Ana Sayfa Blog Sayfa 61

İbadethane Dediğin Neresidir?

İzmir’de Belediye Meclisi Cem evlerinin imar planına ibadethane olarak işlenmesine karar verdi. Benim yerinde bulduğum bu karar bir kadim tartışma konumuzu tekrar canlandırdı. Cem evleri ne olarak görülmelidir? Cem evleri ibadethane midir yoksa inanç ve kültür merkezi mi?

Cem evlerinin statüsü meselesinin iki ayağı var.

İlki teolojik. Bunun da iki ayağı mevcut. Birinci olarak konuya hem genel olarak dinler hem de özel olarak İslam dini ve Müslümanlar açısından bakılabilir. Din nedir? Dinlerin din olması için kamu otoritesinin öyle olduğuna karar vermesi mi gerekir? Nerenin ibadet yeri olarak kabul edileceği bir resmî karara bağlanmalı mıdır? Bağlanacaksa, bu kararı almaya kim hak ve yetki sahibidir? İkinci olarak İslam dini üzerinden ve Müslümanlar arasında bir tartışma yapılabilir. Müslümanlıkta ibadethane yeri neresidir? Tek ibadethane biçimi mi vardır? Tüm ibadethaneler aynı mıdır veya öyle mi olmalıdır? Tarihî olarak tek biçim ibadethane bulunması yeni ibadethane formlarının geliştirilmesine izin vermemeyi gerektirir ve meşrulaştırır mı? Sanırım bu ikinci tartışma, kolay kolay herkesi ikna ve mutlu edecek bir sonuca bağlanamaz.

Bazıları meseleye sadece kendi İslam anlayışları içinde bakıyor ve Cem evlerinin ibadethane sayılamayacağını söylüyor. Böyle düşünenlerin yapması gereken veya yapmaya hak sahibi oldukları tek şey bu mekânlara ibadet için uğramamak, ibadetini buralarda yapmamaktır. Bunun yerine ülkedeki Müslümanlara ait ibadethanelerin kendi ibadethane anlayışlarına uygun olarak tanımlanmasını ve sınırlanmasını isterlerse, kendi anlayışlarını başkalarına dayatma yoluna girmiş olurlar. Bu insan haklarına aykırıdır. Bu yüzden hiç kimse kendi görüşleri tek görüşmüş ve de herkesi bağlarmış gibi konuşmamalı ve davranmamalı.

Ben hem uzmanlık alanım hem de ilgim yüzünden teolojik tartışmalara girmek durumunda değilim. Bu tür tartışmaları izlerim ama taraf olmam. Bana göre meselenin özü siyasî ve hukukî. Teolojik görüşleri ve duruşları ne olursa olsun, demokratik bir ülkede insanlar din özgürlüğüne sahiptir. Din özgürlüğü inanılacak tanrıyı, ona nasıl inanılacağını, ne şekilde ibadet edileceğini ve nerede ibadet edileceğini seçme hakkını da kapsar. Kamu otoritesi bu konularda vatandaşa talimat veremez, ‘doğruları’ dikte edemez.

Cem evlerinin ibadethane olarak tanınmasının Müslümanlığı ve Müslümanları böleceği iddiası pek anlamlı görünmüyor. Birincisi, sosyolojik bir vakıa olduğu için böyle bir talep ortaya çıkıyor; toplumsal alt yapısı olmasa böyle bir talep doğmazdı. İkincisi, Cem evlerinin ibadethane olmasının camilerin bir ölçüde tasfiyesi sonucunu vereceği korkusu da yersiz ve temelsiz. Bu tür meselelerde ne olacağını hayat ve de uzun vade belirler. Üçüncüsü, Alevilerin büyük bölümü kendini İslam içinde, yani Müslüman olarak görüyor. Onları Cem evleri yüzünden dışlamak ve negatif ayrımcılığa tabi tutmak İslam’dan soğumalarına ve İslam dışına çıkma arayışlarına girmelerine teşvik teşkil edebilir. Bu durumda Müslümanların bütünlüğünü korumak için yapılanlar eliyle korkulan gerçekleştirilmiş, yani Müslümanlar bölünmüş olur.

İzmir Belediyesi’nin CHP yönetiminden habersiz ve izinsiz olarak Cem evlerine ilişkin bu adımı atmış olması düşünülemez. Bence CHP bu konuda doğru olanı yapmıştır ve bu yüzden takdiri hak etmektedir. İktidar da aynı yolda ilerlemelidir.

 

Çözüm Sürecini Bitiren Kimdi?

Sırrı Süreyya Önder katıldığı bir programda tek bir insanın, tek bir yöneticinin sorumlu tutulamayacağını da belirterek  Çözüm sürecinin Davutoğlu’nun başbakan olması ile baş aşağı gittiğini ifade etmiş.

O günlerde Önder sürecin içinde olduğundan diyebilirsiniz ki “ondan daha mı iyi bileceğiz?” Bence demeyelim! Çünkü gelişmelerin birçok boyutunu sürecin içinde olanlar dışarıda olanlardan daha iyi gözlemleyemeyebilir. İçinde olanlar birçok sebep ile objektifliğini de yitirebilir.

Sürecin dışından biri olarak çözüm sürecinin Davutoğlu ile baş aşağı indiğini ifade etmek olgunun gerçekliği karşısında haksızlık olur. Zira Davutoğlu başbakan olduğunda takvimler 2014 yılının Ağustos ayını gösteriyordu. Bu tarihe kadar Önder’in de içinde bulunduğu HDP heyeti İmralı ve KCK’nın birçok unsuru ile görüşmeler gerçekleştirmişlerdir. Davutoğlu başbakan olmadan zaten sürecin ilerleyemeyeceği ve tıkanacağı belliydi. Burada genel hatları ile bunun önemli üç sebebine değinmek isterim.

Birincisi Öcalan’ın kendisini ve KCK yapısını TBMM aracılığı ile yasa içine dâhil etme ve çözüm için yine yasa ile bir komisyon kurulması isteğindeki ısrarı.

Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını yapması için öne sürdüğü şartların başında bir yasal düzenleme isteğidir. Bu yasa ile Öcalan iki şeyi amaçlamaktadır. Kendisi için siyaset yapma olanaklarının geliştirilmesi ve KCK yapısının yasa ile meşrulaştırılması. KCK siyasi suikastlar dahil terör kapsamına girecek saldırıları olan ve esasen silahları varoluşsal bir değer olarak yücelten bir yapılanmadır. Tek taraflı bir irade açıklaması ile bütün Kürtler üzerinde totaliter iddiaları olan bir yapılanmadır. KCK sadece Türkiye’de değil, İran, Irak ve Suriye başta olmak üzere birçok devlet sınırında politik hedefleri olan ve bunun için şiddeti en önemli araç olarak öne çıkartmaktadır. Böyle bir yapılanmayı çözüm sürecinin ilerlemesinin şartı olarak yasal bir güvence kapsamına alma çabası kendi başına görüşmelerin baş aşağıya gitmesine sebeptir. Aynı zamanda Öcalan’a yakın HDP gibi nispeten meşru bir yapılanma varken ısrar ile Öcalan için yasal düzenleme çabası da sürecin baş aşağıya gitmesinde sebep olarak görülmektedir.

İkincisi Suriye’de doğan iktidar boşluğunu KCK’nın kendi lehine değerlendirme politikasını Türkiye’ye de dayatma çabaları.

Öcalan ve KCK Suriye’de doğan konjonktürden kendi lehlerine bir iktidar alanı fırsatı doğduğunu çözümlemektedir. Türkiye’nin Suriye politikasının bunun önünde engel olmaması için silahsızlanma adına gerçekleşen devlet/hükümet görüşmelerini kullanmaktadırlar. Yani silahsızlanma şartlarından biri de Türkiye’nin Suriye’de KCK’ye “sorun” çıkarmamasının sağlanması olmaktadır. Suriye’de KCK’nın iktidar alanının korunması hevesinde Türkiye’de Kürt Sorununun çözülmesi için doğan bu tarihi fırsatı kullanmak sürecin baş aşağı gitmesinin önemli sebeplerinden bir başkasıdır. Adeta Türkiye’deki imkân ve fırsatlar Suriye’deki konjonktüre feda edilmiştir.

Üçüncüsü silahsızlanma tartışmaları yaşanırken silahsızlanma gündemi veya dilinin HDP, Öcalan, KCK ve bunlara yakın basın yayın kuruluşlarında görülmemesi.

İmralı’da silahsızlanma görüşmeleri yapılırken sürecin sağlıklı yürütülmesi, güven verilmesi ve yol alınabilinmesi için sivil ve barışçıl bir dilin taraflara hakim olması gerekmektedir. KCK yöneticilerinin ve Öcalan’ın görüşmeler sürerken sürekli “halk savaşı” “büyük savaş” gibi söylemleri görüşmeler önünde engellerden birisidir. Örneğin Osman Baydemir ve Selahattin Demirtaş’ın “artık silahlar susacak” benzeri söylemleri bile Öcalan ve KCK’de rahatsızlık uyandırmakta ve bunlar açıkça kınanmaktadır. Onlara yakın basın kuruluşlarında bir barış değil bir savaşa hazırlık yapılması gerekiyor havası bu süreç boyunca, her zaman vardı.

 Burada belirtilenler sadece kaba bir özettir. Bu kaba özet bile çözüm sürecinin öne sürülen şartlardan dolayı neden ilerleyemediğini açıklamaktadır. Önder’in de içinde bulunduğu ve tarafı olduğu yukarıdaki yaklaşımın doğası gereği süreç zaten baş aşağı gitmeye mahkûmdu. Burada bir sorumlu aranacak ise dönüp öncelikle kendilerine bakmaları gerekir. Hayal bile edilemeyecek bir imkânı esasen Suriye’de ne olacağı belirsiz bir iktidar alanı için feda ettiler.

İran, ABD, İstikrar, İstikrarsızlık

İstikrar beklentisi üzerinden gelişmeleri değerlendirmek

Geçtiğimiz hafta İran’ın Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmekte belirleyici olan, söylendiği kadarıyla en yüksek düzeydeki komutanı Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesi, doğal olarak önemli etkiler oluşturdu. ABD saldırıyı gerçekleştirdikten sonra başkan Trump’ın açıklamalarında yapılanın doğru olduğunu ve bu saldırının çok önceden yapılması gerektiğini belirtirken, İran tarafı bu saldırının “intikamının” alınacağını söyleyerek ABD’ye tehditlerini yöneltti. Haliyle saldırının etkileri sadece bu iki ülkede görülmedi. Özellikle İngiltere, Rusya ve Irak duruma karşı reaksiyon verdi. Bunların yanında bazı ülkeler de dolaylı yollardan bile olsa, gelişmeler karşısında aldıkları pozisyonu göstermeye çalıştı. Bir yandan da saldırıdan hemen sonra istikrar kelimesi medyada dolanmaya başladı. Kimileri Süleymani’nin öldürülmesinin Orta Doğu’da siyasal istikrarsızlıkların devamı anlamına geleceğini özellikle belirtti. Siyasal istikrarı yakalamak için yapılması gereken veya yapılabileceklerin olduğunu söyleyenlerin sesleri belki biraz daha cılız kalsa da tartışmalar içinde kendilerine yer bulabildi.

ABD’nin Orta Doğu’da işi yoksa İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’da ne işi var?

