Ana Sayfa Blog Sayfa 86

Siyasetsizlik ve Bedelli Askerlik

Seçime çok az bir zaman kalmasına rağmen siyaset meydanları geçmişe oranla çok da fazla ısınmış değil. Facebook ve Twitter mecralarını saymazsak ortalık sütliman. Bu durumu hayra yorabileceğimiz gibi endişe duyabiliriz de!

Bu durumun baş müsebbibi belki de Türkiye siyasetinin uzun bir süredir hiç olmadığı kadar çok sürekli bir seçim havası içinde olmasından kaynaklanıyor. İşin garibi ortada 16-17 yıllık kesintisiz bir tek parti iktidarı olmasına rağmen durum bu.

Koalisyonlar dönemini yaşamış biri olarak bu durum hem şaşırtıcı hem de rahatsız edici. İnsanların soluklanacağı bir ara bırakılmıyor.

***

CHP’nin ağzıyla kuş tutsa bile daha uzun süre iktidar alternatifi olamayacağı çok açık, toplumdan uzak oluşu da cabası. Aslında CHP’deki bu uzaklık tabanıyla değil Türkiye ile. CHP’nin tabanı ile duygudaşlık ve anlam dünyası olarak çok büyük bir farkı yok. CHP’deki asıl sorun Ecevit’in 70’lerde yaptığını şimdilerde yapacak, toplumun geniş kesimlerine hitap edebilecek ve kendisine çekebilecek bir siyasi çizgiyi taşıma potansiyelinin olamaması.

CHP düzelir mi? Bilemiyorum ama belki de ilk kez arada bazı doğrular yapıyor. Her seçimde düştükleri hatadan bu kez uzak gibiler.

Erdoğan’ın şahsı ile uğraşmıyorlar ama bu kez de kendi tabularını aşamıyorlar. Bu yüzden de adeta önlerine vur da gol olsun diye bırakılan hiç bir pozisyonu değerlendiremiyorlar. Çünkü gerçeklerden kopuklar ve üstlerine giymeye çalıştıkları demokratlık elbisesi de kendilerine bol geliyor.

İYİ Parti ve Saadet ise taşları henüz yerinden oynatacak kadar güçlü değiller. Aslında İYİ Parti MHP’nin yerini almaya aday gibi gözükse de henüz rüştünü ispat etme evresinde. Saadet ise İslamcılıkta yaşanan erozyonun kurbanı gibi…

***

Türkiye maalesef uzun süredir siyasetsiz. Siyaset, çoğunlukla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında dönüyor. Erdoğan adeta kendisinin de üstünde bir güçle taltif edilmiş durumda. Yasalar ve kanunlar, pek çok alanda açık olmasına ve kimin hangi görev ve salahiyetlere sahip olduğunu da açıkça yazsa da kimse mesuliyet almıyor.

Sayın Cumhurbaşkanımız geçmişte en çok bürokrasiden şikayet ediyordu ve maalesef aynı bürokrasi bugünde işini yap(ma)mak için Erdoğan’ı kalkan olarak kullanıyor. Sadece bürokrasi değil, partisindeki pek çok kişi de kendilerini Erdoğan’ın ufku ile sınırlandırma kaygısı içinde. Halbuki bu kişilerin bir kısmının görevi Erdoğan’ın rutin işlerle fazla vakit harcamasını önlemek olmalı.

Erdoğan’ın toplumdaki ezici karizması ile pek çok işin kolaylıkla halledildiği doğru ama sonuçta Erdoğan tek bir kişi ve her şeyden hakkıyla haberdar olması ve önlemler alması mümkün değil. Bu durum bir kişinin gücünü fazlasıyla aşar.

***

Erdoğan’ın toplumda yanlısı ve muhalefeti ile ciddi bir karşılığı var.

Erdoğan dışında –her ne kadar toplumda geniş bir konsensüs oluşsa da- herhangi bir kişi tarafından yeni “bedelli askerlik ve askerlik düzenlemesi ” ile ilgili açıklama yapılsaydı şu an fırtınalar kopuyor olurdu. Ama ses yok… Erdoğan’ın ana hatlarıyla değindiği ve henüz hazırlık aşamasında olduğunu açıkladığı taslak ülkemizdeki bedelli tartışmaları bitirecek gibi görünüyor.

Daha önce de yazdığım gibi üç beş kelli ferlinin çocuğu için üç beş yılda bir bedelli tartışması yapmaktansa bunu bir sisteme oturtulmasında herkes için fayda var.

Açıklamalara göre 1 ay zorunlu askerlik esas olurken gerisi kişiye kalmış. İsteyen bedelini ödeyip terhis olacak, ödemeyen 5 ay daha yapacak. Dışarıda nasılsa işim yok diyen ya da askerliği seven arzulayan da bir 6 ay daha bu kez maaşlı olarak devam edecek. Yine bu şekilde askerlik yapanların da bir kısmı sözleşmeli uzman er-erbaş olarak orduda istihdam edilebilecek.

Taslak bu hali ile bile bence oldukça iyi. En azından gençlerin gelecek planlarında askerliğin bir engel olarak önlerinde durmasının önü kesilmiş oluyor. 6 ay maaş kısmı bile kendi içinde oldukça iyi. Bence önceki 5 ay da buna eklenebilir.

Yeni taslak küçüklükten beri asker olma hayali kuran pek çok genç için de askerlik mesleğini ciddi bir alternatif haline getirecek gözüküyor. Ordunun subaya ihtiyacı olduğu kadar iyi yetişmiş ve donanımlı er-erbaş’a da ihtiyacı olduğu çok açık. 2 yıllık yüksekokul mezunları için 12 ay Astsubaylık düşüncesinin temelinde de bu var sanırım.

Geriye tek şey kalıyor bu gençlerin özlük haklarının en ince ayrıntısına kadar düşünülerek gereken saygıyı görmeleri.

Hadi hayırlısı.

Karar, 20 Şubat 2019

Erkekler Aldatılmamak ve Aldatmamak için Ne Yapmalı?

0

1- Evlenmeden önce kadınlarla “normal ” iletişim kurun.

2- Kadını önce insan, sonra kadın olarak görün.

3- Kadınların erkeklerden farklı olan özelliklerini keşfetmeye çalışın

4- Geleneksel, erkek üstün kültüründen sıyrılın.

5- Hayatın kadınla bir bütün ve anlam kazandığını unutmayın

6- Evlenmeden önce, kızlarla çıkmak ve yatmak istiyorsanız; kızlara da bu hakkı “tanımanız” ve “bakire” diye tutturmamanız lazım.

7- Siz başkasının kız kardeşiyle çıkıyorsanız, başka bir erkek de sizin kız kardeşinizle çıkma hakkına sahip olur…

8- Eşitlikçi, adil ve hakkaniyetli biri olmaya gayret edin

9- Evlenmeden önce nasıl bir kızla hayatınızı birleştireceğinize karar verin.

10 – Aradığınız vasıfları netleştirin.

” ilk sıraya” Olmazsa olmazlarınızı yazın. Bunları “yakalamadan” asla evlenmeyin

11- Sonra eşimi değiştiririm gibi bir “aptallığa” meyletmeyin. Bu çok çok zordur…

“Değiştireceğiniz birisiyle yola çıkmayın!”

12- Görücü usulüyle de evlenecekseniz, yine kızı iyi araştırın, sorun ve çıkın; çay kahve için, yemek yiyin, sohbet edin. İyice emin olduktan sonra, “Evet” deyin.

13- Kızın ailesine bağlı fakat bağımlı olmamasına dikkat edin.

14- Sizden eğitim ve servet olarak yüksek olmamasına dikkat edin.

15- Silik, pasif hep onay isteyen kızları tercih etmeyin.

16- Yüz güzelliği ve fizik sizin için çok önemliyse; yanına ruh güzelliğini de katarak tercih edin.

17- Evlendiğinizde eşinizi; hayat yolculuğunda bir yoldaş olarak görün.

18- Eşinizle ortak ilgi alanlarınızı çoğaltın

19- Sizin de onun da arkadaş ve dostlarınızla ayrı paylaşımlarına anlayışla yaklaşın

20- Birbirinize mutlaka zaman ayırın

21- Beraber izlediğiniz, gittiğiniz, yaptığınız işler ve programlar olsun.

22- Eşinize sevgilim, aşkım, kadınım, bi tanem, bebeğim gibi sözcükleri mutlaka sarfedin.

23- Evlilik yıldönümü ve benzeri özel günleri mutlaka kutlayın.

24- Evlenir evlenmez hemen çocuk yapmayın.1-2 yıl biri birinizi ” yaşayın”

25- İlişkinizde açık, paylaşımcı ve sevecen olun.

26- Eşinize mutlaka sarılın, öpün, kaliteli cinsellik yaşayın.

27- Eşinizin iyi ve güzel yönlerini övün. Eksikliklerini başkalarının yanında ASLA SÖYLEMEYİN

28- İkiniz de çalışıyorsanız, mutlaka eşinize ev işlerinde yardımcı olun.

29- İlginizi çeken kadın gördüğünüzde, hemen eşinizi aklınıza getirin. Ve Eşiniz yakışıklı bir erkeğe ilgi duyarsa ne hissedebileceğinizi düşünün. Empati yapın.

30- Unutmayın! Kadını erkeğe ve hayata bağlayan en önemli faktör sevgi ve ilgidir. Bunu yerinde ve zamanında mutlaka gösterin.

18 Şubat 2019

Müslüm ve Freddie Mercury: İki Göçmenin Hikâyesi

İstanbul’un tahtını koruduğu, ancak diğer illerle mesafesinin bu kadar açılmadığı yıllarda, sadece bereketli topraklarıyla değil sermaye birikimi, ticarî ve sınaî kapasitesiyle de müthiş bir çekim merkeziydi, Adana. Öyle ki Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birini bu şehirde kuran Sabancı ailesi bile Talas’tan (Kayseri) gelip Adana’ya yerleşmişti. Göçmendiler.

Farklı coğrafyalardan kopup emeğine, sermayesine ve talihine güvenerek bu şehre gelen insanlar Adana’ya ve ekonomisine nasıl dinamizm katıyorsa, iktisadî hayattaki canlılık da şehrin kültürünü, sanatını ve eğlence hayatını öyle besliyordu.

Orhan Kemal, bu toprakların çocuğuydu meselâ. Adına (hususî) bir kanun çıkartılacak kadar özel bir yetenek olan Suna Kan da, müzik tahsilini ilerletmek için küçük yaşta önce Ankara’ya, sonra yurt dışına gitmiş bir Adanalıydı.

Hayatında ve ikbalinde önemli yer tuttuğu halde, Adanalı olmayan isimler de var: Yaşar Kemal, Yılmaz Güney ve Muzaffer İzgü gibi. Yolu Adana’dan geçen bir başka isim de Müslüm Akbaş.

Halfeti’nin bir köyünden geçim derdiyle Adana’ya göç eden bir ailenin oğlunu Müslüm Gürses olarak tanıyacak ve hayatını filmleştirecektik.

Müslüm

Yakaladığı gişe başarısıyla yapımcısının da yüzünü güldüren Müslüm filmi, anasız-babasız büyüyen ilkokul mezunu bir köy çocuğunun ülkenin en büyük şöhretlerinden biri hâline gelmesinin birkaç saate sığdırılmış hikâyesi.

Diğer biyografi filmleri gibi bu filmin de ‘belgesel’ yahut ‘hakikatin birebir ifadesi’ olmadığını bilmeli, fakat hakkını da teslim etmeliyiz: Müslüm, bugüne kadar çekilmiş belki de en iyi yerli biyografi!… Hâlâ izlememiş olanlar varsa diye, ayrıntıya girmeden bahsedeceğim.

Adana’ya göç eden ailesinin büyük şehirde tutunma çabasına destek olmak için bir kundura tamircisinde çalışan küçük Müslüm’ün sahneye ve türküye meyli, babasının gazabını çekmektedir: Boş hevesler peşinde koşmak yerine çalışıp eve daha çok para getirse ya!…

Hırlı bir adam olmayan babasının bu defa uzun süreliğine hapse girişi Müslüm’ün omuzlarındaki yükü artırmış, fakat önünü açmıştır. Ayakkabı tamirine devam ederken, düğünlerde ve sinemalarda rahatça sahneye çıkabilecektir artık. Lâkin geçimini müzik ile temin etmeye gazinoya çıktıktan sonra başlayacak, bu sırada bir plak şirketinin sahibi tarafından keşfedilerek şöhreti yakalayacaktır. Sonrası İstanbul…

Müslüm örneğinde yaşanan, yetenekle (‘emek’ ile) sermayenin işbirliğidir aslında. Başarı yolunda ilerlerken önce küçük, sonra büyük ve daha büyük sermaye sahipleri ile işbirliği yapmaya çalışmış, yapabildiği ölçüde de başarılı olmuştur.

Bu işbirliği Müslüm’ü şöhret, para, itibar ve başarıya ulaştırmış, sermaye sahipleri de Müslüm sayesinde çok para kazanmışlardır.

Bohemian Rhapsody

Teknolojik gelişme, biyografiyi edebiyatın tekelinden çıkıp sinemaya taşıyalı çok oldu. Bizde güdük kalmış olsa da, dünya sineması birbirinden güzel biyografi örnekleriyle dolu. Muhtemelen gösterimdeki son günlerini yaşayan Bohemian Rhapsody de bunlardan biri.

Film, Beatles’tan sonra bütün zamanların en iyi ikinci müzik grubu kabul edilen Queen’in öyküsünü grubun efsanevî solisti Freddie Mercury üzerinden anlatıyor. Freddie’nin aslında kim olduğuna ve nasıl bir maziden geldiğine ise hemen hiç değinilmemiş.

Freddie Mercury

Ünlü bir şarkıcının AIDS’ten öldüğü haberini hayal meyal hatırlıyorum. Sene 1991, ölen Freddie Mercury imiş.

We will rock you, We are the champions ve Show must go on gibi âşina melodiler yanında, okuldaki kızlarla dalga geçmek için nakarat kısmını kullandığımız Fat Bottomed Girl şarkısının da Queen’e ait olduğunu öğrendiğim 1998 yılına kadar ne Queen’den, ne Freddie’den haberim vardı benim.

Freddie Mercury 1946 yılında, o tarihte İngiliz idaresinde bulunan Zengibar’da doğmuş. Asıl adı Faruk Bulsara. Ailesi İran asıllı ve Zerdüşt. Doğu Afrika’daki bu adaya Hindistan’dan gelmişler.

İngiltere’den bağımsızlığını 1947 yılında kazanan Hindistan, dinî müsamahasızlık yüzünden İran’dan kaçan Zerdüştlerin büyük kısmının yaklaşık bin yıl önce yerleştikleri coğrafya aynı zamanda. Bir bakıma ikinci vatanları. Hal böyle olunca, müzik eğitimi almak isteyen Faruk’un Bombay’deki (Hindistan) bir İngiliz yatılı okuluna gönderilmesine de şaşmamak gerekiyor.

