türkiye siyasetinin en uç noktalarında yer alan eğilimlerin, demokratik kapasitesi yüksek bu yeni TBMM’de temsili açısından da zorunludur.
Türkiye, bu hukukî düzenlemeleri ve onları anlamlı kılacak siyasî adımları atarsa, krizi aşacak ve “güzel beçimle gelen muhteşem demokratikleşme fırsatını” tepmemiş olacaktır. Eskilerin güzel deyişlerinden biri, “bir musîbet bin nasihatten evlâdır”! Bu kriz aşılırsa, bunun en az iki olumlu netîcesi olacağını şimdiden kestirebiliriz: Bir kere, mahkemelerin tutuklama tedbirini adeta bir cezaya dönüştürdüğü kanaatini güçlendiren, Türkiye’nin sürekli olarak “âdil yargılanma hakkı”nı ihlâl eden bir devlet olarak mahkûmiyetine neden olan pratiğini düzeltme imkânı da elde edilmiş olabilecektir.

Ayrıca, hem mahkemelere ve hem de YSK’ya, “uluslararası insan hakları hukuku”nu esas alan demokratik ve özgürlükçü bir yorumla Türkiye demokrasisinin önünü açan doğru kararlar verme imkânı varken, vicdan sahibi her yurttaşı derinden yaralayan ama kâğıt üzerinde dar yorumlanmış mevzuat hükümlerine göre demokratikleşmenin önünü tıkayıp kriz üreten kararlar veremeyeceklerini bildiren bir “Meclis iradesi” ortaya konulmuş olacaktır. Gerçekten de, tahliye taleplerini reddeden mahkemeler pekâla daha farklı bir yorumla tahliye kararı verebilir, YSK, mazbatasını almış bir milletvekilinin milletvekili sıfatıyla ilgili kararın artık TBMM tarafından verilmesi gerektiği yorumuyla Hatip Dicle’nin milletvekili seçim tutanağının iptal edilemeyeceğini karara bağlayabilir, hattâ bu konuyla ilgili eski kararlarının da “doğru olmadığını” açıklayarak bir özeleştiri yapabilirdi. Kriz yaratan bu kararlar gösteriyor ki, Türkiye’nin sorunu anayasa ve yasa değiştirmekle çözülecek gibi değil. Aslolan, uygulayıcıların demokratik siyasî kültüre ve insan haklarının çağdaş standartlarına uygun bir zihniyete kavuşturulması. Ama, önce bu krizi aşmalı ve yeni anayasayı yapmalıyız.

Zaman,

30.06.2011

Meclisten (ve ‘Amed’den) çağrışımlar

0

CHP milletvekili Oktay Ekşi, “en yaşlı üye” sıfatıyla açtı dün Büyük Millet Meclisi’ni. Ağzından çıkan ilk sözlerden biri ise “Cumhuriyetin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen kurucu felsefesi”nin önemi oldu.

Sayın Ekşi’nin bunun ardından bir de “demokrasi”den söz etmesi ise şaka gibiydi. Öyle ya, birileri topluma “ben size bir felsefe bahşettim, bunu değiştirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin sakın” diyecek, sonra da aynı toplumun demokrasiye, yani “kendi kendini yönetme hakkı”na sahip olduğuna sahip olduğuna inanacağız. Olur şey değil…

Neyse… Yeni meclisteki tatsızlıklar, Sayın Ekşi’nin bu arkaik sözlerinden ibaret değildi kuşkusuz. Daha büyük sorun, BDP’nin parlamentoyu tam kadro boykot etmesiydi. Sanki Hatip Dicle’nin ve KCK sanıklarının meclise giremeyişinin sorumlusu yargı değil de meclismiş gibi…

BDP adına konuşan Gülten Kışanak’ın yaptığı “grup toplantılarımızı bundan sonra her hafta Diyarbakır’da, Amed’de gerçekleştireceğiz” şeklinde açıklama ise, “boykot”un devamlı olabileceğinin göstergesiydi. Ve kötü bir haberdi kuşkusuz.

Diyarbekir’e ne oldu?