Her ne kadar Sünni-Şii ayrımından dolayı İran’a ve özellikle Süleymani’ye tüm Müslümanlar olumlu bakmasalar da, Müslümanların önemli bir kesiminin İran’ın ve Süleymani’nin OD’daki, özellikle de İsrail’i çevreleme çalışmalarına çok az veya neredeyse hiç tepki vermediği ortada. Süleymani’nin ve İran’ın Sünni Müslümanlara karşı tavırları genellikle eleştirilirken, bu ikisi İsrail ve ABD karşıtlığı sergilediklerinde bu yöndeki eleştiriler çoğunlukla susuyor. Özellikle İran tarafının İsrail’i ortadan kaldırma isteği ve ABD’ye de olabildiğince zarar verme arzusu “Batı”yı ve “Hristiyan-Yahudi” tarafı düşmanlaştırmış kesimler tarafından olumlu olarak karşılanıyor. OD’da mümkünse sadece kendi etkinliğini görmek isteyen İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden politikalar yürütmesi İran tarafında olanlar için doğal ve normal olarak görülürken, küresel bir güç olduğu için kendi ülkesinin savunmasını OD’dan da başlatan ABD’nin kendince haklı sebeplerle OD’da olması kınanıyor. Güç mücadelelerinde, İran’ın kendi ülkesi dışında faaliyetler göstermesi, çoğunlukla “Batı” ve “Hristiyan-Yahudi” kesimler dışında, olumlu olarak görülürken, ABD’nin kendi ülkesi dışında güç dengelerini korumaya çalışması çoğunlukla Müslüman ülkeler tarafından kınanıyor ve engellenmeye çalışılıyor.

ABD ve İran arasında gelişecek bir savaş problemleri kökünden çözer mi?

Elbette İran ve ABD arasında gerçekleşebilecek sıcak savaş akıllara geliyor. Savaş şu anda her ne kadar istenmiyormuş gibi görünse de, bu ihtimal ciddi bir alternatif olarak duruyor. Hiçbir şekilde anlaşamayacak iki ülkenin ilişkilerinin varacağı son noktanın savaş olabileceğini bugüne kadar pek çok örnekte görmemizden dolayı bu ihtimali düşünmek mantıklıdır. Böyle bir savaşın tarafların isteklerini ne kadar gerçekleştirebileceği sorusunun cevabının şimdiden bilinmesi mümkün değil gibi görünüyor. Bir ABD-İran savaşının sonucunun İran’ın siyasal yapısını değiştirmesi bazı ılımlı İslamcıları bile köktenci hale getirebilir.

 Türkiye çekimser mi kaldı?

Şimdilik görülüyor ki, Türkiye gelişmeler karşısında çekimser bir tavır sergiliyor. Hükümetten biraz geç açıklamalar geldi. Bunun yanında hükümet, gelişmeler karşısında aktif bir rol oynamaktan çekinebileceği izlenimini verdi. Ayrıca Türkiye’nin doğrudan ilgili olduğu OD’daki pek çok durum ve kendisinden bağımsız gerçekleşen gelişmeler Türkiye için riskler taşıyor. Bu sebeplerden bunlarla da ilgili olarak Türkiye ABD ittifakından doğrudan uzaklaşmak ve özellikle Suriye meselelerinde masadaki çalışma ortaklarından bir tanesi olan İran‘ı karşısına almak istemiyor olabilir. Türkiye’nin net bir tavır ortaya koymamasındaki bir diğer neden, Türkiye’nin Sünnü-Şii ayrışmasında alacağı bir tavrın sonuçlarını kısa dönemde yaşamamak istememesi olabilir. Her ne kadar son sebep pek dillendirilmese de Türkiye’de Süleymani’ye gösterilen tepkiler Türkiye’deki Sünnü-Şii kültürel ayrımının ne durumda olduğu ve bunun etkilerinin neler olabileceği konusunda bir fikir verilebiliyor. Şimdilik Türkiye tarafı reaksiyonerliğin sonuçlarının maliyetini üstlenmek istemiyor gibi. Unutmamak gerekir ki elinizde olmayan gelişmeler yüzünden kendinizi bir anda sahada da bulabilirsiniz. Bu konuda Türkiye tarafı hazırlıklarını yapmış olmalı.

 

Kanal İstanbul ve Çatışmacı Siyaset

CHP’nin Kanal İstanbul’a muhalefeti pek çok kimse nezdinde inandırıcı ve etkili olamıyor. Bunun sebebi bence aşikâr: CHP’nin ve onun çizgisindeki çoğu sivillerin (sade vatandaşların) ve (TBB, TMMOB gibi) sözde (veya yarı) sivil toplum kuruluşlarının “yaptırmayız, ettirmeyiz” çizgisinin vazgeçmez, usanmaz, iflah olmaz yolcuları olması. CHP geleneği şimdiye kadar Türkiye’deki neredeyse tüm imar hamlelerine ve ekonomiyi serbestleştirme çabalarına karşı çıktı. Bu tavır toplum hafızasında derin izler bıraktığı için, bazı insanlar, çok da haksız olmayacak şekilde, CHP bir şeye karşı çıkıyorsa o şey doğrudur ve yararlıdır diye düşünmekten kendini alamıyor.

Bununla beraber CHP’yi tersinden rehber, doğrunun pusulası olarak kullanmak her durumda doğru olmayabilir. Genelleştirmelere dayanmak yerine vakaları kendi zeminlerinde ve meziyetlerinde değerlendirmekte yarar var. Kanal İstanbul meselesine de böyle bakılmalı.

Kanal İstanbul çok büyük bir proje. Tabiata çok yönlü ve kapsamlı bir müdahale. Bu yüzden, heyecanlı olmaktan ziyade ihtiyatlı olmayı gerektiriyor. İnsanlığın ortak tecrübesi tabiata çok büyük müdahalelerin içinde yaşadığımız eko-sisteme geri dönülmez ve/veya ağır zararlar verebileceğini gösteriyor. Dolayısıyla, projeye yönelik her itirazın değerlendirilmesi icap ediyor. Ancak, İmamoğlu’nun projeye karşı çıkmak için ileri sürdüğü on beş gerekçe arasında en ciddîleri Kanal İstanbul’un yer üstü ve yer altı su kaynaklarının ve çok miktarda tarım toprağının kaybına neden olabileceğine ilişkin olanları. Suya ve toprağa dair iddialar çürütülürse Kanal İstanbul’un önündeki en büyük çevre engeli ortadan kalkar. Diğer iddialar ciddiye alınabilecek nitelikte olmaktan uzak.

Kanal İstanbul projesi elbette siyasî bir boyuta sahip. Onu yapmak isteyenler de ona karşı çıkanlar da meşru ve resmî siyasî aktörler. Demokratik siyasette, usul kurallarına uyuldukça ve insan hakları yok farz edilmedikçe,  her pozisyon meşru. Yani bir imar hareketini yapmak istemek kadar ona karşı çıkmak da demokrasiye sığar. Binaenaleyh, tarafların rakiplerini siyasî meşruiyet alanının dışına atmaya çalışması, daha somut söylersek, projeye karşı çıkanların hain ve projenin kendisinin ihanet ve cinayet projesi olarak etiketlenmesi haksız ve yanlış. Bu çerçevede CHP’nin iktidara gelirse projeyi durduracağını söylemesi de olağan bir tavır. Keşke Gezi parkı meselesinde de şiddeti tahrik edeceğine aynı yerde durmuş olsaydı. Lakin mesele sadece siyasî değil, aynı zamanda çok ciddî teknik boyutları haiz. Teknik hususların (örneğin Terkos’a tuzlu deniz suyunun karışıp karışmayacağının)  siyasî yaklaşım farklarıyla değişecek olmaması beklenir. Bu yüzden,  sağırlar diyaloğuna dönüşen bir söz düellosuna girişmek, daha güzel bir sözle havanda su dövmek yerine, açık ve dürüst bir tartışmaya girilmeli. Hatta bu tartışmaya Türkiye’de siyasete taraf olmayan yabancı uzmanlar da çağırılmalı, katılmalı…

Kanal İstanbul konusunda kafam net olmaktan uzak. Tabiata müdahalenin çok büyük boyutlu olacak olması yüzünden ihtiyatlı olmaya ve yavaş ilerlemeye taraftarım. Ama bu duruşum bazılarının iddia ettiği gibi Gezi’de aldığım tavırla çelişmez. Gezi’de Kanal İstanbul ile kıyaslanmayacak kadar küçük çapta bir imar çabası vardı. Alanda ne yapılacağı ne çevrecilik ne de başka bir konu açısından hayatî bir öneme sahipti. Parka müdahale insan haklarına ilişkin bir hükümet icraatı değildi. Bu yüzden, tartışmalarda Gezi parkı alanına ne yapıldığı değil kimler tarafından yapıldığı önemlidir dedim ve seçilmiş meşru otoritenin karar alma ve uygulama hakkının sokak şiddetiyle ve kışla yapılmasına karşı çıkanların memnuniyetsizliğine, popülizme zirve yaptıran ‘biz, sadece biz halkız’ zihniyetine ve saçma sapan, komik bir bilimist anlayışa müracaatla engellenmek istenmesinin yanlış ve demokrasiye aykırı olduğuna işaret ettim. Hâlâ aynı noktadayım. Kanal İstanbul’u engellemek için hükümete karşı benzer şekilde şiddet kullanılırsa onun için de aynı yorumu yaparım. Birilerine göre yanlış olsa bile meşru otoritenin böyle bir kararı alma ve uygulama hakkı olduğunu söylerim. Dolayısıyla, ortada bir çelişki yok.

Türk siyaseti, maalesef,  uzlaşmacı olmaktan çok çatışmacı. Bu çatışmacı anlayış, tutum ve dil her kesimde yansıyor. İktidar olduğu için kamunun dikkatini daha çok Erdoğan’ın sert söylemleri çekiyor. Ama çoğu zaman çatışmacı dilde muhalefetin iktidardan aşağı kalır bir yanı yok.  Türkiye ne sadece iktidarın ne de sadece muhalefetin; hem iktidarın hem de muhalefetin. Bu yüzden, siyasî kanatlar bir tutum geliştirmeden önce, halka açık ve teknik boyutları öne çıkaran bir tartışma zinciriyle merak edilen hususların aydınlatılmasına katkı sağlanması memleket için her bakımdan çok daha yerinde ve yararlı olur kanaatindeyim.

 

 

Anayasaların Ruhu: Başlangıç Metinleri

Anayasaların başlangıç kısımları, pozitif hukuktan sayılmayan ancak anayasaların ruhunu, özünü ve yazılış felsefesini göstermesi sebebiyle pozitif normlara etki etmiş olan metinlerdir. Anayasaların başlangıç kısımları pozitif normların yorumlanmasında kullanılan bir araç olması sebebiyle ve anayasalarda pozitif norm olmayan hususlarda boşlukları doldurması sebebiyle oldukça önemlidir. Başlangıç metinlerinin genellikle çok uzun tutulmayıp edebî olmasına özen gösterilir, bu metinler devletlerin kuruluş ve yönetim felsefelerini anlatır ve ayrıca anayasanın kaleme alınırken nihai ilkelerini ve amaçlarını gösterir.

Başlangıç metinleri anayasal yargıda kullanılması sebebiyle de oldukça önem arz eder. Pozitif normlara etki etmesinin yanı sıra, var olan normların yorumlanmasında bir çerçeve oluşturmaktadır.