1963’te, son sınıfı ailesinin yanında okumak üzere Zengibar’a döner. Fakat siyasî iklim değişmiştir.

Aynı yılın sonunda Zengibar bağımsızlığını kazanır ve monarşi ilan edilir. Bir ay geçmeden sosyalistler ihtilâl yapar ve idareyi ele geçirir. Ada, birkaç ay sonra Tanganika ile birleşir ve bugünkü Tanzanya kurulur.

Sabık yönetime, İngiltere’nin de desteklediği monarşi taraftarlarına, dine ve dindarlara, eşrafa ve mülk sahiplerine yönelik saldırılardan Faruk’un ailesi de nasibini alır ve Londra’ya göçerler.

İran asıllı, Hindistan kökenli Zerdüşt bir ailenin Afrika’da doğan oğlu Faruk’un dünya müzik tarihine adını altın harflerle yazdıracağı bir dönemin kapısı açılmış olur böylece. Gün gelecek, dünya onu Queen’in beyni, ruhu ve efsanevî solisti Freddie Mercury olarak tanıyacaktır.

Tarzı, kıyafetleri ve cinsel tercihleriyle hep tartışma yaratmış bir isim Freddie Mercury. Sesi, kabiliyeti ve yaratıcılığı ise hiç tartışılmamış. Rock müziğine katkıları ve getirdiği soluk hakkında fikir edinmek isteyenlerin, filme adını veren Bohemian Rhapsody şarkısını dinlemeleri bile kâfi.

Farklılığımız, zenginliğimiz

Farklı kültür ve coğrafyalardan gelen insanlar, geldikleri (yahut gittikleri) yerlere sadece emek ve sermayelerini değil, heyecanlarını, enerjilerini, bilgi ve birikimlerini de götürüyorlar. Kısa vadede bazı sosyal, kültürel ve ekonomik sıkıntılar yaşansa bile -ki ben bunların abartıldığını düşünüyorum- uzun vadeli getirileri çok daha yüksek oluyor.

Meseleye insanî ve ahlâkî bir cihetten bakanlar bir fayda/maliyet hesabı gözetmiyor elbette. Sözüm, bu hesabı önemseyenlere…

Faruk ve Balsara ailesi Tanzanya’da kaderine terk edilse idi, Freddie Mercury’yi tanımıyor olacaktık. İngiltere ve dünya rock müziği için bunun ne büyük bir kayıp olduğu, yani bu kararın maliyeti hiçbir zaman anlaşılamayacaktı.

Aynı şey, Halfeti’de tarla süren Müslüm için de geçerli. Köyünde oturup tarlasında çalışmak zorunda bırakılsaydı, Müslüm Baba efsanesi doğmayacaktı.

İkisi aynı şey değil demeyin. Göçün içi-dışı, göçmenin yerlisi-yabancısı olmaz. Kanunlara saygılı olmak ve suça bulaşmamak şartıyla, herkes istediği ülkede ve şehirde yaşayıp, istediği işi yapabilmeli.

Zengibar eski bir İngiliz toprağı idi. Tıpkı Azez’in, Cerablus’un, İdlib’in, Halep’in eski bir Osmanlı toprağı olduğu gibi.

Balsara ailesi, Tanzanya hükümetinin şerrinden kaçmıştı. Tıpkı pek çok Suriyeli’nin Esed’in şerrinden kaçtığı gibi.

Kapattığımız bir kapıdan, kimin veya kimlerin girmesini engellediğimizi asla bilemeyiz.

Herkes, Suna Kan gibi şahsına münhasır kanun çıkartılacak kadar şanslı olmayabilir. Lâkin meşru yollardan sapmamak kaydı ile huzuru, mutluluğu ve başarıyı aramak herkesin hakkı. Bize düşen, ‘insanlık namına’ o kapıyı hep açık tutmak.

Tanzim Satışlar ve Ekonomik Anlayışımız

Tanzim satışlarla ilgili tartışmalar, yeterince derin olmamasına rağmen, çok öğretici. Bu tartışmalar ülkemizdeki siyaset ve ekonomi kültürünün baskın unsurlarının ortaya çıkmasını sağladı. Siyasete ve ekonomiye yaygın bakış tarzımıza adeta ışık tuttu. Bu yüzden, bir tür turnusol kâğıdı fonksiyonunu üstlendi. Bu tartışmalara değerlendirmek ve kendi görüşlerimi -kolaylık sağlamak, karışıklığı önlemek ve hiç bir noktayı gözden kaçırmamak için- madde madde sıralamak istiyorum.

  1. Tanzim satış uygulamaları yeni değil. 1970’lerde Ecevit hükümeti zamanında da yapılmıştı. Şimdiki ile o zamanki tıpkısının aynısı değil, aralarında bazı farklar var, ama benzerlikler de var ve bu yüzden ortak bir başlık altında toplanmaları yanlış olmaz. Ayrıca merkezî hükümet tanzim satış uygulamasına karar vermeden önce CHP’li başkanların bulunduğu belediyelerde de tanzim satış uygulamaları vardı. Meselâ bir televizyon tartışmasında CHP’li Fikri Sağlar CHP’nin elindeki İstanbul Kadıköy Belediyesi’nin uzun zamandır tanzim satış uygulaması yaptığını söyledi. Son olarak Eskişehir’de CHP’li belediye başkanı ”vatandaşa ucuz ve kaliteli süt içirmek” için, Belediyesi tarafından Halk Süt adı altında sütte tanzim satış yapılacağını açıklamıştı.
  2. Öyle görünüyor ki tanzim satışı doğru ve yararlı bulmak ve zaman zaman uygulamak şu veya bu siyasî çizgiye mahsus değil. Bu yüzden, CHP kanadının tanzim satış uygulamasını eleştirmesi anlamsız ve tutarsız. Zaten onlar da tanzim satışı özünden eleştirmekten çok iktidarı “ülkeyi buna muhtaç hâle getirdiği” gerekçesiyle eleştiriyorlar. Ama meselâ Eskişehir’deki uygulama hakkında bir şikâyetleri yok. Diğer taraftan, sosyalistlerin tanzim satış uygulamasını eleştiriyor olması tam bir komedi.
  3. Tanzim satışlarla ilgili yorumlar genel olarak ülkede neredeyse herkesin ve her siyasî çizginin kamu otoritelerinin ve kurumlarının günlük ihtiyaçların karşılanmasına yönelik ticarette fiilî rol üstlenmesini normal, gerekli, faydalı, işe yarar gördüğünü gösteriyor. Hemen hemen hiç bir kesimden tanzim satış uygulamalarının şu veya bu şekilde yanlış olduğuna dair bir itiraz gelmedi. Bir başka deyişle, hiç bir kesim ve çizgi tanzim satışlarının piyasa ekonomisinin ruhuna ve pratiğine aykırı olduğunu, ekonomik hayatın akışına zarar vereceğini söylemedi, tanzim satışlara karşı çıkmadı. Bu konuda en isabetli yazı Ege Cansen tarafından Sözcü gazetesinde Halk Süt projesi hakkında yazıldı ( https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/ege-cansen/olmadi-hocam-3157606/ ).
  4. Tanzim satış uygulamalarının, kim tarafından yapılırsa yapılsın, iyi niyete dayandığını inkâr edemeyiz. Gerek merkezî hükümetin başlattığı gerekse Eskişehir’deki gibi muhalefet partileri tarafından bir şekilde başlatılmış ve yürütülmekte olan tanzim satış uygulamaları tüketiciye faydalı olması için yapılıyor. Bu yüzden, bana göre, tanzim satışlarla ilgili tartışma uygulamacıların niyetlerini sorgulama amacı taşıyamaz, taşımamalıdır. Ne var ki bu da sosyal teoride, özellikle liberallerin devamlı vurguladığı, ‘niyetlenmemiş sonuçlar’ yaklaşımını geçersiz kılmaz. Yani sosyal dünyadaki aktörlerin belli amaçlara yönelik davranış ve düzenlemelerin hiç hesaplanmamış, çoğu zaman istenmeyecek ve ortaya çıkacak müspet sonuçları bile tamamen veya önemli ölçüde silecek sonuçlar vermeyeceğini kimse teminat altına alamaz. Sosyal dünyada davranışların niyetlenmemiş ve öngörülemeyen sonuçları olabilir. Tanzim satış uygulamaları da buna dâhildir.
  5. Bu tartışmanın sakin bir şekilde, küfretmeden, kimseyi günah keçisi hâline getirmeden, yeni küskünlük ve kırgınlıklara yol açmadan yapılması gerekir. Kimin daha doğru noktada durduğunu karşıt fikri savunanlara yönelik saldırı, aşağılama, etiketleme ve karalamalar belirlemez. Muarızlarımızın yanlış yaptığını, hatalı düşündüğünü söylemek de öyle olmasını garanti etmez. Tartışmanın usulüne uygun olarak yapılması elzem. Konunun sınırları içinde kalmaya, ad hominem argumentum yoluna başvurmamaya (kişilerin kişilikleriyle uğraşmamaya), tezleri afakî düzlemde bırakmayıp mantıklı çıkarsamalarla ve ampirik delillerle desteklemeye çalışarak diyalogun sürdürülmesi icap eder.
  6. Tanzim satışlar bizi sosyalist bir ülkeye çevirmez. Sosyalizm sadece barbarlık değil aynı zamanda açlık ve sefalet demektir. Bir ülkenin sosyalist olması için en başta üretim araçlar üzerinde özel mülkiyetin kaldırılması gerekir. Bu olmadığı sürece hiçbir ülke tam sosyalist bir ekonomiye sahip olamaz. İlle de bir adlandırma yapılması gerekirse, Nagehan Alçı’nın yine bir televizyon programında işaret ettiği üzere, buna ‘devletçi kapitalizm’ veya ‘politik kapitalizm’ ( http://www.liberal.org.tr/sayfa/liberal-dusunce-dergisi-sayi-84,668.php ) yolunda bir uygulama diyebiliriz. Bu yüzden, tanzim satışa karşı çıkmakta ‘sosyalizme geçtik’ türünden abartıya gitmemek lâzım gelir. Hemen hemen tüm politikacılar tazim satış uygulamasının ardında yatan mantığı bilinçli bilinçsiz benimsemeye eğilimlidir. Bu açıdan, solda veya sağda yer almaları aralarında önemli bir fark yaratmaz. Ancak, tanzim satışlar toplumun ekonomik hayatında kamunun işgal ettiği yerin genişlediği gerçeğini de değiştirmez. Bu yüzden, tanzim satış uygulaması hakkındaki tartışmalar kamunun ekonomik hayattaki yeriyle ilgili tartışmalara dönüşür. Bir başka deyişle kamu ekonomik hayat neleri yapmalı neleri yapmamalı tartışmasına.
  7. Olağan şartlar altında, her malın fiyatı gibi, sebzelerin fiyatı da arz talep dengesi tarafından belirlenir. Bunların biri sabitken diğerindeki değişme fiyatı indirir veya yükseltir. Bu adeta bir tabiat kanunu gibidir, hiç bir insan, hiç bir beşeri otorite, bunu, bir sonucu (maliyeti) olmadan ve kalıcı olarak değiştiremez. Arz artarken talep sabit kalırsa veya düşerse fiyat iner; arz azalırken talep sabit kalır veya artarsa fiyat yukarı tırmanır.
  8. Sebze fiyatlarında yükselme arzda azalma veya talepte artmanın sonucu olmak zorundadır. Bu konuda kesin bir sonuca varmak için güvenilir rakamlara sahip olmamız lazım. Bu Türkiye’de ne kadar mümkün bilmiyorum. Ancak, elde edilecek sağlam rakamların sebze fiyatlarının arz talep kanunu tarafından belirlendiğini doğrulayacağından şüphe etmek için bir sebep yok.
  9. Arzın artmasını üretimin artması, üretimin artmasını ise üretimde kullanılan alanın genişlemesi, alan birim alan başına üretim miktarının yükselmesi, gelişen teknoloji, iyi tohum, emek vasfının yükselmesi gibi faktörler sağlar. Bütün bu unsurlardaki tersine etkiler ise arzın azalmasına yol açar. İhracatın artması da iç piyasaya sunulan sebze miktarının azalmasına neden olabilir. Meselâ sebze ihracatı ikiye katlanırken iç talep aynı seviyede ise fiyatlar kaçınılmaz olarak yükselir. Arzın azalmasına son yıllarda iklim değişikliğinden ötürü daha sık karşılaşmakta olduğumuz söylenen kuraklık, sel baskını gibi faktörler de etkili olabilir.
  10. Her üretici-satıcı malını satabileceği en yüksek fiyattan, her alıcı alabileceği en düşük fiyattan almak ister. Bu ahlâkla değil, insanın ve dünyanın tabiatıyla ilgili bir meseledir. Bireysel çıkar arayışına dayanan bu tutum toplum için çok yararlıdır, başka türlü doğru kaynak tahsisi yapılamaz ve etkin kaynak kullanımı gerçekleştirilemez. Bunları yapamayan hiç bir toplum ekonomik refah merdiveninde yukarı doğru tırmanamaz.
  11. İnsanlar genellikle bir alanda satıcı birçok alanda alıcıdır. Bu yüzden, ekonomide düşük fiyatla alma baskısı her zaman yüksek fiyatla satma baskısından daha geniştir. Hiç kimse malını yüksek fiyattan satmak istemesinden dolayı ayıplanamaz, kınanamaz. Bu hayatın doğasıdır, kıtlık vakasının doğal sosyal sonucudur. Bağlı olunan din, ahlâk, ideoloji ve vicdan veya vicdansızlık denen şeyler bunu değiştiremez. Müteahhit evini en yüksek meblağa satmaya, müşteri en düşük meblağdan almaya çalışır. Ev sahibi evini en yüksek fiyattan kiraya vermeye, kiracı aynı evi en düşük fiyattan kiralamaya gayret eder. İşçi en yüksek maaşı almaya, işveren en düşük maaşı vermeye çalışır. Kimse tersine hareket etmez. Böyle bir dünyada insanları başkaları tarafından istismar edilmekten -hatta başkalarının bir tür kölesi olmak durumuna düşmekten- kurtaran şey başkalarının iyi niyeti, ahlâkı, erdemi filan değil ekonomik hayattaki çoğulluktur; yani toplumda tek işveren, tek satıcı, tek market, tek marka ve ekonomik işlemin yapılabileceği tek zaman olmamasıdır.
  12. Bazı ürünlerin geniş bir alanda tek fiyatı olurken–olabilirken (otomobil gibi) başka bazı ürünlerin fiyatı coğrafyadan coğrafyaya (sebze gibi) değişebilir. Çünkü maliyet kalemler mutlak ve nispî olarak değişiktir. Meselâ nakliye açısından bakalım. Çapı küçük ve malî değeri az ürüne eklenen nakliye masrafı büyük ve pahalı üründe olduğundan çok daha yüksek oranlara çıkabilir. Örneğin, fiyatı 200 bin lira olan bir otomobile bin lira nakliye ücreti eklenmesi (200’de bir) ile fiyatı 5 lira olan bir ürüne 25 kuruş nakliye ücreti binmesi (20’de bir) arasında önemli fark vardır. Bu ilkinin fiyatında ciddî bir tesir meydana getirmezken ikincisinde ciddî bir yük bindirir. Maliyet kalemlerini ve onların mutlak ve nispî etkilerini en iyi işleri bilfiil yapanlar bilir ve takdir eder.
  13. Sebze fiyatlarında son zamanlarda hatırı sayılır ve dar gelirli insanları hakikaten çok zorlayan yükselişler olduğu bir gerçek. Ancak, bu yükselmenin tek, teşhis edilebilir ve de kumpas kurmak isteyen bir aktörün eseri olduğu iddiası çok su götürür. Bu olmaz demiyorum, hayat kolayca olmaz dememeyi bana acı tecrübelerle öğretti; ancak, böyle bir iddia varsa, bunun somutlaştırılarak, isimlendirilerek ve detaylandırılarak delilleriyle ispatlanması gerekir. Afakî ve hiç kimsenin üzerine alınmadığı veya hiçbir aktörün tam olarak doğrudan suçlanmadığı kötü niyetli tezgâhlardan bahsetmek çok anlamlı gözükmüyor. Tekel demek yüksek kâr imkânı demektir. Bir alanda tekel doğar ve yüksek kâr elde etme imkânı çıkarsa ilgili ekonomik faktörler bu pastadan pay kapmak için derhal oraya akmaya başlayacaktır. Dolayısıyla, tekel ortadan kalkacaktır. Sağlam iktisat bilgisi piyasanın tekellerin doğmasına, doğsa da uzun ömürlü olmasına izin vermediğini, tekellerin çoğu zaman devlet müdahaleleri yüzünden doğduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca, piyasadaki fiyat oynamaları muhtemel kıtlık sorununa önceden verilen bir cevaptır. Bir malın hiç bulunmaması onun pahalı olmasından her bakımdan çok daha kötüdür. Doğrudan fiyat kontrolleri kıtlık yaratır.
  14. Bu çerçevede, sebze fiyatlarındaki yükselmenin tekelleşmenin sonucu olduğu iddiası da (aynen stokçu, spekülatör, aracı iddiaları gibi) ispatlanmayı bekliyor. Kim bu tekel veya tekeller? Nasıl yapmışlar bunu? Tekelin mevcudiyetinin işaretleri neler? İzlerini nasıl sürebiliriz? Hangi rakamlar tekel olma durumunu olduğunu gösteriyor? Sebze meyvede ürünlerin yaklaşık yüzde 40’ının hallerden geçiyor geri kalanı büyük market zincirleri tarafından tüketiciye ulaştırılıyormuş. Ama en az dört tane ve binlerce şubesi bulunan market zinciri var. Daha küçük olanları da eklersek sayı kolayca yüzlere çıkar. Geçen yıllarda bu suçlamayla karşılaşmayan market zincirleri niçin bu sene suçlanıyor? Fiyat artışlarında fiyatları devlet kontrolünde olan yakıt, enerji, vergi, asgari ücret gibi girdilerin maliyetlerinin yükselmesinin bir payı yok mudur? Varsa bunların fiyatı inmeden sebze fiyatları nasıl düşecektir?
  15. Market zincirleri bir menü yaratır. Zincir marketler arasında bir fiyat ve kalite farklılaşması doğar. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Ampirik araştırmalar market zincirlerinin genel olarak –özellikle alt gelir grupları için- ucuzluk getirdiğini gösteriyor. Türkiye’de de durum bu. O kadar ki, market fiyatlarıyla yarışamayan bakkalların piyasadan çekildiği söyleniyor. Hangisi doğru? Market zincirleri fiyatları yükseltiyor mu düşürüyor mu? Marketler değil bakkallar-manavlar yaygın olsa vatandaşlar daha ucuza mı daha pahalıya mı sebze alacak?
  16. Tüm dünyadaki tecrübeler devletin hiçbir şekilde özel sektör kadar etkili ve verimli işletmecilik yapamadığını gösteriyor. Tersine hiçbir örnek yok. Bu hakikat ortada dururken tanzim satışlarının marketlerden ve semt pazarlarındaki esnaftan daha düşük fiyatlarla tüketiciye ürün ulaştıracağını kim, nasıl garanti edecektir?
  17. Tanzim satışlarda ürün fiyatlarının marketlerdekinden daha düşük olduğu bir hakikat. Alıcılar bundan memnun. Ancak, uygulanan fiyatlar ürünlerin gerçek maliyetinin satış fiyatı olduğunu göstermez. Kamuda ve özelde maliyet kalemleri farklı hesaplanır. Kamu maliyet kalemlerinin bazılarını söz konusu işin dışına atabilirken özel sektör aktörleri hepsini hesabına dâhil etmek zorundandır. Bu yüzden, kamunun kaynak israfı yapmadığından emin olamayız. “Helâl olsun” dememiz için tanzim satışlardaki maliyetlerle satış fiyatları arasında en azından eşitlik olduğunun gösterilmesi gerekir.
  18. Öyle sanıyorum ki tanzim satışlardaki fiyatlar subvansiye edilmiş fiyatlardır. Başka bir deyişle tanzim satışta ürünler pahalıya mal edilip ucuza satılmaktadır. Satış yapan belediye çalışanları maaşlarını tanzim satışlarla toplanan hasılattan mı yoksa belediyelerin başka malî kalemlerinden mi alıyor? Nakliye masrafları hangi kalemde gösteriliyor? Depolama giderleriyle ilgili kayıtlar nerede tutuluyor? Bütün bunlarla ilgili bilgiler açıklansa, muhtemelen, ürünlerin belediyelere maliyetinin özel sektöre olduğundan daha yüksek olduğu ortaya çıkacaktır.
  19. Ürünlerle ilgili iki taraf için değer söz konusu. Satıcı açısından satış fiyatı ve maliyet fiyatı. Toplam maliyetin toplam satış gelirlerini aştığından zerre kadar şüphe etmem. Bu durumda tüketiciye pazardan daha ucuza ulaşan ürünler subvansiye ediliyor demektir. Belediyeler bunun bedelini toplumdan başka şekillerde çıkaracaktır. Alıcı açısından da fiyat sadece cebinden çıkan para değildir. Başka faaliyetlerde harcayabileceği sırada bekleme süresi (iki, üç saat) maliyetine eklenmelidir. Bu yüzden, boş vakti olan ev kadınlarının, emeklilerin kuyruğa girip mal alması anlamlıdır ama meselâ işi olan bir marangozun, şoförün, öğretim üyesinin kuyruğa girmesi anlamsızdır, zararındadır.
  20. İşin bir de haksız rekabet boyutu var. İBB Üsküdar meydanına çadır kurmuş, kamyonları çekmiş, personelini yerleştirmiş, sebze satıyor. Aynısını esnafın yapmasına izin veriliyor mu? Esnaf da Üsküdar meydanında kira, harç vermeden satış yapabilse satış fiyatlarını mutlaka düşürür. Esnaf, market, tüm satıcılar dükkân-depo kirası, kira stopajı vermek zorunda. Personel istihdam etmek, onların sigorta primlerini ve vergilerini ödemek mecburiyetinde. Dolayısıyla, tanzim satış uygulamasıyla belediyeler esnafla, müteşebbisle haksız rekabete giriyor. Tüketiciyi memnun edeyim erken esnafa, aracıya, komisyoncuya, tüccara, bakkala, manava, nakliyeciye vb. zarar veriyor. Bir öğrencimle konuştum; babasının yıllar önce devletin ekmek fiyatlarına müdahalesi yüzünden fırıncılığı bırakıp patates-soğan ticaretine geçtiğini ve şimdi yine aynı problemle tekrar karşılaştığını söyledi.
  21. Tanzim satış uygulamasının geçici olduğu söyleniyor. Bu iyi ve rahatlatıcı. Ama diğer taraftan satış yelpazesinin genişletileceğinden, bakliyat ve temizlik malzemelerinin de satılacağından söz ediliyor. Umarım uygulama genişlemez ve geçici olur.
  22. Başta da belirttiğim gibi bu uygulama bizi sosyalist bir ülke yapmaz. Ama bu uygulamanın piyasa ekonomisinin ve sınırlı devlet anlayışının özüne ve ruhuna aykırı olduğu da açık geçek. Kural olarak devlet vatandaşların yapabildiği hiçbir iş alanına girmemelidir. Üretici ve işletmeci olmamalıdır. Yıllarca, devlet bakkallık, manavlık yapmasın, ayakkabı, pijama üretmesin diye yazdık, çizdik. Elbette devletin ekonomik alandaki tek hatası tanzim satışlar değil, başka ve daha zararlı işleri de var. Ancak, tanzim satış uygulamasının beni en çok tedirgin eden tarafı, bu uygulamanın, geniş halk yığınlarının algısını doğrudan etkileyebileceği ve çok görünür olacağı için, ekonomik devletçi zihniyeti yaygınlaştıracak ve derinleştirecek olması. Televizyon haberlerinde seyrettiğim insanlar memnun görünüyor ve daha fazlasını istiyor. İktidarıyla muhalefetiyle siyasilerin bu taleplere direnmesi, bu taleplerin yaratacağı oy potansiyeline gözlerini kapaması çok zor. Nitekim partiler tanzim satışı sahiplenmede yarışıyorlar. “Yavaş olun, orta ve uzun vadede piyasa ekonomisini geliştirmekten başka özgürlüğümüzü koruyacak ve refahımızı yükseltecek bir yol yok” diyenler ya hiç yok ya da çok az ve etkisiz.