Ben ise, bu haberi yorumlamadan evvel, BDP’lilerden sık sık duyduğumuz bu “Amed” lafına dair iki çift laf etmek istiyorum.

Bugün “Diyarbakır” dediğimiz kentin, Osmanlı devrindeki isminin “Diyarbekir” olduğu mâlum. Mevcut ismin, 1937 yılında Atatürk tarafından ve oldukça keyfi ve ideolojik bir biçimde empoze edildiği de mâlum.

Dolayısıyla ben bugün Diyarbakır’a “Diyarbekir” denmesine sempatiyle bakıyor, çünkü toplumların tarih içinde kendiliğinden oluşan tabii kültürüne yapılan siyasi müdahaleleri sevmiyorum. Fakat, aynı sebeple, pre-İslamik dönemden kalma “Amed” kelimesinin yine siyasi bir müdahaleyle diriltilip empoze edilmesini de benimsemiyorum. Dahası, şehrin ismini “öz Türkçeleştiren” Türk Kemalizmi ile, aynı ismi “öz Kürtçeleştiren” Kürt Kemalizmi arasındaki bu “zıtlık içindeki benzerliği” pek enteresan buluyorum…

Bu ufak tarihsel nottan sonra gelelim “güncel”e… Yani meclisin kilitlenmişliğine…

Buradaki kilitlenmeye sebep olan BDP ve CHP’nin durumu kuşkusuz birbirinden farklı.

CHP, iki adayının tutuklu kalması nedeniyle tepkili. Ama bu tepkiyi, tüm bir siyasal sistemi reddederek değil, meclise girip yeminden imtina ederek gösterdi. Bence CHP’liler keşke bunu da yapmasalar, yani yemin edip görevlerine başlasalardı; ama en azından sandalyelerini terk etmediler.

Meclise ne olacak?

BDP ise meclis yerine “Amed”de toplanmakla, devletin bir kurumunun (yani yargının) yarattığı bir kriz nedeniyle tüm devleti (ve hatta ülkenin başkentini) boykot etmiş oldu. Bu, BDP’nin “Türkiye partisi” filan olmadığının, “Türkiye’de kalsak mı kalmasak mı” ikileminde gidip geldiğinin resmiydi bence.

Haydi buna bile eyvallah da, oradaki asıl sorun BDP’nin sürekli gösterip durduğu “şiddet kartı”. Umarım “Bağımsızlar”ın boykotu bir de bununla birleşip Türkiye’yi daha beter gerilimlere sürüklemez.

Oysa böyle bir risk çok yakıcı bir biçimde var. Dahası, BDP ve CHP’nin katılmadığı bir meclisin, bırakın anayasa yapmayı, yasa bile çıkaracak huzurdan yoksun olacağı ortada.

Tam da bu yüzden, iktidar partisinin, bu krizin oluşmasında hiç bir sorumluluğu olmasa da, bir çözmek üretmek için mutlaka devreye girmesi gerek. Başbakan, “bu tutuklu kişileri bile bile aday yaptılar” şeklindeki eleştirisinde haklı olabilir. Ama yine de memlekete bir çözüm lazım ve bu herkesten çok ondan bekleniyor.

Dolayısıyla, dilerim ki Başbakan, bir an önce, “krizi çözmek için ne gerekiyorsa yapacağız” desin. Ve hem istikrar, hem de “balkon konuşması ruhu”, sürsün…

Zaman,

29.06.2011

Anayasada değiştirilemez hükümler olmamalı

Olmamalı çünkü anayasalar tarihsel vakıalardır ve tarihte değişmezlik yoktur. Tarihi olgular zaman ve mekân içinde oluşurlar ve zamana ve mekâna bağlıdırlar. Yani zaman ve mekân sürecinde değişirler.Mecelle’de ifade edildiği gibi “ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.” Zamanın değişmesi ile hükümler de değişir. Öyleyse tarihsel bir vakıa olan anayasaların tarih içinde değişmesi de tabiidir. Nitekim yeryüzünde değişikliğe uğramamış anayasa yoktur.

