Ömer Dinçer’in Milli Eğitim Bakanı olmasına memnun oldum.
Milli Eğitim Bakanlığı, ideolojik devletin kırmızı çizgileriyle muhasara altında tuttuğu bir alandır. Bu göreve gelen siyasetçi, bakanlığa adımını atar atmaz bu kırmızı çizgilerle karşı karşıya gelir. Bu durumda karşısında pek fazla seçenek olmamıştır şimdiye kadar: Sistemde hiçbir köklü değişiklik yapmadan, sadece bu köhnemiş sistemin toptan çöküşe gitmesini geciktirecek ufak tefek revizyonlarla durumu idare etmek… Aksini yapmaya kalkan ya kısa zamanda pasifize edilir ya da ekarte edilir.
Zira bu bakanlığın çalışma konusu olan alan, yani okullar, Kemalizmin fideliği ya da çok tanıdık bir deyimle ifade edecek olursak; otoriter cumhuriyet rejiminin “arka bahçesi”dir. Kimsenin bu bahçeye farklı fideler dikmesine, yeni aşı denemeleri yapmasına; farklı budama teknikleri geliştirmesine, yeni bir peyzaj projesine izin verilmez.
Geçmişte böyle denemeler yapan, eğitim sistemi hakkında farklı vizyon sahibi bakanlarımız olmuştur olmasına ama bunların çoğu yapmak istediklerinin onda birini bile yapamadan tamamlamıştır görev süresini.
Çünkü bunun gerçekleşebilmesi için iki unsurun bir araya gelmesi gerekir: Hem eğitim alanında paradigmal bir değişikliğin acil ihtiyaç olduğunu kavramış kararlı bir hükümet hem de böyle bir değişikliğin liderliğini yapabilecek siyasi cesarete ve sağlam bir dünya görüşüne sahip güçlü bir milli eğitim bakanı. Hükümet yeterli kadar kararlı değilse, bakanın müthiş vizyonu bir işe yaramaz. Ama bakan yeterli vizyona ve cesarete sahip değilse, hükümetin itelemesiyle de bu iş olmaz.
Bu uzun girişi neden yaptığım herhalde anlaşılmıştır.
Ben, Ömer Dinçer’in bu bakanlığa doğru zamanda getirilmiş doğru kişi olduğunu sanıyorum.
Dinçer hakkındaki referansım, onun 2004 yılında hazırladığı Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkındaki Kanun. Zamanında Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilen ve hükümet tarafından da fazla sahip çıkılmayarak arşivlerin “hayat bulamayan reform denemeleri” rafında yerini alan bu kanun tasarısının taşıdığı ruh bana Sayın Dinçer’in Milli Eğitim’de ihtiyaç duyduğumuz radikallikte bir değişiklik yapma vizyonuna ve cesaretine sahip olduğunu düşündürüyor. Devletin idari yapısına böylesine güçlü bir neşter atmaya cesaret eden adam, Kemalizmin arka bahçesinde de radikal bir değişim yaratabilir… Ayrıca, zamanında Hüseyin Çelik’in benzer bazı girişimlerine yeterli heyecanla destek olmayan hükümet, şimdi halktan üçüncü kez vize almanın getirdiği özgüvenle böylesi kılçıklı bir konuda değişimci bir rol oynamaya cesaret edebilir.
Yani, bu defa zaman “doğru zaman” olabilir ve değişim için gerekli iki temel unsur bir araya gelebilir.
Peki nedir, yazının başından beri sözünü ettiğim ciddi paradigma değişikliği ihtiyacı?
En kısa ifadesiyle eğitimin liberalleşmesi… “Eğitim devletin işidir” tabusunun sarsılması; bu alanda devletin rolünü ve etkinliğini azaltan, bu alanı rekabete açan ve dolayısıyla üretilen hizmetin kalitesinin artmasına yol açan bir bakış açısının benimsenmesi; vatandaşın eğitimde çeşitliliğe ve seçme özgürlüğüne kavuşturulması…
Böyle yazınca kolay görünüyor ama bunun kadar çok boyutlu ve ne kadar zor olduğunu, 2003 yılında Hüseyin Çelik’in Milli Eğitim Bakanı olduktan hemen sonra gündeme getirdiği bazı liberalleştirme projelerinin başına gelenleri hatırlayarak anlayabiliriz.
Önümüzdeki günlerde size bu projeleri hatırlatacağım. Geçmişteki tartışmaları yeniden kamuoyu gündemine getirmeye, böylece Ömer Dinçer’in yolunu açmaya çalışacağım.
Bakalım, proje tartışmayı pek sevmeyen, buna karşılık sembol tokuşturmaya bayılan; ideolojik bir saflaşma yaratma kabiliyeti olmayan konulara ilgi göstermeyen bir kamuoyunun ilgisini çekmeyi başarabilecek miyim…
Bugün,
11.07.2011