Devletçi ekonomik uygulamalar kısa vadede işe yarıyormuş, sorun çözüyormuş gibi görünebilir, ama orta ve uzun vadede kaçınılmaz olarak zarar verir. Umarım politikacılarımız da aydınlarımız da ortalama vatandaşlarımız da bu gerçeği görür ve ekonomik devletçiliği bir bataklığa dönüştürecek süreçlerin ortaya çıkmasına, yayılmasına ve güçlenmesine bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunmaz.

Yeniyüzyıl, 16 Şubat 2019

Kapsayıcı siyaset ile dışlayıcı siyaset arasında CHP (2)

Ak Parti, özellikle İzmir’de laik seçmenlere hitap etme ihtiyacı duyuyor, onların gönlünü kazanmak için çıkışlarda bulunuyor. Bu çıkışlara ne parti yönetimi ne de taban bir tepki gösteriyor. Aksine, bunlar son derece doğal karşılanıyor. CHP’de ise muhafazakâr-mütedeyyin seçmenlere dönük bir atak olduğunda hemen rahatsızlık nidaları yükseliyor.

Elde olmayan sebeplerden ötürü, bu konudaki ilk yazımın üzerinden uzun sayılabilecek bir zaman geçti. Bu nedenle kısa bir hatırlatma faydalı olacaktır.

İlk yazıda, CHP’nin Baykal’dan sonra yeni bir siyasi hat üzerinden ilerlemeye çalıştığını belirtmiştim. Baykal tek bir kesimin üzerine oynuyordu. Rejim korkusunu sürekli ayakta tutmaya çalışıyor, partinin siyasetini de ona uyduruyordu. Bunun için CHP çok dar bir alana sıkışıyor, bir türlü yüzde 20-25’in üzerine çıkamıyordu. İktidar olmak için halkın yeterli desteğine sahip olmayınca da umudunu siyaset dışı aktörlerin müdahalesine bağlıyordu.

Kılıçdaroğlu, CHP’nin bu makûs öyküsünü değiştirmek istedi. En fazla dört seçmenden birinin oyunu alabilen bir siyasetle yol alınamayacağını gördü. Söylemini yeniledi. Farklı toplumsal gruplara seslenmeye başladı. Dindar kesimlerle ilişki kurmaya çalıştı. Çeşitli ittifakları denedi. CHP’yi iktidar karşısında bir çatı yapıya dönüştürmeyi hedefledi. Aslında yapılanlarda orijinal bir şey yoktu; Kılıçdaroğlu her ana muhalefet partisinin yapması gerekeni yaptı ve partiyi mümkün olduğunca fazla sayıda insana açmaya gayret etti.

Kısır döngü

Lâkin aradan azımsanmayacak bir süre — yaklaşık on yıl — geçmesine rağmen Kılıçdaroğlu çıktığı yolda pek bir mesafe katedemedi. Kâğıt üzerinde iyi görünen hesap çarşıya uymadı. CHP kısır döngüsünü kıramadı ve yüzde 25’e hapsolmaktan kurtulamadı. Bunun “iç” ve “dış” nedenlerinin olduğunu belirtmiş ve onları tartışmayı bu yazıya bırakmıştım.

İç nedeninin iki boyutu var. Biri, Kılıçdaroğlu’nun yönetim ve liderliği ile alakalıdır. Evet, Kılıçdaroğlu partisi için yeni bir kuşatıcı dil denemesi yaptı ama bunu gerçek mânâda başaramadı. CHP’nin siyaset güzergâhını değiştirmek istedi ama bunu sağlam ve tutarlı bir söylemle buluşturamadı. İktidara karşı sağlam bir alternatif ortaya koyamadı. Meselâ Kürt meselesi gibi en hayati konularda bile hep yalpaladı. Çözüm Süreci döneminde buna yakından tanıklık ettik maalesef.

Diğeri ise, CHP’de partinin gidişatı üzerinde etkili olan bir kesimin davranışıyla ilgilidir. Cirminden fazla yer yakan bu kesim, Kılıçdaroğlu’nun CHP içinde yapmak istediği dönüşümü benimsemedi. Kerameti kendinden menkul bir kibirle, partinin oy havuzunu genişletmesi muhtemel her hamleye burun kıvırdılar. CHP’nin alışılageldikleri kodlarına aykırı düşen her hareketi bir tâviz olarak yorumladılar.

İmamoğlu’nun kampanyası

Bu kesimin mensupları şimdi de CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Ekrem İmamoğlu’nun kampanyasına yüksek sesle itiraz ediyorlar.  Zira İmamoğlu, onların istediği ve beklediği gibi bir seçim çalışması yürütmüyor. Halkla yakın temasa özen gösteriyor. Üslûbu son derece uzlaşmacı; kendisine çarşı-pazarda sert tepki gösterenlere de yumuşak ve mütehammil bir tavır sergiliyor.

Kampanyasına Erdoğan’ı ziyaretle başlıyor, onun da oyuna talip oluyor. “Diktatör, tek adam, kaçak saray” gibi bazılarının yüreklerini soğutmaktan başka bir işe yaramayan sloganlara tevessül etmiyor. Her renkten insanla buluşuyor, görüşüyor, muhabbet ediyor. Rakibine karşı saygıyı elden bırakmıyor. Kutuplaştırıcı bir dile iltifat göstermiyor. Hizmetlerini ve gelecek için projelerini öne çıkarıyor. Güler yüzle ve yüksek bir motivasyonla çalışıyor.

