Ahmet Nuri Yurdusev, Hayrettin Karaman’ın bir yazısından hareketle İslam ile laik liberal demokrasi arasında irtibat kurulamayacağı şeklinde eski tartışmanın yeniden gündeme gelmesi üzerinde durarak düşünce tarihinde demokrasi ile laiklik arasında irtibatın bire bir kurulmasının tutarsızlığını analiz etti.
(27.1.2010, Zaman) Atilla Yayla, aynı gün bu sayfada “Kim bu liberaller ve ne istiyorlar?” başlıkla yazısında liberallerin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve özgürleşmesine olan katkılarını kamuoyuna sundu. Bu bağlamda özellikle 28 Şubat süreciyle birlikte Liberal Düşünce Derneği’nin katkılarını kimse inkâr edemez.
Ne oluyor da bu eski tartışma gündeme getiriliyor? Benzer tartışmalar 11 Eylül 2001 olayından sonra liberaller ile İslamcılar arasında var olduğu söylenilen ittifakın sonu geldi şeklinde yapılagelmişti ve bunun anlamsızlığı üzerinde de durmuştum. (Tezkire, yıl 11, sayı 26, 2002, s. 202-216)
Tekrar vurgulamak gerekirse siyaset felsefesi açısından bir “Çağdaş İslam düşüncesi” kurgulayacaksak, mesele din ve devlet ayırımı üzerine kurulu olan laiklik üzerine değil de, demokratikleşme merkezli olmalıdır. İslam tarihinde devlet her zaman vardı. Üstelik bir kısmı “din adına” bir kısmı ise “kamu menfaati adına bazı sloganlarla” Müslümanları yönetmiştir. Nitekim Tunus’ta başlayan “Yasemin” devrimi, Mısır, Fas, Libya ve Yemen’de hürriyet, özgürlük ve eşitlik isteyenler, liberal bir demokrasi taleplerini güçlendirmiştir.
Kaddafi’nin Tunus devrik lideri hakkında “Ne olur üç yıl daha bekleselerdi, adamcağız yönetimden çekileceğini söylemişti.” sözleri, durumun ironikliğini göstermektedir. Bu sözler, önemli olanın yönetenlerin keyiflerince değil de, hak ve adalete uygun yönetmesi olduğu hususunun on yıllarca gözden nasıl kaçırıldığının ifadesidir.
İslam âleminin şu andaki yönetimlerine baktığımız zaman, Emevi döneminde başlayan saltanat/patrimonyal/kabilevi yönetimlerin Cahiliye dönemlere taş çıkartırcasına devam ettiğini görüyoruz. Çoğunda sözde anayasalar var, ama anayasa ile demokratik olunmuyor ki! Nazi Almanya’sı, Stalin Rusya’sı ve Saddam Irak’ının da anayasası vardı! Yöneten-yönetilen ilişkisinde önemli olan anayasacılık değildir, yani hak ve hukukun üstünlüğü, yasama ve yürütme ile yargının erklerinin ayrı ve bağımsız olmasının sadece anayasada yazılı olmayıp, işlevsel olması ve hürriyet, eşitlik ve adaletin teminidir.
İSLAM VE… İLE BAŞLAYAN KURGULAR SORUNLUDUR
Sorun, İslam’da yönetici de dâhil olmak üzere halkın kendi kendini yönetmek amacıyla siyasal bir varlık meydana getirme özgürlüğü olup olmadığıdır. Çünkü siyasal iktidar temelde bir yasama iktidarıdır, yasama yetkisi ve özgürlüğü olmayan bir halk, kendi aralarında eşit olsa ne olur? Çünkü bu halk, “demos” olamamıştır ki, ‘kratos’tan bahsedelim! O halde İslam ve.. diye başlayan cümleler kurmak yerine, Müslüman ülkelerdeki özgürlüğün yokluğu veya eşitliğin negatif bir tarzda tanımlanması üzerinde durmak gerekir.
Demokrasi anlayışının Batı düşünce tarihinde yaklaşık 2500 yıllık bir geçmişi ve bu süreç içinde birçok farklı tanımı ve uygulaması var. İslam ve demokrasi ilişkisi üzerinde düşünürken, “İslam ve kapitalizm”, “İslam ve sosyalizm”, “İslam ve liberalizm” gibi … ve diye başlayan ve sorunu ötekileştiren ikilemlerden kurtulmak gerek artık. Hz. Peygamber’in uygulamaları, Veda Hutbesi, ilk dört halifenin seçim yöntemleri üzerinden “İşte bak bizde de bunlar var” şeklindeki tavırlardan da kaçınmak gerek.
Eğer özgür, adil ve eşitliğin hâkim olduğu bir toplumsal yapı istiyorsak, bunu unutmamak gerekir. Madem Müslümanlar, esenlikte kılmak, barış içinde olmak anlamını taşıyan “İslam” teriminin Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sas) kadar bütün insanlığa muhtelif peygamberler vasıtasıyla gönderilen dinin genel adıdır diyor; o halde farklı zaman ve mekânlarda, farklı toplumlara, dünyada refah ve mutluluk, ahirette ise felahlarını temin edecek çerçeve kuralların pratiğe geçirilmesindeki kırılmaları incelemesi şarttır.
Özgürlük, adalet ve eşitlik temini ve halk’ın demos olması için bu haklar ve mücadeleler sürecinin sistematik, rasyonel ve eleştirel tahlili yapılınca, düşünsel ve kültürel sürekliliğimizi sağlayan yerli/milli/dinî değerlerimiz insanlığın birikiminin ışığında yeni bir dil ve kimlikle okunacak tikel değerler evrenselleşecektir.
Bu, insanlığın liberal ve demokratik verilerinin her Müslüman ülkenin kendi tarihsel ve toplumsal sürecinde yeniden üretmesi demektir, ki bu artık özgündür, ona aittir. Ancak bu sayede İslam ve (…) diye başlayan ikilemlerin açmazlarla karşılaşmasından kurtulabiliriz.
Zaman, 30.01.2011