Ana Sayfa Blog Sayfa 59

Korona Virüs Salgını: İnsanlığın Hâli ve Geleceği

0

Korona virüsü salgını müthiş bir olay. İnsanlığın durumu ve düşünceleri üzerinde muazzam etkileri olacak bir kriz. Maalesef, bu gidişle, korkarım, birkaç ay içinde, daha önceden hayal dahi edemeyeceğimiz şartlar ve sorunlarla karşılaşmamız mukadder. Yeni şartların ve sorunların sosyal ve siyasal düşüncede kaçınılmaz biçimde yeni yorumlara ve değişikliklere sebep olması da.

İnsanlık ilk defa bir salgınla karşılaşmıyor. İnsanlık tarihi insan nüfuslarını eriten, hayat şartlarını geriye doğru iten nice salgınlarla dolu. Avrupa’da yine Çin’den gelen kara vebanın (1347-1351) nüfusun üçte birini kırıp geçirmesi bunun en iyi hatırlanan örneklerinden. Bugün sıradan bir rahatsızlık olarak gördüğümüz grip salgınlarının bile, milyonlarca insanı öldürdüğü zamanlar yaşanmış. Meselâ, 1918-1920 yılları arasında H1N1 virüsünün ölümcül bir alt türünün yol açtığı İspanyol Gribi salgını, 18 ay içinde 50 ile 100 milyon arası insanın ölümüne sebep olmuş.

Korona virüsü insanın solunum sistemini tahrip ettiği için ölümcül. Ölümlerin sayısı değil ama seri hâlde vuku bulması, virüsün yayılmasının henüz kontrol altına alınamamış ve virüse karşı etkili bir tedavi sisteminin geliştirilememiş olması insanları korkutuyor. Büyük bir ihtimâlle zaman içinde virüse karşı ilaçlar ve aşılar bulunacaktır. Ancak, bu biraz zaman alacaktır. Bunun daha hızlı olması için zengin ve tıpta ileri ülkelerin elini taşın altına koyması gerekiyor. ABD’nin aşı çalışmaları için bir milyar dolar ayırdığı haberi bu bakımdan memnuniyet verici.

Olayın tıbbî ve teknik taraflarını bir yana bırakalım. Ben bu alanlarda uzman değilim. Ama gördüğüm kadarıyla virüs salgınının sosyal sonuçları ve insan düşüncesi üzerindeki potansiyel tesirleri de yabana atılabilecek cinsten değil. Bu alanda ne gördüğüm üzerine birkaç cümle sarf edeyim.

İnsan dünyadaki canlıların en benzersiz olanı. Akıl sahibi ve değer geliştiriyor. Toplumsal düzen kuruyor. Bu yüzden, diğer canlılarla kıyaslanamaz. Fakat, diğer canlılar üzerinde sağladığı üstünlük ve tabiatı veya tabiatın etkilerini kontrol altına alma yolunda kat ettiği kısmî mesafe insanın dünyanın ve kâinatın efendisi olduğu anlamına gelmiyor. Bu yüzden, abartılı böbürlenmeler, Tanrı rolüne soyunmalar saçma. Gözle bile görülmeyen ve ne olduğu dahi tam olarak bilinmeyen bir virüs insanları amansız bir beka savaşı içine düşürebiliyor.

İnsan sosyal bir varlık. Diğer insanlarla beraber yaşamaya fiziksel ve manevî ihtiyaçlarını karşılayabilmek için muhtaç. Tabiatta tek başına bırakılan bir yetişkin insan ancak birkaç saat kendi başına yaşayabilir. Doğan insan yavruları ise yıllarca bakılmazlarsa hayatta kalamazlar. İnsanın toplu yaşamasının bir mecburiyet olmasından sağlanan yararlar açık. Ancak, topluluklar hâlinde yaşaması insanlar için -sosyal ve siyasal olanları bir yana bırakalım- sağlık açısından sorunlar yaratabiliyor. Virüsün Çin’de bu kadar hızlı yayılmasının nüfus yoğunluğu ile bir bağlantısı olduğu ortada.