Ülkemizde ilk olarak 1961 Anayasasında kaleme alınan başlangıç metnine 1982 Anayasası’nda da yenilenerek yer verilmiştir. 82 Anayasası’nın ruhuna uygun bir şekilde kaleme alınan bu başlangıç metni, Cumhuriyetimizin temel ilkelerine olan vurgusu ile dikkat çekmektedir. 82 Anayasası’nın başlangıç metni adeta Atatürk ilke ve inkılaplarını vurgulama metni olmuştur ve bu vurgu eşliğinde devlet-birey konumlandırmasının nasıl olacağına dair ipuçlarını bizlere vermektedir. Adeta bir kutsama metnini andıran ve halen yürürlükte olan bu başlangıç metninin edebî bir kaygı içermediği de söylenebilir. Genel olarak bu kadar önemli bir metin, edebî kaygıyla kaleme alınan ‘teknik’ bir metin olmalıyken sanki siyasî bir nutuk havasında kaleme alınmış gibidir. 82 Anayasası’nın, devleti bireye karşı koruma ideali ile yazıldığı, bu başlangıç metninde tarafsız bir gözle okunduğunda çok açıktır. Anayasa gibi teknik bir metin, anayasacılığın getirdiği felsefe ile kaleme alınmalı ve devleti ‘düzenlemek’ gayesinden ziyade ‘sınırlamak’ ‘hukuki çerçevesini’ çizmek niyetinde olmalıydı. Hele ki 82 Anayasası’na baktığımızda kurumlarımızın yüzyıllar süren geleneği bir kenara bırakıldığında dahi 59 yıllık Cumhuriyetimizin yapısı bile belli başlı ihtiyaçları ve düzeni sağlıyordu. Anayasa bu açıdan bakıldığında aslında yazılırken devleti değil bireyin konumunu güçlendirmek üzerine kurulu olmalıydı. Normlarıyla bunu sağlamaktan çok uzak olan 82 Anayasası başlangıç metniyle de bunu sağlayamamıştır. Normlarının pek çoğu değiştirilmiş olan 82 Anayasasının başlangıç metninin değiştirilmesi de “demokrasiye aşık Türk evlatları” tarafından  muhakkak yapılmalıdır.

61 Anayasası ile 82 Anayasası’nın başlangıç metinleri karşılaştırıldığında ise 61 Anayasası’nın daha kısa, daha birey odaklı olduğu görülür. Direkt olarak “insan hak ve hürriyetleri” ifadesi 61 Anayasası’nda geçmektedir. Ancak 82 Anayasasında bu “temel hak ve hürriyetler” olarak değiştirilmiş ve vurgusu çok da fazla olamamıştır. 61 Anayasası okunduğunda daha ziyade bir darbe bildirisini anımsatmaktadır. Zaten metnin girişinde 60 darbesinden 60 devrimi olarak bahsedilmekte ve geri kalanında darbenin meşrulaştırılması çabası izlenimini vermektedir. 82 Anayasasında ise 1995 yılındaki başlangıç metni değişikliğiyle beraber darbe kısmı çıkarılmıştır. 82 Anayasasının başlangıç metni Atatürk ilke ve inkılapları üzerine kurulu bir manifesto izlenimini vermektedir. 82 Anayasasının başlangıç metninde dikkate değer en önemli farklılık ise kuvvetler ayrılığı vurgusudur.

Bu noktada, 82 Anayasası çağın gerektirdiği ve gerçek demokratik bir anayasanın içermesi gereken nitelikte bir başlangıç metnine sahip değildir. Özellikle başlangıç metnindeki devletçi anlayış, Atatürk devrimlerinin vurgusu ve bireyin silikleştirilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Elbette ki anayasaların başlangıç metinleri, ait olduğu devletin ve toplumun değerlerini içerisinde barındırabilirler ve bu metinler bu değerlere atıfta bulunabilirler. Hatta bu yapılmalıdır. Ancak bu yapılırken başlangıç metinlerinin pozitif normları yorumlarken kullanıldığını ve anayasa yargısı için önemli olduğunu unutmamak gerekir. Bu sebeple, normların yorumlanırken, bireyi önemsemesinin ve gerçek bir demokrasinin gereklerine göre yorumlanmasının zemini başlangıç metninde sağlanmalıdır. Anayasamızın başlangıç metninde yaşam hakkına, insanlık onuruna, evrensel insan haklarına, özgürlüklere özellikle vurgu yapılmalıdır. İnsan odaklı bir başlangıç metni yazılmalı, devleti korumacı bir anlayışın değil bireylerin huzurunu, refahını önemseyen bir anlayışın önemi vurgulanmalıdır.  Başlangıç metni, devleti sınırlandırmalı, evrensel insan hakları ilkelerine dayalı hukukun üstünlüğünü savunmalı, özgürlüklere vurgu yapmalı ve Türk Devleti’nin anlayışını ve anayasasını bu hizaya çekmelidir. “Anayasayı sıkıp suyunu çıkardığımızda üç damla akmalıdır; insana saygı, hemen!” anlayışında bir anayasamız olmalıdır. Bunun içinse derhal yapmamız gereken anayasaya ruhunu veren ve özünü ifade eden başlangıç metnine bu rengi çalabilmektir.

Uygarlık: Karşılıklı İş Birliğinden Yaygın İş Birliğine

Kişiler, gruplar, siyasî entiteler arasındaki farklar, çekişmeler ve kavgalar çoğu zaman insanlığın yeni başlamış olmayan, çok uzak bir geçmişten gelen yolculuğunun temel özelliklerini ve dinamiklerini gözden kaçırmamıza yol açıyor. Bu bazen o kadar yoğun oluyor ki, hadiseler ve onlarla ilgili yoğun enformasyon içinde, adeta, suda nefessiz kalmış gibi boğuluyoruz. Bu çerçevede, meselâ, uygarlığın ne olduğunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Sanki birden fazla uygarlık varmış/olabilirmiş gibi hayalî varsayımlar üzerinden medeniyetler çatışması ve medeniyetler ittifakı gibi daha çok sıcak siyasetle ilgili ama beşerî uygarlıkla bir alâkası olmayan tezler üretip kendi kendimizi oyalıyoruz.

İnsan tek başına bir medeniyet unsuru değil. Medeniyet toplu yaşamanın sonucu. Toplumlar (her türüyle) birbirinden şu veya bu açıdan ve çeşitli derecelerde farklı olabiliyor veya zaman içinde bizzat kendileri değişiklik gösterebiliyor. Ancak, toplumlar arasındaki ve aynı toplumların zaman içinde tezahür olan biçimleri arasındaki farklar hiçbir şekilde onların birbirlerinden ayrı medeniyetler olarak adlandırılmalarını gerekli, meşru ve yararlı kılacak kadar fazla olamıyor. Meselâ bir Türk toplumu ile bir Alman toplumu veya Türk toplumunun 1800’lerdeki hâl ve vaziyetiyle 1900’lerdeki hâl ve vaziyeti hakkında iki ayrı entiteden söz ediyormuş gibi konuşmamızı anlamlı ve yararlı kılacak farklar yok. Olan farklar küçük, meselenin özünü değiştirmeyecek farklar. Bunlara çok genel bir adlandırmayla kültür farkları adı verilebilir ama medeniyet farkları denemez.

Bütün beşerî uygarlık toplu yaşamanın ürünü. Birarada bulunma özelliği bazı hayvan türlerinde de bir ölçüde bulunmakla beraber bunların hiçbiri insanın toplu yaşama tecrübesiyle kıyaslanamaz. İnsanın toplu yaşaması bir tercih değil, bir zaruret. İçinde  yaşayacağımız toplumu değiştirmemiz mümkün olabilir ama toplu yaşama mecburiyetinde olduğumuz gerçeğini değiştiremeyiz.

Toplu yaşama insanlar arasında yoğun ilişkiyi kaçınılmaz kılar. Bu ilişki rekabet ve çatışma veya rekabet ve iş birliği hâlini alabilir. Uygarlığın ortaya çıkması ilkinin talî, sınırlı ve geçici, ikincisinin esas, geniş/genişlemekte ve daimî olmasını gerektirir. Nitekim öyle de olmuştur. Aksi takdirde insan cinsi dünyadan silinebilirdi.

Toplu yaşamanın hem gereği hem sonucu olan iş birliğinin ilk insanlardan bugüne var olmuş olan, bugünden kıyamete kadar da var olacak olan, yani biri diğerini gereksiz kılmayan ve tasfiye etmeyen/edemeyen iki temel türü var: Karşılıklı iş birliği ve yaygın iş birliği. Bu iki tür iş birliği bazı durumlarda farkına varılabilecek kadar birbirlerinden ayrışır, diğer bazı durumlarda yan yanadır, iç içedir; başka bir deyişle işbirliğinde her şey siyah beyaz değildir, gri alanlar da vardır.

Karşılıklı iş birliği küçük demografik hacme sahip (yani çok az nüfuslu) toplumlarda (topluluklarda) daha belirgin ve baskındır. Bu toplumlarda insanlar çoğu zaman birbirlerini tanırlar, beşerî ilişkiler yüz yüzedir. İnsanlar birbirlerinin özelliklerini ve ihtiyaçlarını önemli ölçüde bilir. İş birliği doğrudan karşılıklılığa dayanır; yani biri biri için bir şey yapıyorsa diğeri de onun için bir şey yapıyordur. Karşılıklı yapışlar gözlemlenebilir, ayırt edilebilir. Şüphesiz, iş birliğinin olması iş bölümünün olmasına bağlıdır. İnsanlar bütün ihtiyaçlarını bizzat üretiyor olsalardı iş bölümü olmazdı. Bu durumda insan ya hayatta kalamaz ya da çok ilkel şartlarda, T. Hobbes’un dediği gibi, kısa, korku dolu ve sefil bir hayat sürerdi. Bu yüzden birden fazla insanın bulunduğu her yerde iş bölümü ve dolayısıyla iş birliği doğar.

İş birliği yapılan insanların sayısının çokluğu ve iş birliği alanlarının fazlalığı ve genişliği insanların hayat seviyesini her bakımdan iyileştirir. İnsanın yapısı hayat şartlarını iyileştirmeye adeta programlı olduğu için, uzun vadede iş birliği kural ve iş birliğinin olmaması istisnadır. Bunun dışına çıkan durumlar kısa, sınırlı ve geçici olmak zorundadır. Yoksa, insanlık hep birlikte önce sefalete, sonra yok oluşa sürüklenir. Başka bir deyişle toplumların kendi içlerinde ve farklı toplumlar arasında ‘savaş’ sürekli olamaz. Savaşanlar sürekli düşman kalamaz. Savaşmış, hatta savaşmakta olanlar bile bir şekilde iş birliği yapar.

Ancak, karşılıklı iş birliği insan uygarlığının gelişmesine bugün bildiğimiz ve anladığımız ölçüde katkıda bulunamaz. Karşılıklı iş birliği yüz yüze gelmeye, karşılıklı tanınırlığa dayandığı için küçük toplumlarda ve sınırlı alanlarda vuku bulur ve kalır. Bilimsel araştırmalar bir insanın tüm hayatı boyunca tanıyabileceği ve bir ilişki geliştirebileceği insan sayısının 150 civarında olduğunu gösteriyor. Bunun ne gibi sonuçlara yol açabileceğini anlamak için izole edilmiş 150 kişilik toplumda iş bölümünün, iş birliğinin ve dolayısıyla hayat seviyemizin ne durumda olacağını hayal edelim. Elbette, 100 kişilik toplum 50 kişilik, 150 kişilik toplum ise 100 kişilik toplumdan daha fazla iş bölümü ve iş birliği alanı ve imkânı yaratacaktır. Bu fiiliyatta 100’lüğün 50’likten, 150’liğin 100’lükten daha uygar bir toplum olması anlamına gelecektir.

