Türkiye’nin kamusal tartışma gündeminde, önce Dolmabahçe’de, daha sonra da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yaşanan öğrenci protestoları ağırlıklı bir yer işgâl etti.
Dikkatlerden kaçmamış olmalıdır ki, Türkiye’deki bu “öğrenci protestoları”, önce Londra’daki çok daha kalabalık bir öğrenci kitlesinin “harçlar” ile ilgili gösterilerine ve nihayet önceki gün İtalya’da yaşanan ve doğrudan Berlusconi’nin yeniden güvenoyu almasına yönelik olduğu belirtilen -şiddet düzeyi bizdeki “yumurta” hâdisesini nicelik olarak değil, nitelik olarak aşan- olaylara denk geldi. İster İngiltere ve İtalya’daki bu son örneklerle, ister yakın ve uzak geçmişte, Türkiye’de ve dünyâda yaşanmış bulunan diğerleriyle mukayese edin, ister tek başına ele alın, Türkiye’de son yaşanan öğrenci protestolarının değerlendirilmesinde dikkat edilmesi gereken noktalar kendiliğinden öne çıkabilmektedir.
Bir kere ve öncelikle belirtelim ki, Dolmabahçe hâdisesinde polisin “orantısız güç kullandığı” tespiti, konuyu değerlendiren hemen herkesin paylaştığı bir yargı olmuştur. Muhafazakâr bir açıdan yaklaşıp, bu tür gösterilerin kamu düzenini tehdit ettiğini, dolayısıyla bunları engellemenin polisin görevi olduğunu kabul ederek, “orantısız güç kullanma” eleştirisini ihmâl etme noktasında olsak bile, hem ülkemizdeki yasalar, hem de “vicdan”, bu olayda güvenlik güçlerinin kabul edilemez bir aşırılık içinde davrandığını tespit etmemizi emretmektedir. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 3. maddesi çok açık bir biçimde şu hükmü getirmektedir: “Herkes, önceden izin almaksızın, bu kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Bu hüküm ve ilgili kanunun diğer düzenlemeleri, toplantı ve gösteri yapmayı önceden izin alma şartına bağlı olmayan bir özgürlük olarak düzenlemekte ve dolayısıyla konuyla ilgili sınırlamalar getiren düzenlemelerin “istisnâ” olduğu, bu nedenle de özgürlüklerin kullanılması bakımından “dar” yorumlanarak uygulanmaları gerektiğini göstermektedir. İşin yasal tarafı böyleyken ve üstelik kamu vicdanının kabul etmeyeceği bir tarzda orantısız şiddet kullanılarak göstericilere müdahale edilmesi, daha özgürlükçü ve daha demokratik bir Cumhuriyet isteyenlerce kabul edilmesi imkânsız otoriteryanizm alışkanlıklarının bir devamı olmuştur. Yakın geçmişte örnekleri bolca bulunan bu tür “orantısız güç kullanma” örneklerinin devam etmesi ve buna mukabil bu tarz davranışlar karşısında idârî ve yargısal makamların kamu vicdanını rahatlatıcı karar ve tedbirler almakta yetersiz kalmaları bir yana, orantısız güç kullanma değerlendirmesine karşı çıkarak “baskı”dan yana görünmeleri gerçekten demokratikleşme sürecinde ilerleme iddiasında bulunan Türkiye için hazin bir tablo oluşturmaktadır.
İkinci olarak vurgulanması gereken nokta da bu değerlendirme ile ilgilidir. Öğrenci protestolarının arkasında, “hükûmet aleyhtarı komplo” ve hattâ “Ergenekonvâri bir teşebbüs” bulunduğu iddiâsı, güvenlik kuvvetlerinin gösteri ve protesto eylemi yapan öğrencilere karşı orantısız güç kullanmasının mazereti olamaz ve Türkiye’de ortaya konulmuş olan tablonun yukarıda belirttiğim nedenlerle “hazin” olarak nitelendirilmesini geçersiz kılmaz; bu iddiaları ciddîye almak gerekse bile. Aksi, yani Türkiye’nin yeni bir komplo üzerinden ve tekrar 1970’lerin sokak şiddetini yaygınlaştıran ortamına çekilmeye çalışıldığı korkusu beslenerek, özgürlüklerin fiilî güç kullanılarak kısıtlanmasına yönelmek, 12 Eylül 1980 mantığına devlet yönetiminde teslim olmak anlamına gelecektir. Gerek bu sayfalarda ve gerek başka vesilelerle sık sık vurgulamaya çalıştığım gibi, Türkiye’nin ürkmesi ve kaçınması, dolayısıyla da önlemesi için her türlü demokratik tedbiri alması gereken olgu siyasete askerî ve sivil bürokratik vesayetçi müdahaledir. Bu tedbirler arasında, çağdaş, ileri demokrasinin özgürlükçü standartları içinde yer alması mümkün olmayan polisiye müdahaleler ve bunların meşrulaştırılma biçimlerinin yer almadığı kuşkusuzdur. Son İngiltere ve İtalya örnekleriyle mukayese edildiğinde, tamamen barışçı protesto yöntemleriyle ortaya çıktığı görülen ve bir “sokak şiddeti”ne dönüşme ihtimali bulunmayan veya gerçekleşmesi “suhûletle” önlenebilecek nitelikte olan öğrenci eylemleri karşısında gösterilmiş olan “orantısız” tepkinin gerçekten hiçbir makûl gerekçesi bulunmamaktadır.