Siyasal teoride devletin gerekli olup olmadığı tartışılıyor. Sosyalist ve kapitalist anarşistler devletsiz toplumun mümkün olduğunu iddia ediyor. Sosyalist anarşistleri ciddiye almaya gerek yok, teorileri devletsiz toplumun değil korkunç bir despotizmin kapılarını açacak mahiyette. Bu yüzden, onların kendilerine anarşist demesi gülünç. Diğer taraftan, kapitalist anarşizm de, teorisi sosyalist anarşizmden güçlü olmasına rağmen, bir hayal. Korona virüsü salgını bu gerçeği bir kere daha gösterdi. Çünkü salgın hastalıklarla mücadele edecek bir kamu otoritesine ve kurumuna ihtiyaç var. Piyasa salgın hastalıklarla mücadele etmede yetersiz olabilir, geç kalabilir.  Elbette salgın hastalıklarla mücadele görevi de verilen bir kamu otoritesini o sınırlar içinde tutmanın zorlukları var, bunun farkındayım, ama yine de salgın hastalıklarla mücadele meselesi bir kamu otoritesini gerektiriyor gibi. Sınırlarını aşma tehlikesi var diye devleti salgın hastalıklara karşı mücadelede kullanmaktan geri duramayız.

Diğer taraftan, otoriter-totaliter bir devletin, Çin gibi, salgın hastalıklarla mücadelede zarara sebep olması da bir ihtimâl değil bir realite. Çin virüs haberini kendi toplumundan ve dünyadan saklamaya çalıştı. Enformasyon tekeli bunu mümkün kıldı. Virüsü ilk teşhis eden doktor taciz edildi. Açık bir toplumda virüsün farkına daha erken varılabilir ve belki daha etkili tedbirler alınabilirdi.  Ne var ki hiçbir olay tek yüze sahip değil. Salgın patladıktan sonra bu sefer Çin devletinin özgürlükleri tanımayan bir devlet olması ve insanları karantinaya alma talimatları vermede ve uygulamada pek sıkıntı çekmemesi belki de salgının bir noktadan sonra daha hızlı yayılmasına engel oldu.

Peki, Çin devleti gibi yarı otoriter yarı totaliter bir devlet salgın hastalıklarla niçin mücadele etsin? Vatandaşlarının ölmesini niçin engellemeye çalışsın? Bunun için iki sebep akla geliyor. İlki virüsün siyasî sisteme muhalif ve muvafık olanlar arasında bir ayrım yapmaması. Eğer virüs sadece Çin devletine karşı olanları vursaydı Çin devleti bunu memnuniyetle karşılayabilirdi. İkincisi, ayrım yapmayan virüsün Çin devletinin beşerî temellerini oyması ve de meşruiyetini iyice eritmesi ihtimâlinin egemenleri korkutması. Netice itibariyle her sistemde insan gücüne ihtiyaç var ve vatandaşlarının ölmesi karşısında kayıtsız ve hareketsiz kalan bir devlet yaygın ve onu alaşağı etmeye yol açabilecek isyan dalgalarıyla karşılaşması olasılığını kuvvetlendirir.

Bazı dinlerin müminleri ve bazı ideolojilerin inananları kardeşlik, insanlık, dayanışma, paylaşma nutukları atmayı seviyorlar. Sosyal düşüncede “önce etik vardı” veya “önce hukuk vardı” diyen tipler çıkıyor. Bunların hepsi masal. İnsanlık durumunu asıl belirleyen insan tabiatı ve insanın içinde yaşadığı eko-sistem. Dinler ve ideolojiler insan davranışlarına şu veya bu ölçüde etkide bulunabilir ama tek belirleyici olamaz ve de temel gerçekleri değiştiremez. Dinler ve ideolojiler insan tabiatını ve eko-sistemimizi etkilemekten çok onlardan etkilenmek durumunda. İşte size bir örnek: Dünyada kıtlık bir gerçek iken hiçbir din veya ideoloji özel mülkiyeti ilga edemez ve hırsızlığı meşru ve ahlâklı bir müessese olarak vazedemez…