Anayasada değiştirilemez hükümler ihdas etmek ona tarih-dışı ve tarih-ötesi bir vasıf atfetmektir ki, bu onları doğa-üstü ve tanrısal bir konuma yerleştirmek demektir. Çünkü tarih-dışılık insani değildir, tanrısal bir durumdur. Kim ki anayasada değiştirilemez hükümleri savunmaktadır, o aslında tanrısal bir konum iddiasında bulunmakta ve aseküler bir tutum takınmaktadır.

Olmamalı çünkü anayasalar insani vakıalardır/dokümanlardır. İnsani vakıalar doğal olaylar gibi değildirler, tarihle bağımlıdırlar. Dahası insani vakıalar doğal olguların aksine tamamen insani kararlar ve faaliyetlerle meydana gelir. İradi bir varlık olan insanın müdahalesiyle oluşurlar. Kendi iradesi ile anayasa yapabilen insanın sonradan bunu değiştiremeyeceğini söylemek mantıksal ve tarihsel bir tutarsızlıktır. İnsani bir doküman olan anayasayı insanların değiştiremeyeceğini düşünmek bizatihi insanı inkâr etmek, onun iradi bir varlık olduğunu reddetmek demektir. Her kim ki anayasada değişmez maddelerden bahsetmektedir, o aslında gayri-insani bir tutum almakta ve insan iradesine tahakküm hakkını kendinde bulmaktadır.

Olmamalı çünkü anayasalar anlık ve günü-birlik dokümanlar değildir. Anayasayı yapan kişi ya da nesil onu sadece kendisi için yapmaz. Anayasalar toplumlar için yapılır ve toplumlar da belli bir sürekliliğe sahiptirler. Yani anayasalar gelecek nesilleri bağlar. Bizim yaptığımız anayasa bizden sonra gelenler tarafından değiştirilebilmelidir. Çünkü hiçbir neslin kendinden sonra gelecek nesiller için ilânihaye bağlayıcı hükümler vazetmek gibi bir hakkı olamaz. Böylesi bir durum hem tarihe hem de beşeriyete aykırıdır. Hiçbirimiz gelecekte nasıl koşulların ortaya çıkacağını ve böylesi bir durumda neler yapılması gerektiğini bilecek ve tayin edecek konumda değiliz. Bizden sonraki neslin tarihsel şartları ve iradi beyan ve faaliyetleri bizimki gibi olmayabilir. O zaman onların kendi şartlarına ve kendi iradelerine göre hareket etmesi ve isterlerse de anayasayı değiştirmeleri hem tabiidir hem de insanidir. Eğer birisi anayasada değişmesi mümkün olmayan kurallar talep ederse, o aslında kendinden sonra gelecek nesillerin hakkını gasp etmekte, onların iradesine ipotek koymakta ve otoriter bir tutum almaktadır.

Olmamalı çünkü anayasalar toplumun iyiliği için yapılan metinlerdir. Bir anayasanın toplumun menfaatine hizmet etmesi ve olası sorunları çözmesi beklenir. Bir toplum için bütün zamanlarda geçerli olacak bir iyilik tanımlamasında bulunamayız, toplumun menfaatinin ne olduğuna ancak toplumun kendisi karar verebilir. Günümüzde ve gelecekte bir toplumun ne tür sorunlarla karşılaşacağını da bilemeyiz. Toplumun iyiliğine hizmet etmesi ve sorunlarını çözmesi beklenen bir anayasanın değiştirilemezlik hükümleri barındırması, bizatihi toplumun iyiliğine engel teşkil edebilir. Toplum kendi iyiliğini değişik şekilde tanımladığı zaman ya da öngörülemeyen sorunlarla karşılaştığı zaman, anayasanın değiştirilemezliği bir bariyer olarak karşısına çıkabilir. Kim ki anayasada değiştirilemez hüküm ihdas etmek istemektedir, o aslında kendi iyilik anlayışını empoze etmekte ve toplumun menfaatine halel getirmektedir.

