Yargı reformu, son on yılda hep üzerinde konuşulan, ancak UYAP, alt yapı yatırımları ve yargı mensuplarının gelirlerini yükseltmeye yönelik kimi çabalar dışında çıktı kalitesi itibariyle sonuç alınamayan bir alan oldu.
Nereden mi varıyoruz bu sonuca? Son yıllarda toplumun gündemine damgasını vuran onlarca yargı skandalı ve halkın yargıya güveninin dibe vurmuş olması en önemli göstergeleri bu olumsuz tespitin.
Reform çabaları istenilen başarıyı sağlamasa da sorunu daha iyi görmemizi sağladı. Türkiye’nin yargı skandalları ile dolu tarihini hatırladık. Özellikle konu insan haklarına geldiğinde bireylerin ne kadar korumasız bırakıldıklarının yüzlerce, binlerce örneği geldi gözlerimizin önüne.
Ceza almaması gerekenlerin cezalandırıldığı, mahkûm edilmesi gerekenlerin ise cezasız bırakıldığı; hakkını arayanın çaresiz kaldığı, haksızın ise bizzat yargının içindeki özel kanallar yardımıyla galip çıktığı bir yargılama sisteminin köklü değişikliğe ihtiyacı olduğunu anlamasına anladık, ama bir türlü istenilen noktaya gelemiyoruz.
Çabaların yetersiz kalmasının temel nedeni, ihtiyaç duyulan reformun gereği olan köklü değişikliklerin yapılamamasıdır. Böyle bir reform ancak kapsamlı bir strateji, sürekli çalışma, paydaşların sürece katılımı ve inatçı bir mücadele ile uygulamaya konulabilir.
Olumsuzluklar geleceğe yönelik önemli dersler almamızı da sağladı. Yargının bağımsızlığı ile tarafsızlığının birbirinden ayrılamaz iki nitelik olduğunu gördük bu süreçte. Dünya örnekleri göstermekte ki yargının görece özerkliği her zaman hukuk devletine gidişe işaret etmiyor.
Otoriter rejimler yargıyı özerkleştirerek siyasi muhalifleri dışlamayı, toplumu kontrol etmeyi, çatışmalı konularda konuyu yargıya havale etmeyi bir strateji olarak benimseyebiliyorlar. Böylece, yargı görece özerk, rejimin kirli işlerini halleden bir organa dönüşüyor. Haksız infazları onaylıyor, cezasızlık uygulamalarını meşrulaştırıyor, rejime kalkan oluyor. Tüm bunları kimin yaptığı sorulduğunda siyasi rejim değil, sahte bir hukuk söyleminin arkasına sığınan yargı devreye giriyor. Demokratik ülke uygulamalarına bakıldığında ise yargı tarafsızlığı bağımsızlığın ayrılmaz bir parçası olarak görülüyor. Ancak, tarafsızlığı uygulamaya geçirmek kurumsal bağımsızlıktan çok daha zor.
Çünkü tarafsızlık, şekli kurumsal özelliklerden çok bizzat görev yapan hâkimin kalitesi ile ilgili bir konu. “Hâkim topluma ne kadar duyarlı?”, “insan haklarını gözetiyor mu?” “hukuk bilgisi ne seviyede?” gibi soruların merkeze alınarak olumlu cevaplanması için çalışıldığı devlet sistemlerinde yargıya güven de artıyor.
İki model
İşin önemli ayaklarından biri hâkimin bürokrat kimliğinden kurtarılmasıdır. Günümüzde bürokratik anlayışa sahip hâkimlerden oluşan yargı modeli ile uzmanlığa dayalı profesyonel hâkimlere dayalı yargı modeli iki farklı sistem olarak görülüyor.
İlk modelde, genç yaşta, tercihen hukuk fakültesi mezunu olur olmaz, sınavla personel devşirme yoluna gidiliyor. Hâkim adayı fakülte sonrası eğitimini yargı kurumu içinde alıyor. Kurumsal roller ve teşvik sistemleri hiyerarşiye göre oluşturuluyor ve uzman kimliğine önem verilmiyor.
İkinci modelde ise hâkimliğe alınacakların yargı dışı tecrübeleri belirleyici oluyor. Mesleğe alınmadan önceki hukuki uzmanlıkları esas alınıyor. Hizmet yılı gibi şekli terfi ve ödüllendirme sistemlerine itibar edilmiyor. İhtiyaç duyulan belirli uzmanlık alanlarına göre istihdam gerçekleşiyor ve son olarak, uzmanlık bilgisi her şeyden üstün tutuluyor.
Bu iki modelden Türkiye’nin bugüne kadar benimsediği ilki oldu. Bu modelle halkın beğenisini ve güvenini sağlayan bir yargı sistemi kuramadık. Kurmamız mümkün de değil. Türkiye, yargıda istihdam politikalarını başarılı örneklerde olduğu gibi ikinci modele yönelerek inşa etmelidir.
Halkın güveni makam dolduran değil, onu anlayan ve uzmanlığını kullanan hâkimlerle sağlanır.
Yeni Yüzyıl, 24.11.2015
http://xn--yeniyzyl-b6a64c.com.tr/makale/halkin-begenisini-kazanan-hkimler-195