Seçimleri kazanır ya da kaybeder, o başka bir konu; ama bana göre İmamoğlu çok doğru bir strateji izliyor. Ne var ki CHP içindeki sözünü ettiğimiz kesim, aynı kanaatte değil. Onlar İmamoğlu’nun Külliye’de Erdoğan ile buluşmasına öfkeleniyorlar. Köşeli bir dil kullanmamasına bozuluyorlar. Onu kendilerinden görmüyorlar; CHP’liliğini sorguluyor, AK Partililere benzetiyorlar.

Baltayı kendi bacağına vurmak

Bu kesim, sanki önceki seçimlerde çok büyük zaferler elde etmiş gibi, İmamoğlu’ndan kendi arzuladığı tarzda faaliyet yürütmesini talep ediyor. Lâkin İmamoğlu şimdiye kadar buna prim vermedi. Bu nedenle İmamoğlu, AK Partililerden ziyade CHP içindeki bu kesim tarafından eleştirildi, yerden yere vuruldu.

AK Parti, özellikle İzmir’de laik seçmenlere hitap etme ihtiyacı duyuyor, onların gönlünü kazanmak için çıkışlarda bulunuyor. Bu çıkışlara ne parti yönetimi ne de taban bir tepki gösteriyor. Aksine, bunlar son derece doğal karşılanıyor. CHP’de ise muhafazakâr-mütedeyyin seçmenlere dönük bir atak olduğunda hemen rahatsızlık nidaları yükseliyor. Tam bir, “baltayı kendi bacağına vurma” hâdisesi!

Dolayısıyla CHP’ye en büyük zararı bu kesimin verdiği söylenebilir. Zarar iki taraflı. Bir yandan, güçlerinden daha fazla gürültü çıkardıklarından Kılıçdaroğlu’na geri adım attırabiliyorlar. Onların şimşeklerini çekmeme kaygısı parti yönetimini daha fazla sendeletiyor. Diğer yandan, bu kesimin muhalefet biçimi ve üslûbu, partinin ulaşmak istediği kesimle arasındaki mesafenin kapanmasına da engel oluyor.

“İç” hengâme, “dış” sorun

İçteki bu hengâme kaçınılmaz olarak, bir “dış” soruna da yol açıyor. Şurası açık: Kemik seçmenlerinin dışındaki seçmenlerin ağırlıklı bir bölümünde — özellikle muhafazakâr seçmenlerde — CHP için müspet bir düşünce yok. Onlar için CHP, hem bazı sorunların tarihi müsebbibidir, hem de herhangi bir yaraya merhem olmaktan uzaktır.

Dıştan böyle algılanan bir partiden iki yönlü bir çaba beklenir: Halkta menfi bakışı yaratan politikalarda değişikliğe gitmek ve bu değişimin sahiciliği noktasında halkı eylemleriyle ikna etmek. CHP de ise değişim yeterince güçlü ve çaplı olmadığı gibi, bu zayıf değişim bile içe sindirilmiş değil. Kritik mevzulardaki gidip gelmeler, hem değişimin gerçekliği hakkında toplumdaki şüpheleri artıyor, hem de içte kırılmalara yol açıyor.

Yerinde saymak

Parti içi iktidarı kazanmaya, diğer her şeyden çok daha fazla değer ve anlam atfediliyor. Kurultayları kazanmak, genel veya yerel seçimleri kazanmaktan daha önemli hale geliyor. İç mücadelenin keskinliği, partinin bir türlü gerektiği gibi dışa açılmasına ve sosyolojik tabanını genişletmesine müsaade etmiyor. 31 Mart’a giderken yaşananları da bunun bir yansıması olarak görmek mümkün. .

Kendi iç yarılmalarını aşamayan ve topluma güven telkin edemeyen CHP, doğal olarak hep yerinde sayıyor. Bugün Türkiye’de hukuki, siyasi ve iktisadi birçok dert var. Eğer bunlara rağmen ana muhalefet, halen seçmenler nezdinde ciddi bir iktidar namzedi olarak görülmüyorsa, temel sorun kendisindedir. Bu nedenle CHP önce dönüp kendine bakmalı.

Serbestiyet, 12 Şubat 2019

Kapsayıcı Siyaset ile Dışlayıcı Siyaset Arasında CHP (1)

Baykal’ın dışlayıcı siyaseti, CHP’ye bir gelecek kazandırmadı. Defalarca tecrübe edildi ama her seferinde gidip duvara çarptı. İktidar mücadelesinde partiyi sürekli geride bıraktı. Baykal’ın tarzından ne dün bir şey çıktı, ne de yarın bir şey çıkabilir. Eğer CHP ileri gidebilecekse, bu ancak Kılıçdaroğlu’nun geliştirmeye çalıştığı kapsayıcı siyaset ile olabilir. Ancak onun da önünde, iki büyük güçlük duruyor.

Geçen hafta sosyal medyada üzerinde epey laf tüketilen bir video-haber vardı. Konu, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Ekrem İmamoğlu’nun Sultanbeyli’de yaptığı seçim çalışmalarıydı.

İmamoğlu, Sultanbeyli’de esnaf ve vatandaşları ziyaret ediyor. Sultanbeyli, İstanbul’da AK Parti’nin en güçlü olduğu ilçelerden biri. 2004’ten beri AK Parti, Sultanbeyli’de belediye başkanlığını hep bir önceki seçime oranla oylarını artırarak kazanıyor. 2004’te yüzde 47 olan oy oranını, 2009’da yüzde 51’e ve 2014’te yüzde 61’e yükseltiyor.

İmamoğlu, AK Parti’nin kalesi sayılan bu ilçede pazar yerinde bir kadınla sohbete başlıyor. Kadının adı, Mehruze Keleş. 60 yaşında ve Sultanbeyli’de yaşıyor. Keleş, yaşam şartlarının zorluğundan ve pahalılıktan şikâyet ediyor. Gündem malum, seçim; dolayısıyla söz dönüp dolaşıp oyun rengine geliyor. Ondan sonra sohbet ilginç bir hal alıyor.

“Yok anam yok! Onlarla iş olmaz”

Keleş, kendisinden oy isteyen İmamoğlu’na soruyor: “Tamam veririm de, sen Tayyip Erdoğan’a bağlı mısın?” Karşıdan “Hayır” cevabı gelince “Tayyip Erdoğan’a bağlı değilsen sen oyları kaybettin” diyor. İmamoğlu, cumhurbaşkanlığı seçimi ile yerel seçimin farklı olduğunu anlatmaya çalışıyor ve “Onun seçimi geldiğinde o zaman diye düşünürsün” şeklinde üsteliyor. Ama bu, Keleş’in tavrından bir milim gerilemiyor. “Size oy versem o kazanamayacak. Ben, Tayyip’ten vazgeçmem” diye kararını gerekçelendiriyor.

İkilinin arasındaki muhabbet uzuyor, araya başkaları da karışıyor. Mesela İmamoğlu’nun yanındakilerden biri Keleş’e hayat pahalılığı hatırlatıyor ve “pahalılıktan vazgeçmesini” salık veriyor. Keleş’in buna da yanıtı “Sen ucuzlatacak mısın geldiğinde? Daha beter olur” oluyor. İmamoğlu’nun partisini öğrenmeye çalışıyor. CHP’den geldiğini ve Kılıçdaroğlu’nun adamı olduğu öğrendiğinde ise kesin hükmünü veriyor: “Yok anam yok! Onlarla iş olmaz. O Türkiye’yi yer bitirir. Tayyip Erdoğan biriktirdi. O da gelip yiyecek. Bu milleti birbirine katıp gidecek.”

İmamoğlu, Keleş ile bir süre daha sohbet ediyor. Kadın, ona oy vermeyeceğini ama börek yapabileceğini söylüyor. İmamoğlu da kadına teşekkür ediyor, oyunu vermese de duasını istiyor ve seçimi kazandığında gelip böreğini yiyeceğine söz veriyor. Karşılıklı ve “sahalarımızda hep görmek istediğimiz türden” hoş tavırlarla muhabbet sona eriyor.

Muhalefetin kulağına küpe

Güzel ve öğretici bir haberdi. Güzeldi; çünkü Keleş’in kararındaki ısrarı, İmamoğlu’nun ikna çabası ve diyalogun sıcaklığı görülmeye değerdi. Öğreticiydi; zira buradan siyaseten çıkarılması gereken dersler vardı.

Elbette tek bir hadiseye çok büyük anlamlar yüklemekten kaçınmak gerek. Ve elbette, bir seçmenin davranışına bakıp seçmene dair büyük genellemelere varmak da doğru olmaz. Keza her AK Partili seçmenin Keleş gibi olduğu söylenemez. Bununla birlikte, bu videodan AK Parti tabanının en azından bir bölümü hakkında, muhalefetin kulağında küpe gibi taşıması lâzım gelen iki neticeye varılabilir:

Birincisi, Erdoğan’ın AK Partililerin bir kısmının zihninde farklı ve özel bir yere sahip olmasıdır. Parti ayrı, “Tayyip” ayrıdır. Hatâlar ya da noksanlar olabilir. Ama hatâları ortadan kaldıracak veya azaltacak, noksanları giderecek olan yine Erdoğan’dır. Misal, pahalılık canlarını acıtabilir. Fakat bunun çaresi de — muhalefette değil — Erdoğan’dadır.

Onlar kendilerini Erdoğan ile özdeşleştirir, kendi kaderlerini onun kaderine bağlarlar. Ona yapılan taarruzları kendilerine yapılmış sayarlar. 17 yıldır Erdoğan’ın girdiği her seçimden zaferle çıkmasını sağlayan, onun tabanına “ben Tayyip’ten vazgeçmem” ifadesini kullandırtan, bir bağlılık inşa etme becerisidir.

İkincisi, bu kesimin muhalefet — bilhassa CHP — algısıdır. Altı Ok’u gördüklerinde tüyleri diken diken olan, CHP’yi simgeleyen her ne varsa ondan uzak duran bir kesim var ortada. Bu kesimin indinde CHP, iş görmez ve hizmet bilmez bir partidir. Ne bir kaynak üretebilir ne de milletin hayrına bir icraat yapabilir. Kazara iktidar olduğunda ise eldekini avuçtakini çarçur eder, halkın parasını har vurup harman savurur. “Tayyip biriktirdi, onlar yer bitirir” düşüncesinin yaygın olduğu bu kesim, CHP’yi kötü gidişatı düzeltebilecek bir aktör olarak görmez. Tersine, CHP’nin iyi giden birtakım işleri de bozmasından korkar. Bundan dolayı, sadece eldekini korumak için de olsa Erdoğan’a kol kanat gerer.

Baykal ve Kılıçdaroğlu’nun siyasi tercihleri

Öyleyse, ahval ve şerait bu ise CHP ne yapabilir? Nasıl bir muhalefet stratejisi takip edebilir? Yakın tarihte CHP’nin takip ettiği iki yol var. Biri, Baykal’ın yoludur. Eski genel başkan, geleneksel tabanın ruhunu okşamakta mahirdi. Kendini ve destekçilerini ülkenin asli sahibi olarak görürdü. Diğer toplumsal gruplara karşı üsttenci bir söylem tuttururdu. Siyaset dışı güçlere göz kırpardı. Muhafazakâr-dindar kesimlerin hassasiyetlerine bazen gözünü kapatır, bazen de doğrudan karşı çıkardı.

Diğeri ise Baykal sonrası Kılıçdaroğlu’nun siyasetidir. Kılıçdaroğlu, CHP’nin oy tabanını genişletmek için partiyi toplumun farklı kesimleriyle buluşturmaya çaba sarfediyor. Bugüne kadar CHP’ye yüz vermemiş olanlarla bir araya geliyor. Her konuyu bir rejim meselesi haline getirmiyor. Laikliği bir kırbaç gibi kullanmıyor. Dini taleplere karşı hassas bir dile başvuruyor. Hem mütedeyyinleri hem de ulusalcıları/milliyetçileri aynı hedefe yöneltebilecek ittifaklar deniyor. Geçmişte farklı siyasi adreslerde bulunmuş olanlara partisinin kapısını açıyor. Velhasıl bir kitle partisinden beklenenleri gerçekleştirmeye çalışıyor.

Hedef ve netice

Baykal’ın dışlayıcı siyaseti, CHP’ye bir gelecek kazandırmadı. Defalarca tecrübe edildi ama her seferinde gidip duvara çarptı. İktidar mücadelesinde partiyi sürekli geride bıraktı. Baykal’ın tarzından ne dün bir şey çıktı, ne de yarın bir şey çıkabilir. Eğer CHP ileri gidebilecekse, bu ancak Kılıçdaroğlu’nun geliştirmeye çalıştığı kapsayıcı siyaset ile olabilir.

Ancak Kılıçdaroğlu’nun kapsama alanının genişletmesinin de önünde, biri iç diğeri dış olmak üzere iki mühim güçlük var. Her seçimde öne konulan hedef ile varılan netice arasında devâsâ bir farkın olmasının nedeni, bu güçlüklerin üstesinden gelinememiş olmasıdır.

Bir sonraki yazıda, İmamoğlu’nun kampanyasından hareketle bu güçlükleri tartışacağım.

Serbestiyet, 23 Ocak 2019

Hitler’in Filozofları*

0

 

Filozof kelimesi Türkçede genellikle müspet çağrışımlar yapar. Filozofların üstün kavrama ve akıl yürütme kabiliyetine sahip olduğu varsayılır. Bu vasfın onlara otomatikman bir taraftan çelişkilerden ve havanda su dövmekten uzak mükemmel bir düşünce sistemi geliştirme gücü verdiğine diğer taraftan insanî ve ahlâkî değerlere derinden bağlı ve hoşgörülü olma niteliği kazandırdığına inanılır. Gerçekten böyle midir? Her filozof hem geniş bilgiye, derin bir kavrama ve tahlil kabiliyetine malik hem de, ilâveten, temel insanî, ahlâkî değerlere de kuvvetli bir bağlılık gösteren bir insan mıdır?

Tek kelimeyle ve kesin olarak hayır. Paul Jones’un Entellektüller kitabı başta olmak üzere birçok kaynak bazı meşhur isimlerin bıraktığı izleri sürerek böyle olmadığını gayet iyi göstermekte. Ben bu yazıda filozofların fikir gücünü ve tutarlılığını bir yana bırakıp, ikinci nokta, yani insanî, ahlâkî değerlere saygı ve hürmet üzerinde odaklanacağım.