Olmamalı çünkü anayasalar toplumun geneli için yapılır, belli bir grup için değil. Anayasada değiştirilemez maddelerin olması belli grupların ve iktidar sahiplerinin o maddeleri kendi ideolojik ve sekteryen çıkarları için manipüle etmesi imkânını verir. Böylesi bir yoruma ve manipülasyona maruz kalan maddeler başkaları aleyhine kullanılabilir. Ayrıca değiştirilemez maddeler kendi kapsamları dışına çıkarılabilir ve anayasanın diğer maddeleri de böylesi bir yorumla değiştirilemez statü kazanabilirler. Bir tane değiştirilemez maddeniz varsa, yorumlarla anayasanın tümünü değiştirilemez kapsamında mütalaa etmek mümkündür. Türkiye’de mevcut anayasanın ilk üç maddesi değiştirilemez statüsünde iken, eğitim öğretim hakkını düzenleyen 42. maddenin de Anayasa Mahkemesi’nin zorlama yorumuyla değiştirilemez addedildiği ve yine değiştirilemez hükümlerden yola çıkarak siyasi partilerin kapatıldığını hepimiz biliyoruz. Her kim ki değiştirilemez hükümler savunuyorsa, o aslında kendi ideolojik ve sekteryen iktidarını ve çıkarını savunmaktadır.

Olmamalı çünkü anayasanın demokratik olacağını ve demokrasiyi yerleştireceğini umuyoruz. Demokratik bir toplumda bir şeyin değiştirilemeyeceğini söylemek bizatihi demokrasi mantığına aykırıdır. Çünkü demokrasi herkesin yönetimi demektir ve herkes karar verdikten sonra her şey değişebilir. Sık sık dile getirilen “demokrasilerin kendilerini koruma hakkı” olduğu savı demokratik bir argüman değildir. Demokrasiler birtakım değiştirilemez hükümlerle pratikte korunmadığı gibi bu argüman mantıksal olarak da doğru değildir. Daha açık söylersem demokrasi kendini yok etme imkânını veren rejimdir. Çünkü demokrasi özgürlük rejimidir ve bu özgürlük bizatihi demokrasiyi sorgulama ve inkâr imkânını da içinde barındırmak durumundadır. Aksi durumda, o zaman demokrasinin diğer rejimlerden, yani otoriter rejimlerden, temelde bir farkı kalmayacaktır. Varsayalım ki demokratik bir toplumda bütün üyeler bir araya geldiler ve monarşiye geçme kararı aldılar. Bu durumda yapılacak hiçbir şey yoktur. Tabii ki bu hipotetik bir durum, ama herkesin özgürlüğü demek olan demokrasi böylesi bir hipotetik duruma açıktır. Burada demokrasinin kendini yok etme imkânı veren tek rejim olduğunu söylerken şiddet içeren yöntemleri kastetmediğimi belirtmeme gerek yok. Şiddet demokrasiye değil toplumsallığa, yani toplumun varlığına yönelik bir tehdittir.
Dolayısıyla şiddet kullanılmadığı sürece demokrasi bizatihi kendisinin sorgulanmasına ve inkârına imkân vermek durumundadır, aksi takdirde diğer rejimlerden temelde bir farkı kalmadığı gibi, kendi tanımı olan özgürlük rejimi olma karakterine de aykırı olacaktır. Demokrasinin kendisini korumak için demokratik rejimi değiştirilemez bir madde olarak ortaya koyması aslında kendisini inkâr etmesidir. Onun içindir ki gelişmiş demokratik ülkelerin anayasalarında, demokrasi dâhil, değiştirilemez hükümler yoktur. Bu hususta verilen Almanya örneği var. Lakin bu Almanya’nın gelişmiş bir demokrasi olmadığının örneğidir.

Özetle, eğer birisi anayasada değiştirilemez hükümler isterse, o aslında gelişmiş çağdaş bir demokrasi istememektedir. 12 Haziran seçimlerinin en başta gelen konusu yeni bir anayasa yapılması hususu idi. Başta AK Parti ve CHP olmak üzere neredeyse bütün partiler bu konuda vaatlerde bulundular. Seçim sonuçlarına göre AK Parti anayasa değişikliği için referandum eşiğini de aşamadığından eğer yapılacaksa yeni anayasanın partiler arasında bir uzlaşma ile yapılması gerekiyor. Günlük siyasetin ne getireceğini ve seçim öncesi vaatlere rağmen partilerin bu konuda bir araya gelip gelemeyeceğini bilmiyoruz. Eğer yeni bir anayasa yapılacaksa üzerinde anlaşılması gereken ilk husus anayasada değiştirilemez hükümlere yer vermemek olmalıdır.

