Dünyanın en ırkçı ülkesinde yaşayıp sırf ülkemizde zenciler olmadığı ve biz zencileri çok sevdiğimiz(?) için gündelik hayatımıza sinen ırkçılığımızla hiçbir zaman yüzleşmedik. Bunun son örneğini Mısır’da Arap halkının büyük başarısı sırasında gördük.
Vicdan; bizi biz yapan, içimizdeki vahşiliği terbiye eden deruni ses. Bu sesin, yüce idealler için öğretilmiş davranışlar eliyle terbiye edilmesi ve bağnazlıkla birleşmesi ortaya korkunç bir manzara çıkarır. Bağnazlığın kucağında terbiye edilmiş vicdanlar ulvi hedefler peşinde koşarken sevgi yerini nefrete; sağduyu ise körlüğe bırakır. Vicdanların sükûtu, insanlığın zulüm karşısındaki tiksinti duygusunu kaybettirirken, kötülüğü ve haksızlıkları sıradanlaştırır. Dün, bugün ve gelecekte din, millet vb. adına işlenen cinayetler ve insanın insana reva gördüğü zulüm idealler adına meşrulaştırılacaktır.
Tarihte kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. Ancak devlet mekanizmasının dehşetengiz gücü modern çağlardaki kadar hayatımıza girmedi. Yıkılışına methiyeler düzdüğümüz imparatorluklar çağının sonu bir bakıma renklerin biraradalığının da sonu oldu. Farklılıkları bir ahenk içinde mezceden çok dilli/kültürlü imparatorların yerini tek dilli, toplumu devlet-vatandaş ilişkisi içinde yeniden inşa eden, yabancılardan ve özellikle aynı coğrafyayı paylaştığı farklı gruplardan nefret eden ve asimilasyonu ulus devletin bir şiarı olarak gören rejimler aldı. Muhayyel geçmişin yüceltildiği ve ulus tapınıcılığının başladığı bir çağ. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başlarında Nazi Almanyası benzeri rejimlerin yükselişinin temel sebebi… İnsanlığa yeryüzünde cennet vaat eden sosyalizm bile Rus ulusalcılığının çukuruna yuvarlandı. Ulus devlet Althusser’in çözümlemesi ile okul, kilise (cami), aile, ordu, sanat, vb. ideolojik araçlar ile toplumu dönüştürürken, bireylere kim olduklarına dair fikirler veriyor ve içlerindeki insanlığa ait kadim değerlerin yerine yenilerini koyuyordu. Vicdanlar ideolojik bağnazlık, güç, iktidar ve meçhul gelecek hayaliyle körleşirken; ruhlara sinen yapay coşku ve öfke, insani duyguları yok ederek zulmü sıradanlaştırıyor ve toplumlara öğretilmiş bir vicdansızlık hâkim oluyordu. Nazi Almanyası idealleri uğruna, Almanların –çoğunluğunun- tüm Yahudileri yok etmeyi göze alabilecek kadar ileri gidebilmelerini ancak bu yolla meşrulaştırabilirdi. Küçük bir çocuğun ağlamasına dayanamayan insanlar ancak böyle bir süreçte insanları gaz odasına götürebilirdi. İnsani duygularla uzaklardaki zulme uğrayan insanlar için gözyaşı döken siyasilerin yanı başlarındaki acılara sessizliği gibi. Neden peki? Büyük Almanya için! Kendimizi kandırmayalım; Naziler yenilmese ve ayakta dursaydı -pek çoğumuz- Yahudi soykırımını bir vahşet değil, başarı olarak görecektik. Nitekim tarih bu tür onaylanan ve hâlâ onayladığımız vahşetlerle dolu. Ve bugün yaşanan pek çok sorunumuzun arkasında da kanaatimce öğretilmiş vicdan yatıyor. Son iki asırdır