İnsanlık karşılıklı iş birliğinin ötesine geçemeseydi bugünkü ölçüde geniş toplumlar ve uygarlık doğmazdı. Şükürler olsun ki insan cinsi başka hiçbir türün yapamadığını gerçekleştirerek, karşılıklı iş birliğinden geniş (yaygın) iş birliğine geçti. Bunun anlamı, iş birliğinin, ilginç şekilde, insan aklının alamayacağı şekilde genişlemesiydi. Karşılıklı iş birliğinde iş birliği birbirini tanıyan insanlar arasında ve genellikle doğrudandır. Geniş iş birliğinde ise birbirini tanımayan, hatta çoğu zaman tanıması imkân ve ihtimali de bulunmayan, hiç kimsenin tam sayısını bilemeyeceği sayıda insan arasında dolaylı iş birliği ortaya çıktı. Elbette para, ahlâk ve hukuk kuralları gibi bunu hem kolaylaştıran hem de genişleyen iş birliği tarafından zorunlu kılınan kurumlar da doğdu. Yaygınlaşan iş birliği ile iş bölümünün genişlemesi arasında da bir ilişki vardı. Geniş iş birliği gelişen iş bölümü tarafından zorunlu kılınırken gelişen iş bölümü de iş birliğinin gelişmesini icap ettirdi.

İnsan toplumları hâlihazırda hem karşılıklı iş birliğine hem geniş iş birliğine dayanıyor. Ancak, uygarlık daha ziyade geniş iş birliğinin eseri. Bu olmasaydı, çok eski atalarımızınkinden biraz yukarıda, ama bugünkü hayatımızla karşılaştırılamayacak gerilikte hayatlar sürdürüyor olurduk. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: İş bölümünü geriletmeyi veya tamamen tasfiye etmeyi amaçlayan (Marksizm gibi) projeler hem tarihin çarkını tersine çevirmeye çalışan hem de uygarlığı yıkmaya yönelen arkaik düşüncelere dayanmaktadır.

Son olarak ele alınması gereken bir husus, karşılıklı iş birliğinde ve geniş iş birliğinde insanları davrandıkları şekilde davranmaya iten şeyin ne olduğudur? Başka bir deyişle, insan davranışları tek taraflı ve karşılıksız fedakârlığa, yani diğergamlığa mı dayanıyor yoksa öz-çıkar (kişisel çıkar) arayışına mı dayanıyor. Uzatmadan söyleyelim: Her ikisine de. Ne radikal bireycilerin söylediği gibi sırf öz-çıkarımızla ilgili varlıklarız ne de çeşitli versiyonlarıyla kolektivistlerin söylediği gibi sırf diğergamlılığa dayanan/dayanması gereken varlıklarız. Aile başta olmak üzere çok yakınlarımızla olan ilişkilerimizde diğergamlığa ve tanımadığımız ve tanımayacağımız insanlar yanında çoğu tanıdığımızla olan ilişkilerimizde ise öz-çıkara, öz-iyilik motivasyonlarına dayanırız. İkisi de gerekli ve kalıcıdır. Diğergamlık ortadan kalkarsa insan makineleşir ve insan türü sona erer; öz-çıkar, öz-iyi arayışı ortadan kalkarsa insan barbarlık seviyesine döner ve varlığını sürdürme imkânları azalır. Bu yüzden, diğergamlığa veya öz-iyi arayışına savaş açmak yerine, birini diğerinin yerine ikame etmeyi telkin eden fikirlere ve toplumsal projelere karşı uyanık olmak daha doğru bir tutum olur.

Bize Liberal Bir Dokunuş Lazım

0

Modernleşme süreci kimi toplumlarda yerini post moderniteye bırakırken kimi toplumlarda ise halen tamamlanamamış vaziyettedir. Ne yazık ki bulunduğumuz coğrafyada da modernleşme süreci tamamlanabilmiş değildir:

Modernleşme süreci insanoğlunun yıllar yılı birikimlerinin sonucunda ortaya çıkan rasyonel insan aklının etkinleşmesi, bilginin kutsanması ve sorgulamanın her alanda, gerçek anlamıyla uygulanmasıdır. Medeni toplumlar bu modernleşme aşamalarını tamamlayarak, fikirlerini, sosyal yapılarını ve kültürlerini, üretim mekanizmalarını ve kurumlarını yenilediler, geliştirdiler; insan odaklı ve insanlığın sorunlarını çözmeye odaklı bir sistem anlayışı ve arayışı içerisine girdiler. Bütün bu süreçler yaşanırken bu öylesine güçlü bir hâl aldı ki var olan ahlâkın bile sorgulanması acımasızca yapıldı. Bana göre Nietzsche’nin “Tanrı öldü” deyişi bu manada en çarpıcı olandır. Nietzsche yaptığı çalışmalarla alışılagelmiş ahlâkı (yaşadığı coğrafyada bu Hristiyan ahlâkıydı) sorgulayıp yenisini inşa etme hevesinde bulunmuştur ancak buna ömrü vefa etmemiştir ve bazı iddialara göre bundan kendisi de pişmanlık duymuştur. Her ne olursa olsun bu durum Batı toplumlarında modernleşme ile fikirlerin ve insan aklının ne kadar güçlendiğini göstermiştir. Bizim coğrafyamızda ise bu süreçler maalesef tam anlamıyla yaşanamamıştır.

Hiç şüphesiz modernleşme sürecinde ortaya çıkan siyasal akımlar da oldukça güçlüdür ve önemlidir. Temel olarak liberal veya sosyalist temeller üzerine kurgulanan bu fikirler halen tartışılmakta ve çalışılmaktadır. Ortaya çıkan bu fikir akımlarının, absürt ve radikal olanları hariç, çoğu insanlık onurunu, adaleti, eşitliği, özgürlüğü vaat etmektedir. Bu düşüncelerden sosyalizmi benimseyenler, yöntem olarak bireyi ve haklarını değil kolektif anlayışı ve çıkarları savunmuşlardır. Liberal ilkeler ise bireyi ve haklarını önemsemiştir. Yıllar sonra görülmüştür ki gerçek manada bireyi önemsemeyen hiçbir görüş vaatleri ne olursa olsun başarılı değildir ve olamayacaktır:

Sosyalizmi benimseyen ve uygulayan ülkeler de, kolektif bir yaşam inşa ederken; insanlık onurunu, insanlığın gelişimini, ilerlemeyi, eşitliği, özgürlüğü ve adaleti savunuyordu. Ancak bu ülkelerde yaşananlar bu vaatlerin koca bir aldatmacadan ibaret olduğunu bizlere gösterdi. Sosyalist bir anlayışın başarılı olabildiği neredeyse hiçbir alan yoktu. Kolektif çıkarlar, bireyin yaşamı söz konusu olsa dahi, bireyin çıkarından daima öndeydi. Çoğu zaman ise kolektif çıkarlardan kasıt, komünist partinin veya sistemin çıkarıydı, toplumun değildi. O tarihlerde yaşananları okuyanlar, araştıranlar görecektir ki sosyalist ülkelerde insan olmak; eğer güçlü ve sistem içerisinde ilerlemiş biri değilseniz, çekilecek çile değildi. İşin kötü yanı bu acı tecrübelere rağmen bugün bile sosyalist fikirlerin veya kolektif anlayışın temas ettiği her fikir insan aklını yok saymakta, bilgiyi bir çerçeve ile sınırlamakta ve kesinlikle sorgulamaya karşı çıkıp itaat kültürünü benimsetmektedir. Sosyalist fikirlerin temas ettiği yapılara bakıldığında ortak özelliklerin şunlar olduğu görülecektir: Bireyi önemsemez, kolektif çıkarlardan söz eder, spesifik bir amaç yoksa insanlığın kurtuluşunu, özgürlüğü, adaleti, eşitliği kullanır ve bu değerleri yalnızca kendi varlığına indirger, bireyin görevi makine gibi hareket etmek, itaat etmek, kendisine verilenle yetinmek ve asla sorgulamamaktır.

Oysa otantik liberal anlayışın en imrenilesi tarafı da tam olarak bunlarla ilgilidir: Otantik liberalizm yaşam, hürriyet ve mülkiyet haklarının bireyin dokunulmaz hakları olduğunu (hürriyet ve mülkiyet hakkı, sadece evrensel ilkelere dayalı bir hukuk anlayışı ile ‘geçici’ olarak sınırlandırılabilir) ilke olarak kabul etmiştir. Bu hakların korunması için anayasacılık anlayışına öncülük etmiştir. İnsan haklarını öncelemiş, evrensel boyutta kabul etmiş ve çeşitli arayışlara teşmil edip belli başlı mekanizmaların kurulmasını sağlamıştır. İnsanlığın gelişimi için oldukça önemli olan ticari ağları korumuş ve serbest piyasaya dayalı ekonomi ile rekabetin bireyin çıkarına olan yönünü ortaya koyabilmiştir. Fikir özgürlüğüne sahip çıkmış ve en uç fikirlerin bile dillendirilebilmesi hakkını savunmuştur. Gerçek bir demokrasinin altyapısı şüphesiz ki bu bahsettiğimiz liberal ilkelerle mümkündür.

Şimdi bir düşünelim: Ülkemizdeki bütün fikirler, bütün gruplar, siyasi partiler, yapılar vs. adları amaçları idealleri ne olursa olsun; bu temel ilkeleri benimsediğinde ne olur? Anayasamız “birey”   odaklı olsa, eğitim sistemimiz güçlü bireyler yetiştirecek altyapı ile donatılsa, dış politikasında bile “insancıl bakış” açısını geliştirmiş olan ülkemiz insan hakları ve insan onuru temelli bir yönetim-adalet sistemini gerçek manada benimsese nasıl olur?

Bu coğrafyada bütün bu ilkelerin, çeşitli fikirlere temas ettiğini düşündüğümüzde bu topraklara olan umudun/umudumuzun daha da artacağı gerçeği aşikârdır. Ülkemizde benimsenen belli ideallerin, fikirlerin, düşünce akımlarının liberal ilkelere temas etmesi, özünde liberal ilkeleri benimsemesi demek, Anadolu’ya karşılıklı anlayışın, hoşgörünün, özgürlüğün, adaletin hâkim olması demektir. “İnsanın yaşaması” demektir. Bireylerin sorgulaması, düşünmesi demektir. Özgürlüğün ışığının Anadolu çehresi ile insanlığa ışık olması demektir. Liberal ilkelerin var olması demek; ötekini de anlayabilmek, hakikatin ortaya çıkabilmesi, daha doğru olana ulaşabilmek için bütün fikirlerin özgürce söylenebilmesi, çarpışabilmesi demektir.