Zaman,

29.06.2011

AK Parti Sırat’tan geçebilecek mi?

Bir fikri çürütmek istiyorsan iyi saldırma, kötü savun” demişler.

Bekir Bozdağ’ın YSK Kararıyla ilgili basın toplantısını izlerken aklıma bu söz geldi.

AK Partili vekil, hiç üstüne vazife olmadığı halde “kararın hukuki gerekçelerini” anlatarak ve Dicle’nin durumunun Erdoğan’a getirilen yasağa neden benzemediğini uzun uzadıya izah ederek, adeta YSK’nın günahını partisi adına üstlendi.

Tıpkı, sokakta bulduğu senedi ödeyen Temel fıkrasındaki gibi.

Meseleyi bilmeyen de kararın hükümet tarafından alındığını veya en azından ona yaradığını sanır. Oysa tam tersine, hedef o ve sadece o. Ama o kalkmış, kararın gerekçesini izah ediyor!

Derdim AK Parti’nin başkasına ait senedi ödemesi değil. Bu tavrın, “Devlet” ile “Hükümet”i ayırmakta zorlanan ve “bu bir tuzaktır” dediği halde tuzağa düşmeye gönüllü görünen bazı BDP’lilerin kafasını daha da karıştırması ve sorunun herkes tarafından net biçimde görülmesini güçleştirmesi.

***

Açık ki, normalleşme birilerini feci şekilde ürkütüyor. Eski “müesses nizam”ın aktörleri, demokratikleşme ve sivilleşme sürecini sabote etmek için elinden geleni yapıyor.

Ve artık bütün kozlar açık oynanıyor.

Yargı siyasi kavganın tam göbeğinde ve kimsenin yüzü kızarmadan savunamayacağı türden kararlarla siyasi dengeleri değiştirmeye çalışıyor (Kimsenin derken Hürriyet’i tenzih ederim). Neyse ki, her seferinde verdiği hukuksuz kararlar, hem onun amaçladığının tam tersi bir sonuç doğuruyor, hem de ona çeki düzen vermeye yönelik reforma karşı itirazın bütün zeminini yok ediyor.

Dikkat edin, bir reformla yapısının değiştirilmesinin ve demokratik meşruluğa kavuşmasının öncesinde, her yargı organının kendi itibarını sıfıra indiren ve “altın vuruş” anlamına gelen utanç verici bir kararı vardır. Anayasa Mahkemesi’nin “367 Kararı” böyledir, Yargıtay’ın “Hrant Dink Kararı” ve Danıştay’ın “Katsayı Kararı” böyledir…

YSK da bu süreçteki bir dizi kararıyla kendi hükmünü kendisi verdi. “Mene tekel feres”. Artık onu demokratik meşruluğa kavuşturacak, çoğulcu ve katılımcı hale getirecek bir reforma kimse itiraz edemeyecek.

***

Ama durun, henüz bu krizi atlatabilmiş değiliz. Basiretli olmazsak atlatamayabiliriz de.

Tünelin en dar yerinden geçiyoruz ve asıl hedefteki siyasi aktör tuzakları öngöremiyor, hatta onun gerçekleşmesine yol veriyor. Bu süreçte tek hata Bozdağ’ınki değildi; itiraz dilekçesinin altında Haluk İpek’in imzası vardı ve diğer AK Partili yetkililerin “yargı kararıdır” türünden açıklamaları da daha az asap bozucu değildi.

Neyse ki sonrasında Başbakan Erdoğan’ın konuşması rahat bir nefes aldırdı. Verdiği mesaj önemliydi; ama hemen ardından gelen “biber gazı” onu gölgeledi.

