Toplumun “cemaatler”e bakışını tespit etmeye çalışan son araştırma dolayısıyla cemaatçiliğin modernleşme ve demokrasiyle ilişkisi konusu yeniden gündeme geldi. Aslına bakılırsa, bu mesele özellikle modernist çevrelerin Fethullah Gülen “cemaati”nden duydukları kaygılar nedeniyle zaten epey bir süredir gündemdeydi. Ne var ki, onların esas olarak “hayat tarzı” özgürlüğüyle ilgili olan endişeleri şimdiye kadar ciddi bir tartışmadan ziyade yüzeysel bir polemikçi bir söylem üretmiş bulunuyor.
Bu konu her açıldığında benim aklıma Ferdinand Tönnies’in 19. yüzyılın sonlarında “cemaat-cemiyet” ayrımından hareketle yaptığı modernlik analizi gelir. Tönnies, modernlik öncesinden farklı olarak, sanayileşme dönemi toplumsal yapısını karakterize edenin “cemiyet” (association) olduğunu ileri sürmüştü. “Cemiyet”le kastettiği, kısaca, bireyselselliğin ve farklılaşmanın öne çıktığı, gayrı-şahsi ilişkilere dayanan gevşek bir grup yapısı idi. Buna karşılık cemaat (community) ise yüzyüze ilişkilerle yürüyen, ortak kimlik duygusunun ve değerlerin bir arada tuttuğu dayanışmacı bir toplumsal örgütlenme biçimi demekti.
Her ne kadar Tönnies modernleşmeyle birlikte cemaatçi yapıların “yok oluşu”na hayıflanıyor idiyse de bazı eleştiricilerinin hatırlattığı gibi, modern hayat cemaatçi yapıları büsbütün yitirmiş olmayıp, aksine birçok çemaatçi özelliği bünyesinde barındırmaya devam etmektedir. Bu şunu gösteriyor: Modernistlerin sandığı ve umduğu gibi, cemaatçi yapı veya ilişkilerin “insanlığın/uygarlığın ilerlemesiyle birlikte” ortadan kalkması diye bir kaçınılmazlık yoktur. Çünkü, yüzyüze ilişkiler, aile bağları, dostluk ve dayanışma gibi “cemaatçi” eğilimler insani varoluşun olağan bir özelliğidir.
Ulus-Devlet Cemaati
Öte yandan, modernliğin tipik siyasal örgütlenme biçimi olan “ulus-devlet”in kendisi de, bütün aksi iddiasına rağmen, pekalâ bir “cemaat” olarak nitelenebilir. Kültürel türdeşlik kurgusu, tarihsel mitler, ortak değer ve idealler etrafında oluşturulan güçlü dayanışma duygusu ulusun, hatta ulus-devletin kendisinin ölçeği genişlemiş bir cemaat olarak kurgulanmasına hizmet etmektedir. Bu kurguda devlete “sadakat” (veya, yurttaşlık) de “siyasal-hukuki” bir bağ olmaktan çıkıp, ulus-devleti “ötekiler”i dışlayan bir “biz” olarak tanımlamanın aracı haline gelmektedir. Böyle bakıldığında, ulus-devletin, bütün “geleneksel” cemaatleri kaldırıp kendisini büyük bir “modern cemaat” olarak onların yerine geçirmeye çalıştığı söylenebilir.
Kanaatimce, özgürlük açısından da demokrasi açısından da asıl kaygılanmamız gereken bu durumdur. Başka bir ifadeyle, “cemaatler”den önce, “ulus cemaati”nden ve ulus-devlet özdeşliğinden korkmalıyız. Çünkü böyle bir yapıda bireyselliğin ve farklılıkların ulus-cemaatinin “esenliği”ne feda edilmesinin önüne geçilemez. Keza, ulusla devletin özdeşleştiği yerde demokratik karar alma mekanizmalarına değil cemaatin iyiliğini gözetecek şeflere veya başbuğlara ihtiyaç olur.
Elbette “ulus”un tamamen cemaatlerden oluşması da -bunlar ister dini isterse lâik olsunlar- özgürlük adına kaygılanmamız gereken bir durumdur. Yine böyle bir toplumda sahici anlamda demokrasi de kurulamaz; açıktır ki, demokratik çoğulculuk kamu alanını ve bireylerin hayatını cemaatlerin kontrol ettiği bir “cemaatler cenneti” demek değildir.
Şüphe yok ki, bazı insanlar cemaat içinde bir hayatı kendileri için değerli bulabilir, başka bir deyişle, kendi iradeleriyle özerk olmamayı seçebilirler. Kimseyi “zorla özgürleştirme” hakkımız yoktur. Ama böyledir diye, cemaatlerin veya bir tek büyük cemaatin sivil ve kamusal hayat alanımızı istilâ etmesine kayıtsız kalmamız da gerekmez.
Star, 09.04.2011