 

Haldun BARIŞ

27 Yaşında Bir Fidan: Liberal Düşünce Topluluğu

LDT’nin Kuruluşu

Liberal Düşünce Topluluğu’nun İstanbul Seminerleri programı içinde değerli fikir insanı, öncü liberal kanaat önderi Gülay Göktürk 5 Aralık’ta “Fikir İhtilafı ya da Fikrî Düşmanlık” başlıklı çok dolu ve anlamlı bir seminer verdi. Göktürk insanlar arasında fikir ihtilaflarının olağan, doğal bir durum olduğunu söyledi. Fikir ihtilaflarının fikrî düşmanlığa çevrilmesinin zararlarına ve farklı fikirdekilerin bir arada bulunmasının önemine ve yararına dikkat çekti. Burada (kastının) ırkçılık, faşizm gibi insanlığa aykırı fikirler değil makul, mutedil fikirler olduğunu ve bu radikal fikirdekiler ile birarada bulunmanın mümkün olmayacağını özellikle belirtti. Seminer çerçevesinde örnek vaka olarak da genel olarak liberal çevrelerdeki, özel olarak LDT’de fikir farklılıklarını ve ayrışmaları ele aldı. Liberallerin fikir farklılıklarına rağmen birarada kalmalarının, bu mümkün olmuyorsa bile farklılıkları düşmanlığa taşımadan diyalog içinde bulunmalarının gereğine vurgu yaptı. Soru-cevap kısmında da mesele muhafazakârlar, AK Parti’nin ve iktidarlarının geçmişten bugüne durumu, AK Parti iktidarlarına karşı geçmiş mevcut, muhtemel, müstakbel tavrı üzerinden -bazen fazlasıyla heyecanlı, hatta taşkınlığa dönüşen- tartışmalar yapıldı.

Hem Gülay Göktürk’ün bu ufuk açıcı semineri hem de LDT’nin 27. yaşını tamamlıyor olması münasebetiyle LDT hakkındaki bazı bilgileri ve düşüncelerimi, biraz da tarihe not düşme endişesiyle ve amacıyla, yazıya aktarmak istiyorum.

Daha önce de, hem de birkaç defa, verdiğim kimi bilgileri, yazılarımı düzenli takip edenlerin affına sığınarak, tekrar etmek suretiyle işe başlayacağım. LDT bir entelektüel akademik oluşum olarak ortaya çıktı. Bu yüzden LDT’ye bir hareket demek yanlış olur. Hareket olması istenseydi LDT değil LDH adını alırdı. Ne olması gerektiği benim geliştirdiğim önerilerle ve yine benim düzenlediğim ve yönettiğim bir toplantıda tartışıldı ve entelektüel oluşum fikri ve LDT adı benimsendi. Bu doğruydu, zira hareket kitlevî bir büyüklük ve bütünlük, hiyerarşik bir yapılanma ve aktivist hareketlilik gerektirirdi. İstediğimiz bu değildi. Geride kalan çeyrek asrı aşkın süre bu kararın isabetli olduğunu kanıtladı.

Esasen LDT’nin temelleri, önceden söylemekten utanıyordum ama şimdi tarihî bir gereklilik ve hakşinaslık icabı belirtmem gerekiyor, 1980’lerin sonlarında ve 1990’ların hemen başlarında benim tarafımdan ve benim öncülüğümde atıldı. Daha Yeni Forum Dergisi’yle bağlarımızı koparmamışken ben oradaki gençleri etrafımda toparlamakla meşguldüm. Yeni Forum ile bağlar gevşeyince ortak mekân ve çatı imkânı ortadan kalktığı için adı sanı belli bir yapılanma giderilmesi gereken bir ihtiyaca dönüştü.

Kuruluşta rol alan diğer önemli iki isimden biri olan Kâzım Berzeg Bey yalnızlığı kaderi olarak görmüş, benimsemiş ve kendi kabuğuna çekilmiş “hakiki” bir liberaldi. Bir tür yalnız kurt idi. Bu tür bir oluşumu gerçekleştirmek için gecikmişti ve sanıyorum bunu yapmak da istemezdi. Mustafa Erdoğan ise tarz ve sosyal ilişkiler bakımından bu tür bir işe istekli ve istidatlı değildi. Akademik çalışma dünyası ona daha cazip görünüyordu. Nitekim LDT’nin kuruluşunda olsun, kuruluşundan sonraki ilk yıllarda olsun (geçirdiği kalp krizine kadar) Kâzım Bey gayet istekli, aktif ve fedakâr; Mustafa Erdoğan ise yavaş ve mütereddit bir pozisyon aldı.

Böyle bir düşünce kuruluşu oluşturabileceğinin ve bunun çok yararlı olabileceğinin en çok farkında olan kişi bendim. Hayek çalışmam sayesinde Hayek ile IEA kurucusu Anthony Fisher arasındaki ilişkiyi bilmem, zaten o yolda yürümekte olan biri olarak şahsımı daha kararlı duruma getirmişti. Mustafa Erdoğan’la beraber 1992 yazında İngiltere’ye yaptığım iki buçuk aylık ziyaret LDT’nin ortaya çıkışında bir dönüm noktası oldu. O yaz Buckingham Üniversitesi’nde ziyaretine gittiğim fikirdaşım ve arkadaşım müteveffa Norman Barry bana IEA’ya gitmemi tavsiye etti. Ancak, bundan önce olan bir şey daha vardı. Ben okumalarımdan sadece IEA’yı değil Mont Pelerin Cemiyeti’ni de öğrenmiştim. Tesadüfe bakın ki ek iş olarak çalıştığım -Seyfi Taşhan tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan- Dış Politika Enstitüsü’ne dünyanın değişik yerlerindeki kuruluşlardan basılı malzemeler gelmekteydi ve ben bunların tamamını, meraklı da olduğum için, incelemekteydim. ABD’deki muhafazakâr Heritage Foundation malzeme ileten kuruluşlardan biriydi. Ondan gelen bir zarfta, bir politika raporuna ilaveten 1992 MPS Kanada Genel Toplantısı duyurusu da vardı. Bu duyuruyu, yanlış hatırlamıyorsam, Mart 1992’de gördüm. O zaman hem Yardımcı Doçent olarak Hacettepe Üniversitesi İİBF’de hem de, dediğim gibi ek iş olarak, DPE’de çalışmaktaydım. Bunun üzerine MPS’e bir mektup yazdım. Türkçede liberalizm üzerine ilk kitabın yazarı olduğumu söyledim ve toplantıya katılmak istediğimi belirttim. Yazın İngiltere’de olacağımı da ekledim.

Barry ile görüşmemden sonra ben IEA’ya gitmeden IEA’dan bir görevli bana, kaldığımız evin telefon numarasından (Norman Barry’ye bu numarayı bırakmıştım) ulaşarak MPS toplantısına davet edildiğimi ve bana bir burs verileceğini bildirdi. Memnuniyetle kabul ettim ve İngiltere’ye “tek giriş” vizesine rağmen Kanada’daki toplantıya gittim. Gitmeden önce kartvizite benzetilmiş beyaz kağıtlara Dr. Atilla Yayla olarak ismini yazdım ve altına “Association for Free Thinking” (Hür Düşünce Topluluğu) ibaresini ekledim. Toplantıda tanışacağım kimselere kendimi bir liberal düşünce oluşumunun mensubu olarak takdim etmek istiyordum. Bu isim vaktiyle Ankara SBF’de merhum Hasan Celal Güzel tarafından kurulan Hür Düşünce Kulübü’nden mülhemdi. Ancak zamanla, müzakerelerimizde, hem Güzel’in sert milliyetçi geçmişi hem de tarihin yükünü omuzlamama arzusu yüzünden o isimden vazgeçtik. Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni ise bilmiyorduk. Bilseydik, belki de o ismi benimserdik.

1991 Sonbaharında Mustafa Erdoğan doçent oldu. Ben ideolojik sebeplerle geri çevrildim. 1992 Sonbaharında doçentliği aldım. Bu esnada Kâzım Berzeg Bey ile de tanışmış ve birbirimizi sevmiştik. Kâzım Bey bilge bir insandı, büyük özgüveni vardı ve bizim gibi ‘’çulsuz’’ değildi. Onun varlığı ve istekliliği bu yolda ilerlemede cesaretimi ve kararlılığımı artırdı.

Bir oluşum zaten adı konulmadan ortaya çıkmaktaydı. Grubun öncüsü, organizatörü olarak gayet aktiftim. 26 Aralık’ta Yüksel Caddesi’nde o zamanki Pigalle Restaurant’da  (Kızılay’da, şimdi yerinde Berrak İşhanı var) bir akşam toplantısı organize ettim. Toplantıya 9 kişi çağırdım. Hepsi geldi. Geçenlerde evraklarıma göz atarken Turan Yay’a hitaben el yazısı ile yazdığım 5 sayfalık bir mektup buldum. Mektubu gönderip göndermediğimi hatırlamıyorum. Mektupta liberal fikirlerin önemini ve az sayıda liberal olarak çok zayıf ve yalnız durumda olduğumuzu anlatıp, bir şeyler yapmayı konuşmak üzere Ankara’da bir toplantı yapacağımızı söyleyip kendisini toplantıya katılmaya davet ediyorum. Toplantının tarihi 26 Aralık idi. Mektubun tarihi ise 15 Aralık. Niye Turan Yay denirse, Yay’ın Hayek üzerine doktora tezi yazdığını ve bizim ondan böylece haberdar olduğumuzu söyleyebilirim.

LDT bu toplantıyla kuruldu. Bunun hikâyesini başka yerlerde de anlattım. Tekrara gitmeyeyim ama şunu söylemek şart: Kuruluştan sonra LDT ve işleri benim hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu. Zaman içinde biriken muazzam zaman, düşünce, gayret ve enerjiyi LDT’ye, bilerek ve isteyerek, asla yüksünmeyerek tahsis ettim. Çabalarında özellikle Kâzım Berzeg’den ve bir ölçüde Mustafa Erdoğan’dan destek gördüm. Ama ilk yıllarda öğrencilerim Gözde Ergözen, Özlem Çağlar Yılmaz,  Engin Özülgen, Cansel Erkal ve Sibel Yaman da katkılar yaptı. Bu yüzden bu isimlerin de LDT’nin kuruluşunda harcı olduğunu söylemem doğru olur. Sonraki zamanlarda bu listeye elbette başka isimler de eklendi ve LDT zaman içinde hayli büyük bir insan gücünün geldiği, gelip geçtiği bir yer oldu.

 

LDT’de Daimî Genişleme ve Küçülme

Ankara’da bunlar olurken İstanbul’da bizlerle ruh ve karakter ortaklığı olduğunu sonradan öğrendiğimiz önemli bir isim de kendi başına ama aynı istikamette ilerlemekteydi: Gülay Göktürk. Besim Tibuk da renkli karakteri ve basit söylemi ile liberal kanatta görünür olmaktaydı. Her ikisiyle de temasları ben yanıma aldığım arkadaşlarla ziyaretlerine giderek kurdum.

Ankara’daki liberal ekip olarak yayıncılığa yeni adım atan Ünal Sevindik’in Siyasal Kitabevi üzerinden bir entelektüel hamle yaptık. Ben bir iki televizyon programında göründüm, birçok toplantıya katıldım ve konferanslar verdim. LDT’nin adı da bizim adımız da duyulmaya başladı. Yavaş yavaş çekim merkezi olduk. Düzenli toplantılar yapmaya koyulduk. Zaman aktıkça faaliyetler arttı ve çeşitlendi. Yirmiyedi yıllık faaliyetlere bakınca inanılmaz bir zenginliği görmek mümkün; meselâ, yaklaşık yirmi beş yıldır Ankara’da, on yıldır İstanbul’da haftalık seminerler düzenleniyor. Her yıl Liberal Düşünce Kongresi yapılıyor. Kitaplar yayınlanıyor. Bu faaliyetlerdeki istikrar ve süreklilik dahi kendi başına çok şey ifade ediyor.