Ama yine top hükümette. Geçmişte düşünce ve ifade hürriyetinin alanını, Türkiye’deki yargı pratiğini de dikkate alacak biçimde genişletmiş olsaydı, bugün belki de üstesinden gelmek zorunda olduğu bir “Dicle kararı” olmayacaktı. Ama o epeydir mevzuatı ayıklamayı ihmal edip, sorun çıktıkça çözmeyi tercih ediyor. Ve geciktiği her reform, dönüp dolaşıp onu vuruyor.

Yine de tuzağı boşa çıkaracak adımlar onu bekliyor.

Zor iş biliyorum; bu ülkede demokrasiye geçmek, “Sırat Köprüsü”nden geçmek kadar zor.

Ama oraya ulaşmanın başka yolu da yok…

Zaman,

28.06.2011

Hatip Dicle Kararından Çıkarılacak Sonuç

0

Oligarşik Bürokrasinin Yeni Oyunu Nasıl Bozulur?

12 Haziran Seçimleri sonucunda ortaya yüzde doksan beş düzeyinde toplumun temsil edildiği bir Meclis yapısı ortaya çıktı. Temsil gücü yüksek yeni Meclis, demokratik ve sivil bir anayasa yapacak meşru, demokratik ve güçlü tek organ durumundadır. Bu seçim sonuçlarından sonra hiç kimse yeni Meclis”in anayasa yapıp yapmayacağına dair gereksiz bir tartışma yürütemez. Toplum, net bir şekilde Meclis”e özgürlükçü, demokrat ve sivil bir anayasa yapma görevi vermiştir.

Yeni Meclis”in yapacağı yeni anayasanın muhtevasına dair farklı tartışmaların yapıldığı bugünlerde, birdenbire kendimizi YSK tarafından yaratılan yapay bir krizin içinde bulduk. YSK, BDP”nin desteklediği bağımsız milletvekili Hatip Dicle”nin milletvekilliğini iptal etti. YSK”nın bu kararı, ülkede derin bir sosyal ve siyasi kriz yarattı ve önümüzdeki günlerin ne getireceğine dair kaygılı bir bekleyişin içine toplumu soktu.

YSK, vermiş olduğu kararın değişik anayasa ve yasa maddelerine dayandığından hareketle meşruluğunu savunmaktadır. Yürürlükteki yasalara teknisyen bir mantıkla yaklaşıldığında YSK”nın kararı, formel olarak haklılaştırılabilir. Ancak hukuk, yasa teknisyenliğinden daha fazla bir şeydir. Bireyi ve özgürlüğünü korumayı esas alan sahici bir hukuk perspektifi açısından, YSK kararı hukuka değil, yasa teknisyenliğine bir örnek oluşturmaktadır. YSK kararı, ülkemizde hukuk ve yasa arasındaki derin uçurumu ve çatışmayı bir kez daha tezahür ettirmiştir.

Bir yargı kurumu olarak YSK, hukuki bir karar verdiğini iddia etmesine rağmen, bu kararın hukukiliği ve meşruluğu tartışılmaktadır. Bu kararla YSK, bir kez daha tartışılan bir kurum haline gelmiştir. Seçim öncesi ve sonrası verdiği kararlarla, YSK”nın önemli bir vesayet kurumu olduğuna dair kanaat kamuoyunda pekişmiştir. 2007 seçimleri sonrası Anayasa Mahkemesi”ne yöneltilen eleştirilerin aynısı bugün YSK”ya yöneltilmektedir.

YSK kararı, kamuoyunun önemli bir bölümü tarafından rutin bir karar olarak görülmemektedir. Bu karar, 12 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan seçmen iradesine karşı  yapılan ciddi bir müdahale, siyasi ve sosyal hayatı dizayn etme girişimi, demokratik ve sivil anayasa ihtiyacını ve talebini gündemden çıkarma oyunu ve Meclis”i yapay krizlerle meşgul etmek için sergilenen derin bir operasyon olarak algılanmaktadır.