Filozof Ayrıcalığı

Filozof olmayan insanlar arasında olduğu gibi filozoflar arasında da zayıf karakterli, ahlâkî değerleri kolayca ve keyfince çiğnemeye hazır insanlar bulunur. Ne var ki, filozoflar diğer insanlardan iki bakımdan ayrılır. İlk olarak, başka insanlarda yakışıksız/yanlış bulunan özellikler/davranışlar onlarda ilgi çekici aykırılığın, renkliliğin ve hatta hikmetin işareti olarak görülebilir. İkincisi, filozoflar birçok insanı etkileme ve peşlerinden sürükleme gücüne sahip olduğundan, sıradan insandaki kötü özellikler, davranışlar filozoflarda pek çok insana zarar verecek felaketlere dönüşebilir veya, en azından, bu tür felaketlere destek sağlayabilir. Bütün bu söylenenlerin tecessüm etmiş bir örneği olarak Fransız filozof J. J. Rousseau’ya işaret edebiliriz. Rousseau’da bulunan yalancılık, vefasızlık, asalaklık, sorumsuzluk ortalama bir insanda tezahür etse diğer insanlar onunla belki selamı sabahı bile keser ve yollarını ayırırlardı. Ancak, Rousseau tüm bu kanıtlı özelliklerine rağmen düşünce tarihine geçti, felsefe derslerine demir attı. Bu garip Fransızın teorileri de, Fransız İhtilâli üzerinden, iyilikten çok kötülüğe yol açtı. Siyasî muhaliflerin ideolojik olarak şeytanlaştırılmasına ve kriminalize edilmesine Rousseau’nun siyasî felsefesi büyük katkılarda bulundu.

Şüphe yok ki, filozoflar, çoğu zaman, kötülükleri bizzat ifa etmedi. Eline silah alıp insan öldürmedi. Kendi elleriyle işkence yapmadı. Oraya buraya bomba yerleştirip patlatmadı. Aslında bazıları bunları istiyordu, içlerinde militan bir ruh vardı, ama tabiatları ve yetişme/yaşama biçimleri buna izin vermezdi. Buna karşılık, bu sayılanları onlar adına/hesabına başkaları icra etti ve ilgili filozoflar bazen farkına varılan, bazen varılmayan şekillerde yapılanları onayladı, fikren besledi ve destekledi.

Filozofların kötülüğe fikrî ve fiilî destekleri epeyce ihmâl edilen bir araştırma konusu. Bu bakımdan araştırmacıların/yazarların onlara pozitif ayrımcılık uyguladığını söylemek yanlış olmaz. Çok şükür, zaman zaman bu pozitif ayrımcılığa kafa tutanlar çıkıyor ve biz de onlar sayesinde filozofların tarihin karanlıklarına gömülmek istenen karanlık yönlerinden haberdar oluyoruz. Bu isimlerden biri olan Yvonne Sherratt’ın Hitler’in Filozofları adlı mühim çalışması Özge Eldaş tarafından başarıyla Türkçeye aktarıldı ve Say Yayınları tarafından basılarak piyasaya çıkartıldı. Tipik bir akademik çalışma olmayan kitap, Hitler’e, Alman nasyonal sosyalizmine çeşitli seviyelerde destek veren Alman filozofların izini sürüyor. Hem bu izlerden hem de başka çalışmalarda ortaya çıkan benzer bilgiler bu konuda ufkumuz açıyor.

Bu izlerden bahsetmeden önce, iki noktaya dikkat çekmekte fayda var.

 Filozof Var Filozof Var

İlki şu: Türkçeye ‘philospher’ kelimesini çoğu zaman filozof olarak çeviriyoruz, ancak, bu, birçok durumda,  kafa karışıklığına yol açabilir. Kelime sıradan kullanımda filozof değil felsefeci/felsefe çalışan anlamına geliyor. Hemen her filozof felsefe çalışmış/çalışıyor ama her felsefe çalışan filozof değil. Örneğin, felsefe bölümlerinde genel olarak felsefe okutan hocalar ve okuyan öğrenciler vardır, ama filozof ya hiç yoktur ya da çok azdır. Dolayısıyla, kitap, aslında, anlam itibariyle, Hitler’e destek veren filozofların ve felsefecilerin peşinden gidiyor, içinde ismi geçen tüm filozoflar birer felsefeci ama her felsefeci bir filozof değil.

İkinci nokta felsefecilerin açık fikirli, müsamahalı, kavrayışlı olacağı batıl inancı. Bu inanışa göre insanlar ne kadar çok felsefe okur ve çalışırsa o kadar mütevazı olur. Radikallikten uzaklaşır; başka fikirlere ve hayat tarzlarına daha fazla tolerans gösterir. Felsefeden böyle etkileneler olmuş olabilir. Ama en az onlar kadar tersine etkilenmiş olanlar da vardır. Bazı durumlarda felsefe okumak bağnazlığı, kesin hükümlülüğü teşvik etmekte. Bir çırpıda bunun örneği olacak bir sürü ‘büyük’ felsefeci ismi sayabilirim. Bu yazının yararlandığı kitap bunu daha sistematik biçimde yapıyor. Ayrıca meselâ ülkemizdeki felsefe bölümlerine balarsak en bağnaz bazı kafaların oralarda yuvalandığını acıyla fakat kolayca görebiliriz. Bu yüzden, bana kalsa, felsefe eğitimini mutlaka doğru dürüst bir sosyal bilim eğitimiyle takviye etmeye çalışırdım.

Filozof ve Sanatçı Hitler!

Kitaba dönelim. Kitapta en başta ele alınan şey, Hitler’in kişisel özellikleri. Hitler, felsefeyi seviyordu. Sanatla da –resim ve mimarî- ilgiliydi ama felsefeye ayrı bir sempatisi vardı. Bu yüzden, kendisi için,  “filozof lider” tabirini kullandı. Sevenleri ve takipçileri de aynı yolu izledi. Hitler’e “filozof diktatör” de denmişti. Hitler’in bir diğer özelliği kitapları ve kitap okumayı da sevmesiydi. Avusturya’da (Linz şehrinde) birkaç kütüphaneye üye olduğu ve buralarda epeyce zaman harcadığı biliniyor. Kitaplara sevgisinin fizikî bir boyutu da mevcuttu. İyi baskılı ve güzel ciltli kitapları temin etmeye, elinin altında bulundurmaya çalışırdı ve kendisine zaman zaman verilen bu tür hediyeleri memnuniyetle karşıladı. Kavgam adlı kitabını da felsefî bir kitap olması amacıyla yazdı ve öyle gördü. Kitabın yazılma yeri hapishaneydi. Hitler hem gelecekle ilgili planlar yapma hem de kitap okuma fırsatı bulduğu kısa süreli (bir yıllık) mahkûmiyetinde muhtemeldir ki felsefî bakımdan da zirveye çıktığına inandı. Ancak, Kavgam’ı sadece bir felsefe kitabı, bir otobiyografi olarak değil aynı zamanda bir propaganda aracı olarak tasarladı. Nitekim kitap zamanla Nazilerin İncil’i hâline geldi. O kadar ki, ülkemizdeki durumlara benzetmek gibi olmasın, yeni evlenenlere ve askerlere hediye olarak verilmeye başladı.

Hitler tarihi ilerletenin şiddet, savaş, kan olduğuna inanmıştı. Onun düşünce dünyasında şiddet hayatın özüydü, insanın karakter özelliklerini geliştirecek ana gücün simgesiydi. Alman milletinin (daha doğrusu saf Aryan ırkının) ise dünyada özel bir yeri vardı. Alman milletinin omuzuna, hem kendine, hem de tüm dünyaya ilişkin görevler ulusun tarihi ve kanı tarafından bindirilmişti. Ancak, zamanla, Almanların o üstün, titizlikle korunması gereken özellikleri bozulmuştu ve daha fazla bozulma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun önlenmesi ve Alman ırkının yabancı, bozucu, yozlaştırıcı unsurlardan arındırılması gerekliydi.

Yahudi Düşmanı Hitler

Hitler’in bu fikirlerle varacağı ilk yer, Alman siyasî birliğini ve toplumsal bütünlüğünü sağlayacak güçlü bir devlet, ikincisi ise Alman değerlerinin yozlaşmasına sebep olmuş bir günah keçisiydi. İlki Üçüncü Reich’da (Cumhuriyet’te) ikincisi ise Yahudilerin önce tecride sonra imhaya tabi tutulmasında tecelli edecekti. Almanların ihtiyacı güçlü lider (Millî Şef- Führer- Ulu önder) idaresinde işleyecek bir devlet ve Yahudi toplumunun bedenen, Yahudiliğin Alman kültürü, bilimi, sanatı, hayatı üzerindeki tesirlerinin ise kültürel olarak yok edilmesiydi.

Ancak, Hitler bu çılgın fikirlerin ilk müellifi, tek teorisyeni olmaktan uzaktı. Alman birliği ve bütünlüğü zaten asırlardır bir saplantı olarak Alman aydınlarının kafasını kemirmekteydi. Yahudi karşıtlığının fiziksel kökleri de daha eskilere ve derinlere gitmekteydi. İnsanın söylemeye dili varmıyor ama, 18. Yüzyıl’ın büyük Alman düşünürü I. Kant’ta dahi bunun işaretleri mevcuttu. Hitler Kant’ın Yahudileri “akılsız, mantıksız, ahlâksız ve Almanlarla eşitsiz” bulan görüşlerinden çok keyif aldı ve yararlandı. Bununla beraber, bazı düşünürler ve felsefeciler Hitler’in üzerinde daha belirgin şekilde etkili oldu. Bunların en önemlilerinden biri Hegel idi. Onun hem devleti bireye önceleyen güçlü devlet ihtiyacı vurgusu hem de tarihî gelişmelerin çatışmadan beslenmesi fikri Hitler’e derinden tesir etti.

Filozofsever Hitler!

Hitler’in Yahudi aleyhtarlığının oluşmasında ve semirmesinde J. G. Fichte, Arthur Schopenhauer ve L. A. Feurbach’ın görüşleri rol oynadı. Marx’ın Yahudi aleyhtarlığı, Hitler Marx’a fazla değer vermese de, bir bonustu. Ünlü besteci ve düşünür R. Wagner de bu yolun yolcusuydu. Aynı çizgide Oswald Spengler’in adını da zikretmek gerekir. Kısaca, Hitler’in öncesinde Yahudi aleyhtarı bir düşünce ve kültür ortamı zaten hazırlanmıştı. Yazarın ifadeleriyle, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da fikir hayatı şu durumdaydı: “Aydınlanmadan romantizme, milliyetçilikten bilime dek Alman düşünce sisteminin her köşesi Yahudi karşıtı fikirlerle doluydu. Mantıklı ya da tutkulu kişilerin, idealistlerin veya Sosyal Darwinistlerin, en kültürlü ya da en kaba insanların hepsi Hitler’e hayalini pekiştirmesi ve gerçekleştirmesi konusunda fikir verdiler. Ulusun geçmişinde güçlü devlet, savaş, üstinsan, Yahudi düşmanlığı ve biyolojik ırkçılık teorileri kaynıyordu.”

nietzsche
Nietzsche

Hitler Nietzsche’yi keşfedince daha önceki gözdesi, Alman dilinin saflığını koruduğu için göklere çıkardığı Schopenhauer’i bir tarafa bıraktı. Galiba bunun sebebi Nietzsche’de şahsî şeyler bulmuş olmasıydı. Onun Yunan hayranlığını paylaştı. Güce ve yüceliğe sevgisini beğendi; gücün ve yüceliğin Alman milletinde tecessüm ettiğini düşündü. Hayat tarzında da onu taklit etmeye, meselâ doğada tek başına yürüyüşlere çıkmaya başladı. Konuşmalarında onun sözleri sık sık belirir oldu: “Güç iradesi”, “üstün ırk”, “köle ahlâkı”, “yiğitçe yaşama mücadelesi”, “Hristiyan acıma ahlâkına karşı durmak”… Almanların Führer sisteminin en büyük Führeri, Nietzsche’nin demokratik iktidarlara eleştirilerini, şiddet ve savaşı övmesini, güçlü bir “üstinsan” yönetiminde dünyaya hâkim olacak “üstün ırkın” gelişine dair kehanetlerini sevdi. Bu akıl hastası filozof kız kardeşi tarafından düzenlenip yayımlanan notlarında yönetici sınıfını, “yeryüzünün efendilerini”, “insan üzerinde birer sanatçı gibi çalışabilecek tiranları” eğitmekten bahsediyordu.

İngiliz bilim insanı, düşünür Charles Darwin’in fikirlerini bir görüşe göre geliştirerek bir diğer görüşe göre çarpıtarak ırkçılığa taşıyan Ernst Haeckel de Hitler’in fikir dünyasının inşasına taşlar koydu. Bu zat ırklar arasında amansız bir mücadele olduğuna ve zayıf ırkların güçlü ırklar tarafından tasfiye edileceğine kaniydi. Irk ıslahını gerekli görüyordu. Kitlesel ötenaziyi savundu. Irkı zayıflardan ve hastalardan korumak gerektiğini iddia etti. Antik Yunan’da buna benzer bir uygulaması olan Sparta’ya imrendi. Biyoloji kanunlarını beşerî dünyaya uygulayan bir siyaset istedi. Hitler bu beklentiye bir ölçüde cevap olacak politikalar izledi.

Bütün bunlardan daha da ilginci, Hitler’in iktidara gelişinden hemen önceki ve hemen sonraki yıllarda bazı felsefecilerin alanda, yani siyasette yaptığı katkıydı. Tersinden bakıldığında, Hitler’e teslim olmayan Alman asıllı bilim ve fikir insanları ile Yahudi asıllı felsefecilere, filozoflara, akademisyenlere reva görülen muameleler ve bu muameleleri bizzat yapan, onlara ortak olan veya sessiz kalan iş ve sosyal ortam arkadaşlarının durumu ve tavrıydı. Belki de insanlık testi asıl burada yaşandı.

Hitlersever Filozoflar!

Kendisinin bir “üstinsan”, Almanların bir “üst ırk” olduğuna inanan Hitler, toplumsal hayatın hiçbir alanını kontrolü dışında bırakamazdı. Öncelikle denetim altına alınması gereken yer okullardı, bilhassa üniversitelerdi.

Naziler eğitim sistemini endoktrinasyon yatağına dönüştürdü. Eğitimin Nazileştirilmesinin en önemli aracı Hitler Gençliğinin Eğitimi için Resmî El Kitabı idi. Kitap tek kişinin eseri değildi; çok sayıda Nazi profesörü ve eğitmeni tarafından hazırlanmıştı. Üniversite öncesi okullarda ve üniversitelerde işlenen ana konuları kapsayan bir endoktrinasyon rehberiydi. On dört-on sekiz yaş arasındaki tüm çocukların eğitiminde kullanılması zorunluydu.

Hitler’in baş ideoloğu felsefeci A. Rosenberg üniversitelerin Nazileştirilmesi için tipik bir Alman profesörü olan E. Krieck’i görevlendirdi. Bu zat bireyci görüşlerden nefret etmekteydi. Ulusalcı ve etnik çizgilere dayanan “organik” bir toplum anlayışına sahipti. “Gelecekte Alman halkının kendini gerçekleştirmesine hizmet etmeyen ve önemini ondan almayan hiçbir zekâyı, kültürü ve eğitimi tanımayacağız” demekteydi. Ancak, üniversitelere egemen kılınacak zihniyet daha fazlasını istemekteydi. Bunun ne olduğunu yine bir felsefe profesörü olan W. Schulze-Sölde şöyle ifade etti: “Alman insanı ve İskandinav ırkı dünya görüşlerinin geçerliliğinin genel ölçütüdür.”