LDT kolektivizmin boğucu ortamında yeni belirmekte olan bireycilerin bir tür “yardım Allah!”  çığlığı olarak doğdu. Başını çekenler olarak ben ve çalışma arkadaşlarım neler yapabileceğini ve işlerin nereye varabileceğini bilmiyorduk, bilemezdik. Bir kurum kültürümüz de yoktu. Bazen dediğim gibi hem öksüz hem yetimdik. Ne bir tarihî entelektüel miras ne de bir kurum (dergi, dernek, vakıf) devraldık. Adeta sıfırdan yola çıktık. LDT, kader öyle getirdiği için diyelim, öncüydü, ama tekel kurma ve olma iddiasıyla yola çıkmadı. Liberal fikriyatın gelişmesi ve liberal oluşumların çoğalması temel arzumuzdu. Bu yüzden LDT bünyesinde merkezler kuruldu. Beklenen, umulan, ilgili arkadaşların çapına ve performansına bağlı olarak, bu merkezlerin önce gelişmesi sonra bağımsız kuruluşlar hâline gelmesiydi. Bu aynı zamanda liberal camianın genel soyut olana kapılıp uzmanlık bilgisi edinememesinin ve soyut ilkeler etrafında bir kısır döngüsü yaşamasının da önüne geçilmesine yardımcı olacak bir adım olacaktı ama maalesef umulan bulunamadı.

Bu arada bir taraftan LDT devamlı katılımlarla ve içindekilerin çevre genişletmesi, statülerinin yükselmesi yoluyla güçlendi bir taraftan da fikir veya karakter zıtlık ve çatışmaları yüzünden bazı kimseler LDT ile yolunu ayırdı. Bunların bir kısmı liberal camia içinde kalırken bazıları liberal fikirleri tamamen terk etti. Genellikle sanıldığı gibi LDT içindeki ayrışmalar 2013’te değil daha eski bir tarihte vuku bulmaya başladı. İlk belirgin ayrılık dalgası, 1997 post-modern darbesinin sonuçları üzerinden oldu. Birkaç arkadaş Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin başına gelene benzer biçimde başörtüsüyle ilgili tartışmalar yüzünden liberalizmi adeta bir hayat tarzı meselesine indirgedi, LDT’de başörtüsü kullanma özgürlüğünü de kapsayacak genel özgürlük savunusu yapanların olmasından rahatsızlık duydu ve camiayı terk etti.

Bir sonraki ayrılık dalgası iç içe geçmiş şekilde benim 5816 sayılı kanuna muhalefetten yargılanıp mahkûm edilmem ve LDT’den bazı isimlerin Hırant Dink cinayeti tartışmalarından aldığı pozisyon yüzünden doğdu. Bu arkadaşlar daha milliyetçi ve devletçi eğilimlere sahipti. Ancak, bu ayrılışlar hem ülkenin genel durumu hem de ilgili kişilerin daha sonra bu işlerle pek uğraşmamaları yüzünden fazla dikkat çekmedi ve unutuldu gitti.

Bir başka ve bu sefer daha dikkat çeken ayrılık dalgası 2013’ten sonra vuku buldu. Lakin bu dalganın kökleri de aslında 2007-2008’e kadar gidiyor. Bence merkez sağın daha dindar versiyonu olarak iktidara gelen ve gerek demokrasi gerek piyasa ekonomisi lehine reformcu adımlar atan AK Parti’ye bakış, LDT’deki liberaller arasında gitgide zıtlaşan iki pozisyon ortaya çıkarmaya başladı. İlk pozisyon AK Parti iktidarlarının muhteşem bir demokrasi ve kusursuz bir piyasa ekonomisi kurma yolunda ilerlediğini, artık her şeyin değiştiğini, Türkiye’nin geri dönüşü olmayan bir devrim yapma yoluna girdiğini söylemeye başladı. Bazıları, elbette kendi tercihleriyle, AK Parti ve iktidarla doğrudan doğruya veya dolaylı -zaman zaman maddî boyutları da olan- ilişkilere girdi. Aralarında  bu satırların yazarının da bulunduğu başka bazı arkadaşlar ise AK Parti’nin bir parti, liderinin bir siyasî lider olduğunu, siyasetin, parti olmanın ve liderlik yapmanın mahzurlarının ve dezavantajlarının onlarda da boy gösterebileceğini, bu yüzden AK Parti ve iktidarlarının icraatlarını toptan şu veya bu istikamette değerlendirmek yerine liberal ilkeler açısından “doğru” olduğu düşünülen bir şey yapıldığında desteklemenin ve “yanlış” olduğu düşünülen bir şey yapıldığında eleştirmenin, uyarmanın daha doğru ve yararlı olacağını söyledi. Yani bu pozisyon toptancılığın ve angaje veya toptan karşıt olmanın yanlışlığına dikkat çekti. Ancak, bu pozisyonda olanlar diğer arkadaşlarını dışlamadı, etiketlemedi, onlara neden bizim gibi düşünmüyorsunuz ve davranmıyorsunuz diye saldırmadı, baskı yapmadı.

Doğal olarak, herkes kendi doğru bildiği yolda ilerledi. Neticede herkes yalnızca kendisini temsil ediyordu. 2013’te Gezi olayları patlak verince LDT içinde ilk pozisyonda olanların kimisi hızla -hatta hemen- kimisi yavaş yavaş, bu sefer Ak Parti’nin demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığını, ülkenin tüm probleminin sadece AK Parti iktidarlarından, bilhassa Tayyip Erdoğan’dan kaynaklandığını söylemeye başladı. Tavırları gitgide daha toptancı ve öfkeli bir hâl aldı. Üstelik sadece iktidara, Erdoğan’a karşı tavır almakla kalmayıp kendilerinin analizlerini paylaşmayan, onlar gibi düşünüp onlar gibi tutum almayan arkadaşlarını da kınamaya, etiketlemeye yöneldi. Bu tavır bir süre sonra neredeyse sağduyunun tamamen ortadan kalktığını düşünmeye sebep olacak olaylarla kamuya yansıdı.

Böyleleri Gezi olaylarında yalnızca aşırı polis şiddetini, yer yer protesto hakkının ihlâl edilmesini, Erdoğan’ın sert sözlerini gördü. Park ve sokak işgallerini, polise ve sivil vatandaşlara karşı şiddet kullanılmasını, sokak şiddetiyle ülkeyi idare edilemez duruma getirmek ve buradan bir iktidar değişikliği çıkarmaya çalışılmasını ve nihayet demokratik usul kurallarının ve seçilmiş meşru otoritenin insan haklarına ilişkin olmayan bir alanda takdir, karar ve icraat hak ve yetkisinin çiğnenmek istenmesini görmedi. Bu görmemezlik 17/25 Aralık ve 19 Ocak’ta kendini tekrar etti. Fanatik iktidar karşıtlarına göre 17/25 Aralık’ın polis/yargı eliyle iktidar indirme arayışıyla uzaktan yakından alâkası yoktu, o sadece olağan bir yolsuzluk operasyonuydu. En kötüsü 15 Temmuz darbe teşebbüsüne gösterilen veya gösterilmeyen tepkiydi. Erdoğan nefreti ağır bastığı için darbenin Erdoğan üzerinden demokrasiye yapıldığı görülmedi, önemsenmedi, hatta travma öyle ağırlaştı ki darbe açık, net ve kuvvetli şekilde kınanamadı. Darbeyi açıkça destekleyenler ve darbeciler başarılı olamadı diye üzülenler bile oldu.

Bütün bunlara rağmen önemli bir ayrışma olmayabilirdi. Farklı görüş mensupları belki beraberliklerini azaltırlar ama aynı platformda yer almaya devam edebilirlerdi. Kategorik iktidar muhaliflerine dönüşen ve öfkeleri sel gibi taşan kimselere diğer arkadaşları artık bizimle kalamazsınız demedi. Onlar kendileri gibi düşünmeyen, onların fikirlerini paylaşmayan arkadaşlarıyla birarada kalmak istemedikleri için yollarını ayırdılar. Zaten LDT geleneğinde kendileriyle kurumsal olarak yolları ayrılan bir iki kişi vardır ve bu fikir farklılıklarından değil başka sebeplerden vuku bulmuştur.

LDT’ den yollarını ayıran bazıları ne yazık ki vefalı ve dürüst davranmak yerine, kendi geçmişlerini de unutarak, arkadaşlarını bağımsız olmamakla, iktidara kapılanmakla itham etmeye başladı. Onlara hemen hemen hiç kimse cevap vermedi. Ben de önce vermedim. Hatta bir dernek kurmaya kalkıştıklarında destek verdim ve bir köşe yazısıyla tebrik edip başarılar diledim. Aynı karşılığı göremedim. Terbiyesizlik seviyesine ulaşan bir iki durumda işi şahsileştirmeyen kısa cevaplar verdim. Onlarsa LDT’nin bittiğini, misyonunu yitirdiğini iddia ettiler, LDT’nin altını oymak için birçok üyeyle yıkıcı şahsî temaslar kurmak istediler. Bu hikâyeyi de bir gün daha ayrıntılı olarak yazabilirim.

LDT’nin İşleyiş Kültürü

LDT Türkiye’de benzerine pek rastlanmayan bir varlık tarzına ve işleyiş kültürüne sahip. Bunu anlamak egemen kültürel ve zihnî kodlardan dolayı zor. Bu zorluğun sonuçları sadece LDT’ye dışardan bakanlarda değil bazen LDT içinde zaman harcamış ve hâlen harcamakta olan kimselerde de tezahür edebiliyor. Bu yüzden LDT’nin ne olduğuna ne olmadığına işaret ederek anlatmaya çalışayım.
LDT bir dernek. Bu statüyü alması, bazı faaliyetler resmî bir statüyü gerekli kıldığı için vuku buldu, yoksa bir entelektüel oluşum olarak dernek olmaya mecbur ve mahkûm değildi. LDT, savunulan ve temsil edilen fikirlerin nitelikleri yüzünden ve onların doğal bir sonucu olarak, hiyerarşik bir örgüt değil, bir platform. Liberal çizgileri ve renkleri bünyesinde toplamaya, onlara zemin açmaya çalışan bir toparlanma. LDT geniş anlamda liberal düşünce geleneğinin tüm ana renklerini içinde barındırabiliyor. Basitleştirmek için söylersek, merkez çizgi klasik liberal ama anarko-kapitalizme ve sosyal liberalizme eğilimi olan arkadaşlar da var.
LDT bir kurumsal siyasî çizgiye sahip değil. İçinde siyasete ilgi duyanlar da hiç duymayanlar da var. Kurum olarak şu veya partiyi teşvik etmeye veya engellemeye yönelmiyor. LTD’nin bir siyasî tercihi yok. LDT yönetimi hangi seçimde kim desteklensin diye toplantı yapıp karar almaz. Camia içinde herkes kendi tercihini yapar ve peşinden gider. Hassaten ilgilenmedim ama bildiğim ve tahmin edebildiğim kadarıyla çeşitli seçimlerde AK Parti, CHP, HDP, Saadet Partisi ve hatta MHP’ye oy verenler olmuştur. Çeşitlenen siyasî ortamda Davutoğlu’nun ve Babacan’ın partisine sempati duyanlar da olacaktır. Bu yüzden LDT’yi bir parti ile organik ilişki içinde göstermek abesle iştigal. Zaten LDT siyasi partilerden etkilenecek bir yapı olmaktan ziyade onları etkileyebilecek bir yapı. Bu hep böyle oldu.
AK Parti’ye bakışla ilgili olarak da şunu söylemem şart. Yaklaşık yirmi yıldır iktidarda bulunan bir parti hakkında değişik değerlendirmeler yapılmaması imkânsız.  Ama tornadan çıkmış gibi hep aynı görüş ve değerlendirmeler söz konusu değil. Ben şimdiye kadar AK Parti’ye ve Erdoğan’a kayıtsız şartsız destek veren, bunların her dedikleri ve yaptıkları doğrudur diyen bir liberal görmedim. Ama tersi varit, yani, özellikle 2013’ten beridir, AK Parti ve Erdoğan’ın her dediği yanlıştır diyen liberaller var. Üstelik bunların bazıları geçmişte Ak Parti’ye sınırsız kredi açmış ve hatta parti ile yakın ilişkilere girmiş kimseler.