Korona virüsü, salgının patladığı yer olan Wuhan’dan insanların kaçmak istemesine sebep oldu. Civar yerleşim birimlerindeki insanlar ise kaçanların kendi bölgelerine gelmesini istemedi. Hatta bazı yerlerde yerleşme birimi sakinleri ellerinde sopalarla ve silahlarla kaçan insanların gelmesini engellemek için beklemeye başladılar. Benzer bir vaka Ukrayna’da vuku buldu. Ukrayna’da halk Çin’den kendi vatandaşlarının getirilmesini istemedi.  Onları taşıyan araçlara saldırdı. Aynı etnisiteden, dinden, kültürden insanlar kendi yurttaşlarına karşı canavarlaştı. Bu tutumun her ülkede tekrarlanabileceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Meselâ, bir ülkede X şehrinde korona virüsü görüldüğünde komşu Y şehri sakinlerinin X şehrinden hiç kimsenin şehirlerine gelmesini istemeyeceğinden emin olmamak için sebep yok.

Bir diğer gerçek gerek deprem gibi doğal afetlerin gerekse salgın hastalıkların fakir ülkeleri daha menfi etkilemesi. Zenginleşme hayat şartlarının her bakımdan -beslenme, hijyen, barınma, afetlerle mücadele vs.- iyileşmesi anlamına geliyor. Zengin ülkeler insanların daha güvenli ve konforlu hayatlar yaşamasına daha elverişli.

Korona virüsü dünya ekonomisini de derinden etkileyecek. Mal ve insan hareketleri azalacak ve belki de durma noktasına gelecek. Ülkeler arasında vuku bulabilecek bu kötü durumların ülke içlerinde bile tekrarlanması, yani şehirlerin birbirinden kopması ihtimâli var. Azalan ilişkiler daralan pazarlar, azalan iş bölümü aşağı inen mübadeleler anlamına geleceği için salgın, sürdüğü sürece, dünyanın ekonomik gelişmesini azaltacak, belki de durduracak, hatta dünya ekonomisini küçültecektir.

Bunlar rüşeym hâlinde bazı düşünceler. Kısaca, korona virüsü salgını sosyal ve siyasal teoride yeni ufuklara açılmak için müşevvikler temin edecek gibi görünüyor.…

 

 

Zor İnsanlarla Geçinme Sanatı

1. Ben merkezli, Egosu kabarık ve Narsisistler:

Bu insanlar kendi şişik egoları ve narsisizmleriyle ,”iyi ve güzel her şeyi hak ettiklerine” inanırlar.

Çevresindeki her bireyin bu ihtiyaçlarını (daha doğrusu HAK ETTİKLERİ(!)) karşılamalarını beklerler. Konuşmaları hal ve hareketlerinde hep kendilerini ön plana çıkartıp, “ değerli” olduklarını hissettirmeye çalışırlar. Bununla eş zamanlı olarak etrafının bu “bulunmaz Hint Kumaşının” değerini vermelerini ima ederler.

Kendisini böyle görmeyenlere elinden gelen her olumsuz davranışı sergilemekten kaçınmazlar.

Bu tip insanlarla ayni aile içerisinde iseniz işiniz çok zordur. Bu ortamda yaşamak zorundaysanız şunlara dikkat edeceksiniz:

Olumlu ve iyi davranışlarını farkedip onlara övgü yapabilirsiniz (kişiye değil davranışa!)

Onun bencil, narsisist olduğunu söylemekle bir çözüm elde edemezsiniz.

Aynı aile içerisinde her bireyin alması gereken sorumlulukları hatırlatırsınız. Kendi üzerinize düşeni eksiksiz yaparak rol model olursunuz.

Diğer bireylerin eksikliklerini sürekli kapatan taraf olmayın!

Zaman zaman siz de onun taktiklerini uygulayın.

Gerçekten sizde olan pozitif özellikleri ön plana çıkartın.