toplumundan utanan ve onu değiştirmeye çalışan seçkinlerimiz devlet aygıtının tüm gücüyle toplumu modernleştirirken vicdanlarımızı da dönüştürdü. ‘Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum’ hedefiyle sosyo-kültürel farklılıklarımız ötekileştirilirken, her kesime bir suç atfedildi: Ermeniler vb. topraklarımıza göz dikmiş, Araplar arkadan vurmuş, Kürtler zaten vahşi, Aleviler yoldan azmış, dindarlar yobaz… Ve Türkler medenileştirilmesi gerekenler. Aslında herkese eşit mesafedeydiler, ezme, yok sayma ve dönüştürme. İstenen olmadı ama herkesin herkesten korktuğu, şüphe duyduğu, anlayışsız, empati kurmaktan aciz bir ülke yaratıldı. Dünyanın en ırkçı ülkesinde yaşayıp sırf ülkemizde zenciler olmadığı ve biz zencileri çok sevdiğimiz(?) için gündelik hayatımıza sinen ırkçılığımızla hiçbir zaman yüzleşmedik. Bunun son örneğini Mısır’da Arap halkının büyük başarısı sırasında gördük. Hâlâ ırkçı gözlüklerle Arapları küçümseyen ve sanki çok matah bir lidermiş gibi İsrail gözlükleri ile Mübarek’in arkasından gözyaşı döken nice aydınlarımız var.
Geçenlerde Radikal’de “Ermeni kimliğine dönenler artıyor” başlıklı bir haber vardı; acaba bu ülkede bu tür haberleri okuduğunda vicdanı sızlayan kaç kişi oldu? Hâlbuki vicdanlarımız körleşmeseydi bu insanların asıllarını unutmalarında bir payımız olduğunu düşünerek üzülürdük. Ama burası bir siyasinin rahatlıkla “Anası Arap, babası Gürcü, peki Bilal ne?” diye cümle kurduğu, bir başkasının “Onun annesi Ermeni” dediği ve muhatabının “Ben özbeöz Türk’üm” açıklaması yapmak zorunda kaldığı bir ülke.
Çoğumuz BDP’li milletvekilleri ile “Kürt’üm diyorlar ama Kürtçe bilmiyorlar” diye dalga geçiyoruz. Acaba bunu derken hiç utanıp düşündük mü? Bu ülkede kaç Kürt ebeveyn devlet ve çevre baskısı ve çocuklarının başına bir şey gelmesi korkusuyla çocuklarına dilini öğretemedi? Acaba Emine Ayna ve benzerlerinin Yunanistan’daki ya da Çin’deki bir Türk kadar değeri yok mu gözümüzde?Alevi çalıştayları sırasında “Aleviler, Aleviliği bilmiyor, bunlarla mı konuşacağız?” diyenler Alevilerin içinde bulundukları durumdan kendilerinin hiç sorumlu olmadıklarını mı düşünüyorlar? Alevilerin tekkeleri ve ocakları kapatılırken, 1927 köy kanunundan beri köylerine zorla cami inşa edilerek Sünnileştirilmeye çalışılırken, azıcık ucundan memlekete demokrasi geldiğinde de Sünniler için okullar açıp Aleviler unutulurken, derin provokasyonların hepsinde Aleviler kimsenin hesabını sormayacağı zayiatlar olarak görülürken, yarın bunların ve diğerlerinin hesabının Allah katında kendilerinden sorulacağını hiç düşündüler mi?
Ermeni’nin Ermeniliğini ve dinini saklamasından, Alevi’nin Aleviliğini gizlemesi ve inancını yaşatamamasından, Kürt’ün benliğinin inkârı ve dilinin unutturulmasından, inancından dolayı başörtülünün okuyamamasından utanmıyor ve vicdan azabı çekmiyorsak insan olmamızın ne değeri olabilir ki? Ne diyor Hz. Ali: “Herkes ya insanlıkta eşin ya dinde kardeşindir.”
Zaman-yorum, 17.02.2011