LDT’nin kolektif bir kimliği ve duruşu yok. LDT aktivist ortamlarda yer almaz. LDT bildiri yayınlamaz, imza kampanyası açmaz. Bir fikir kulübü olarak bizi biraraya getiren din, siyasî görüş, spor takımı taraftarlığı değil, liberal fikirlere sevgi ve liberal fikirleri yayma ve geliştirme arzusu. LDT’nin tüm faaliyetleri bu amaca yönelik. LDT’nin geniş bir toplumsal tabanı da, varlık türü ve faaliyet tarzı yüzünden, yok. Bu yüzden siyasî partilerin LDT’yi bir oy kaynağı olarak önemsemesi imkânsız. Kolektif bir kimliği olmadığı, bir platform olarak yaşadığı için LDT’nin ne düşündüğünü sormak, LDT şöyle düşünsün demek, LDT böyle düşünmesin demek, LDT’nin şu veya bu tavrı almasını istemek anlamsız. Bunlar şahıslara yönelik olarak dillendirilebilir, ancak bu da, özellikle arada bir yakınlık yoksa ve nezih bir dil kullanılmadan yapılıyorsa (yerine göre) terbiyesizlik ve ayıp olabilir. LDT camiasında hiç kimse hiç kimsenin temsilcisi veya sözcüsü değil. Kim ne söylemek istiyorsa onu kendisi kendi adına söyleyebilir, başkalarının onun adına konuşmasını isteyemez.

Liberal camianın en tanınmış isimlerinden biri olarak ve de iyi bildiğim kişi olduğum için kendimden örnek vereyim. Çok az istisnayla hiç kimseyi benim fikirlerimi seslendirmiyor diye kınamadım ve ayıplamadım. Neyse kendi görüşümü açıkladım. Hatalı olduğunu düşündüğüm görüşleri niye öyle gördüğümü dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Benim gibi düşünmeyen arkadaşlarımla yolları ayırmayı değil birlikte olmayı ve kalmayı önemsedim ve temin etmeye çabaladım. Arkadaş olmak ve kalmak için yüzde yüz hemfikir olmayı şart koşmadım. Ahde vefasızlık yapmadım. Hakşinaslıktan ve kadirşinaslıktan ayrılmamayı rehber edindim. Arkadaşlığı, ahbaplığı, dostluğu en az fikir ortaklığı kadar önemli gördüm. Zorlaştırıcı ve engelleyici değil kolaylaştırıcı ve destekleyici oldum. Bütün bunları söylerken kendimi övme peşinde değilim. Hükmü başkaları ve tarih verecek. Ancak, LDT’yi başından beri bilen kişilerden biri olarak LDT’nin özelliklerinin tam ve doğru anlaşılmasını istiyorum. Ancak bu şekilde LDT’den anlamsız taleplerde bulunmanın ve LDT’ye haksız eleştiriler yöneltmenin önüne geçilebileceğini düşündüğüm, umduğum için bu satırları karalıyorum.

Geçmişleri insanların da kurumların da en büyük şahididir. Ben herkesin bildiği yolda ilerlemesinin bir hak olduğunu düşünmekteyim. Kendim de bu haktan vazgeçecek değilim. Umarım ki LDT de nesiller boyunca yaşar ve başka kuruluşlara emsal teşkil etmeyi, ilham kaynağı olmayı sürdürür.

LiberPost: “Prof. Dr. Atilla Yayla ile LDT’nin Kuruluşunun 27. yıldönümü üzerine Röportaj” (@Spotify)

Türkiye’nin Yeri Meselesi

Eski tartışma, güncel gelişmeler

Türkiye’nin uluslararası siyasette nerede durduğu ve durması gerektiği uzun zamandır üzerine düşünülen iki konu. Bunun yanında uluslararası siyasette anılacak pozisyonlar ve çıkarların tanımlanması üzerine yeni gelişmeler ile de bakmak gerekiyor. Uluslararası politikalar güncelin şartlarına göre şekillenirken konuları eskiden oldukları yerde bırakmamak bir gereklilik. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen Kuala Lumpur Zirvesi ve son zamanlarda özellikle Rusya ile geliştirilen “iyi” ilişkiler üzerinden de Türkiye’nin uluslararası siyasetteki yerine tekrar bakmak ve bazı durumları hatırlamak gerekiyor. Evet, uluslararası siyasette pozisyonların sürekli ve kalıcı olmasını beklemek doğru bir yaklaşım olmayabilir ama yeni alınan pozisyonların da ne kadar doğru ve faydalı olacağını tartışmak da gerekir.

ABD ve Avrupa’dan uzaklaşan Türkiye

Denilebilir ki; Türkiye yakın geçmişte ABD ile de başkanlar seviyesinde bir “zirve” gerçekleştirdi. Kuala Lumpur zirvesine normal bir yaklaşım sergilemek ve aşırı anlamlar vermemek gerekir. Aşırı anlamlar vermemek önemli ancak, farklı zirvelere verilen farklı anlamlar Türkiye açısından durumu problemli hale getiriliyor. Türkiye’nin özgürlükler ile problemli olan ülkeler ile ilişkileri olumlulaştırırken, özgürlüklerin bir nebze bile olsa daha ileride olduğu ülkeler ile olumsuz ilişkiler sürdürmesi Türkiye için yanlışlıkları beraberinde getiriyor. Liberal fikirlere daha açık olduğu ortada olan ABD ve Avrupa’ya sürekli olarak olumsuz olarak bakılırken otoriter-totaliter eğilimleri çok açık ortada olan kimi İslamî ülkelere ve Rusya’ya olumlu perspektiflerden bakmak sonunda Türkiye’deki liberal özgürlükçü değerlere verilen önemi azaltma eğilimini taşır.

Bir görüş: Batı dışı ittifaklarda aranılan ekonomik fayda

 Türkiye çok yönlü bir dış politika izlediğini iddia etmekte. Bunun faydalarını kabul etmek gerekir. Bunun yanında çok yönlü dış politikanızda ülkeler karşısında aldığınız pozisyonların içerik olarak neleri taşıdığını da bilmek gerekir. Türkiye bize göre, liberal özgürlükçü değerleri en azından iç politikalarında otoriter-totaliter ülkelere nispetle daha çok taşıyan ülkelerden uzaklaşmakta. Üstelik bunun günümüz uluslararası siyaseti üzerinden ekonomik fayda sağlamak için gerekli olduğunu söylemekte. Buradaki yanlışlıkları vurgulamak özellikle önemli. Günümüzde Batı dışı ittifaklardan elde edilmek istenen “ekonomik” faydaların, liberal özgürlükleri olan bir Türkiye tarafından Türkiye için daha özgür olan ülkeler ile ilişkilerden rahatlıkla sağlanabileceğini düşünmek gerekir. Hatta liberal özgürlükçü değerlerin oluşmasına katkı sağladığı ekonomik değerlerin otoriter-totaliter ülkeler tarafından talep edilebilecek olması da hesaba katılmalıdır. Uluslararası bölgesel liderlik ve rol model olma isteklerini özgürlükler temelinde gerçekleştirmek isteyen bir Türkiye’nin gerçekten özgürlük arayanlar tarafından daha çok talep edileceğini görmek gerekir.

Sadece emperyalizm ve milli, dinî değerler vurgusu

 Kuala Lumpur zirvesinde de ortaya çıkan sonuçlardan bir tanesi yine sadece kendini olumlu ve üstün gören, Batı’dan gelene karşı aşırı olumsuz bakan bir politikayı etkin kılmak isteyen siyasetin arzulanması oldu. Batı’yı çoğunlukla zarar verici ve emperyalist/“sömürücü” olarak gördükten sonra, mutlak doğru değerlerin kendi millî ve dinî geleneklerinden geldiğini iddia ederek siyaseti şekillendirmek istemek kısa vadede bile uluslararası uyumsuzlukları arttırma potansiyelini barındırır. Dinî ve millî değerlerinize önem verme isteğiniz anlaşılabilir ancak, sadece bu değerlerinizi dile getirmenin size zarar verme olasılığını da hesaba katmalısınız. Batıya karşı geliştirilen sınırlı kuşkuculuk rasyonel dış politika yapımının parçası olabilme özelliğini taşırken, Batı’dan kendini koparmak sizi otoriter-totaliter politikalara saplanma tehlikesi ile karşı karşıya bırakabilir. Sıklıkla tekrar edilir “çocuklarımıza daha iyi bir dünya bırakmak” cümlesi. Daha iyi bir dünyanın, bu dünya için özgürlükçü bir ülke olmaktan geçtiğini bilebilmeyi becermek politika yapıcılar için çok da zor olmasa gerek.

Liberalizm ve Liberallik Her Derdin Çaresi midir?

Osmanlı Devleti dönemi dahil Türkiye tarihi boyunca liberal ideolojinin-düşüncenin tanınması, yayılması, gelişmesi için en çok çaba harcamış kişi olduğumu söylemenin tevazudan ayrılmak olmayacağını sanıyorum. Konuyla ilgilenen her dürüst gözlemci ve tarihçi bu gerçeği teslim edecektir. Otuz yılı aşkın bir süredir bu istikamette gayret sarf etmekteyim. Türkiye’deki hemen her liberal oluşumun ve hemen hemen her liberalin fikir çizgisine şu veya bu derecede, doğrudan veya dolaylı katkım oldu. Türkiyeli liberallerin yetişmesi kadar dış dünyaya açılmasında ve dünya liberalizmine olabildiği kadar entegre olmasında da başı ben çektim.

Bununla beraber, bu çabaları sırf diğergamlık dürtüsü altında sarf ettiğim sanılmasın. Liberalleşme ve ülkede liberalliği var ve etkili hâle getirmeye çalışma sürecinde şahsen manevî kazanımlar da elde ettim. Her şeyden önce radikallikte geçen hayat süremi kısalttım. Daha hızlı ve daha kapsamlı olgunlaştım. Hayatın ve dünyanın gerçekleri ile daha kolay barışık duruma geldim. Öncü olduğum için tanındım, bilindim. Pek çok insanla ahbap, dost oldum, iyi ilişkiler geliştirdim. Elbette yine öncü olmanın getirdiği zorluklar ve sıkıntılar da yaşadım. Bütün akademik hayatım sorunlarla boğuşmakla geçti. Doktorada danışmanım beni terk etti. Beş sene Dr. Araştırma Görevlisi olarak yardımcı doçentlik kadrosu beklemek zorunda bırakıldım. İlk doçentlik sınavımda tamamen ideolojik sebeplerle engellendim. Çıkmış olan profesörlük kadrom, 28 Şubat sürecindeki tutumum yüzünden kullandırılmadı. Üç yıl bekledikten sonra üniversite değiştirerek profesörlük kadrosu alabildim. Kemalist medya ve kurumlar tarafından 5816 sayılı kanuna muhalefet (Atatürk’e hakaret) iddiasıyla linç edildim. Gazi’de açığa alındım. İstanbul’a taşınmak sorunları bitirmedi. AK Parti ve iktidar içindeki bazı hizipler tarafından önce İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden sonra Haliç Üniversitesi’nden uzaklaştırıldım. Bütün bunlara rağmen geçmiş otuz yılımdan memnun ve mutmainim.