Pozitif davranışlarınızın fark edilmemesine üzüldüğünüzü  dile getirin.

Zaman zaman mizah yapın;

“ kralımız, paşamız, kraliçemiz emrinize amadeyiz…”deyin ve bir ikramda da bulunun.

Hem egosunu okşar hem göndermede bulunur hem de “dalga” geçersiniz…

Buyurgan, kendini beğenmiş, kibirli, bencil tutumlarının tuzağına düşüp, kölesi olmamaya dikkat edin!

Bazen de onun bu beklentilerinin sizi çok yorduğunu, üzüldüğünüzü dile getirin.

Israr ederse, sert çıkışlarla önünü kesin. Bazen bir süre küserek tavır alabilirsiniz.

Bütün yöntemleri uyguladınız ve hiçbir sonuç alamadınız ne yapacaksınız?

Ya onun yörüngesine gireceksiniz, ya çok kararlı bir tutumla tavır alıp kendi doğrularınızı sergileyeceksiniz; ya da başka ortamda yaşamanın yollarını arayacaksınız!…

Bu kişiler ile aynı çalışma ortamında iseniz, nispeten işiniz daha kolay. Ama yönetici ise işiniz zor.

Ülkemizde genelde bu yöneticilere “yalakalık” yapma yöntemi tercih edilir…

Yalakalık yapmak istemiyorsanız alt üst ilişkisine son derece dikkat edin. Yönetici ve makama gösterilmesi gereken saygıda kusur etmeyin. İşinizi en iyi şekilde yapmaya gayret edin. Mesafenizi koruyun. Buna rağmen devamlı sorun yasarsanız ya bir üst merciye durumu izah eder, çözüm ararsınız, ya da iş ortamınızı değiştirirsiniz…

Eğer bu kişiler çalışma arkadaşlarınız ise burada da asgari insanî ve medenî kuralları uygulayın. İşinizi iyi yapın ve bunun görülmesini sağlayın. Mesafeli ve ilkeli olmaya dikkat edin. Ona ait işleri sırtınıza almayın! Sorumlu olduğunuz alanın dışına çıkmayın. Gerçekten, hastalık, kaza vs ciddi durumlarda da ilk yardıma koşun siz olun.

Bütün iyi niyet ve samimiyetinize rağmen arıza oluyorsa; yöneticinizle konuşun, o da çözüm olmuyorsa , departman, oda vs  değiştirin . O da mümkün değilse ve çok mustaripseniz iş yerinizi değiştirin.

Egoist ve narsistlerle sosyal, kültürel, dinî, ideolojik cemiyetlerde birarada iseniz ne yapacaksınız?

İş yerlerinde olduğu gibi, sınırınızı siz koyacaksınız ve kendi değerinizi koruyacaksınız.

Bulunduğunuz ortamın size uygun gelen kurallarını harfiyen uygulayın. Sorumluluklarınızı yerine getiren örnek birey olmaya gayret edin.

Egoistlerle de temel insanî değer ve iletişim kuralları çerçevesinde ilişkide olun.

2. Sürekli Ön plana Çıkmak, Pohpohlanmak isteyenler:

Bu bireyler histiriyonik, narsistik, kompleksli insanlardır. Bu kişiler ya az çalışıp çok iş yapıyor görüntüsü vererek ya da yaptıkları her şeyi gözünüze sokarak takdir beklerler. Her ortamda dikkatleri üzerlerine çekmek isterler. Daha ilk defa gördükleri biriyle, kırk yıldır tanışıyormuş gibi samimi görüntü verirler. Her şeyleri yapmacık ve göstermeliktir. Usta birer Show insanıdırlar. Çok iyi rol yaparlar. İyi maske takarlar.

Ne yapıp edip sözü kendilerine getirmek isterler. Dikkat ve ilgiyi görmediklerinde huzursuz olup problem yaratabilirler. Kendisine rakip birisi varsa, ilgi ona kayıyorsa çok kıskanıp, kavga çıkarabilirler. O insanı küçük düşürmek için her türlü manipülasyonu yapabilirler.