Vesayet sistemi veya oligarşik bürokrasi dediğimiz statükonun, operasyonlarını ve müdahalelerini iki siyasi aktör üzerinden gerçekleştirmekte ve yoğunlaştırmaktadır.2007 Seçimleri sonrası Ak Parti”ye karşı açılan kapatma davası, 12 Haziran seçimleri sonrası YSK”nin verdiği Dicle kararı, statükonun müdahale ve dizayn girişimlerinin önemli bir bölümünün Ak Parti ve BDP”yi hedeflediği görülmektedir. Statüko, Ak Parti ve BDP”yi birbirine karşı düşman olarak konumlandırmakta ve onları birbirine karşı kullanmayı istemektedir.

Son YSK kararı, sıradan bir karar değildir. Sivil ve demokratik bir anayasanın gündemde olduğu, Kürt sorununun demokratik çözümü için siyasi ve sosyal atmosferin uygun olduğu bugünlerde bu kararın verilmesi anlamlıdır. Doç.Dr. Hüseyin Yayman, son YSK kararını doksan üç yılında yapılan ve otuz üç insanın öldürülmesiyle sonuçlanan Bingöl saldırısıyla mukayese etmektedir. Bingöl saldırısı, Kürt sorununun demokratik çözümü için yapılan çabaları ortadan kaldırdığı gibi, bugünde son YSK kararı da benzer bir şekilde toplumsal barışı ve sivil demokratik anayasa girişimini dinamitleme potansiyeli taşımaktadır. Bingöl saldırısı sonucunda kaybeden Türkiye olmuş, ama statüko kazanmıştır. Son karar da demokrasiyi mağlup, statükoyu galip yapma gibi bir sonucun ortaya çıkmasına neden olabilir.

BDP ve Ak Parti, son YSK müdahalesini iyi okumalıdırlar. Bu karar, hiçbir şekilde Ak Parti ve BDP”yi karşı karşıya getirmemelidir. Her iki partide birbirlerini zayıflatmak yerine demokrasiyi derinleştirmek için bir araya gelmelidirler. Karar sonrası verilen bazı suçlayıcı ifadeler, her iki parti arasında yapılabilecek diyalog ve işbirliğine  katkı sağlamamaktadır.Her iki parti, birbirlerine gol atmak yerine statükonun oyunlarını nasıl boşa çıkaracaklarının yollarını aramalıdırlar.

YSK kararından sonra bağımsız milletvekillerine sağduyu çağrıları yapıldı. Sağduyu çok önemli bir tutum ve değer olup içi tüketilmemelidir. Sağduyu işbirliğiyle beraber gündeme getirilmelidir. Sağduyu ve işbirliği, statükoyu demokrasi ve sivilleşme yönünde değiştirmek için BDP, Ak Parti, CHP ve MHP”nin bir araya gelmelerini esas alan bir anlayışı kapsamalıdır. Statükonun yarattığı bu kriz, demokratikleşmeyi ve normalleşmeyi hedefleyen somut bir işbirliği fırsatına dönüştürülmelidir.Sahici sağduyunun gereği de bu nitelikteki bir işbirliğidir.

Dicle”nin milletvekilliğinin düşürülmesinden sonra, siyasi partiler ve kişiler bazı suçlamaların hedefi haline getirildi. YSK kararı, sorunun kişiler ve partiler olmadığını, statüko dediğimiz sistem olduğunu ortaya çıkarmıştır. Mevcut kriz, statükoyu devam ettirip demokratikleşmenin ve sivilleşmenin önünü kapatmayı amaçlamaktadır. YSK müdahalesi, sivil ve demokratik anayasadan vazgeçmeyi değil, bir an önce topyekun bir demokratikleşme için büyük bir seferberliğe başlamanın hayati bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur. YSK”nın yarattığı krizden çıkarılacak en önemli ders şudur: Statüko dediğimiz vesayet sistemi, bütün kurumlarıyla ve yasalarıyla sorunun ta kendisidir. Statüko sarmalından kurtulmanın çözümü ise sahici anlamda özgürlükçü demokrasiyi kurum, kurulları ve hukukuyla yerleştirmektir.

stratejikboyut.com,

27.06.2011