İşte bu anlayışla, üniversite yönetimlerine Nazi akademisyenler yerleştirildi. Yahudi hocalar ya işten atıldı ya da emekliye sevk edildi. Bunlar arasında M. Heidegger’in hocası ve arkadaşı E. Husserl de vardı. Hem hayatta olan felsefecilerin hem daha önce yaşamış felsefecilerin -meselâ 17. Yüzyıl’ın Yahudi asıllı Hollandalı filozofu B. Spinoza’nın- çalışmalarından kaynaklandığı düşünülen “Yahudi unsurlar” müfredattan çıkartıldı. Yahudi akademisyen T. Lessing suikast düzenlenerek öldürüldü.

C. Schmitt
C. Schmitt

Hitler’in, meşruluğunu ve üstünlüğünü felsefî ve hukukî olarak tescil edecek iki tanınmış isme ihtiyacı vardı.  Meşhur felsefeci M. Heideger ve hukukçu C. Schmitt bulunabilecek en iyi isimlerdi. Heidegger Nazi iktidarına göz kırptı. Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye oldu. 1927’de yayımlanan Varlık ve Zaman adlı eseriyle tanınmış ve itibar kazanmıştı. Nazilere katılmasının ödülü olarak Freiburg Üniversitesi rektörlüğüne atandı. İlk konuşmasında Nazilere övgüler yağdırdı. Konuşma davetiyesinin arkasına Nazi Partisi’nin marşını bastırmıştı. Kendisini üniversitenin ruhanî lideri ve şefi ilân etti ve bu görevin gereklerinin ancak Millî Şef (Hitler) önderliğinde yerine getirilebileceğini ekledi. 1933-34 öğretim yılı başında Freiburg Üniversitesi’nin şefi olarak öğrenci gazetesinde şunları yazdı: “Ulusun aslî varlığının kurtuluşu ve devletin iç gücünün artması için kendinizi feda etme konusunda cesaretiniz daima artsın… Millî Şef Almanya’nın gerçeği, bugünü, yarını ve yasasıdır… Yaşasın Hitler.”

Heidegger, Nazilerle ilişkilerine zarar verir endişesiyle, hocası ve arkadaşı E. Husserl ile tüm ilişkilerini kopardı ve bunu Husserl’e karısının götürdüğü acı bir notla bildirdi. Rektörlük odasına oturup Nazi polisine arkadaşları hakkında ihbar ve şikâyet mektupları yazdı. Üniversite çalışanları için ahlâk kuralları listesi hazırladı. Üniversitede SS birlikleri oluşturulmasına ve sembolik silahlarla öğrencilere askerî tatbikatlar yaptırılmasına izin verdi.

Hediegger’in hukuk alanındaki eşi C. Schmitt’ti. Bu ünlü hukukçu 1 Mayıs 1933’te Nazi partisine katılarak Hitler’in saygı duyulan bir hukukçudan destek ihtiyacını giderdi. Güçlü ve bağımsız devlet fikrini destekliyor, modern toplumlarda devleti merkeze koyan Hegel’in takipçisi olarak görülüyordu.  10 Mayıs’ta Nazi öğrenciler Yahudi yazarların kitaplarını yaktı. Schmitt onları destekledi. “Nasıl sahte Alman parası basmak bir kalpazanı Alman yapmıyorsa, Almanca eserler yazmak da Yahudi yazarları Alman yapmaz” dedi. Tek parti devletinin 20. Yüzyıl devleti ve Alman birliğini sağlamak için atılması gereken bir adım olduğunu ilân etti. Hitler diktatörlüğünü meşru ve parti-devlet aynılaşmasını haklı gösterecek hukuk çalışmaları yaptı. Nazilerin muhaliflerini öldürerek “temizlemesine” hukukî kılıf uydurmak amacıyla siyasî cinayetin “idare hukukunun en üst şekli” olduğunu yazdı.

Carl Schmitt hakkında önemli bir çalışmaya imza atan Eva Imbsweiler şu tespitleri yapıyor:  Schmitt siyasal liberalizmin temel taşlarından olan bireyciliğe şiddetle ve kökten muhalifti. Weimar Cumhuriyeti anayasasında benimsenen insan haklarına da bu yüzden karşıydı. İtalyan faşizminden esinlenen bir total devleti onaylamaktaydı. Total devletin 20. Yüzyıl’ın politik formu olacağına inandı. Bir başka Alman düşünür olan Werner Sombart gibi kültürel ve coğrafî (başka bir adlandırmayla antropolojik) bir ırk (özdeşlik) (ark)  olgusuna inandı, toplumsal homojeniteyi destekledi. Schmitte’e göre devletin görevi eşsiz özelliklere sahip olan halka dayanarak bir bütün olarak ahlâkı yücelten ve devletin kuvvetler ayrılığı ve insan haklarıyla sınırlanmasına izin vermeyen bir hukuku uygulamaktı.

Hesap Sorulmayan ve Vicdan Azabı Çekmeyen Filozoflar

Nazi Almanya’sı savaşta yenilerek çöktü. Bazı Naziler yargılandı ve Alman devletinin çeşitli yolardan engellemeye çalışmasına rağmen sınırlı da olsa bir denazifikasyon süreci yaşandı. Ama ne Heidegger ne de Schmitt ciddî şekilde yargılandı. Batı ittifakı işleri Almanların eline bırakınca, Alman yönetimi olan biteni unutturmak, Nazilerin temizlenmesini önce savsaklayıp sonra dosyayı tamamen kapatmak için elinden geleni yaptı. Haksız yere üniversitelerden tasfiye edilmiş Yahudi akademisyenler ya hiç geri dönemez ya da büyük zorluklarla karşılaşırken, Nazilerin çoğu eski yerlerine -hatta daha iyi makamlara- yerleştiler; asla özür dilemeden, pişmanlık ve utanç beyan etmeden hayatlarını sürdürdüler. Heidegger ve Schmitt de hiç bir zaman nedamet getirmeyen ve özür dilemeyen kimseler arasındaydı. Schmitt,  üstelik, denazifikasyona da karşı çıkanlardandı.

Engizisyon Mahkemesi Olma da Unutma da!

Şüphe yok ki, engizisyon mahkemesi mantığıyla hareket edip insanların tüm hayatını sınırlı bir döneme dayanarak değerlendirmemek, yargılamamak lâzım. Heidegger ve Schmitttt başta olmak üzere iştahla Nazi olan veya Nazi rejimiyle şu veya bu sebeple (oportünizm, ideal birliği, korku vs.) işbirliği yapan düşünürlerin fikir sepetlerinde dikkate almaya değer, temel insanî değer ve kurumlarla bağdaşan, onlara destek veren şeyler de bulunabilir. Onlardan da yararlanmak gerekir. Ne var ki, böylesine büyük isimlerin vahşete ve despotizme sempati duymalarını,  payanda ve destek olmalarını unutmak ve affedilebilecek kusurlar arasında görmek de vicdana sığmaz…

*Yaklaşık üç yıl önce 3 bölüm hâlinde yine Yeni Yüzyıl’da yayınlanmış olan bu yazıyı birleştirerek ve geliştirerek tekrar yayınlıyorum.

Yeniyüzyıl, 13 Şubat 2019

Tanzim Satıştan Nerelere!

Türkiye enteresan bir memleket, çoğu işimizi antika yollarla çözme takıntısından hiç vazgeçmiyoruz. Rüzgâr ne yandan eserse hemen o tarafa eğilme gibi bir durumumuz var.

Ekonomik olarak göstergelerimizin çok iyi gözüktüğü, enflasyonun tek hanelere indiği dönemde kimsenin aklına gelmeyenler nedense ekonomik krizle birlikte aklımıza gelir oldu. İşin kötüsü devletin halka iyilik için attığı adımların kısa ve orta vadede ekonomik dengeleri bozabileceği hesaba katılmadan yapılıyor bunlar.

Türkiye ekonomisinin kırılgan olduğunu pek çok değerli hocamız zaten uzun süredir yazıp çiziyordu. Dışardan gelen sıcak paraya bağımlılığımız ve daha çok inşaat sektörü üzerinden büyümemizin de bir sonunun olduğunu az çok iktisattan anlayan herkes görüyordu.

Bizim üretimden çok tüketime dayanan bir büyüme modelimiz vardı ve burada da deniz bir noktadan sonra bitti. Özel sektöre yaptırılan Tanzim satıştan nerelere!

Devasa projelerin maliyetlerinin halkın sırtına fark ettirilmeden yüklendiği bir dönemin ardından krizden çıkış için devletin Tanzim Satışa soyunması da oldukça ironik.

***

İnsan üzülerek görüyor ki ülkemiz insanı popülist politikalara karşı inanılmaz derecede duyarsız. Bu durum A partili ya da B partili olmakla çok da değişmiyor.

En güzel örnek -ben de mağdurlarından (!) biri olarak- EYT yani emeklilikte yaşa takılanların çoğunluğunun beklentileri. EYT’liler hemen her partiye dağılmış durumda ve çoğunluğu da dört gözle hakkettiklerini düşündükleri bu hakkın verilmesini bekliyor. Cumhur İttifakını destekleyen EYT’liler dahi SSK’yı batıran Genel Müdür hikayesini konuşmuyor.

Geçmişte yapılan bu yanlışın faturasının Türkiye’ye ne kadar pahalıya mal olduğu, küçük şahsi çıkarlarımız nedeniyle, kimse tarafından hatırlamak istenmiyor. Varsa yoksa “Ben” durumundayız ve bu durumu bireysel bencillikle açıklayamayız. Aslında ortada bireysel bencillikten çok toplumsal bir ikiyüzlülük var.

***

Şimdi enflasyonun çift haneli rakamlarda hızla yukarıya doğru tırmanması ile birlikte zincir mağazalar birden bire hedef haline geldi. Halbuki mesele AVM ya da zincir mağazası meselesi değil tam tersine piyasaya serbest girişin yeterince sağlanamaması olduğunu herkes göz ardı ediyor. Göz ardı edildiği için de özel sektör yeterince gelişemiyor. Devletin pek çok alanda verdiği destekler de ya bürokrasiye ya da işi bilmeyenlerce hazırlanan mevzuatların kurban oluyor.

Asıl tehlike devletin çalışma hayatında aşırı şekilde büyümesi. Özelleştirmeden devletleştirmeye farklı bir yolda ilerliyoruz. Belki pek çok kişinin hoşuna gidiyor ama Türkiye giderek devasa bir memurlar memleketine dönüşüyor. Bunun bedelini de kimse hesap etmek istemiyor.

Kamu istihdamının sürekli şişmesinin gerçek manada çalışan, üreten ve vergi veren sektörlerin sırtına büyük bir kambur olacağı görmezden geliniyor. Herkes biliyor ki son yıllarda kapanan ve iflas eden şirket ve işletme sayısının haddi hesabı yok.

***

Türkiye’nin nüfusu şu an 80 milyonu geçmiş ve bu nüfusun da 25 milyondan fazlası üniversitelerde dahil olmak üzere örgün eğitimin içinde. Ve maalesef bu nüfusu geleceğe hazırlama ve istihdamını sağlayabilme konusunda çok ciddi bir sıkıntı içindeyiz.

MEB’in ve YÖK’ün bu işi uzun süredir çözemediği malum, ancak biz veliler de gerçeklerden uzağız. Hâlâ çoğunluğumuz üniversite diplomasının tek başına bir anlam ifade ettiğini sanıyor. Kaliteli bir lise eğitimi ve bu aşamada kazanılacak mesleki bir takım becerilerin çok daha hayati olduğunun farkında değiliz. Gerçi farkında olsak bile bu farkındalığı hayata geçirecek imkanlar da çok yok.

Önümüzdeki 3-5 yıl içinde üniversitelere yığılan milyonlarca genç çalışma hayatına atılacak ve ısrarla daha öncede yazdığım gibi bu gençlerin çok büyük bir kısmı piyasada çeşitli sebeplerle aldıkları eğitimle –lisans mezunu bekçiler gibi- alakasız alanlarda çalışacaklar.

Bu acı tabloya rağmen hâlâ İl Milli Eğitim Müdürlükleri kendilerine başarı olarak üniversite yerleştirmelerini esas alıyor. Halbuki M.E. Müdürlüklerimiz üniversiteye yerleşme yerine mezunların piyasadaki istihdamını takip edip ona göre eylem planları hazırlasa eminim daha faydalı olurlardı!..

Neyse tanzim satış dedik nerelere gittik. Hayırla kalınız efendim…

Karar, 13 Şubat 2019

Özgürlük Yerine

0

Ekonomiyi tercih etmek

20. yy sonuna doğru Sovyetlerin yıkılışı kendi içinde pek çok siyasal anlam barındırıyordu. En önemlilerinden bir tanesi de çoğunluğun özgür bir siyasal sistemi tercih etmiş olabileceğiydi. Berlin’de insanların duvarı yıkarak özgür olarak nitelenen Batıya gitmeyi tercih etmesi özellikle önemliydi. Bu durum bir siyasal istek ve tavrın ifadesi olarak okunabilirdi. Baskıcı totaliter rejimi geride bırakmak isteyenlerin Batıya göç etmesi siyasalı açıklamak açısından çok önemliydi. İnsanlar daha rahat yaşayabilecekleri bir siyasal yapıya doğru gidiyorlardı. Dünya için son derece olumlu bir gelişmeydi bu. Dünyanın geleceği açısından bir çeşit olumluluk havasının oluşması içinde pozitiflikleri barındırıyordu. Batıya doğru göçün elbette kendi içinde anlamları vardı. İnsanların göç için ekonomik nedenleri mi yoksa özgürlükleri mi tercih ettikleri büyük sorular olarak ortaya konuyordu.

Özgürlükler olmadan ekonomik tercihler nasıl bilinebilir?

İnsanların siyasal ifade kanallarına sahip olmadıkları bir ortamda ekonomik eylemlerin hangi niyetle gerçekleştiklerini nasıl bilebiliriz? Sovyetlerde de durum böyleydi. Yıkılışı gerçekleştirenin ekonomik talepler olduğunu rakamlar ile ifade etmek kolayken işin ideolojik yanını ortaya koymak zor oluyordu. Ekonomisi iyi olan Sovyetlerin yıkılmayacağı iddiası tartışmalar arasında bugün hâlâ yer buluyor. Serbestçe siyasal ifadeden mahrum insanların özgürlük taleplerini okuyabilecek çalışmalardan uzak olmak ekonominin başat tercih olup olmadığını bize göstermez. Eldeki veriler ancak siyasalın yorumları olarak algılanabilir. İnsanların Batıya doğru göç etmelerinin temel nedenini ekonomi olarak göstermek dönemin gelişmelerini aşırı basitleştirme olarak yorumlanabilir. İşin bir de ahlâkileştirilerek anlatımı var. İnsanların ekonomik tercihler sebebiyle Batıya doğru akın ettiğini iddia etmek siyasal talepleri göz ardı etmektir. Unutulmamalıdır ki ekonomik talepler de kendi içinde siyasal taleplerdir.

