Başbakan’ın “milli irade” vurgusu elbette önemlidir; demokrasi için hayati bir kavramdır.
Ama bu kavramdan ne anladığımızı doğru dürüst netleştirmek kaydıyla…
Erdoğan son dönemde sürekli olarak milli iradeye yönelik saldırılardan, tehditlerden ve düşmanlardan bahsediyor. Bu saldırıların geçmişte görüldüğü üzere sadece silahlı güçlerden değil, kendisini Meclis iradesi üzerinde gören herkesten gelebileceğini söylüyor. Milli irade düşmanlarını, kendisini “Meclis iradesi üzerinde gören” sermaye, medya, karanlık güçler ve mafya olarak listeliyor.
Peki herhangi bir medya kuruluşunun hükümete karşı sistematik muhalefete girişmesi “Meclis iradesine saldırı” mıdır?
Bir sermaye grubunun Gezi olaylarında hükümet karşıtı bir tutum benimsemesi; göstericilere sempatiyle yaklaşması da kendini “milli iradenin üstünde” görmek midir?
İktidara muhalif bir grubun muhalefet çalışmalarını ülke dışındaki bazı kuruluşlarla ittifak halinde yürütmesi, yani uluslararası destek alması suç mudur?
Muhalif herhangi bir gücün “karanlık güçlerle ittifak halinde” olduğunu iddia etmek -eğer ortaya somut bir kanıt konmamışsa- o muhalif gücü gayrimeşru zeminde göstermeye yeter mi?
Eksik kalan nokta
Başbakan’ın “milli irade” vurgusu yaparken eksik bıraktığı nokta sivil toplumdan gelen baskıların meşruiyet sınırını açıkça çizmemesi oluyor.
Demek ki tartışma konusu şu:
Sermayenin ya da sivil toplum içindeki diğer güç odaklarının hükümet ya da Meclis üzerinde yaptığı baskılar, yürüttükleri lobi faaliyetleri, kitle hareketlerine ya da diğer mücadele biçimlerine başvurmaları ne zaman ve nereye kadar meşrudur; hangi noktadan sonra “milli iradeye”saygısızlığa ve hatta “milli iradeyi yok etme” teşebbüsüne döner? Sınır nereden geçer? Bu sınırı kim çizer?
Meseleyi böyle koyunca, işe milli irade kavramının kendisinden başlamak gerekir.
Başbakan milli iradeyi “milletin tercihleri” olarak tanımlıyor. Ve çoğu kez, AK Parti’yi -milletin çoğunluğunun tercih ettiği bir parti olduğu için- milli iradenin temsilcisi gibi görme eğilimine giriyor ve AK Parti’ye karşı çıkışı “milli iradeye karşı çıkış” olarak algılıyor. Oysa biz biliyoruz ki, millet dediğimiz şey homojen bir kitle değil. Millet dediğimizde içinde farklı tercihleri olan farklı kesimlerin yer aldığı bir yapıdan söz ediyoruz. Dolayısıyla ne AK Parti ne de herhangi bir başka parti “milli irade”yi temsil eder; sadece oy aldığı kitlenin iradesini ve çıkarlarını temsil edebilir.
Mücadele eder ama dayatma yapamaz
Milli iradenin -iktidar partisi tarafından temsil edilen parçası dahil- bütün parçaları, iradelerini sadece belli aralıklarla seçim sandığında ortaya koymakla yetinmez, iki seçim arasındaki dönemlerde de kendi isteklerini ortaya koymak, duyarlılıklarından kamuoyunu haberdar etmek, hükümete baskı yapmak ve taleplerini kabul ettirmek için demokratik yollarla mücadele ederler.
Ama bunu yaparken onlar da kendi isteklerini “toplumun bütününün istekleri” olarak ortaya koyamaz ve taleplerini dayatma haline getiremezler. Toplumsal mücadele hükümeti uyarmayı, sarsmayı amaçlar ama sokakta yıkmaya kalkışamaz.
Örneğin, temel insan hakları ihlali söz konusu değilse, hiçbir kişi ya da grup “Filanca isteğimiz yerine gelene kadar (ya da filanca yasa çıkana kadar, filanca uygulama son bulana kadar) buradan ayrılmayacağız” diyemez. Çünkü bunu yapmak, sivil toplumun bir kesiminin kendi isteklerini kabul ettirmek için toplumun diğer kesimlerine ve Meclis’e şantaj yapması anlamını taşır ve demokrasiye sığmaz.
Kısacası, bu tartışma birkaç klişe cümleyi tekrarlayıp durmakla çözülemeyecek kadar kapsamlı bir tartışma ve hem milli iradenin mutlaklaştırılması yönünde hem de muhalefet hakkının milli iradeye saldırıya dönüşmesi yönünde hatalar yapılıyor.
Ben şimdilik, iktidarların “çoğunlukçu” anlayış yüzünden yaptıkları hatalara karşı da toplumsal muhalefetin gayrimeşru zemine kaymasına karşı da aynı ölçüde dikkatli olunması gerektiğini vurgulayarak bitireyim.
Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.