Liberal teori çizgisinde düşünen, yazan ve tartışan insanların sayısı LDT’nin sahneye çıktığı 1992 yılından beridir mütemadiyen artmakta. Bugün liberal camia eskisine nispetle çok daha geniş ve kendi içinde bir çeşitliliğe de sahip. Ancak, bir taraftan (belki) fikrî oluşumların yazgısı gereği, diğer taraftan ülkenin yaşadığı olağanüstü olayların sonucu olarak geniş ve gevşek anlamda liberal camiada beni hayrete ve hatta bazen dehşete düşüren anlama-yorum biçimleri ortaya çıkmaya başladı. Bunları kısaca “her derdin çaresi liberalizm” olarak adlandırmaktayım. Bu anlayışa göre iyi ve mutlu beşerî dünyanın ortaya çıkması için sadece liberalizm gerekli ve yeterlidir, başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Mutlu sona ulaşma yolunda neredeyse her yol ve yöntem mübahtır. Liberal bir dünyanın kurulması bütün kötülükleri ve sorunları ebediyen sona erdirecektir.

Benim anladığım liberalizm, insanın, dünyanın ve iktidarın doğasının doğru okunmasının sonucudur. Bunların özellikleri köklü biçimde değişseydi liberalizm de ya kökten değişirdi veya gereksiz ve yararsız olurdu. Örneğin insan tam manasıyla diğergam bir varlık olsaydı, dünyada kıtlık olgusu bulunmasaydı ve siyasal iktidar artmaya, temerküz etmeye ve yozlaşmaya meyilli olmasaydı liberalizme gerek kalmazdı. Başka bir deyişle liberalizm ilahî değil dünyevî kaynaklıdır; liberalizmin üzerine oturduğu zeminin yaratıcı güçle ilişkisi, varsa, doğrudan değil, dolaylıdır. Liberalizm Tanrısal olmadığına göre bir tür Tanrısallık iddiasına girmesi, yani son, kesin ve mutlak bir otorite olması, her soruna kesin çözüm teşkil etmesi, kutsal olması da söz konusu olamaz.

Öyleyse bu liberalizm denen şey nedir? Liberal olmak ne anlama gelir? Liberal politikalar insana ve insanlara ne fayda sağlar? “Her derdin çaresi liberalizm” anlayışına bağlananlar nerede, hangi maliyetleri ortaya çıkartacak hatalar yapıyorlar? Bu hatalardan kurtulmak mümkün mü? Mümkünse nasıl?

Birinin liberal olması, onun önce sosyalizm, faşizm, İslamizm gibi insanlara kamusal zorla kabul ettirilme ve uygulanma hakkına sahip olduğuna inanılan hakikat tekelcisi bir ideolojiyi benimsemediğini, kendi hakikati etrafında zor ve baskıyla bir toplumsal düzen kurma peşinde koşmadığını gösterir. Lakin liberal olmak kimsenin tüm kimliğini kapsayamaz ve kuşatamaz; liberalim demek, insanların ideolojik pozisyonunun ifade edildiği ve sorgulandığı bir yerde anlam ifade eder ve bunu diyen kişinin sosyalist, faşist, İslamist olmadığını anlatır. Liberalizm, bazen iddia edildiği gibi, kendisi gibi yumuşak ideolojiler olan sosyal demokrasi ve muhafazakârlıkla her zaman kesin ve keskin sınır hatlarına sahip değildir. Liberallerde sosyal demokrat veya muhafazakâr izler ve işaretler bulunabilir veya tersi olabilir. Sosyal liberal veya muhafazakâr liberal tipler vardır. Muhafazakâr olduğunu söyleyen uzun ömürlü ve doğruları yanında yanlışları da bulunan bir iktidarı mihenk taşı alarak muhafazakârlığa veryansın etmek veya “vergi hırsızlıktır”dan başlayıp demokrasinin de kaçınılmaz sonucu olan sosyal devlet uygulamalarına kökten ve toptan karşı çıkmak sadece bunu yapan liberalin gerçekten kopmasına, toplumu anlayamamasına neden olur. Başka bir deyişle dünyada hiçbir zaman pür liberal bir ülke olmadı ve olmayacak. Tercihe şayan olan toplumların faşizm, sosyalizm gibi radikal sapmalardan uzak kalması ve bu sayılan daha ılımlı çizgilerde ilerlemesidir. Bunun olması, yani sosyal demokrasinin sosyalizme ve muhafazakârlığın faşizme kaymaması liberal düşüncenin önce var sonra etkili olmasına bağlı. Bu yüzden, aklı başında liberallere düşen sosyal demokratlarla ve muhafazakârlarla köprüleri atmak değil, onlarla diyalog içinde olmak ve onları etkilemeye çalışmaktır.

Ancak, bunu yapabilmeleri en başta liberallerin önce kendilerinin hem esasta hem de usûlde radikallikten uzak durmalarına bağlı. Meselâ, “vergi hırsızlıktır” demek iyi bir fantezi olabilir ama bizi sağlıklı bir noktaya götürmez. Sosyal demokratlar ve muhafazakârlarla diyalog imkânını baltalar. Oysa vergi oranının düşük, vergi mevzuatının sade olmasını istemek ve bunun yararlarını ideolojik kabulleri seslendirerek değil, bilgi ve bilime dayanan ampirik ve teorik data ve çalışmalarla kanıtlamak önümüzü açar.

Bir diğer önemli nokta sadece eleştirel olmamak, aynı zamanda işler ve yararlı öneriler geliştirmek. Bunu yapmamak, devamlı tenkit etmek, yani neyin yanlış olduğunu ve/veya yapıldığını söylemek ama neyin doğru olduğuna ve doğrunun nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bir fikir belirtmemek liberallerde bir tür sosyalist tavır ortaya çıkartır. Malum, sosyalizm daha ziyade -kapitalizmi ya hiç anlamamış veya büyük ölçüde yanlış anlamış- bir kapitalizm eleştirisidir. Marx başta olmak üzere çoğu sosyalist düşünür ve sosyalistim diyen ortalama insanlar sadece kapitalizmi eleştirir ama iyi tanımlanmış ve nasıl gerçekleştirileceği belirtilmiş bir sosyalist model ortaya koymaz. (Sosyalizmin cazibesi de galiba burada yatıyor.) Benzer biçimde, bazı liberaller de şu veya bu konuda esip gürlüyor ama somut, realize edileceğine inanılabilecek öneriler ve çözüm yolları ortaya koymuyor. Liberalizmi insanın, dünyanın ve iktidarın özelliklerini baypas edebilecek bir ütopya olarak görüyor, anlatıyor, savunuyor ve sonunda tabiri caizse toplum bu yüzden onları baypas ediyor. Başka bir deyişle bu tipler kendileri çalıp kendileri oynuyor.

Liberallerin radikallikten uzak durmaları, sadece ülkenin iyiliği için değil, kendi akıl, ruh ve hatta fiziksel sağlıkları için de gerekli. Keza liberallerin önemsemesi gereken bir diğer nokta, sadece esaslar üzerinde yoğunlaşmamak, usullere de saygı göstermek. “Devrimci liberalizm” olmaz. Yani pür liberal bir dünya tarihin bir anda kesilmesiyle kurulamaz. Daha liberal bir dünyaya-ülkeye ancak zaman içinde ulaşılabilir. Liberal kişi devrimci olamayacağına göre şiddeti de araç-metot olarak benimseyemez ve kullanamaz. Kendisi şiddet kullanmadığı gibi başkalarının bir tür devrim amaçlı şiddetini de destekleyemez, alkışlayamaz. Şiddet eğiliminin baskın ve yaygın olduğu yerde ilk ve en önemli ilke şiddeti dışlamaktır. Şiddetin kendi doğası ve felsefesi vardır. Bir süre sonra onu araç göreni kendisinin aracına çevirir. Şiddet yerine barışçıl değişim ve dönüşüm yollarına, demokratik müzakere ve süreçlere bağlı olmak gerekir.

Liberallerde dikkat çeken bir diğer zaaf, zayıflık, geniş soyut ilkeler üzerinden konuşmaya düşkün ama politika öneri ve uygulamalarının gerektirdiği uzmanlık bilgisinden uzak olmaları. Kolektivizmin her türünün fikir, düşünce ve ideoloji ortamlarını sel gibi işgal ettiği yerlerde genel fikir ilkeleriyle ilgilenmek olağan hatta ilk olması beklenen ve gereken şey. Ancak, orada kalmamak şart. Fikirler dile getirilmekle pratikte hayat bulmaz. Onların kamu politikalarına dönüştürülmesi ve bu politikaların uygulanması icap eder. Bu ise, uzmanlık bilgisi ve tecrübesiyle yapılabilir. Başka bir şekilde ifade edilirse, liberallik bir meslek değil. Profesyonel sosyalist devrimci gibi profesyonel liberal olmaz. Liberallerin hem hayatlarını kazanmak hem de liberal ilkeleri pratiğine dökebilmek için bir meslekleri olmalı. Liberal, kendi hayatının bütün sorunlarının çözümünü, sosyalistlerin yaptığı gibi, “liberal devrim”e bağlayamaz, meçhul bir zamana erteleyemez.

“Radikal” liberallikte tezahür eden bir diğer sorun, toptancılık. Bu değişik şekillerde boy gösteriyor. Bazen ülkenin -hatta dünyanın- tüm sorunları tek bir aktöre ya da faktöre bağlanıyor; vakalardaki, sorunlardaki aktörlerin ve faktörlerin geri kalanları ihmâl ediliyor. Bu gibi durumlarda kişiler sempati veya nefret duyguları içinde boğuluyor. Bu boğulma fikrî makullükten uzaklaşma, aynı düşünce ve tavır içinde olmayanları etiketleme, ötekileştirme, hatta düşmanlaştırma gibi vahim sonuçlar ortaya çıkartıyor. Radikallik aynı zamanda aceleciliğe ve kolaycılığa davetiye çıkartıyor, böylece tarih, sosyoloji ve sosyal psikoloji tümden görmezden gelinebiliyor. Tarih hiç yokmuş veya yarın sıfırdan başlayacakmış gibi konuşuluyor ve yazılıyor. Bu, liberalleri gerçeklikten de gerçekçilikten de kopartıyor…

“Her derdin çaresi liberalizm” veya bir tür “radikal liberalizm” liberallerin bir çocukluk hastalığı gibi görülebilir. İşi zorlaştıran bu durumdaki liberallerin bunun sağlıksız bir durum olduğunun ve verdiği zararların farkına varmaması ve hatta böyle olmayanlara adeta hasta muamelesi yapmaya kalkışması. Yine de iyimser olabiliriz. Yaş ilerledikçe, bilgi ve tecrübe arttıkça bu hastalıktan kurtulmak kolaylaşır. Yeter ki gözler, kulaklar, zihinler ve kalpler kapatılmasın…