Ekonomik eylem özgürlüğün ifadesi olduğunda

İnsanlar çöküş döneminde Sovyetlerde genel anlamıyla siyasal özgürlüklerin son derece gerisindeydiler. Bu ifade hürriyetinden siyasal temsile kadar siyasalın içindeydi. Çöküşün yaşanmasıyla birlikte de dönemin siyasalının anlamları üzerine yorumlar yapıldı. Çeşitli şekillerde çöküşü anlatan sebepler ortaya kondu. Glasnostdan Perestroikaya, getirilen açıklamalar bir değer ifade etti elbette. Salt ekonomiye konuyu indirgemek ise yetersizdi. Yetersizdi, ancak bu açıklamalar içinde önemli bir yere sahipti. İnsanların daha iyi bir yaşamı elindeki somut kaynaklar üzerinden değerlendirmesinde bir problem yoktu. Problem buradaki indirgemecilikten kaynaklanıyordu. Bunun yanında çöküşün sebeplerini ekonomiye indirgemek için elde edilen ve ortaya konan ampirik bilgiler insanların niyetlerini açıklamaktan uzaktı. Olgular düzeyine indirgenmiş açıklamalar işin felsefeden türeyen ahlâkî boyutunu görmezden geliyordu. İnsanların özgürlük taleplerini göz ardı edecek bir durum ortada yoktu.

Özgürlükler neden daha önemlidir?

Bilimselliği sorgulanabilecek basit bir arzu, istek ve niyetin ifadesi bile olsa özgürlüklerin ön planda olması önemlidir. Özgürlüklerin ve özgürlük taleplerinin olmadığı bir durumda ekonominin de bir anlamının olmayacağı açıktır. İnsanların sadece ekonomik taleplerle siyasalda olmaları kısa vadede açıklayıcı olsa da arka plandaki gerçek nedenleri ortaya koymakta yetersizdir. Çok kısa ve basit olarak; ifade hürriyetinin olmadığı yerde elinizde bir şekilde varolan ekonomik kaynakları nasıl kullanacaksınız? Hatta bu kaynakların size getirilerini nasıl yaşayacaksınız? Konunun bir başka yanı da; bugüne yansıyan insanın ve siyasal yaşamın getirdikleri açısından umutlu olmak. İnsanların kısıtlı ve sınırlı ekonomik çıkarlar için özgürlükleri geri planda bırakıyor olmasını düşünmek umut kırıcıdır. Dünya özgürlükler olmadan elde edilen ekonomik olgulardan daha güzel bir yer olmalıdır. Daha varlıklı ama özgür olunmayan bir dünyada hangi anlam için yaşamınıza devam edeceksiniz?

12 Şubat 2019

Toplumsal Düzenin Aracı Olarak Yargı

 

İnsan ve Düzen

İnsan toplumları bir düzen içinde yaşamaya meyillidir. Bu, insanın sosyalliğinin, yani hayatta kalabilmek ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için diğer insanlarla beraber yaşamak zorunda olmasının doğal bir sonucudur. Tek başına kalan insan varlığını koruyamaz, hayatta kalamaz. Çok küçük topluluklarda yaşayan insanlar varlığını daha kolay sürdürür fakat refah seviyesini kayda değer şekilde yükseltemez.

Bu gerçek insanlığın durumu üzerinde gözlemlerde bulunan ve düşünce geliştiren tüm filozoflar tarafından dile getirilmiştir. Sosyal tarih üzerine çalışan, iktisat tarihi, antropoloji, arkeoloji, etnografya uzmanı olan bütün bilim insanları da son yıllarda sayıları hızla artan ve bir kısmı adeta büyüleyici olan çalışmalarında insanın sosyalliğine ve insan toplumlarının sosyal düzenine işaret edegelmiştir. Başka bir açıdan bakıldığında bu hususa şöyle dikkat çekilebilir: Her insanın toplumda başka beşerî kurumlar yanında hukuku da ilgilendiren bir sosyal yeri ve sosyal rolü vardır(1). İnsanlar bu yer ve rolden bağımsız bir hayat süremez.

Bu olguya dayanarak insanın, diğer hayvanlardan farklı olarak, toplumsal düzen üreten bir varlık olduğu söylenebilir. Bunun dışına çıkan, yani değişik karmaşıklık derecelerinde toplumsal düzen üretmeden varlığını sürdürmeyi başaran insan toplumları -daha doğrusu- kalabalıkları görülmemiştir. Toplumsal düzenleri bozulan topluluklar varlıklarını koruyamayıp ya tamamen ortadan kaybolmuşlar ya da başka düzen sahibi toplulukların parçası olmuşlar, olmaya çalışmışlardır.

Öyleyse, şu gönül rahatlığı ile söylenebilir: Toplumsal düzen insanların beka mücadelesinin ana aracıdır. Şüphesiz, beka mücadelesinin fiziksel varlığı ayakta tutma, güvenlik, özgürlük, refah gibi boyutları vardır. Genel olarak insanın beka mücadelesi özel olarak beka mücadelesinin bu alt parçaları toplumsal düzenle kuvvetli ilişkilere ve bağlara sahiptir.

Toplumsal Düzen Nedir?

İnsan için vazgeçilmez olan toplumsal düzen nedir? Bu soruya cevap vermek için gayri beşerî düzenlerden başlayıp toplumsal düzene doğru ilerleyebiliriz.

Düzen, parçaları arasında belli ilişkiler olan bir bütündür. Düzenden söz edebilmek için a) Birden çok parçaya sahip bir bütünün olması b) Bu parçalar arasında belli ilişkilerin bulunması c) Bu ilişkilerin en azından bir dereceye kadar dışarıdan gözlemlenebilmesi ve açıklanabilmesi gerekir.

Bazı düzenler mekaniktir. Mekanik düzenlere bir örnek olarak otomobil motorunu gösterebiliriz. Bir motorda birçok parça ve parçalar arasında doğrudan ve/veya vasıtalı ilişkiler bulunur. Motorun parçaları arasındaki doğrudan ve/veya dolaylı ilişkiler ve bu ilişkilerdeki bir aksamanın sonuçlarının neler olacağı bilinir. Motorun parçalarının ve bir bütün olarak motorun işleyişi dışardan gözlenebilir. Bu mekanik düzendeki aksamalara dışardan yine mekanik şekilde müdahale edilebilir.

Bir başka düzen örneği insan vücududur. İnsanın organlarını belli fonksiyonları ve bu organlar arasında hâlâ keşfetmekle meşgul olduğumuz ilişkiler vardır. Elbette insan vücudu bir motora nispetle daha sofistike bir düzen teşkil eder. Bu düzenin parçaları motor parçalarına göre daha geniş hareket alanına ve kabiliyetine sahiptir. Bu yüzden belki de insan vücudunun yarı-mekanik bir düzene tekabül ettiği söylenebilir.

Toplumsal düzen mekanik bir düzen olarak boy göstermez. Toplumsal düzenin unsurları mekanik düzenin unsurları gibi hâl ve hareketleri dışardan belirlenen, irade sahibi olmayan, tercih yapamayan nesneler değildir. Bu yüzden, bir otomobil motorunun mekanik düzeni ile toplumsal düzen arasında yapılan benzetmenin daha ileri taşınmaması gerekir. Aynı şey insan vücudu için de söylenebilir. Toplumsal düzen insan bedeni gibi yarı-mekanik değildir. Parçalar arasındaki ilişkide irade sahibi insanların tercihlerinin bir belirleyiciliği vardır(2). Bu yüzden,  insan vücudu ile toplumsal düzen benzeştirmesini de fazla ileri taşımamak ve mekanik insan-organik toplum anlayışına ulaşmaktan sakınmak gerekir.

Toplumsal düzen, düzenin unsuru olan bireylerin ve aile başta olmak üzere birey birliklerinin (yani temel beşerî öznelerin) içinde doğru çıkma, karşılık bulma ihtimâli yüksek beklentiler geliştirebildiği sosyal vasattır, beşerî ilişkiler ağıdır, akışkan ve tekrarlanan insan ilişkileri yığındır. İnsan cinsi daima istikrar ve öngörülebilirlik arayışı içindedir. İstikrarsızlık ve önünü göremezlik insan için yıkıcıdır; insanın beka ve gelişme çabasına zarar verir. Toplumsal düzen insana aradığı istikrarı ve önünü görme imkânını sağlar. Bu sayede insan hangi davranış kalıpları içinde yol alabileceğini, neyi yaparsa neyle karşılaşacağını, ne zaman neyi yapması neyi yapmaması gerektiğini öğrenir, bilir, tahmin eder. İstikrarın ve önünü görmenin ne kadar önemli ve bunların olmamasının ne kadar yıkıcı olduğunu çok genç insanların kavraması zor olabilir, ama her insan yaşı ilerleyip tecrübesi arttıkça bunu öğrenir.

Toplumsal Düzen Kurulur mu Oluşur mu?

Toplumsal düzenin varlığı, önemi ve yararı hakkında düşünen, araştıran ve tartışan insanlar arasında bir ihtilâf çıkması ihtimâli yok denecek kadar az. Ancak bu herkesin toplumsal düzenin varlığı, varlık alanına girişi ve fonksiyonları bakımından hemfikir olduğunu göstermez.

Toplumsal düzenin varlığının ve öneminin altını çizdikten sonra cevaplandırmamız gereken soru, bu düzenin nasıl ortaya çıktığıdır? Bu soruya verilecek cevap mutlaka toplumsal düzenin mahiyeti ve özellikleri hakkındaki bakış açılarını şekillendirecektir.

Toplumsal düzenin ortaya çıkışını açıklamak için başvurulan iki yol vardır. Birincisi, toplumsal düzenin bir kurucu irade tarafından bilinçli ve maksatlı olarak yaratıldığıdır. İkincisi ise toplumsal düzenin, bir kurucu iradenin eseri olmadan, kendiliğinden varlık alanına girdiğidir.

Bunları daha kısa şekilde ifade etmek gerekirse, ilkine kurulan düzen, ikincisine oluşan veya kendiliğinden doğan düzen diyebiliriz(3).

İnsanlık tarihinin başında yaşamıyoruz. İlerlemiş bir tarih diliminde ve kurulu düzenlerin içine doğuyoruz. Bu düzenin unsurlarının hayatımızda kaçınılmaz ve gözden kaçırılamaz derecede etkili ve belirleyici olduğu süreçlerle büyüyoruz, yaşlanıyoruz. Bu düzen içinde devletlerin yasama, yürütme ve yargı güçleriyle, birçok idarî kurumlarıyla muhatap oluyoruz. Düzenin devlet tarafından korunduğunu müşahede ediyoruz. Bir düzen içinde yetişen ve yaşayan hemen herkes gibi, düzenin devlet tarafından yaratıldığını, devletin düzenin kurucu iradesi olduğunu düşünmeye meylediyoruz. Bu düşünceyi asla tartışmaya açılamayacak şekilde içselleştiriyoruz. Hatta toplumsal düzen eşittir devlet deme noktasına ulaşıyoruz. Ve bunun düzene tek bakış yolu, düzeni tek izah tarzı olduğunu zannediyoruz.

Oysa toplumsal düzene daha farklı bir açıdan da bakmak mümkün. Toplumsal düzen hiçbir somut iradenin ürünü olmadan, ayrı ayrı bireylerin gönüllü davranışlarının kümülatif sonucu olarak doğmuş olabilir. Bu tür bir düzene ilgili tüm teorisyenler yukarda da söylendiği gibi ‘kendiliğinden doğan düzen’ adını vermektedir. Özellikle vurgulamak gerekir ki, konuyla ilgilenmeyen kimselere çoğu zaman çok spekülatif ve bilim dışı gibi görünmesine rağmen kendiliğinden doğan düzen nosyonuna dayanan teoriler temel beşerî kurumlara ilişkin en bilimsel açıklamalardır. Bunun tipik bir örneği ekonomi biliminde görülebilir. Mikro ekonomide piyasa teorisi ayrı ayrı bireylerin gönüllü davranışlarının nasıl ona dayanarak ekonomik olayları izah edebileceğimiz bir öngörülebilir düzen hâsıl ettiğini tasvir eder. Bu düzenin ana özellikleri hiçbir kişi veya kurum tarafından tasarlanmaz; bireylerin serbest iradeleriyle kendi isteklerinin, menfaatlerinin peşinden gitmesine izin verildiği zaman, kendiliğinden doğar.

Kendiliğinden doğan düzen teorisi ekonomiyle sınırlı kalmaz, birçok sosyal kurumun nasıl aynı şekilde doğduğunu açıklamaya yönelir. Dil, ahlâk, hukuk, para-finans bu kurumların en başta gelenleridir.

Kendiliğinden Doğan Düzen Teorisinin Özellikleri ve Gelişimi

Kendiliğinden doğan düzen teorisinin en önemli özelliklerinden biri akla bakıştır. Bu teori anti-rasyonalisttir, daha doğru bir adlandırmayla anti-kurucu rasyonalisttir. Kendiliğinden doğan düzen teorisyenleri sosyal düzeni sırf akla dayanan bilinçli planlamanın bir ürünü olarak izah etmez, aklın yanında güdülere, alışkanlıklara, tecrübeye ve en önemlisi evrime atıfla açıklarlar. Tedricen gelişen işleri geleneksel olarak yapma yollarının a priori (önsel) olarak düşünülmüş her semadan daha üstün, daha kompleks olduğunu kabul ederler(4).

Kendiliğinden doğan düzen teorisinin konumuz açısından bilhassa önemli bir boyutu hukuk ile devlet arasında yapılan ayrımdır. Hukukun kendiliğinden gelişmesine karşılık devlet tamamen sunidir. Kendiliğinden doğan düzen teorisi, istikrarın ve öngörülebilirliğin kalıcı biçimde ortaya çıkması için kişinin özel hususiyetlerine dayanmaz(5). Klasik cumhuriyetçilik ve sosyalizm başta olmak üzere tüm kolektivist ideolojiler bireylerden özel menfaatlerini ortak iyiye tâbi kılmalarını isterken kendiliğinden doğan düzen teorisi ortak iyinin kişisel öz-çıkar motivasyonlarından doğduğunu ve insan davranışlarının bir niyetlenmemiş sonucu olduğunu kabul eder.

Kendiliğinden doğan düzen teorisi özgürlüğün farklı insan amaçlarının koordinasyonunu sağlayan bir mekanizma olduğunu düşünür. Özgürlük birbirinden bağımsız davranışları, kişilerin şahsî-çıkar temelli faaliyetlerini tüm toplumun yararına olacak şekilde koordine eder. Buna iktisatta bazen ‘görünmez el’ fenomeni denir. Özgürlüğün olmadığı yerde bu koordinasyon gerçekleşemez. Bu yüzden özgürlük kendiliğinden doğan düzenin olmazsa olmazıdır.

