‘Bu kadarı yetmez’ dediğimiz hukuk devleti ve demokrasi, o kadarıyla bile elimizden uçup gidiyor.
Yapılan reformların geri dönülemez olduğunu söyleyip duruyorduk. Yanılmışız; devlet yıllardır elde ettiği demokrasi ve hukuk ‘kazanımları’nı anında geri alabiliyormuş.
Hükümetin yargıya müdahalesi kuvvetler ayrılığı ilkesinin de hukuk devletinin de bildik biçimlerinin hiçbirine uymuyor. İktidar mücadelesi sadece demokrasiyi ve hukuku imha etmekle kalmıyor, toplumsal barışı da tehdit ediyor. Ayrıştırılan, kutuplaştırılan ve hatta düşmanlaştırılan toplum kesimlerinin bir arada yaşaması giderek zorlaşıyor; herkes ötekinin varlığını kendi varlığına bir tehdit olarak görmeye başlıyor. İktidar kişiselleştiriliyor, sosyal muhalefet kriminalize ediliyor. İki-üç yıl önce herkesin konuştuğu ‘Türkiye modeli’ artık yok. Demokratik veya değil, bütün yönetimler için vazgeçilmez ‘iyi yönetişim’ kriterleri olan şeffaflık ve hesap verebilirlik bile gündemde değilse elbette model ülke olamazsınız. Ciddi yolsuzluk iddialarının üzerine gidilmiyor. İddialar yargının incelemesine bırakılmak yerine uluslararası komplo söylemiyle kapatılmaya çalışılıyor. Bunları hâlâ siyaseten anlamak mümkün eğer yargı sürecine yürütmenin ağır bir müdahalesi olmasa. AKP kendi iddiasıyla da, geçmişteki başarısıyla da çelişiyor. İçinde çete, komplo aradığı bu yargı kendi eseri. HSYK, 12 Eylül 2010 referandumuyla ‘reforme’ edilmişti. Şimdi Danıştay’la birlikte hükümetin hedefinde. Yargıda reform ihtiyacı kuşkusuz devam ediyor. Peki hükümet yolsuzluk iddiaları gündeme gelene kadar yargının reforme edilmesiyle ilgili neler yaptı?
Yargılamanın konusu ne olursa olsun, muhatabı kim olursa olsun masumiyet-suçsuzluk karinesi esastır. Kimse yargı süreci bitmeden suçlu ilan edilemez. İddiaların bağımsız yargı tarafından yürütmenin müdahalesi olmadan incelenebilmesi de bir o kadar önemlidir. Bunları konuşacağımıza komplo iddiaları, cemaat-hükümet gerginliği tartışılıyor. İlkeleri konuşalım, aktörleri değil… Kamu hizmetine girmek her vatandaşın hakkı. İster cemaate mensup olsun, ister Kemalist, ülkücü veya Alevi, vatandaşların kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğraması kabul edilebilir değil. Kamu görevi gören insanlardan beklenen, kanunlar ve kurallar çerçevesinde görevlerini yapmaları. Buna uygun davranmayanlara, amirlerinin hukuka uygun emirlerine itaat etmeyenlere karşı ne yapılacağı kanunda belli. ‘Devleti birileri ele geçirdi’ söylemi çok ‘eski Türkiye’ kokmuyor mu?
Hükümet yönetici konumunda olan kamu çalışanlarını kendi tercihine göre atar. İster ‘merit’e bakar, ister ‘kimliğe’. Siyaseten sorumlu kendisidir. Ama bunu milyonlarca kamu çalışanı arasında kendinden olmayanları ‘tasfiye’ etmeye kalktığında evrensel insan haklarından olan ‘eşitlik ilkesi çerçevesinde kamu hizmetine girme’ ilkesini ihlal etmiş olur. Şunu da belirteyim; sivil toplum unsurlarının, bu arada Hizmet hareketinin devlete entegrasyonunu doğru bulmam. Çünkü devlet onların sivilliğini bitirir, devleti dengeleyecek sivil güçleri zayıflatır. Yıllardır devletin ‘matah bir şey olmadığını’ yazıp duruyorum zaten. Devlet, toplumun işlerini görmekle mükelleftir, bizde toplumun işini bitirmek için kullanıldığına bakmayın. Zaten bu yüzden ‘devlet kavgası’ bitmiyor. Sivil toplum devlet olmaya çalışmaz, devlet siyasetini (kamu politikası) etkilemeye çalışır. Temel işlevlerinden biridir bu. Bilgi üreterek, politikalar önererek, kamuoyu oluşturarak kamu politikalarını etkilemeye çalışır. Bu girişimlere ‘sivil vesayet’ demek toplumsuz devlet istemekle eşanlamlıdır ve bir dönemlerin ‘cumhursuz cumhuriyet’ ülküsünden farksızdır.
İktidar uğruna demokrasiden, hukuk devletinden ve özgürlükler rejiminden vazgeçenleri ne tarih affeder, ne de elde ettikleri iktidarın kendilerine bir hayrı olur.
Bu yazı Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır.