Ana Sayfa Blog Sayfa 62

Kürt Milliyetçiliği

Millet-milliyetçilik ilişkisi hakkında yaygın bir kafa karışıklığı var. Bunun en önde gelen sebebi, millet ile milliyetçilik arasındaki ilişkide, sebep-sonuç bağlantısının çoğun zaman gerçekte olduğunun tersine kurulması. Önce milletin var olduğu sonra onun bir ürünü olan milliyetçiliğin doğduğu düşünülür. Oysa, ilgili literatürde hemen her yazar tarafından belirtildiği gibi, ilişki tersinedir. Tarihî gelişim önce milliyetçilik ideolojisinin ortaya çıktığını daha sonra bu ideoloji istikametinde bir millet inşa edilmeye çalışıldığını gösteriyor.

Millet ile milliyetçilik arasındaki ilişkiye ilişkin kafa karışıklığının bir diğer ve en az ilki kadar önemli sebebi, millet ile devlet arasında kurulan ve zorunlu olduğu inancına varılan bağ. Buna göre, devleti olmayan topluluklar millet olamaz, millet olamadıkları için milliyetçilikleri de olmaz. Bu görüş de hem pratik (tarihî tecrübe) hem teori tarafından yalanlanıyor. Millet fikri ve milliyetçilik ideolojisi devletten önce geldiği gibi devleti olmayan milletler olabiliyor ve onlar arasında da milliyetçilik ideolojileri de boy gösterebiliyor.

Bütün bu sözleri Kürtlerin milliyetçilik yapmadığına ve yapamayacağına dair iddiaları tetkik etmek için sarf ettim. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada, münhasıran Türkiye’de bir Kürt milliyetçiliği var.

Bunun birçok işaretinden bahsetmek mümkün. Meselâ, bazı Kürt kanaat önderlerinin Kürtlerin aynen Türkler gibi “kurucu unsur” sıfatına ve statüsüne sahip kılınması talebi bir yönüyle bir milliyetçilik tezahürüdür. Hatta Türk milliyetçiliğine bir öykünmedir. Hasmına, rakibine, düşmanına benzemeye çalışma durumudur. Çünkü diğer etnisitelerin göz ardı edildiğini ve Kürtlerin kültürel bakımdan homojen bir bütün olarak görüldüğünü göstermektedir

“Kürdistan Kürtlerindir” sözü de bir milliyetçi slogandır. Bu söz “Türkiye Türklerindir” sözünün replikasıdır. Öyle ya, Türkiye Türklerindir yanlışsa, Kürdistan Kürtlerindir niye doğru olsun!

Biliyoruz ki hiçbir coğrafyanın halkı saf, katıksız bir bütün değil. Türkiye denilen coğrafyada Türk değilim diyen birçok insan yaşadığı gibi Kürdistan denen coğrafyada da Kürt değilim diyen birçok insan yaşıyor. Başka bir deyişle toplumsal çoğulluğun Kürtler arasında da vaki olmadığını kimse iddia edemez.

“Şurası şunlarındır” yaklaşımı orada yaşayan insanların kimliklerinin tek boyutlu (etnisite, dini, kültür, ideolojide tam bir ortaklık olması) olmadığı gerçeğini de gözden kaçırıyor. Bırakın toplulukları, tekil insanların bile kimliğinin birden çok yüzü var. İnsanların kimlikleri karşılıklı olarak çapraz ilişkiler ve etkileşimler içindedir. İnsanı tek boyutlu kimliğe zorlamak onun vücudunu budamak gibi bir şeydir. Her toplumda görülen çoğulluk durumları Kürt toplumunda da karşımıza çıkmaktadır.

Kürt milliyetçiliği Kürtleri tek biçimliliğe ve tek bizimciliğe zorluyor. Baskıcı, tek tipleştirici Kürt milliyetçiliğinin kurucu rasyonalist ideolojik yaklaşımlarla birleştiğinde ne gibi sonuçlara yol açabileceğinin iyi bir örneği PKK/PYD örgütünün Suriye’de kontrol altına aldığı topraklarda yaşayan halklara yaptığı muamelede karşımıza çıkıyor. Bu örgüt söz konusu toprakları Kürt olmayan unsurlardan arındırmaya çalışmakla kalmadı, ideolojisini ve siyasetini paylaşmayan Kürtleri de temel haklarından mahrum etti, hapsetti, sürdü. Bütün bunlar Kürt milliyetçiliğinin sonucuydu.

Milliyetçilik kötü ise tüm milliyetçilikler kötüdür…

Küreselleşmenin Üçlü Etkisi ve Britanya Seçimi

Dün Britanya’da genel seçim yapıldı. Muhafazakâr Parti tahminlerin üstünde bir çoğunlukla tek başına iktidara geldi.

Avrupa siyaseti küreselleşmenin üçlü etkisinin yol açtığı yeni saflaşmalara sahne oluyor bir süredir. Üçlü etkinin ilki, ulusal demokrasilerin girdiği meşruiyet krizidir: Bugün AB ülkelerinde seçmenlerin oyuyla yetkilenen parlamentolar ve hükümetler egemenlik yetkilerinin önemli bölümünü AB’ye devretmiş durumda; gelgelelim AB demokratik temsil açısından seçilmişlerin (yasamanın / Avrupa Parlamentosu’nun) gücünün az, bürokrat ve teknokratların gücünün fazla olduğu bir kurum. Bu durumda hem seçmenlerin, sorunlarını çözmesi için yetki verdiği ulusal kurumların eli kolu bağlanıyor hem de ulus-üstü temsil ve katılım mekanizmaları zayıf olduğu için halkın iradesinin AB katında karşılığı olmuyor. Bu da kitlelerin siyasetten, partilerden, ulusal demokratik kurumlardan ümidini kesmesine yol açıyor. İçe kapanma ve apolitikleşme başlıyor.

İkinci etki, ilkine de bağlı olarak ekonomide görülüyor: AB’nin para politikası tek merkezden idare edilirken maliye politikaları ise her ülkenin inisiyatifine bırakılmış (İngiltere müstesna); tabii Maastricht Kriterleri bu konuda hükümetlerin dilediğince at koşturmasını engelliyor. Ama (1) serbest ticaretin ulusal istihdama kısa vadeli tesiri, (2) kaynakların yüksek derecede üretken sektörlere ayrılması noktasında akışkan finansal hareketler ile verimlilik artışı sınırlı hizmet sektörünün yıpratıcı etkisi sözkonusu oldu mu, ulusal politikalar ulus-üstü kuralların altında eziliyor. Serbest ticaret uzun vadede işbölümü ve uzmanlaşma bakımından uluslara faydalı olsa da, bilhassa emeğin maliyetinin ucuz olduğu ülkelerle rekabet kısa vadede yaygın işsizliğe yol açmakta. İmalât sektörü gerilediği ve hizmet sektörü büyüdüğü için bu da çalışanlar adına atomize olma ve güvencesizlik suretinde yakıcı bir risk ve belirsizlik mevzuuna dönüşmekte.

Üçüncü etki, kimlik ve aidiyet alanında. Avrupa’nın görece homojen uluslarının yapısı göçlerle değişiyor. Ayrıca uluslararası kültürel etkileşim muazzam boyutlarda. Uzun vadede faydalı olan bu gelişmeler kısa vadede ulusların bünyesinde ciddi sarsıntılara sebep oluyor. Modernliğin risklerine karşı koruyucu vazifesi gören manâ ve değerler sistemi aşınıyor. “Biz”i tanımlamak gitgide zorlaşıyor. Geleneksel değerlerin yıpranmasına, 20. asırda inşa edilen sınıflar-arası dayanışma ve konsensüsü temin eden siyasal, sosyal, ekonomik kurumlar zayıflıyor; bu kurumların diri tuttuğu ulusal hedefler yerine, spesifik bireylerin ve grupların muayyen hedeflere yöneldiği yeni toplumsal hareketler güçlense de, bunlar daha ziyade aynı iyi yaşam anlayışını paylaşan bireylerin kapalı topluluğu olmaktan öteye geçemiyor; farklı olanla kamusal etkileşim azalırken, güven ve sosyal sermaye de gitgide tahrip oluyor. Yani sadece geleneksel değerler değil, sanayi modernliğin risklere karşı “sigorta” niteliğindeki kurumları da yolun sonuna geliyor. Böylece yığınlar, modernliğin kontrol edilemez dinamiklerinin dört yandan saldığı meydan okumaları anlamlandırmakta ve çareler üretmekte zorluk çekiyor. İnsanlar kendilerine yol gösterecek yahut en azından olan bitene anlam illüzyonu sağlayacak, öfkelerini yansıtacakları hedef tahtaları sunan fikirlerin arayışında.

Bu boşluğu en iyi farkedenler sağ-popülistler oldu. Onlar “biz”in sınırlarını kapsadıklarıyla değil dışladıklarıyla tarif ediyor; kitlelerin önüne “göçmenler”, “Çinliler”, “seçkinler” gibi ahalinin kolayca algılayacağı hedef tahtaları koyuyor; ekonomik küreselleşmenin karşısına içi doldurulmamış bir “ulusal çıkarlar” heyulası yerleştiriyor; AB bürokrasisine değil kitlelerin kurumları by-pass ederek dışavurduğu dolaysız güce vurgu yapıyor.

Sanayi modernliğinden sanayi-sonrası modernliğine geçiş, sırtını ilkinin değer ve kurumlarına dayayan sosyal demokratları gümbür gümbür yıktı. İşçi Partisi, Giddens’ın Üçüncü Yol’una güvenerek yeni bir sol anlayışa geçse de, üçlü etki karşısında fazla direnemeyip yıkıldı. Muhafazakârlığın ise İngiltere’de neredeyse sadece adı kaldı; toprağa bağlı çıkarların partisi Tory’ler genel oy hakkı tanındıkça ve Lordlar Kamarası’nın yetkileri azaltıldıkça zaten güdükleşmişti. Thatcher’ın Yeni Sağ devrimi sosyal muhafazakârlık ile serbest piyasayı evlendirdi. Lâkin 2010’larda, çok-kültürcülük yangınından kurtarılan son ziynet kutusu olan aile değerlerini içeren sosyal muhafazakârlık da sizlere ömür. Muhafazakâr Parti bugün fikirsiz ve istikâmetsiz; bu seçimleri de Brexit sloganıyla, Labour’ı kötülemeyle ve devlet paternalizmine kısmî geri dönüşle geçirdi. Corbyn ise partisinin “1945 ruhu”nu taklit eden bir “kamu hizmetlerinde devletleştirme, Keynesçi talep yönetimi, yüksek vergiler, geniş sosyal güvenlik ağı” programı koydu seçmenin önüne.

Görünen manzara, Boris Johnson’ın başbakanlığının devamına işaret ediyor. Zira onun görece popülist tarzı, Brexit’in ima ettiği “üçlü krize pansuman” ümidini (gerçekçidir, değildir, o ayrı) seçmenlere hissettirdi, bilhassa üçüncü kriz başlığında. Daha fazla polis, daha az göçmen, daha çok harcama, daha etkin ulusal hükümet… Corbyn ise hem iktisadî devletçiliğin dozunu kaçırdı hem de üçüncü kriz alanına, yani kimlik ve aidiyet arayışına net bir yanıt veremedi. Özellikle Brexit ve çok-kültürcülük konusunda net tavır alamadı. Bu da partisinin geçen seçime göre erimesine yol açtı.

Yaşam Hakkı Kapsamında Göç Olgusu ve Sosyo-Ekonomik Etkileri

Göç olgusu, sosyo-ekonomik etkileri açısından “negatif etki” ve “pozitif etki” gibi sonuçlar doğuran bir süreçtir. Göçün gerçekleştiği ülkelerde ekonomik ve sosyal yaşamda birtakım olumsuz etkilere yol açtığı, toplumsal tahribat yarattığı, göçün negatif etkisi olarak ifade edilir. Genellikle bu görüş, ulus devlet ve kapalı ekonomilerde kabul gören, az gelişmişliğin kısır döngüsü olarak karşımız çıkan bir argümandır. Diğer taraftan, göçün, gerçekleştiği ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısını olumlu etkilediği şeklinde bir değerlendirme de söz konusudur ki göçün pozitif etkisi olarak karşımıza çıkar. Hepimizin “beyin göçü” olarak telaffuz ettiği ve ülkelerin rekabet, demokrasi, yenilik, innovasyon gibi unsurlarına olumlu tesiri olan bu süreç, birçok Anglo-Sakson ülkenin gelişmesinde lokomotif unsuru görmüştür. Hatta bu olumlu süreç sadece ülkeler arasında değil, ülke içi göç hareketlerinde de karşımıza çıkar. Örneğin ülkemiz ekonomisinin 5 büyük ekonomilerinden biri olan Gaziantep ilinin gelişmesinde ve dünyanın halı merkezi olmasında, bu süreci çok net görebiliriz. Şu an dünyada en çok halı üreten şehir olan Gaziantep’te halıcılık sektörünün %70’i bu şehre çevre il ve ilçelerden göç etmiş kişiler tarafından gerçekleşmektedir. Örneğin şu an gerek Gaziantep gerekse Türkiye’nin en büyük halı firması olan ve 10 binlerce kişiye istihdam kapısı açan Erdemoğlu holdingin (Merinos halı) kurucusu Mehmet Erdemoğlu zamanında Adıyaman’ın Besni İlçesinden Gaziantep’e göçe etmiş bir kişidir. İlk zamanlar hamallık yaparak geçimini sağlamış olan bu kişi şu an şehrin en önemli istihdam ve ekonomik katma değer kaynaklarından biri olan Merinos halı fabrikasını kurmuştur.

Göçün pozitif etkilerinin söz konusu olmasına rağmen genellikle göç denilince aklımıza (maalesef) negatif etkileri gelir ve göçe maruz kalmış kişilere karşı bir antipati uyanmasına yol açar.  2011 yılı itibariyle Suriye’den ülkemize göç eden daha doğrusu göç etmek zorunda kalan, Suriyeli kardeşlerimiz için de aynı durum söz konusu olmuş ve bir olumsuz hava oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu olumsuz havanın oluşturulmasında kanımca temel eksiklik, bu Suriyeli kardeşlerimizin “Neden göç etmek zorunda kaldılar?” ve “Suriyeli göçmenlerin sosyo-ekonomik yansımaları nelerdir?” noktasında yeterince kamuoyunun bilgilendirilmemesi etkin olmuştur.

Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, bir insanın “yaşam hakkı” en temel haktır ve her şeyin üstündedir. Suriye’den göç eden kişiler, bu temel haklarını korumak ve sürdürmek için böyle bir tercihte bulunmuştur. Bizlerin buna saygı duymasından öte bir şey olamaz ve bu hakkın elde edilmesi için başka hiçbir gerekçe ya da unsurun etkisi söz konusu olamaz. Kısacası, “yaşam hakkı” gibi en temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda diğer unsurlar teferruat olarak kalır. Ve bu tür haklarda, kişinin ırkı, dini, mezhebi önemli değildir.

Ama buna rağmen Suriyeli kardeşlerimizin, toplum nazarında benimsenmesi için birtakım olumlu unsurların da kamuoyu nezdinde paylaşılması gerekir ki toplumsal destek kazanılabilsin. Bu bağlamda, bu göç süreci, ekonomik olarak bizleri olumlu mu yoksa olumsuz mu etkilemektedir?

Suriyeli kardeşlerimizin ülkemize göç sürecinin ekonomik olarak nasıl bir etkiye ve buna bizlerin gösterdiği tepkiyi, bu Suriyeli göçmenlerin ekonomik yaşamdaki rolleri ile izah etmek gerekir.

Ekonomik yaşamda iki rol vardır: Arz (Üretmek) ve Talep (Tüketmek). Suriyeli göçmenler, göç ettikleri ilk dönemlerde ülkemiz ekonomik hayatında genel olarak “talep eden” yani tüketici konumunda idiler. Bu bizler için, daha yüksek kira geliri, daha fazla ekmek satışı, restoran ve kafelerde daha çok müşteri demekti. Bir anlamda bu göç dalgası, gelirimizi artıran bir etkiye sahipti ve bundan dolayı bu duruma çok fazla tepki göstermemekte hatta sevinmekte idik. Ama zamanla bu insanlar, yaşamlarını sürdürmek için üretmek ve çalışmak zorunda kaldılar, kendi işyerlerini, lokantalarını, terzilerini vs açtılar, bir anlamda ekonomide arz yönüne yani üretici sınıfına geçtiler. İşte o zaman eleştiri ve hoşnutsuzluk sesleri yükselmeye başladı. Bir anlamda vatan millet naraları ile Suriyeli göçmenlere bunun üzerinden devletin politikasını eleştirenler, esas itibariyle kendi çıkarları ve menfaatleri zarar gördüğü için bu tür eleştirilerde bulunmaya başladılar. Bir anlamda, aynı Suriyeli göçmen senden ekmek aldığında ya da evine daha fazla kira ödediğinde bir sıkıntı olmuyor, ne zaman seninle aynı işi yapmaya başlıyor, işte o zaman tehlikeli, suç işleyen bir kişi olarak tanımlanmaya başlıyor. Bu durum bizlerin, Suriyeli göçmen meselesine bakış açımızın daha çok ekonomik çıkar ve kazanç eksenli olduğu sonucunu ortaya koymaktadır.

Peki, gerçekten, Suriyeli Göçmen meselesi, ülkemizi ve vatandaşımızı ekonomik olarak olumsuz etkiliyor mu? Yoksa tam aksine olumlu etkilere mi sahip?

Bu soruya birkaç nokta ekseninde cevap vermek gerekir:

Her şeyden önce, bu göç dalgası hem işgücü piyasasında hem de mal ve hizmet arz piyasasında, daha fazla renklilik, çeşitlilik ve yeni alternatifler ortaya çıkarak daha rekabetçi bir yapı ortaya çıkmıştır. Örneğin Gaziantep ekonomisinin (hatta ülkemiz ekonomisi içinde aynı durum söz konusudur) temel sorunu, küçük ve orta boy işletmelerin yüksek maliyet ve kalifiye ara elaman bulamama sorunudur. Suriyeli göçmenlerin bölgeye gelmesi ve işgücü piyasasına dahil edilmesinin önündeki yasal engellerin hafifletilmesi ile birlikte, birçok işletme hem istedikleri ara elamanı tedarik edebilmekte hem de daha düşük ücretler ile maliyet avantajı sağlamaktadır. Fakat buna rağmen, birçok işletme Suriyeli işçiler ile bir maliyet avantajı yakalamasına rağmen, kolay kolay fiyat indirimine gitmemekte, yine eski fiyat düzeyinden üretimleri sürdürmeyi yeğlemektedir. Bu noktada ortaya çıkan fiyat artışı ya da enflasyonun nedenini, Suriyeli göçmenlerde değil başka yerlerde aramak daha rasyonel olacaktır.

Suriyeli göçmenlerin, işgücü piyasasında yer alması ile ilgili çarpıcı bir sorun da, bu göç süreci neticesinde ortaya çıkan mevcut beşeri sermayeden uygun bir şekilde yararlanamamaktır. Suriyeli göçmenlerin yeteneklerine ve becerilerine uygun alanlarda istihdam edilmesi noktasında ciddi eksikliğimiz mevcuttur. Bir anlamda işverenlerimiz bu durumu bir fırsatçılığa dönüştürerek, mevcut koşullarda Suriyeli göçmenleri maalesef kötü çalışma şartlarında ve kendi yeteneklerinin bazen altında işler yapmaya zorluyorlar. Böyle bir uygulama ise, hem bu göç dalgası ile oluşan beşeri sermayeden yeterince yararlanamamamıza hem de bu vasıflı ve donanımlı göçmenlerin ülkemizi terk etmesine yol açmaktadır.

Örneğin, Gaziantep Belediyesi basketbol takımından sorumlu bir yetkili ile yaptığım bir görüşmede, iki yıl önce (2014)  yardımcı hoca olarak, Suriye’den göç etmiş, İngilizce ve Türkçe konuşabilen bir kişi ile aylık 2.500 TL’ye anlaştıklarını söylemiştir. Normalde Batı’dan ya da kendi içimizden bu özelliklere sahip (İngilizce, Türkçe konuşabilen) biri ile anlaşmaya çalışsak bu rakamın çok daha yüksek değerler olacağını ifade etmiştir. Ama ne yazık ki şu an o yardımcı hocanın, daha iyi ücret ve çalışma koşullarından dolayı bu dönem Ukrayna’ya göç ettiğini belirtmişti. Aynı şekilde oturduğum mahalledeki pide fırınında Suriyeli bir göçmenin (ki kendisi aslında tıp doktoru) çalıştığını ve bu durumdan işletme sahibinin çok mutlu ve kazançlı olduğunu ifade edebilirim. Kendisi ile yaptığım görüşmede kendisi “daha düşük ücretle, hem ekmek yapımına yardımcı bir elaman bulduğunu hem de fırında çalışanların sağlık sorunları için doktor tedarik ettiğini” belirtmiştir. Yine bu husus ile ilgili olarak Suriyeli göçmenlerin eğitim durumuna göre ülkemiz ile Yunanistan arasındaki dağılımına baktığımızda çarpıcı sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ilkokulu bitirmemiş göçmenlerin oranı ülkemizde toplam göçmenlere oranı %22,8 iken bu oran Yunanistan’da %1 dir. İlk-Orta öğretim mezunu ülkemizde %34,8 iken, Yunanistan’da %12 olmaktadır. Yine Lise mezunlarının oranı ülkemizde, %33,6 olurken bu oran Yunanistan’da %43,’tür. Üniversite mezunlarında ise dağılım şöyledir. Bu oran ülkemizde %8,7; Yunanistan’da ise %  43 ‘tür.

Özetle, Suriyeli göçmenlerin ekonomiye olan katkılarını daha da artırmak, bu göç dalgası ile ortaya çıkan beşeri sermayedeki artıştan daha iyi bir şekilde yararlanabilmek için, öncelikle, onları kendi becerilerine uygun iş alanlarına kanalize etmemiz ve fırsatçılığa yönelmememiz gerekiyor. Bu noktada da, göç dalgası ile ortaya çıkan insan gücünün koordinasyonunu sağlayacak yetkili bir birim ya da organın kurulması hayati önem arz etmektedir.

Yine aynı şekilde Suriyeli göçmenlerin ekonomik yaşama entegre olması ile birlikte ekonominin üretim yapısında bir artış ortaya çıkmıştır. Bu da arz enflasyonunun etkisini azaltarak enflasyon üzerinde azaltıcı bir etkiye yol açabilmektedir. Örneğin, Gaziantep Ticaret Odası’na kayıtlı Suriyeli firma sayısı iç savaş öncesinde 60 civarında iken 2014 Ekim itibarıyla 209’a yükselmiştir. 2016 yılı itibariyle de bu sayı 700’lere ulaşmıştır. Bu olumlu gelişme, Gaziantep ekonomisinde hem mal ve hizmet arzını artırmış hem de yeni istihdam olanakları ortaya çıkarmıştır. Bugün birçok Suriyelinin işletmesinde çalışan binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bulunmaktadır. Ayrıca, Ülkemize gelen Suriyeli iş adamı ve yatırımcı, Ortadoğu ve Arap ülkeleri ile ticaret ve yatırım ilişkisi güçlü olan ve o pazarları iyi bilen bir özelliğe sahip olmaktadır. Bu üstünlüğü ile Suriyeli tüccar ve yatırımcılar, yerel ve milli girişimcilerin bu ülkeler ile olan ticaret ve yatırım ilişkisine katkı sunmaktadır.

Yine, gerek Suriye’deki gerekse Türkiye’deki Suriyeli göçmenlere sağlanan insanî yardım malzemelerinin ve hizmetlerin yerel firmalardan temin edilmesi, özellikle gıda, tekstil ve taşımacılık faaliyetinde bulunan firmalar için bir fırsat oluşturmakta ve ekonomik canlanmaya yol açmaktadır. Bu noktada, göçmenlere sağlanan ya da Suriye’ye gönderilen mal ve hizmetlerin yerel unsurlar tarafından tedarik edilmesi kanımca Suriyeli göçmenlerin bölge insanı ile daha kolay entegre olmasında ve bölge insanının olumsuz tepkisinin ortadan kalkmasına katkı sağlayabilir. Örneğin yakın tarihte Suriyeli göçmenlere verilen alışveriş kartının sadece ulusal bir markette kullanılmasına yönelik bir düzenleme, ciddi anlamda yerel unsurlar tarafından eleştirilmiş ve göçmenlere olan olumlu bakış açısına zarar vermiştir.

O halde Suriyeli göçmenlerin o bölgenin sosyo-ekonomik yapısına olan olumlu katkısını daha da artırabilmek için ne yapmak gerekir?

Her şeyden önce, Suriyeli göçmenler ile kendi vatandaşımız arasındaki sosyal uyumu güçlendirmemiz gerekir. Bunun içinde ekonomik entegrasyonu artırmalıyız. Zira ekonomik entegrasyon, sosyal entegrasyonun ana bileşenidir. Bu bağlamda Suriyeli göçmenler ile kendi vatandaşlarımızın ekonomik olarak ikame değil tamamlayıcılık ilişkisi, ortak projeler ve girişimler hem ekonomik olarak yenilenmeyi ve gelişmeyi hem de sosyal entegrasyonu güçlendirir.

Ayrıca bu sosyo-ekonomik entegrasyonu güçlendirmek için, Suriyeli göçmenlerin kamplarda ya da kenar mahallelerde birarada yaşamlarını sürdürmesinin önüne geçilmesi gerekir. Bugün sayıları 3.138,157 bulan toplam Suriyeli göçmenin, küçük bir kısmı (246,720- %8) kamplarda yaşarken, %92’lik kısmı (2.841,437) kamp dışında yaşamaktadır. Lakin buradaki temel sıkıntı ise kamp dışındaki kişilerin şehrin geri kalmış, kenar semtleri diye tanımlayacağımız bölgelerinde hep birlikte yaşamalarıdır. Bu durum Suriyelilerin uyum sürecini zorlaştırmakta ve uzun vadede güvenlik sorunlarının doğmasına neden olabilecek bir zemin hazırlamaktadır.

Yine aynı şekilde Suriyeli göçmenlerin o bölgenin sosyo-ekonomik yapısına olan olumlu katkısını daha da artırabilmeleri için gereken ön koşullardan bir tanesi de piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi koşuludur. Zira piyasa ekonomisinde, bireylerin ya da işletmelerin başarısını, o kişinin ya da işletmenin hangi milletten olduğu, dinî ya da menşei belirlemez. Piyasa ekonomisin güçlü olduğu toplumlarda, bireyi birey olarak kabul etmek yaygın bir görüştür ve böyle yapılarda vatandaş-yabancı, göçmen-sığınmacı gibi tanımlamalar çok önem arz etmez. Ayrıca ekonomik ve sosyal hakları korunan, kendini dışlanmış hissetmeyen göçmenler ekonomik sistem içerisinde, çok ciddi bir üretkenliğe kendi emeklerini üretim süreçlerine aktararak ekonomik büyümeye ciddi bir katkı sağlayabiliyorlar.

 

Sonuç olarak, Suriyeli göçmenlerin sosyo-ekonomik etkileri, kamuoyunda oluşan/oluşturulan algının aksine, olumlu tesirlerinin olduğu daha doğru bir tespit olmaktadır. Bu bakış açısı doğrultusunda, ülke olarak göçmen politikamızı şekillendirmek ve bu göçmen kardeşlerimize karşı tavrımızı ortaya koymamız gerekir. Gerçi Suriyeli göçmenlerin  ekonomik etkileri negatif olsa bile, bu kişilere karşı sevgiyi, hoşgörüyü ve yardımseverliği elden bırakmamak gerekir ki bu bizlerin insanlık vazifesidir.

Prof. Dr. Ahmet Yılmaz Ata, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi

 

Vikipedi ve Erişim Engeli

29 Nisan 2017’den beri, yani 3 yıla yakın bir süredir  Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından alınan bir “idari tedbir” kararı ile Türkçe dahil tüm dillerde Vikipedi sitesine Türkiye’den erişim engellenmiş bulunmaktadır.

Gerekçe olarak “Türkiye’yi terör örgütleriyle aynı zeminde gösteren ifadelerin bulunması” gösterilerek bunun da özel olarak İngilizce Wikipedia’da yer alan “State-sponsored terrorism” [Devlet destekli terörizm], “Foreign involvement in the Syrian Civil War” [Suriye İç Savaşı’na yabancı müdahalesi] maddelerinden kaynaklandığı belirtilmiştir. “Turkish occupation of northern Syria” [Kuzey Suriye’de Türk İşgali] başlıklı madde de bu kapsamda görülmektedir.

BTK tarafından yapılan bir açıklamada “1. Türkiye’nin terör örgütlerini desteklediğini belirten içerikler tüm girişimlere rağmen Wikipedia’dan çıkarılmamıştır. 2. Bu içeriklerin doğru bilgilerle düzenlenmesine izin verilmemiştir.” denmiştir.

Sonuç olarak, bu yasak nedeniyle 3 yıla yakın bir süredir; milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı önemli bir bilgi kaynağından mahrum kalmakta; Vikipedi üyelerinin bu ansiklopedide gerek eksik ve yanlışları gidermeye, gerekse yeni bilgiler eklemeye yönelik çabaları engellenmekte ya da çok zorlaşmakta; yurt içinde ve dışındaki kamuoyunda Türkiye’de ifade özgürlüğünün büyük ölçüde kısıtlandığı şeklinde bir izlenim bırakılmaktadır.

Son olarak bu konu yurt içinde Anayasa Mahkemesi (AYM), yurt dışında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gündemine taşınmış, 31 Ekim 2019’da T.C. hükümetinin savunma için ek süre talebi üzerine AiHM 12 Aralık 2019’a kadar süre vermiştir.

Vikipedi Nedir?

Wikimedia Vakfı tarafından yayınlanan Vikipedi, içerikleri dünyanın dört bir yanındaki gönüllülerin katkılarıyla hazırlanan, açık, malî olarak reklam gelirleri yerine bağışlarla desteklenen, kâr amacı gütmeyen, ücretsiz ve özgür bir ansiklopedidir.

Ansiklopedinin içeriğine herkes internete bağlanıp sayfalarda ekleme, çıkartma, düzenleme yaparak katkıda bulunabilir. Vikipedi’nin bu şekilde herkese açık olması, herhangi bir maddenin herhangi bir zamanda kötü bir vaziyette olabilmesi anlamına gelir. Örneğin, bir ansiklopedi maddesinin metni içinde tartışmalı ifadeler olabilir, hatta bir ansiklopedi maddesi vandalizme uğrayabilir.

Vikipedi, editoryal anlaşmazlık çözme mekanizmasına sahiptir. Yani anlaşmazlıkları çözen bir üst mahkeme yoktur. Bunun sonucunda madde üzerindeki anlaşmazlıkların çözülüp maddenin tarafsız ve kaliteli hale gelmesi uzun bir süre alabilmektedir. 

Vikipedi fikir birliğiyle yazılmaktadır – bunun sonucunda maddelerin çoğunda bütün önemli bakış açıları adilce belirtilir. Fikir birliğine varmak basit bir taslağın yazımından daha çok zaman alır ve bazen düşüncelerine fanatiklik derecesinde bağlı olan bazı Vikipedi gönüllü yazarları nedeniyle bu süreç uzar.

Vikipedistler gerekli bilgileri kurallara uygun bir biçimde yazarlar. Kurallara aykırı yazılar diğer vikipedistler tarafından kaldırılabilir veya değiştirilebilir. Kurallara uymayan vikipedistler konu hakkında uyarılır.

Vikipedi içeriği; gerçek, kayda değer, dış bağlantılarla kanıtlanabilir ve tarafsız olma hedeflerine sahiptir.

Vikipedi’nin üç temel içerik politikası; “Tarafsız bakış açısı”, “Doğrulanabilirlik” ve “Özgün araştırmalara yer vermemek” şeklinde tanımlanmıştır.

Vikipedi’nin tarafsız bakış açısı (TBA) politikasına göre her madde tüm taraflara eşit uzaklıkta ve önyargısız olarak, güvenilir kaynaklarda yayımlanmış, doğrulanabilir bilgilerle yazılmalıdır. Vikipedi’deki bütün maddeler ve diğer ansiklopedik içerikler tarafsız bir noktadan yazılmalıdır. TBA, Vikipedi ve diğer Wikimedia projelerinde temel bir politikadır. Bu politika tartışmaya açık değildir. Tüm kullanıcılar ve maddeler bu politikaya uymalıdır.

Bir bilginin Vikipedi’ye dahil edilmesi için doğrulanabilir olması gerekir. Bu, okuyucuların Vikipedi’ye eklenen bilginin güvenilir bir kaynak tarafından yayınlandığını kontrol edebilmesi anlamına gelir. İtiraz edilmiş ya da edilebilecek bilgiler güvenilir bir kaynak ile desteklenmelidir, yoksa silinebilir.

Kanıt sorumluluğu ve ispat etme mecburiyeti bilgi ekleyen ve düzelten kullanıcıdadır. İtiraz edilmiş ya da edilmeye müsait her bilgi maddenin içinde güvenilir bir kaynak gösterilerek desteklenmelidir.

Vikipedi’de özgün araştırmalar veya özgün düşünceler yayınlanamaz. Bununla kastedilen, yayımlanmamış kuramlar, veriler, ifadeler, kavramlar, tartışmalar ve fikirler; ya da yayınlanmış bilgi ve verilere dair yapılan ama yayınlanmamış olan analiz ve sentezlerdir. Bu şu demektir ki, Vikipedi kişilerin kendi düşünce ve kanılarını, deneyimlerini, akıl yürütme sonucu çıkardığı sonuçları yayımlama yeri değildir.

Kaynaklara atıfta bulunulması” ve “özgün araştırmalardan sakınılması” birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır: Özgün araştırma yapılmadığını göstermenin tek yolu, maddenin konusu ile doğrudan ilişkili olan güvenilir kaynaklara atıfta bulunmak ve o kaynakların dediklerine sadık kalmaktır.

Madde yazımı esnasında gerekli yerlerde kaynak göstermek, Vikipedi’nin özgün araştırmalara yer vermemek ve doğrulanabilirlik politikaları gereği zorunludur. Bu, Vikipedi’de güvenilir bir kaynağa dayandırılmayan ve şüphe uyandıran herhangi bir bilginin diğer kullanıcılar tarafından kaldırılabileceği anlamına gelir.

Tartışmalı bir metin hemen tamamıyla kaldırılabilir veya maddenin tartışma sayfasına aktarılabilir. Yaşayan kişilerin biyografilerinde kaynak gösterilmemiş eleştiri veya negatif içerikler hemen kaldırılır.

Vikipedi’de Sorunlar Nasıl Çözülüyor?

Vikipedi’nin kendi sayfalarından derlenen yukarıdaki özet bilgilerden açıkça görüleceği üzere Vikipedi’nin yapısı (taraflı, tek yanlı) siyasi propaganda, dezenformasyon vb. kötü amaçlı kullanıma, hatta vandalizme açık olmakla beraber, bunların hemen düzeltilmesi, engellenmesi de mümkündür. Bunun için tek gereken, bu ansiklopedinin yukarıda belirtilen temel politikaları ve kuralları ile iç işleyişi hakkında bilgi sahibi ve içeriklerin ansiklopedinin amacına, temel politika ve kurallarına uygun olması konusunda duyarlı kişilerin aktif katılımıdır.

Diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Vikipedi’nin sadece tüketim değil, aynı zamanda üretim konusu olarak da kullanımı yaygınlaştığı takdirde “Türkiye’yi terör örgütleriyle aynı zeminde gösteren ifadeler” gibi durumlar yaşanmaz. Farklı bakış açılarına sahip kişilerin varlığı Vikipedi’nin içeriklerinde tarafsız bakış açısından uzak, tek yanlı ifadelerin yer almasını önler.

Dolayısıyla yapılması gereken, asker-sivil bürokratik vesayet rejimindeki gibi bir devletçi refleks ile Vikipedi’ye erişimi kısıtlamak, engellemek değil, tam tersine, erişimi ve katılımı arttırmaktır. Bunun aksi yönde uygulamaya konan yaptırım ise, sadece sorunların çözümünü geciktirmiş ve bu arada Türkiye’ye yarardan çok zarar vermiştir.

Çözümü geciktirmiştir, çünkü Vikipedi ansiklopedisinin içeriklerini belirleyen üyelerin, kullanıcıların erişimi zorlaştırılmış, engellerin aşılması ekstra çaba ve zaman gerektirmiştir. Fakat bunlara rağmen şikayetçi olunan hususlar sonunda düzeltilmiştir.

Gerek Türkçe Vikipedi’deki “Irak ve Şam İslam Devleti” ve “Türkiye-IŞİD çatışması” gibi, gerekse İngilizce Wikipedia’daki “State-sponsored terrorism”, “Foreign involvement in the Syrian Civil War” gibi maddelerin içerikleri artık uzun bir süredir Vikipedi’nin tarafsız bakış açısı ilkesine aykırı, çoğunlukla kaynak belirtmeden ya da sadece bazı siyasi aktörlerin propaganda organı niteliğindeki kimi yayınlarına atıf yapılarak eklenen ve mahkemeden erişim engeli kararı çıkarılmasına gerekçe gösterilen ifadelerden arınmış durumdadır.

Vikipedi Erişim Engeli Neden Hâlâ Duruyor?

Günümüzde Vikipedi’ye erişim engeli uygulanması için gösterilen gerekçeler çoktandır ortadan kalkmış olduğu halde erişim engelinin devamında ısrar edilmesi de, bununla hangi amaca hizmet edildiği de anlaşılmaz bir durumdur.

Çok daha yaygın kullanılan Facebook, Twitter, YouTube gibi ucu bucağı belirsiz sosyal medya kanallarının orasında burasında her an Vikipedi’dekilerden çok daha kötü örneklerle karşılaşmak mümkün iken (ayrıca günümüzün İnternet çağında hiç kimsenin bu sanal dünyayı “dikensiz gül bahçesi” haline getirmesinin mümkün olmadığı gün gibi açıkken) Vikipedi ansiklopedisinin bu şekilde adeta “günah keçisi” muamelesi görmesi ise bürokratik zihniyetin bir başka anlaşılmaz tezahürü olsa gerektir.

Bu arada, bir zamanlar Başbakan Erdoğan’ın televizyonda “Youtube erişim engelini ben tanımıyorum, zaten bu engeli aşmak hiç de zor değil, bir şekilde aşıp kullanıyoruz” şeklindeki ifadesi hatırlanırsa, bu mahkeme kararı ve buna dayanarak Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na bağlı Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından Wikimedia Vakfı’na karşı uygulanan bu “ceza”, onun yayını olan Vikipedi’nin önüne konan bu “engel” T.C. vatandaşlarını hukuken kısıtlayıcı bir “yasak” olarak düşünülmemelidir: Vikipedi’ye girmek ve Vikipedi kullanmak ne yasak ne de suçtur. (1)

Önümüzdeki günlerde Vikipedi erişim engelinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi ve/ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından haksız olduğuna karar verilmesi sürpriz olmayacaktır. Öte yandan, tüm bu hukukî süreçlerin ne zaman sonuçlanıp bürokratik engeller aşılarak Vikipedi erişim engelinin kaldırılmak zorunda kalınacağından bağımsız olarak, böylesi iyi niyetli bir projenin kötü niyetli kişilerce istismar edilmesini engellemenin sağlıklı ve doğru yolu Vikipedi’nin kullanımının ve katılımın arttırılmasıdır.


(1) Erişim engelini aşmak için kullanılan en yaygın yol VPN  (Sanal Özel Ağ) olup web tarayıcı programları (Chrome, Vivaldi, Brave, Firefox vb.) bunu çeşitli eklentiler ile (Browsec VPN, ZenMate VPN, Betternet, DotVPN, TunnelBear VPN vb.) son derece kolaylaştırmaktadır.

Nobel’iniz Batsın!..

Bazen tepkilerimizi o denli abartıyoruz ki sanırsınız dünya sadece bizim etrafımızda dönüyor. Mesela bütün bir yıl unutur ve her yıl Nisan ayı geldiğinde Ermeni Tehciri mi yoksa soykırımı mı tartışmalarına gömülür, bu olayı gündeme alan tüm ülkeleri protesto yağmuruna tutarız. Birkaç hafta sonra yine unutur gideriz.

Bir de tuhaf bir Nobel düşmanlığımız var. Tabii ki bizim Nobel ile ilişkimiz öyle aman aman bir bilim-sanat ilişkisi vs. değildir ve genelde siyasetten öteye de geçmez.

Bugüne kadar Nobel’e olan yakınlığımız en fazla 80’li yıllarda “Yaşar Kemal Nobel Edebiyat Ödülünü alacak mı almayacak mı?” tartışmaları ile olmuştu. İlk gençlik yıllarımda nedense(?) herkes Yaşar Kemal’in Nobel Edebiyat ödülünü kazanmasından öcüden korkar gibi korkardı, şimdiki nesil bunları pek bilmez. Sonra çoğumuzun edebiyatına burun kıvırdığı Orhan Pamuk ile ilk kez gerçek bir Nobel ödülüne kavuştuk ama gelin görün ki bu ödülün neden Orhan Pamuk’a verildiğini dünyada bizim kadar yadırgayan ve almaması gerektiği yönünde ağır eleştiriler getiren de olmadı. Hala da hazmedebilmiş değiliz. Ödülün veriliş sebeplerini de tamamen Orhan Pamuk’un hoşumuza gitmeyen(?) aykırı düşünce ve ifadelerine bağlamakta da pek bir sakınca görmedik.

Halbuki Nobel ödülleri bugüne kadar 6 ana başlık altında verilmiş. Doğası gereği üçünün –Edebiyat, Barış ve Ekonomi- siyasetle iç içe olması ve verilen ödüllerin tartışılması normal. Çünkü edebiyat, barış ve ekonomi başlıkları kendiliğinden zaten siyasete açık…. Bu durum verilen ödüllerin pek çok kez haklı olarak tartışılmasına yol açıyor.

Bize Nobel’i sevdirebilecek gelişme Aziz Sancar, Paul L. Modrich, Tomas Lindahl üçlüsünün Kimya dalında aldığı ödül olabilirdi ama onda bile burun kıvıracak bir sürü şey bulduk. Daha doğrusu Aziz Sancar’ın kim olduğu üzerinden bir sürü gereksiz tartışmaya gömüldük.

Ama asıl mevzu olan bu ödülün Türkiye’ye ne kadar ait olup olmadığı ciddi şekilde tahlile muhtaçken nedense hemen hiç birimiz ilgi göstermedi.

Zaman zaman yazılı-görsel basın-yayın organlarında uluslararası alanlarda ödül alan ya da çok önemli enstitülere üye seçilen insanlarımızın haberleri yapılır ama açıkçası bu haberler beni mutlu ettiği kadar da üzmekte.

Neden? Çünkü bu insanlar bu başarıları bizim topraklarımızda kurduğumuz ve yaşattığımız bir vahada elde etmiyorlar. Tam tersi başkalarının kurdukları vahalarda gerçekleştiriyorlar. Bir yerlerde birileri bu tür sıra dışı insanlar için özgürce çalışabilecekleri alanlar inşa etmişler ve kimse de bunlara “bu da ne işe yarayacak?” vb. sorular sormuyor.

Dün Doğu medeniyetleri bilimsel ve entelektüel birikimi besleyip büyütürken bu merkez bugün Batı’ya geçmiş durumda. Ve aklı başında hiçbir Batılı akıl da bugün gelinen aşamada Doğu’nun ve Müslümanların katkılarını reddetmiyor.

Harun Reşit ve oğlu Bizans’tan ganimet olarak Antik Yunan Eserlerinin kopyalarını istemiş, İslam âlimleri asırlarca mantık, matematik ve geometri öğrenmenin bir Müslümana farz olduğunu yazıp çizmişler ama sonrası…

Bugün pek çok devlet akademik ve entelektüel dünyanın özgürlüğünü mümkün mertebe sağlamak için gayret ediyor ve gayretleri ölçüsünde de bunun semeresini fazlasıyla alıyorlar.

Bizde ise pek çok akademisyen devletten ya da toplumdan bir işaret almalarına gerek kalmadan –özellikle sosyal bilimlerde- bizzat kendileri kendilerine sansür koyuyorlar. Yani devlete bile gerek yok.

Hepsi rahmetli oldular Halil İnalcık, Şerif Mardin, Kemal Karpat ve daha nice kıymetli insanımız en verimli yıllarını ya Amerika’da ya da başka bir Batı ülkesinde geçirdiler. Ve en kıymetli eserlerini de yabancı diyarlarda ürettiler. Fakat bizde oraları kötülemek bir moda.

Nobel ödülleri 1901’den beri dağıtılıyor ve bugüne kadar 860’dan fazla kişiye verilmiş. Bu nedenle Nobel ödüllerini eleştirmeden önce bizim hemen her dalda Nobel’e aday olabilecek onlarca hatta yüzlerce isim yetiştirebilecek bir iklim üretmemiz şart.

Ve bu ortamı yarattığımızda da Nobel’i istediğimiz gibi eleştirebiliriz…

***

Son edebiyat ödülüne gelirsek, geçen haftalarda Beşir Ayvazoğlu’nun da çok haklı olarak eleştirdiği gibi; bütün dünyanın gözü önünde yaşanmış bir Boşnak katliamı varken; “hayır efendim asıl Sırplara yapıldı” diyebilen ve bunları da romanlarına konu edebilmiş bir kimseye ne kadar iyi edebiyatçı olursa olsun böyle bir ödülün verilmesi bence de bir skandaldır.

Karar, 11. 12. 201911

NATO’nun Beyin Ölümü

Beyin ölümü gerçeklik mi arzu mu?

Devletler arası ittifakların kurulması ve bozulması uluslararası ilişkiler açısından doğaldır. Devletler özellikle savunma alanında daha az maliyetle daha çok fayda sağlamak veya kendi başlarına gerçekleştiremeyeceklerini başka devletlerle birlikte hareket ederek gerçekleştirmek için ittifakları gerekli ve önemli görmüşlerdir. İttifakların sağlayacağı avantajlar ve fırsatlar devletler arasındaki ilişkilerin önemli bir yanını oluşturdukça ve devam ettirdikçe ittifakların sağlayacağı avantajlardan uzak durulmasını beklemek pek de gerçekçi olmayacaktır.

Soğuk savaşın en etkili uluslararası silahlı ittifakı olarak NATO’nun önemi ortadadır. NATO soğuk savaş döneminde Sovyetleri dengelerken, Sovyetler dışından gelebilecek tehlikelere karşı da NATO üyesi devletler arasındaki bir güvenlik aygıtı olmuştur. Soğuk savaş sonrasında da varlığını sürdüren bu ittifakın beyin ölümünün gerçekleştiğini söylemek biraz acelecilik olabilir. Bunun yanında Fransa’nın yaptığı çıkışın NATO’nun geleceğinin olamayacağının söylenmesinin ötesinde bir anlamı da olabilir. Fransa doğal bir gelişmeyi değil bir arzuyu ifade ediyor olabilir. Avrupa’da liderliğe oynamak isteyen bir ülke olarak NATO ittifakının yerine kendisine yeni bir yer arıyor olabilir. Özellikle Avrupa’yı da kendi istediği bir noktaya çekmek için adımlar atıyor da denilebilir.

NATO, Avrupa ve Ordusu

Avrupa Birliği’nin oluşturduğu siyasal etkiden sonra da dillendirilen Avrupa ordusunun mümkün olup olmayacağı NATO’nun geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda bize açıklamalar yapabilir. NATO’nun en önemli ayağı olan ABD karşısında bağımsızlığını arttırmak isteyen Avrupa’nın bir orduya sahip olmak istemesi anlaşılır olmakla birlikte bugüne kadar gerçekleştirilebilir olmamıştır. NATO ve ulusal ordular varken yeni bir ordu maliyetine girmek de Kıta Avrupa’sı ve Birleşik Krallık açısından rasyonel olmayabilir.

ABD’den daha çok bağımsızlaştığı halde Rusya ve Çin tehdidinden çekinen bir Avrupa’da, Avrupa ordusunun ne kadar yerinin olabileceği tartışmalıdır. Böyle bir ordunun NATO kadar tecrübeli olmaması ise sorun yaratabilecek durumlardan bir tanesi olur. Kendisinden bir parçadan oluşacak ulusüstü bir silahlı güç olarak türeyecek bir ordunun imkânını bilemeyen bir Avrupa devletinin büyük zorluklarla karşılaşabileceğini beklemek kendi içinde doğru olabilir. Üstelik dönemin koşullarının da böyle bir ordunun kurulmasına izin vermesi gerekmektedir. Rusya ve Çin kadar otoriter – sosyalist devlet haline gelmiş bir Avrupa devletinin Rusya ve Çin’e karşı bir Avrupa ordusu içinde yer alması da pek mantıklı olmayabilir.

NATO’nun yeni varlık nedenleri

21.y.y.’da büyük güçlerin -Batı bloğu, Rusya ve Çin – aralarında bir savaşı göze almadıklarını veya en azından bunu gerektirecek bir sebebi ortaya atmadıklarını biliyoruz. Bunun yanında özellikle Batı devletlerine karşı terörizm tehlikesi yönelmiş bulunmakta. Rusya ve Çin’i dengelemek isteyen Batı bloğu daha çok terörizm ile mücadele etmek zorunda kaldı. Terörizm ile mücadelede NATO gibi bir ittifaka ihtiyaç duyulup duyulmayacağının cevabı ise belirsiz kaldı. NATO’yu terörizme karşı harekete geçirmek özellikle Türkiye için pek mümkün olmuşa benzemiyor. Bu da yeni dönemin nasıl şekilleneceği konusunda bize ufak bir gösterge oluyor.

Rusya ve Çin “tehlikesi” devam ettikçe NATO’nun devamının sağlanması NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini iddia etmekten daha rasyonel görünüyor. Üstelik işlevi kalmamış olarak görülse bile NATO’yu kısa zamanda ortadan kaldırmak da kolay olmaz. Uluslararası güç dengelerinin korunarak devam edilmesinin önemli olduğunu düşünen devletlerin dünyasında, yeni silahlı yapılar üzerinden küresel güç ilişkilerini tanımlamak ve uygulamak beklenilenin ötesinde zorluklara ve anlamlara sahip olabilir. NATO’nun ölümü tahmin edilmeye çalışılırken NATO’dan yeni roller üstlenmesi beklenebilir. Uluslararası ittifakların doğasından bunu anlayabiliriz.

 

“Aman, Aman Devlete Razıyız!” Demek Zorunda mı Kalacağız?

(Bu yazıyı okuyacaklardan en baştan bir özür dileyeyim. Aslında yazıyı Meksika’da yaşanan olayın hemen akabinde yazdım ama gönderemedim. Aktüel hali belki biraz gecikmiş olabilir ama ehemmiyetini her zaman muhafaza eden bir konu olduğunu düşünüyorum)

Devlet dediğimiz kurumsal yapının kökeni, bir görüşe göre, aileye kadar götürülebilir. Aile reisliğinden başlayıp, klan şefliği, aşiret liderliği, toprak ağalığı, derebeylik, imparatorluk gibi aşamalardan geçen bugünkü devlet, modern halini alalı yaklaşık 5 asır oldu.

Şeflikten, reislikten “devlet başkanlığına” geçilmesinin ana amacı, toplumun ihtiyaçlarının, bir elden, ucuz ve çabuk görülmesiydi. Bu amaçla adeta bu organizasyonun beynine “yapay zeka”yla bir program çizildi. Bazı hizmetler tek elden yapılsın amacı vardı. En bilinen hizmet alanları ise, düşmana karşı güvenlik, içeride can ve mal güvenliği ve anlaşmazlıkların çözümünde adaletti. Bunların yerine getirilmesi için de devlete “zor kullanma meşruiyetine sahip olma” imtiyazı verildi. O yüzden devletin sopasına karşı vatandaşlar, hem korkak hem de saygılı olmaya zorlandı. Devlete “yapay zekâ”yla yüklenen program, zaman içinde kendi kendini geliştirmiş ve devlet bu yetkilerini çok çok aşan bir alanda vatandaşının üzerinde söz sahibi olmaya başladı. Anayasal yönetim geleneği içinde devletin yetkileri “anayasa”larla sınırlanmaya çalışılmış ama bunda, Hayek’in de işaret ettiği gibi, pek muvaffak olunamadı.

Devletin, “modern devlet” olana kadar insanların hayatında belirleyici ve rahatsız edici karakteri pek göze batmıyordu. Ama, ne zaman ki devlet, kurucusunun emrinden çıkan bir robot gibi, kurucusunun da üzerinde tahakküm kurmaya başladı, artık “o” başka bir “şey” oldu. O yüzden, son yüzyıllarda devletin mahiyeti, sınırları, yetkileri, görevleri gibi konular hep tartışılagelmiştir. Devletin büyük mü küçük mü olması gerektiği, büyük olacaksa ne kadar büyük olacağı, küçük olması gerekiyorsa, sadece hangi işlerle iştigal edeceği gibi konular hâlâ tartışılmaktadır. Hatta bu arada sosyalist anarşizm ve anarko kapitalizm gibi, devletin tamamen “yok olmasını” savunan görüşler de ortaya çıkmıştır. Hatta komünizm de, bir başka yolla, artık ihtiyaç kalmayacağı için devletin zamanla ortadan kalkacağını öngörür. İnsanlığın ancak o zaman huzura kavuşacağını söyler.  Örneğin ben de, devletin birçok kötülüğün anası olduğunu söylerim. Hatta devletin olmamasının, olmasından daha az probleme yol açacağını düşünürüm.

Kâğıt üzerinde yazanlara göre devlet kurallarla sınırlanmıştır. Ne yapabileceği önceden bellidir. Bunun dışında bir davranışı olmaz. Vatandaştan da devletin kurallarına uyması istenir; devlet otoritesini kabul etmesi ve sarsmaması beklenir.

Devlet (en azından bizim devletimiz) bazen, kendi meşru güç kullanma hakkını, gayrı meşru olarak birilerine havale etmiştir. Yasal ve meşru yoldan çözemediği kimi problemleri, eski siyasi suçluları tetikçi olarak kullanarak çözme yoluna gitmiştir. Eski bir siyasi liderimizin ağzından kaçırdığı gibi, “devlet bazen rutin dışına çıkmış”tır. Hatta bir başka liderin dediği gibi, “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şerefli” sayılmıştır.

Devletin otoritesinin sayılmadığı dönemler de olmuştur. Örneğin 12 Eylül 1980 öncesinde olduğu gibi, sokakta devletin hiçbir saygınlığı ve yaptırım gücünün kalmadığı dönemler yaşanmıştır. Yine, doğu illerinden birinin, uyuşturucu kaçakçılığıyla adı çok sık anılan bir milletvekilinin adamları, bir yakınları gözaltına alındı diye emniyet müdürlüğünü basmış ve polisleri dövmüştür. Hatta o milletvekili mikrofonlara “hep devlet mi bizi dövecek, bir kere de biz devleti dövdük, ne var bunda?” diyebilmiştir.

Çok yakınlarda, şu anda cezaevinde yatan bir organize suç örgütü lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Atatürk’ten sonraki en kudretli lideri olduğu söylenen mevcut Cumhurbaşkanı’na tehditler içeren bir mektup yazabilmiştir.

En son örnek de yurt dışından, Meksika’dan gelmiştir. Babası, Amerika tarafından aranan ve yakalanıp, yargılanması için Amerika’ya gönderilmiş olan uyuşturucu çetesinin lideri El Chapo’nun oğlu Ovido Guzman polis tarafından yakalanınca, sokaklarda küçük çaplı bir savaş yaşandı. Savaşın bir tarafı, sözde o ülke içinde en güçlü ve meşru güç sahibi devlet ve diğer tarafı en az devlet kadar güçlü ve gayrımeşru güç sahibi çeteydi. Sonunda kazanan “uyuşturucu çetesi” oldu ve devlet gözaltına aldığı çete liderini serbest bırakmak zorunda kaldı.

Acaba “surda bir gedik” açılmış olabilir mi? Yani bundan sonra bu tür organize suç örgütleri artık, herhangi bir liderine devlet bir şey yaptığı zaman aynı yolu izler mi? Meşru gücün yerine gayrımeşru güç, gücü kullanma yetkisini gasp eder mi? Böyle bir durumda biz de acaba, “aman aman biz devlete razıyız” deme durumunda kalabilir miyiz? Elbette meşru güç gayrımeşru güçten üstündür önemli olan onun hukukla sınırlı olmasıdır.

 

“İki Ziya” (1): “Başı Kurşunsuz Ziya” ve “Başı Kurşunlu Ziya”

Rohat Alakom’un “Ziya Gökalp’in Büyük Çilesi: Kürtler” başlıklı kitabı ilk olarak 1992’de (Fırat Yayınları) yayımlandı. Aradan çeyrek asrı aşan bir süre geçtikten sonra bu önemli çalışma Avesta Yayınları tarafından tekrar basıldı.*

Yeni baskıya yazdığı önsözde Alakom, 6-8 Ekim 2014 olayları esnasında Diyarbakır’daki Ziya Gökalp Müzesi’nin yakılmasına işaret ederek, Kürtlerin Ziya Gökalp’e tepkilerinin zaman zaman uç noktalara vardığını belirtir.
Ziya Gökalp'in Büyük Çilesi Kürtler.jpg

Alakom’a göre, Türkiye’de Kürt meselesi barışçıl bir çözüme kavuşturulmadıkça;

Kürtlerin asimile edilmesi alanında düşünce üretmiş olan Ziya Gökalp hem devletin hem de Kürtlerin gündeminde kalmaya devam edecektir. (s. 13)

Celadet Ali Bedirhan’ın “Türkçülüğün en büyük peygamberi” diye tanımladığı (s.11), Alakom’un “Türkiye’nin manevi kurucusu, babası, ideoloğu ve düşünsel mimarı” olarak nitelediği (s.16) Gökalp, 1876 yılında Diyarbakır’da doğar.

Babası Çermik Kürtlerinden Tevfik Efendi, annesi ise Pirinççizadeler olarak bilinen bir Kürt aileden gelen Zeliha Hanım’dır.

Gökalp ilk ve orta öğrenimini Diyarbakır’da tamamlar, 24 yaşında amcasının kızı ile evlenir.

“Tabancam bana hıyanet etti”

Daha evlenmeden önce, 1894’te 18 yaşındayken, Gökalp’in hayatını derinden etkileyen bir olay yaşanır; genç Ziya, kafasına bir kurşun sıkarak intihar girişiminde bulunur. Ancak şans eseri hayatta kalır.

Olayın canlı tanıklarından biri, Abdullah Cevdet’tir. Gökalp’in, Cevdet’e ilk sözü “Tabancam bana hıyanet etti” olur. Ardından ona kurşun kalemle yazılmış buruşuk bir kağıt uzatır.

Cevdet, bu ana ilişkin anılarını 26 Ekim 1924 tarihli Vakit gazetesinde etraflıca anlatır:

Kendisinin hayattan bizar olduğunu yaşamaktan lezzet almadığını söylüyor, fakat kanının çehre-i istibdada saçılmamış olduğuna teessüf beyan ediyordu.

Yani Sultan Hamid’i öldürmek yoluna ölmek mümkün iken bunu yapmış olduğu teessüfle söylüyordu.

Kurşun kalemle yazılı olan bu mektup hâlâ mahfuzumdur, ancak Harput’taki evrak ve kitapların arasındadır.  (s.28)

İntiharın nedeni hakkında çok farklı görüşler vardır. Kimi intiharın altında sorunlu aile yapısının –“asabi” bir anne ve “akşamcı” bir baba- yattığını söyler.

Kimi neden olarak, okumak isteyen Ziya’yı İstanbul’a göndermeye yanaşmayan ve kızını ona vermek isteyen amcası Hacı Hasip’in dayatmalarını gösterir.

Kimileri ise intiharı Ziya’nın düşünsel bunalımına bağlar.

Genç Ziya’nın fikir dünyasını şekillendiren iki isim vardır. Biri, felsefe öğretmeni Yorgi Efendi’dir. Hilmi Ziya Ülken, Ziya’yı intihara Yorgi Efendi’nin onun üzerindeki tesirinin sürüklediğini iddia eder:

Yorgi efendi kendisine felsefe öğretiyor, Yunan filozoflarını tanıtıyordu. Bir yandan da aile bakımından dinci ve muhafazacı idi. Bu iki yön arasında kalan Ziya şiddetli bir inanç krizi geçirdi, kurşun kafasında kaldı.  (s. 30)

“Manevi bir kolera”

Ziya’nın düşüncelerine yön veren diğer isim ise Abdullah Cevdet’tir. Muhafazakar çevreler “tanrıtanımazın biri” olarak gördükleri Cevdet’ten rahatsızdırlar.

O dönemde Diyarbakır’da zaten var olan koleranın yanında Cevdet’in Diyarbakır’da bulunmasını “manevi bir kolera” olarak adlandırırlar.

Yakınlarını Cevdet’ten uzak tutmaya çalışırlar. Nitekim Ziya’nın amcası da onun Cevdet ile arkadaşlık kurmasına karşı çıkar.

Abdullah Cevdet Wikipedia.jpg
Abdullah Cevdet / Fotoğraf: Wikipedia

Ancak, 1894’te –intiharından kısa bir süre önce- Cevdet ile tanışan Ziya, onun etkisi altına girer. Mesela, Ziya’nın Diyarbakır’dan İstanbul’a gelerek Baytar Mektebi’ne girmesini sağlayan Cevdet’in teşvikleridir.

Bu nedenle Cevdet’in Ziya’nın kişiliği üzerinde bıraktığı kalıcı etkilerin Ziya’yı intihara götürdüğünü düşünenler az değildir.

Örneğin Uriel Heyd’e göre “Abdullah Cevdet’in etkisi, duygularını boşaltmasına ya da etkin bir çalışma yapmasına olanak sağlamaksızın Gökalp’in iç gerilimlerini daha da artırmış” idi. (s. 33)

İntiharındaki Cevdet etkisini Gökalp’in kendisi ise şöyle anlatır:

Abdullah Cevdet eline balta almış yıkılması gereken düşünceleri yıkıyor, bu bir hizmettir. Fakat biz gençleri yalnızca Abdullah Cevdet’e bırakıp da onların kafalarına yeni idealler, yeni inançlar yerleştirmesek, fikir ve ruh bakımından onları harabe haline sokmuş oluruz. Ben gençliğimde bunun acısını pek iyi tattım. O acı beni intihara bile sürükledi. (s.31)

“Keşke kurtulmasaydı da memlekete Türkçülük gibi geri fikirleri yaymasaydı” 

Gökalp’in intiharına ilişkin farklı sebepler ileri sürülse de bu olayın Gökalp’in hayatında bir dönüm noktası oluşturduğuna dair bir mutabakat vardır.

Cevdet, intihardan önceki Ziya ile intihardan sonraki Ziya’nın farkını çok veciz sözlerle betimler:

Otuz sene evvel başı kurşunsuz Ziya’yı, otuz sene zarfında başı kurşunlu Ziya’da beyhude aradım ve ben onu matemini otuz seneden beri her gün bir vesile ile biraz daha tutuyorum; başına tabanca sıkan Ziya, başına tabanca sıkılan Ziya’yla hiç de aynı değildir.  (s. 32)

İki Ziya vardır ve bu iki Ziya birbiriyle sürekli kavga halindedir. Cevdet, intihardan önceki Ziya ile dost, intihardan sonraki Ziya ile düşmandır.

Yıllar sonra Gökalp, Malta’ya sürüldüğünde onun ailesini ziyaret eden Cevdet, Gökalp’in kızına “Ben, babanızın şahsını severim, fakat fikirlerine düşmanım” der. (s. 32)

Kendisi Türkçülüğün karşısında olan ve zaman zaman Kürt gruplarla yakın ilişkiler kuran Cevdet, Gökalp’in zaman içinde Türkçü bir ideoloğa dönüşmesine o kadar büyük öfke duyar ki, onun için “Keşke kurtulmasaydı da memlekete Türkçülük gibi geri fikirleri yaymasaydı” ifadesini kullanır. (s.32)

İntihar olayının nedenleri ve sonuçları Gökalp’in düşünce dünyasının şekillenmesinde çok belirleyici olur. Kafasına sıktığı kurşunu bütün hayatı boyunca kafasında taşır. İntiharın tesirinden ölünceye kadar kurtulamaz.

Onun intihara kalkışmasında Cevdet’in ne kadar etkili olduğu bilinemez. Ama son dönemlerinde bu iki Kürt’ün birbirlerinden hiç ama hiç hazzetmedikleri kesin olarak bilinir.

Hatta “Abdullah Cevdet’e duyulan kızgınlığının yön değiştirerek, onun Kürt oluşu nedeniyle bütün Kürtlere yöneldiği” belirtilir. (s. 35)

“Kendimi hissen Türk sayıyordum”

Başarısız intihar girişiminden sonra Ziya hayatına yeni bir rota çizme çabası içine girer. Abdullah Cevdet’in yönlendirmesiyle 1895’te İstanbul’a gelir, Baytar Mektebi’ne girer.

“O zaman İstanbul’da tıbbiyelilerin teşkil etmiş olduğu gizli bir cemiyet vardı. Onlarla beraber çalışmaya başladım” diyen Gökalp, ilk ciddi siyasi çalışmalarına bu dönemde başlar. (s. 40)

Kürt ve Türk siyasi ve kültürel hareketlerin yeni yeni gelişmeye başladığı bu yıllarda Gökalp, hem Türk hem de Kürt milliyetçi aydınlarla ilişkiler kurar.

1899’da çocukluk arkadaşı ve yakın akrabası olan Ahmet Cemil Asena’ya yazmış olduğu bir mektup dolasıyla gözaltına alınır. On ay Taşkışla’da tutuklu kalır ve 1900’de Diyarbakır’a sürülür.

Uzun yıllar sonra yazdığı bir yazıda bu ilk İstanbul tecrübesini anlatırken bir arayış içinde olduğunu net cümlelere ortaya koyar:

O zaman kadar kendimi hissen Türk sayıyordum, fakat bu zannım ilmi bir tahkikata müstenit değildi. Hakikati bulabilmek için bu taraftan Türklüğü, diğer taraftan Kürtlüğü tetkik etmeye başladım. Her şeyden önce de işe dilden başladım. (s. 41)  

Bazı kaynaklarda, İstanbul’da kaldığı dönemlerde Gökalp’in Bitlis bir Kürt yazar olan Halil Hayali ile birlikte Kürtçe üzerine dilbilgisi incelemeleri yaptığına değinilir.

Mesela Kadri Cemil Paşa şöyle der;

Halil Hayali, Ziya efendi ile birlikte Kürtçenin gramerini kaleme almışlar bir de sözlüğünü yazmaya başlamışlardı ki, Ziya Efendi bu okuldan çıkarılınca Diyarbekir’e dönmeğe mecbur olduğundan bu yazılan eserleri de beraberinde Diyarbekir’e götürmüştü. (s. 52-53.)    

Gökalp de, Hayali’nin adını vermeksizin, Kürtçe üzerine çalıştığını teyit eder. Aile üyeleri de Gökalp’in Kürtçeye dair araştırmalarının olduğunu doğrularlar.

Örneğin, kardeşi Nihat Gökalp anlarında, Ziya Bey’in “Kürtçeyi, tetkik ettiğini… Kürtler ve Kürtçenin Diyarbakırlılar ile olan münasebeti hakkında Küçük Mecmua’sında mufassal malumat verdiğini” anlatır. (s. 42-43)

Gökalp’in dayısının oğlu Pirinççizade Fevzi, 1909’da Kürd Teavün ve Terakki gazetesinin 6’ncı sayısında yayınlanan bir mektubunda Gökalp’in on yılı aşan çalışmalar sonucunda Kürtçe konusunda üç kitap hazırlamakta olduğunu yazar:

En mükemmel Kürt ulularından ve erdemlilerinden Aktepeli Abdurrahman Efendi’nin Kürt diliyle bir tarih yazmakta olduğunu ve saygıdeğer Ziya Efendi’nin de on yıllık araştırmalarının bir ürünü olmak üzere müsveddesini hazırladığı Kürtçe atasözleri, dilbilgisini ve bir Kürtçe sözlüğü yakında yayınlayacağına… (s. 45)  

Halide Edip Adıvar de Londra’da İngilizce yayınlanan anılarında, Ziya Gökalp’in gençliğinde Kürtçenin temeli ve grameri üzerine çalıştığını, bu durumun onun bazı çevrelerce bir Kürt milliyetçisi olarak tanınmasına yol açtığını belirtir.

Ne var ki Adıvar’ın sonradan Türkçe yayınlanan anılarında bu bilgiye yer verilmez. (s 45)

“Düşünsel intihar” 

Gökalp’in kısmen Halil Hayali ile birlikte hazırladığı belirtilen Kürtçe gramer ve sözlük, maalesef, elimizde bulunmuyor. Bu çalışmanın akıbetine dair çeşitli rivayetler var.

Kadri Cemil Paşa’ya göre, Ziya 1900’de Diyarbakır’a sürüldükten sonra Hayali ile olan ilişkisi kesilmişti.

II. Meşrutiyet’ten sonra toplanan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılan Gökalp’in İstanbul’da bulunduğu bir sırada Hayali beraber hazırlamış oldukları Kürtçe Grameri istemiş, ama “Ziya Efendi bunları yaktığını söyleyerek vermek istemediğinden Halil Hayali, Kürt milletinin muhtaç olduğu bu eserleri yeniden yazmağa başlamıştı.” (s. 53)

Hayali’nin Kürtçe Alfabesi 2004’te yayınlandı.

Musa Anter.jpg
Musa Anter

Gökalp’in Kürtçe diline ilişkin bir diğer iddia Musa Anter’e aittir. Anter, Gökalp’in kendi eliyle yazmış olduğu Kürtçe Gramerinin kendisinde olduğunu, 1972 yılında yapılan bir aramada diğer bütün kitaplarla birlikte Diyarbakır sıkıyönetim görevlileri tarafından toplatılıp daha sonra yakıldığını belirtir.

Alakom, bütün bu açıklamalardan, Gökalp’in, Kürtçe alanındaki çalışmalarını Kürt çevrelere vermek istemediği için “yaktım” dediği sonucuna ulaşır.

Bu sözler ileride Ziya Gökalp üzerine yük olacak, düşüncelerini yakmaktan duyduğu sıkıntılar, suçluluk duygusu ve yoğun eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulamayacaktır.

Ziya Gökalp’in asıl çilesi bence bu yılardan sonra başlayacaktır. Böylece o ikici kez ‘intihar’ etmekten çekinmeyecektir. Bu ‘düşünsel intihar’ın acıları 1894 yılındaki intihar girişiminden daha yoğun olacaktır. (s. 55)

“Bir gün milli davaya kalkacaklar” 

Gökalp’in Kürtlere dair en dikkat çekici eseri “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler” başlıklı incelemesidir.

Çalışma 1922’de hazırlanır ama fikri alt yapısı çok önceden Ziya’nın kafasında şekillenir. Özellikle Peyman gazetesinde çıkan bazı makalelerindeki görüşler, bu çalışmaya temel oluşturur.

Gökalp’in kızı Seniha ile evlenen ve Gökalp üzerine araştırmalarıyla bilinen Ali Nüzhet Göksel, çalışmanın önce Milli Eğitim ve sonra Sağlık Bakanı olan Dr. Rıza Nur’un isteği üzerine yazıldığını belirtir.
Rıza Nur.jpg

Dr. Rıza Nur

Rıza Nur da, Kürdistan’ı kaybetmemek için Gökalp’i Kürt yerleşim birimlerinde incelemeler yapmakla görevlendirdiğini söyler:

Sıhhiye vekili iken iskânın da o vakit bu vekâlete ait olmasından istifade ederek Ziya Gökalp’e Kürtleri tetkik ettirdim.

Maksadım bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlerin Türk olduğunu öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim.

Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu çoktan bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı.

Türk, zavallıdır. Hadi Mısır’da, Cezayir’de yüzbinlerce Türkü kaybetmişiz, Araplaşmışlar. Fakat Kürdistan henüz elimizden de çıkamamıştır ve anayurtta Türkleri Kürtleşmeye bırakmışız. (s. 57)

Nur, anılarında da, Kürtleri asimile etmek için sarf ettiği çabaları anlatır ve Kürtlerin sosyolojik yapısını araştırmak için Gökalp’e bir rapor yazdırmasını da bu çerçevede anar:

Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama bir gün milli davaya kalkacaklar. Bunların temsil (asimile) etmek lazım.

Tetkikata başladım. Temsil (asimilasyon) usullerine dair kitaplar getirttim. Kürtler hakkında kitaplar buldurdum.

Diyarbakır’da olan Ziya Gökalp’a de para yollayıp Kürtlerin coğrafi, lisani, kavmi, içtimai ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi.

Maksadım, oranın bir Makedonya olmadan kökünden meselenin halli idi. (s. 57)

 

Ancak bu kadar önem verilen bu rapor yazıldığı dönemde yayımlanmaz. Gökalp taraftarları bu incelemenin kamuoyu tarafından bilinmesini istemezler.

Türkçülüğün Esasları’nı yazmış bir sembol ismin Kürt aşiretleri hakkında esaslı bir inceleme yaptığının ortaya çıkması halinde, “Kürt yoktur” ya da “Kürtler Türktür” diyen devletin resmi ideolojisi tepetaklak olurdu.

Bunun için, kimileri tarafından Kürtçülüğün Esasları olarak adlandırılan Gökalp’in bu çalışması tam 53 yıl karanlıkta kaldı ve ancak 1975’te Komal Yayınları tarafından kitap olarak basıldı.

 

* Rohat Alakom; Ziya Gökalp’in Büyük Çilesi: Kürtler, Avesta Basın Yayın, İstanbul, 2018. 

The Independentturkish, 9 Aralık 2019

Yeni partiler için siyaset zemini

0

Türkiye giderek normal olandan uzaklaşıyor ve normalleşmeden kaçınıyor. Bunun nedeni, AK Parti-MHP ittifakının normal şartlarda iktidarlarını koruyamayacaklarını düşünmeleri. Tersinden söylemek gerekirse, Cumhur İttifakı iktidarını olağanüstülüğün devamına bağlamış durumda. Bunun için iktidar medyasında, olağanüstü koşulların sürdüğünün propagandası yapılıyor. Olağan dışılığı olağan kılan bir iktidar dili kullanılıyor ve toplum hep bir teyakkuz durumunda tutulmaya çalışılıyor.

Türkiye siyasetinde hareket eksik olmaz; siyaset sahnesi her daim canlı, gündem sürekli yoğun ve içinden geçilen günler hep “kritik”tir. Bununla birlikte hareketin ve heyecanın dozunun bir nebze daha yükseleceği bir döneme giriliyor. Çünkü 17 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisinin içinden iki yeni partinin çıkması söz konusu.

Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan, AK Parti’nin ağır toplarındandı. AK Parti’nin 2002-2015 aralığında izlediği dış politikada Davutoğlu’nun, iktisadi politikada ise Babacan’ın derin izleri vardı. Denilebilir ki AK Parti’nin dış politikasının mimarı Davutoğlu, ekonomi politikasının mimarı ise Babacan’dı.

Sonra AK Parti ile yolları ayrıldı ve yeni arayışlar başladı. İlk başlarda bu iki ismin birlikte hareket edeceği düşünülüyordu. Lâkin siyasete yaklaşımlarının farklı olduğundan bahisle Davutoğlu ve Babacan aynı çatı altında bir araya gelemedi. Her biri kendi partisini kurma gayreti içine girdi. Uzun süredir devam eden çalışmalar artık son düzlükte; 2020’ye girmeden iki partinin de resmi olarak tabelalarını asmaları bekleniyor.

Seçmenin elini kuvvetlendirmek

Yeni partilerin kurulması başlıca iki açıdan değerlendirilebilir. Birincisi, meseleyi demokratik ilkeler bağlamında ele almaktır. Demokrasi, çok sesli bir rejimdir. Dolayısıyla siyasi arenada ne kadar fazla ses çıkarsa o kadar iyidir. Yelpazenin geniş olması, seçmenlerin alternatiflerini çoğaltır, elini kuvvetlendirir. Aynı ve/ya benzer hassasiyetleri paylaşan toplumsal kesimlere hitap eden çok sayıda partinin varlığı, bu kesimler üzerinde bir partinin tekel kurmasını engeller.

Bir siyasi parti alanda rakipsiz olduğunu düşündüğünde, halktan yükselen seslere daha az kulak kesilir. Fakat kendisini zorlayacak güçlü seçeneklerin olduğunu bildiğinde kendine çeki düzen vermek ve toplumsal taleplere karşı daha duyarlı bir siyaset izlemek mecburiyetinde kalır.  Rekabet, siyasete kalite getirir, insanları tek bir partiye mahkûm olmaktan kurtarır ve temsili güçlendirir. Bu itibarla, demokratik standartları yukarı çekmek için, siyasi mücadeleye katılan parti sayısının artmasını desteklemek gerekir.

İkincisi, cari şartlar çerçevesinde konuyu irdelemektir. Acaba, siyasete yeni bir soluk getirme iddiasındaki partilerin şansı nedir? Halkta karşılık bulmalarını sağlayacak bir iklim var mıdır? Kitlelerde bir umut yaratabilecekler midir? Şikâyet ettikleri mevcut düzeni sarsabilecekler midir? Ciddi bir iktidar alternatifi olabilecekler midir?  Yoksa doğumları bir ölü doğum şeklinde mi gerçekleşecektir?

Normalden korkmak

Çoğaltılması mümkün bu suallere ilişkin genel kanaatim, siyasi zeminin yeni bir partinin kurulması için elverişli olduğu yönündedir. İki noktanın altı çizilebilir bu çerçevede.

(1) Türkiye, şu anda “normal” bir ülke değil. Normalin kaybı, sadece Kürt meselesi, Alevi meselesi, AB ile ilişkiler vb “büyük” meselelerde yaşanmıyor; insanların hayatına doğrudan temas eden “sıradan” meselelerde (meselâ, kamu kurumlarına personel alımında)  bile karşımıza çıkıyor.

Giderek normal olandan uzaklaşıyor Türkiye — ve ısrarla normalleşmeden kaçınıyor. Sanırım bunun nedeni, AK Parti-MHP ittifakının normal şartlarda iktidarlarını koruyamayacaklarını düşünmeleridir. Tersinden söylemek gerekirse, Cumhur İttifakı iktidarını olağanüstülüğün devamına bağlamış durumda. Bunun için iktidar medyasında, olağanüstü koşulların sürdüğünün propagandası yapılıyor. Olağan dışılığı olağan kılan bir iktidar dili kullanılıyor ve toplum hep bir teyakkuz durumunda tutulmaya çalışılıyor. Böylece iktidarın anormal ve gayri-hukuki işlemleri, daimi kılınmak istenen olağanüstü hale dayandırılarak meşrulaştırılıyor.

Yani normale dönmek, AK Parti ve MHP için önemli bir tehdit ve sıkıntı kaynağı. Ancak beri taraftan halk normalleşmek istiyor. Her normal düzende olduğu gibi kendini güven altında hissetmeyi ve geleceği öngörebilmeyi arzuluyor. Olağanüstülük halkı yordu, normalleşme öne çıkan bir talebe dönüştü. Böyle bir vasatta normalleşmenin taşıyıcılığını üstlenen ve halka devleti yönetebileceği güvenini veren bir siyaset, geniş hareket alanı bulabilir.

Siyasi boşluk

(2) Türkiye’de bir siyasi boşluk var; İYİ Parti’nin aldığı oy, bunu teyit eden önemli bir gösterge. Kadro derinliği olmayan ve Türkiye’ye yeni bir söz söylemeyen bir partinin çok kısa bir zaman zarfında yüzde 10’luk bir oya ulaşması, alandaki boşluğu ve seçmenlerin arayışını göstermesi açısından üzerinde durulması gereken bir örnektir.

Hâkim iktidar anlayışı toplumda bir muhalefet üretiyor. Ancak adaletsizliğin yaygınlaşmasından ve refah kaybından kaynaklı bu toplumsal muhalefet gerektiği gibi kendini gösteremiyor, konuşamıyor ve geri çekiliyor. Bunun bir sebebi devlet baskısı ve korku ise, bir diğer sebebi de önderliğine güvendiği bir siyasal partinin yokluğudur.

CHP ana muhalefet postunda oturuyor ama bu parti de iki handikapla malûl. Handikaplardan biri, geçmişinden ötürü özellikle muhafazakâr ve dindar çevrelerin CHP’ye güvenmemeleridir. Diğeri ise, CHP’nin yönetim becerisine ilişkin genel bir şüphenin varlığıdır.

Gerçi hâlihazırdaki CHP yönetimi kendilerine dönük bu bakışı değiştirmek için birtakım hamleler yaptı. Misal, Kılıçdaroğlu başörtüsü konusunda bir özeleştiri yaptı ve geçmişte partisinin başörtüsünü ülkenin önemli bir problemi haline getirmesini büyük bir hatâ olarak niteledi. Ancak bu ataklara rağmen CHP’ye dönük yaygın ve derin güvensizliğin ve şüphenin kırılabildiğini söylemenin imkânı yok.

Velhasıl bir taraftan iktidar sorun üretiyor, ürettiği sorunları çözemiyor ve toplumsal talepleri karşılayamıyor. Diğer taraftan ise mevcut partiler, toplumsal muhalefetin taşıyıcılığını üstlenemiyor ve siyasal boşluğu dolduramıyor. Bunun yeni partiler için bir fırsata tekabül ettiği şüphe götürmez.

Ancak fırsatın varlığı tek başına bir anlam ifade etmez; bu fırsatları güçlü bir hale getirmek ve kullanabilecek mahareti göstermek gerekir. Yeni partilerin akıbetini belirleyecek olan da budur.

 

İslamizmin Müslümanlarla Savaşı

İçinde yaşanılan siyasal sistemin genel özellikleri fikir insanlarının düşünme faaliyetlerine biçim vermede ve sınır çizmede etkili oluyor. Bu, düşünme biçimleri ve düşünce sınırları belirlenen kimseler farkına varmasa da vuku buluyor. Yani burada sözü edilen şey bir sübjektif değerlendirmeden ziyade bir tespit. Daha da açık söylemek gerekirse, insanlığın siyasal yapılanma tarzlarından olan imparatorluk ve daha ziyade zamanımızda boy gösteren ulus devlet düşünenlerin düşüncelerinin ana hatlarının, renginin ve hatta çapının belirlenmesinde rol oynuyor.

Öteden beridir bildiğim ama gündelik hayatın hayhuyu içinde unuttuğum bu gerçeği, Türkiye’nin medarı iftiharı dergilerinden olan, 24 yaşındaki Liberal Düşünce’nin 95. (Yaz 2019) sayısındaki “İmparatorluk Özel Dosyası” yazılarını okurken tekrar hatırladım. Bengül Güngörmez Akosman ve Mehmet Zeki Duman’ın sayı editörlüğünde hazırlanan dosyada ufuk açıcı, hatta insanı sarsıcı tespit, yorum ve analizler var. Okuma süreci insanın zaman zaman derin düşüncelere dalmasına yol açıyor.

Ulus devlet çağında yaşayan ve çocukluktan itibaren ulus devlet propagandasına maruz bırakılan insanlar olarak bir diğer siyasal form olan imparatorluğu peşinen dışlıyor, ihmâl ediyor, emperyalizmle özdeştiriyoruz. İmparatorluktan ulus devlete geçişin genel olarak insanlığa özel olarak biz bu coğrafyanın insanlarına kaybettirdiği şeylerin farkına bile varmıyoruz. Uydurulmuş resmî tarihin her yol ve yöntemle ve kesintisiz olarak zihnimize zerk edilmesi sonucunda özgürlük, barış ve refahın temelinde yatan tarz, form, değer ve kurumları öğrenemiyoruz.

Bu ilginç ve yararlı dosyadaki yazıların beni üzerine düşünmeye sevk ettiği bir konu İslam’ın toplumdaki yeri ve değeri oldu. Bu hususta iki aşırı uç var. İlki Mustafa Kemal’in öncülüğünde, ulus devletin gereği ve sonucu olan bir milliyetçilik uygulamasının, başka bazı toplumsal kurumlar gibi, Müslümanlığı da toplumsal mühendislik projesinin yeniden şekillendireceği beşerî malzemeler arasına alması. Bugün kestirmeden Kemalizm adıyla andığımız bu yaklaşım başlangıçta dinden tamamen kurtulmayı hayal etti. Bu, elbette, insanî hayatın doğasına aykırı olduğu için, gerçekleştirilemezdi. Mümkün olmadığı tecrübelerle anlaşılınca, dinin ulusallaştırılması projesi devreye girdi, daha doğrusu dinden toptan kurtulma çabası kaçınılmaz olarak dini millileştirme ve ehlileştirme sürecine dönüştü. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Ş. Mardin’in de işaret ettiği gibi, bir ideolojik milliyetçiliğin ve seküler eğitimin İslam’ın yerini alabileceğini, onun ifade ettiği tüm fonksiyonları yerine getirebileceğini hayal etti. Böyle bir projenin ülkeyi karşılanmaz olarak bir kültür savaşına sürükleyeceği görülmedi veya önemsenmedi ve “yurtta sulh cihanda sulh” feryatlarının atıldığı bir dönemde devlet halkına karşı amansız bir kültür saldırısı yaptı ve halk devletine karşı gayri-nizami bir kültürel müdafaa savaşı yürüttü.

Bununla beraber, başka faktörlere ilaveten dönemin şartlarının ve ulus devletin baskıcılığının da etkisiyle, kendisini Kemalizm’in zıttı ve ona karşı bir direniş hareketi zanneden, ama aslında aynı kalıba sıkışmış olan bir başka toplumsal mühendislik projesi daha doğdu: İslamizm. Kulağı tırmalayan ve böyle olması gayet normal olan adlandırmasıyla bu yaklaşım müesses nizamın reddettiği İslamı toplumdaki anlayış ve yorumların dışında yer alma iddiasındaki tekelci pozitivist bir İslam anlayışıyla ikame etmek istedi. ‘Doğru İslam’, ‘hakiki İslam’ gibi sıfat ekli isimlerle anılan bu İslamist anlayış insanların dinlerini şahsî çaba ve kapasiteleriyle anlama ve yaşama süreçlerine, Kemalistlerinkine benzer bir terminolojiyle saldırdı. Referansı kutsal olmasına rağmen, aslında, özünde pozitivistti. Felsefeci Ahmet Arslan’ın isabetli adlandırmasıyla bir tür ‘ilahî referanslı pozitivizm’e dayanmaktaydı. Kemalist anlayış dinin hemen her tezahüründen nasıl rahatsızsa ilahi atıflı pozitivist İslamist anlayış da dinin kendi bildiğinin ve anladığının dışında bilinmesine ve anlaşılmasına şiddetle karşıydı. Kemalist yaklaşım dindarları fiziksel zorla tehdit ederken bu yaklaşım dindarları psikolojik zorla tehdit etmekteydi. Doğal olarak dini bir din olmanın ötesine çıkarıp totaliter bir ideolojiye çevirdi. Bu ideoloji mutlak adalet erdemin, mutluluğun anahtarıydı. Nasıl ki sosyalist tüm iyi vasıfları bünyesinde toplayan mükemmel bir insansa, İslamistin anladığı İslama inanan kimse de türlü beşerî kusurdan arınmış, mükemmel bir insandı; ahlâklılık, âdillik, dürüstlük, erdem, vefa, fedakârlık ve diğergamlıkta sınır tanımayan bir varlıktı. İslamistler İslam anlayışları üzerinden insanı melekleştirme, hatta bir ölçüde Tanrılaştırma peşindeydi.

Devlet yetkilerinin ve imkânlarının Kemalistlerin elinde bulunduğu zamanlarda böyle ideal bir portre çizmek kolaydı. Muhalefette olmanın lüksü İslamistlerin sözde ve kâğıt üzerinde bir tür süper Müslüman portresi çizmesine imkân vermekteydi. Aslında o zamanlarda da Müslümanlar diğer insanlar ne ise oydu. Zira onlar da insandı ve insanların her özelliği Müslümanlarda da vardı. Ama bu özelliklerin kötü olanlarını Müslümanların baskı altında olmasına ve iktidarda Müslümanların bulunmamasına bağlamak kolayca sığınılabilecek, hazır ve yabana atılmayacak. rahatlatıcı bir reçeteydi. Zamanla gitgide dindarlaşan merkez sağ, sonunda AK Parti formuyla Müslümanlığa hayatlarında daha fazla yer veren, dinî söylemle siyasî söylemi buluşturan bir iktidarın ortaya çıkmasını sağladı. İslamistler buna hem şaşırdı hem sevindi. Artık tüm sorunların sonu geldiği gibi kâmil Müslümanların ortaya çıkma şansı da doğmuştu. Yıllar yılları kovaladı. Her iktidarda olduğu gibi yeni iktidarda da hem iyi hem kötü şeyler vuku buldu. Yani ne problemler tamamen çözüldü ne de süper Müslüman doğdu. Hayat insanların ve iktidarın fıtratının dinlerden de ideolojilerden de üstün olduğunu, onları eninde sonunda kendine benzettiğini gösterdi. Bu, İslamistleri büyük hayal kırıklığına uğrattı. Sosyalistlerin reel-ideal sosyalizm ayrımı yaparak tüm kötülükleri reele yıkıp ideali kurtarmaları gibi, İslamistler de mevcut dindar iktidarı taşa tutmaya, reel-ideal İslami iktidar ayrımı yaparak ideal üzerinden reeli kınamaya ve dışlamaya başladı…

Bu uzun bir hikâye. Üzerinde düşünmek ve çalışmak lâzım. Şimdilik söylenmesi gereken şu: AK Parti iktidarının farkına varmadan yaptığı -ne yaptığını bilseydi içten veya dıştan gelen  baskıyla icra etmekten kaçınacağı bir şey- bu İslamizmin ve İslamistlerin grand teorilerinin-projelerinin yıkılması oldu. AK Parti’nin günlük siyasette çok hatası oldu, oluyor, ama bu yıkılışın asıl sebebi AK Parti değil, İslamist projenin açmazları, çıkmazları. Böyle bir proje ancak bir tecrübeyle iflas edebilirdi, öyle de oldu. Böylece İslamistlerin Müslümanlara açtığı savaş dar bir alana sıkıştı. Bunun ne demek olduğu ve ne kadar büyük değer taşıdığı zamanla daha iyi anlaşılacak.