Özgür bir toplum için gerekli bir hukuk sistemi bugün tarihin ileri bir döneminde yaşıyor olmamız yüzünden en azından bir ölçüde amaçlı olarak dizayn edilebilir. Ancak tarihe baktığımızda bu nitelikteki hukuk sistemlerinin aslında evrimle ortaya çıktığını görürüz. Bugün bile evrim -tedricî ilerleme- hukuk sistemlerinde iyileşmelere ulaşmanın en uygun  yoludur. Tarihî tecrübe de bu istikamette akmıştır. Bu tür bir evrimci gelişimin tipik örneği İngiliz Ortak Hukuk (Common Law) sistemidir. İngiliz Ortak Hukuku amaçlı olarak tasarlanmadı, ihtilâf-çatışma hâlindeki insanların anlık, acil ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir amacı olmayacak tavırda-tarzda, vaka-vaka gelişerek, uzun zaman içinde, anonim katkılarla, adımlarla doğdu. Sonuçta özgür bir toplumla bağdaşacak bir hukuk kodu ortaya çıktı(6).

Düşünce hayatında kaba bir rasyonalizme veya kurucu rasyonalizme yakayı kaptırmış kimselere yanlış, tuhaf ve anlaşılmaz görünse de tarihin ve tecrübenin değeri küçük görülemez. Akıldan vazgeçmek ne kadar tuhafsa insan hayatını sadece tanımlanmamış somut bir aklın fonksiyonu olarak görmek ve böyle bir akıl adına ve uğruna tarihi, tecrübeyi ve insan tabiatını görmezden gelmek de o kadar tuhaftır. Yaşanan hayatın ve insanî tecrübenin ötesine geçilebileceği, üstüne çıkılabileceği zannıyla çıplak akla dayanarak sıfırdan bir hukuk sistemi inşa etmeye kalkmak, felaketli sonuçlar vermesi kaçınılmaz olan, kurucu rasyonalist bir teşebbüstür.

Ticaret Kanunu

Hukukun bir kurucu iradenin eseri olmaksızın nasıl doğabileceğinin en iyi örneği “merchant law” denilen ticaret kanunudur, hukukudur. 11. ve 12. Asır’da tarımsal üretimdeki hızlı genişleme Avrupa nüfusuna gıda ve giyecek üretmek için gerekli iş gücünü ciddî ölçüde azalttı. Artan nüfus sonradan şehirlere dönüşecek kasabalara göç etti, taşındı. Üretimdeki büyük artış sonucunda bireyler belirli üretim dallarında uzmanlaşmaya başladı. Uzmanlaşmanın arttığı bir ekonomi hakkıyla işleyebilmek için ticarete ihtiyaç duyacağından, gittikçe genişleyen bir tüccar sınıfı ortaya çıktı. Bu tabakada farklı kültürlerden gelen ve farklı lisanlar konuşan insanlar vardı. Bir taraftan coğrafi mesafelerin uzunluğu diğer taraftan kültür ve dil farklılıkları ürünlerin mübadele edilmesinin ve nihaî tüketicilere ulaştırılmasının önünde zorluklar yaratmaktaydı. En kötüsü, dil ve kültür farklılıkların insanlar arasında güveni destekleyecek güçlü kişisel bağların oluşturulmasına mani olmasıydı. Bu yüzden tüccarlar arasında güvensizlik olağan ve yaygın olan durumdu. Uluslararası kabul gören ticaret kanunu işte yokluğu çekilen bu kişisel güvenin bir ikamesi olarak doğdu, gelişti.

Ticaret kanunu hükümet-devlet kararlarından ziyade tüccar topluluğu içinde belirdi. Bu kanunun kurallarına tüccar topluluğunun üyeleri tarafından kaba güce dayanan bir zorlama yüzünden uyulmadı. Tüccarlar ticaret kanununa itaat etmeyi gönüllü olarak benimsedi. Gönüllü kabul ve uyum ancak mütekabiliyetle sağlanabilirdi.  Bu karşılıklılık (mütekabiliyet) devamlı tekrarlanan, kesintisiz akan mübadelelerin hâsıl ettiği karşılıklı kazançlardan doğdu. Buna ilâveten tüccar topluluğunda yayılan kişilerin davranışıyla ilgili bilgiler tüccarların şöhretini etkiledi. İyi şöhret tüccarların ticaretini artırdı ve ticaret alanını genişletti, kötü şöhret tersini yaptı, ticareti azalttı ve ticaret alanını daralttı. Kötü şöhretin ticaret yapacak insan bulma imkânını ortadan kaldırabilecek olması tehdidi ticaret kanununa büyük bir destek sağladı.

Tüccarlar ticaret hukuku kurallarının oluşmasıyla kendi mahkemelerini kurdu. Mevcut mahkemelerin bu alana girmesi yerine yeni mahkemelerin doğmasının çeşitli sebepleri vardı.  Bir sebep kraliyet mahkemelerinin ticarî ilişkilere ve kullanımlara girmeye hazır ve donanımlı olmamasıydı. Örneğin ticarette önemli bir faktör olan faiz bu mahkemelerde tefecilik sayılmaktaydı. Bu yüzden faiz ilişkilerine giren tüccarlar kraliyet mahkemelerine gidemezdi. Tüccar mahkemelerindeki hâkimlerin tüccar topluluğundan seçilen tüccarlar olmasına karşılık, resmî mahkemelerdeki hâkimler ticaretten anlamayan ve ticaretin önemini, ticaret dünyasının özelliklerini bilmeyen kimselerdi. Tüccar mahkemeleri zaman ve para açısından daha düşük maliyetli olması yüzünden de tüccarlar için çekiciydi. Son olarak, bu mahkemeler ticaret dünyasındaki değişme ve gelişmelere Kraliyet mahkemelerinden çok daha hızlı uyum sağlayacak yetenekteydi(7).

Bütün bunların tesiriyle 13. Yüzyıl itibarıyla Ticaret Kanunu bir üniversal, bütünleşmiş ilkeler, kavramlar, kurallar ve işlemler seti ve sistemi hâline geldi. 1000 ile 1200 arasında tüccarlar arasındaki ilişki daha objektif, daha az keyfî olma, daha kesin ve daha az gevşek olma özelliğini kazandı. Aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen ve ülkelerin içinde durum ne olursa olsun uluslararası arenada hâlâ işte bu ticaret kanunu kullanılmaktadır.

Diğer Hukuk Kodları ve Genel Durum

Esasen, ticaret kanunu için sayılan özelliklerin izlerini, yeterince geriye gidersek, medenî kanun, ceza kanunu gibi diğer ana hukuk kodlarında da bulabiliriz. Buna dayanarak hukukun şu özelliklerinin altını çizmek uygun olur.

  1. Hukuk toplumun bir ürünüdür. Önce hukuk var olmuş, sonra toplum varoluş alanına girmiş değildir. Toplumu yaratan hukuk değil, hukuku yaratan toplumdur.
  2. Hukuk somut, anlık bir iradenin eseri olan bir soyut kurallar demeti olarak varlık alanına girmemiştir. Beşerî hayatın akışı içinde, anonim süreçler ve katkılarla mevcudiyet kazanmıştır.
  3. Hukuk kurallarının kodifiye edilmesi, yani ayıklanması, tasnif edilmesi ve yazılı hâle getirilmesi onların yoktan yaratılması anlamına gelmez. Etik çalışmak, ahlâk yaratmak değildir, hukuku kodifiye etmek de hukuku sıfırdan yaratmak anlamı taşımaz.
  4. Hukuk hukuksal normların bir şekilde derlenmesi değildir. Birbirleriyle belli bağlar içinde bulunan normlar bütünüdür(8).

Hukuk felsefesi ve teorisi açısından bakıldığında bu özellikler bizi ‘emir hukuk teorileri’ni veya ‘pozitivist hukuk teorileri’ni dışlamaya götürür(9). Gerçekten, pozitivistler tabiî hukuka ihtiyaç olmadığını ve tabiî hukukun bir fiksiyon olmaktan öteye geçemeyeceğini ispatlamak için ne kadar çabalarsa çabalasın, evrensel ahlâkla bağları bulunan tabiî hukuk anlayışı insanlık açısından vazgeçilmez görünmektedir. Veciz bir ifadeyle, “İnsan ve insan toplulukları, tabiî hukuk düşüncesine her zaman için muhtaçtır”(10).

Toplum ve Adalet

Adalet günlük lisanda hakların teslim edilmesi, haksızlıkların giderilmesi anlamına gelir. Ortalama insan hukukun amacının adalet olduğunu düşünür. Her insanın vicdanında bir adalet duygusu vardır. Aynı zamanda her insan âdil olma yükümlülüğüne sahiptir. Bunun farkına ve bilincine varmak için felsefi derinlik kazanmaya gerek yoktur; normal insan olmak kâfidir.

Adaletin muhtevası ve gerekleri hakkında zaman zaman çok karışık ve karmaşık açıklamalar yapılır.  Oysa adalet de âdil olmak da çok basit bir şekilde açıklanabilir.

Adam Smith adalet ve âdil olma hakkında şunları söyler(11):

” Saf adalet… bir negatif değerdir ve yalnızca bizi komşumuza zarar vermekten men eder. Komşularının şahsına, mülküne ve itibarına zarar vermekten sakınan kişi elbette küçük pozitif erdeme sahiptir. Ancak, bu kişi bilhassa adalet olarak adlandırılan şeyin tüm kurallarını ifa etmiş olur ve hemcinslerinin münasip biçimde onu yapmaya zorlayabileceği veya onu böyle yapmadığı için cezalandırabileceği her şeyi yerine getirmiş olur.”

Buradan hareketle adaletin unsurları şöyle sayılabilir:

  1. İnsanların malına, canına, varlığına, itibarına keyfî olarak zarar vermemek
  2. Bu tür zararları vermiş olanları adalet için cezalandırmak ve verilen zararları tazmin ettirmek.

Vicdan, ahlâk ve hukuk adaletin bu unsurlarını destekler, besler.

Adalet ve Yargıya Güven

Buraya kadarki anlatımdan ortaya çıkmış olacağı üzere adalet toplumun önemli bir ihtiyacı ve fonksiyonudur. Bir adalet anlayışı (kurumu) ve bu adaleti koruyan bir hukuk sistemi bulunmayan toplum olmaz. Basit toplumlarda adalet insanlar tarafından bilfiil gerçekleştirilir. Nüfus arttıkça, beşerî ilişkiler karmaşıklaştıkça topluma ait adalet fonksiyonunun hayata geçirilmesi uzmanlaşmayı gerektirir. Yargı yapılanması işte bu yüzden ve bu sayede doğar.

Adalet birçok kimse için esasla ilgilidir ama esas hakkında sağlıklı bir yargıya ulaşmak-varmak işleyişi yoğunlaşmış teknik bilgiye dayanan usul kurallarının geliştirilmesini ve uygulanmasını gerektirir. Yanlış usullerle veya usul kurallarını ısrarla, sistematik biçimde ihlâl ederek doğru, yani toplumun adalet duygusuna tatminkâr cevap verecek ve adalet ihtiyacını tatmin edecek hükümlere ulaşılamaz. Savcılar, hâkimler ve avukatlar yargı kurumunun usul kurallarına mutlaka uyması gereken unsurlarıdır.

Modern devletin doğmasına, dallanıp budaklanmasına paralel olarak yargı görevlileri genellikle devlet çatısı altında konumlandırılmıştır. Savcılar için bunda şaşırtıcı bir durum yoktur. Ancak, hâkimlerin durumu daha dikkatli değerlendirilmelidir. Adalete hizmet hâkimin devletin değil toplumun hizmetinde olduğunun bilinmesini gerektirir.

Adalet her ne kadar günümüzde devletin bir fonksiyonu gibi görülse ve muamele görse de aslında topluma ait bir değerdir. Adalet görevlileri toplum adına adaletin tecelli etmesinin aracılarıdır. Bu yüzden kararlarının toplumda egemen olan adalet anlayışına paralel olması, toplumun adalet taleplerine cevap verebilmesi gerekir. Bunda açık ne kadar büyürse toplumun yargıya olan inancı o kadar sarsılır. Yargıcı bekleyen görev, kendisinin şahsî veya devletin kurumsal adalet anlayışını değil toplumun adalet anlayışını gözetmek, gözetlemek ve kararlarında onu rehber almaktır. Yargıya güven ancak bu şekilde sağlanabilir. Yargının itibarı ancak bu yolla artırılabilir.

      Dipnotlar

  1. M. Kelly, A Short History of Western Legal Theory, Oxford: Clarendon Press, 2010, s. 398-90
  1. Vecdi Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2012, s. 118-19
  2. Kendiliğinden doğan düzen hakkında ayrıntılı ve aydınlatıcı bir çalışma için bkz. Buğra Kalkan, Kendiliğinden Doğan Düzen, Ankara: Liberte Yayınevi, 2016.
  3. Kalkan, g.e., s. 170.
  4. Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, çev. Mustafa Erdoğan- Yusuf Şahin, Ankara: Liberte yayınevi, 2012, s. 67-68.
  5. Barry, g. e., s. 63 vd.
  6. Bruce Benson, “Law Merchant”, The Encyclopedia of Libertarianism, ed. Ronald Hamowy, London: Sage, 2008, s. 286-87
  7. Michael Troper, Hukuk Felsefesi, çev. Işık Ergüden, Ankara: dost Kitabevi, 2003, s. 73.
  8. Barry, g.e., 2. Bölüm.
  9. Orhan Münir Çağıl, Hukuk Başlangıcı Dersleri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1963, s. 382.
  10. Aktaran Antony Flew, “Justice”, A Dictionary of Conservative and Libertarian Thought, ed. Nigel Ashford ve Stephen Davies, London and New York: Routledge, 1991, s. 144

 Kaynaklar

  • Antony Flew, “Justice”, A Dictionary of Conservative and Libertarian Thpught, ed. Nigel Ashford ve Stephen Davies, London and New York: Routledge, 1991.
  • Bruce Benson, “Law Merchant”, The Encyclopedia of Libertarianism, ed. Ronald Hamowy, London: Sage, 2008.
  • Buğra Kalkan, Kendiliğinden Doğan Düzen, İstanbul: Liberte Yayınevi, 2016.
  • M. Kelly, A Short History of Western Legal Theory, Oxford: Clarendon Press, 2010.
  • Michael Troper, Hukuk Felsefesi, çev. Işık Ergüden, Ankara: Dost Kitabevi, 2003.
  • Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, çev. Mustafa Erdoğan – Yusuf Şahin, Ankara: Liberte yayınevi, 2012.
  • Orhan Münir Çağıl, Hukuk Başlangıcı Dersleri, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1963
  • Vecdi Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2012

12 Şubat 2019