Mes’elenin elbette bir de öğrenci eylemlerinin neye yönelik olduğu ile ilgili çok daha ciddî ve niteliksel bir boyutu bulunmaktadır. İçinde doğrudan hükûmeti hedef alan, kör bir AK Parti karşıtlığıyla “malûl” unsurlar bulunsa ve hattâ iddiâ olunduğu gibi bu unsurlar son eylemlerde ağırlık taşısa bile, öğrenciler doğrudan ve açık bir biçimde Türkiye’deki yükseköğrenim düzenini eleştirmektedirler. Türkiye’de yükseköğrenim düzeninin, idarî, malî ve akademik açılardan özerk ve özgürlükçü olmadığından başlayıp somut olarak “paralı eğitim”e ve hattâ “özelleştirme” boyutunda ortaya konulan eleştirilere dek uzanan bir dizi değerlendirme ve talep. Bu değerlendirme ve talepleri dile getiren birbirinden farklı siyasî ve ideolojik tercihlere sâhip öğrenci toplulukları ve demokratik özgürlükçü bir düzende olması pek doğal bir biçimde, bu öğrenci topluluklarının içinden çıktıkları toplum kesimleri. Bu çoğulcu değerlendirme ve talep manzumesine tümüyle karşı veya tümüyle taraftar olmak söz konusu bile değil. Ama, bir ân durup, derin bir nefes aldıktan sonra, olabildiğince soğukkanlı düşündüğümüzde, gerçekten, Türkiye’deki yükseköğrenim sisteminin çağdaş özgürlükçü demokrasinin ilke ve değerleriyle tam bir uyum içinde olduğunu söyleyebilir miyiz! Bir türlü çözemediğimiz ve dünya üzerinde -herhâlde altını çizerek vurgulamalıyız ki, demokratik olsun olmasın- Türkiye’den başka bir örneği bulunmayan “başörtüsü sorunu” neyin ifâdesi? Üniversitede ve daha genel olarak kamu sahasının tüm boyutlarında haklılaştırılması mümkün olmayan “başörtüsü yasağı”, Türkiye’de yükseköğretimin çok önemli bir sorunu ama tek sorunu değil. (Üstelik, bilmem farkında mıyız ama, tıpkı son olaylarla ilgili bazı yorumların öğrenciler hakkında yaptığı gibi, bu anti-demokratik yasaktan yana olanlar, inatla sorunu özgürlüklerle ilgisi kurulmayacak bir tarzda “marjinalleştirme”ye çalışmaktalar.) Örneğin 12 Eylül askerî darbesinin ideolojisine uygun olarak yazılmış bulunan ve “Yükseköğretimin amacı . . . Öğrencilerini . . . (1) ATATÜRK İnkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı (2) Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, (3) Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, (4) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, (5) Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı . . . vatandaşlar olarak yetiştirmek”tir ifâdesine dikkat çekelim. Fark edileceği üzere burada “hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı vatandaş” ifâdesi 5. sırada zikredilmektedir. Bir ân için arada bir hiyerarşi kurulmadığını düşünsek bile, sadece bu sıralama dahi, Türkiye’nin yükseköğrenim yapılanmasında önceliklerin çağdaş özgürlükçü demokrasi anlayışının ne kadar gerisinde kalındığını göstermektedir. Bu soyut düzenlemenin üniversitelerin idarî ve disipliner yapısının oluşturulmasında ve uygulanmasında, kanun ve yönetmelikler düzeyinde ne tür somutluklara cevaz verdiğini görebilmek için çok geniş bir muhayyîle gerekmez. İsteyen “başörtüsü yasağı”na, isteyen üniversite öğrencisini demokratik dünyada kabul gören protesto yöntemleriyle kamu sahasına çıktığı zaman hor görmeye hazır otoriter zihniyetin “orantısız güç kullanma” denilen tezahür ediş biçimlerine bakar ve anlar. Türkiye’de sadece Anayasa’nın değil, yükseköğretimin de topyekûn bir özgürlükçü demokratik yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Bu ihtiyacın tespiti ve giderilmesi, demokratik müzakere sürecinin işlemesini gerektiriyor ve bu süreç, bazılarımızın hoşuna gitmese de, “protesto gösterileri”ni de içeriyor. Sorun, kurulu düzene yönelik protestoları “kurulu düzene yönelik köklü demokratik değişim imkânları”na dönüştürebilmekte yatıyor.
Zaman-Yorum, 17.12.2010