Cinsel açıdan baştan çıkartıcı ve ayartıcıdırlar.

Ama halk tabiriyle “gösteri yaparak tatmin olan insanlardır”…

Bu insanlarla geçinmek de çok zordur. İnsanı yoran bir kişiliktir. Bu kişilerin iyi ve güzel davranışlarını mutlaka farkedin ve dile getirin. Eleştirinizde çok ölçülü ve insanî bir dil kullanın. Kişiliğine değil de  davranışlarına eleştiri ya da övgü yapın. Bazen yorulduğunuzu belirtin. Onun bu kendisini gösterme ve ilgi çekme ihtiyacını üretime dönüştürme yollarını arayın.

Herhangi bir yeteceği, örneğin resim yapma, enstrüman çalma, şiir yazma, şarkı söyleme, oyunculuk, sportif faaliyetler, dans, edebiyat, sivil toplum kuruluşlarında faaliyet gibi bir alana teşvik edin. Ürettiği eserlerle var oluşuna anlam kazandıracağı gibi gerçek manada ortaya çıkan ürünlerin fark edilmesi, beğeni toplaması, onun ilgi ve beğeni görme duygusunu tatmin edecektir. Böylelikle, sizden  sürekli ilgi övgü beklemesi azalır.

Zamanla  ürettikleriyle kendisini olgunlaştırmaya ve  dengeli davranmaya meyleder…

3. Her şeye Karışan, Beğenmeyenler, Kusur arayanlar, Eleştirenler, Baskıcı ve Dayatmacılar:

Bunların bir kısmı obsesif tabiatlı, yani takıntılı, kusursuzluk arayan, ayrıntıcı, titiz insanlardır. Mantıksal yönleri ön plandadır. Duygularını pek belli etmez, kontrol altına alırlar. Her şeyde bir mantık, bir gereklilik ararlar. Kuralcıdırlar, esnek değillerdir. Kendi kurallarından o kadar emindirler ki, başkalarının nasıl bu kuralları bilmedikleri veya itiraz ettiklerine “şaşarlar”.

Bu kişiler kendilerince “yanlış” gördükleri her şeyi eleştirir ve beğenmezler. Etrafını bu kurallara uymaya zorlarlar. Aslında söyledikleri ve yapılmasını istedikleri bazı şeyler olması gereken şeylerdir . Örneğin sözünde durmak, randevulara dikkat etmek, işleri zamanında yapmak, düzgün iş yapmak gibi… Ama bizim toplum “gevşek” bir toplum olduğundan hep çatışma yaşanır.

Obsesif bireyler esneklik kazanabilseler hem kendileri hem de etrafı daha huzurlu olur. Bazı obsesifler sizin sorumluluk alanınıza da girerler. Size ait işlere müdahale ederler. Farkına varmadan sizin sorumluluğunuzu da alırlar. Zamanla bu yük ağır gelir ve de yakınmaya başlarlar. Her şeyi ona “yıktığınızı” sorumluluk almadığınızı söyleyip yakınırlar.

Bilmezler ki, kendileri hep öne çıkıp yapmışlardır. “Aman eksik yaparlar, aman zamanında yapamazlar” kaygılarıyla ve de her şey denetimlerinde olsun diye kendileri bu yolu tercih etmiştir. Bu tarz kişilikte birisiyle yaşıyor veya aynı ortamda çalışıyorsanız şunlara dikkat edin:

Sorumluluklarınızı önemseyip zamanında yerine getirin. Çok gerekmedikçe ondan yardım istemeyin. İhtiyacınız olmadığı halde size destek olmasına teşekkürle karşılık verin. Hayatınıza yön vermesine, karışmasına karşı bir sınır oluşturun.

Her şeye karışan beğenmeyen ve eleştiren bireylerin bir kısmı da tembel, sorumluluk almayan insanlardır. Bazıları da negatif bakışı olan kişiliklerdir. Bunlar (tembeller…) sizi ve yaptıklarınızı eleştirerek suçluluk duygularından ve sorumluluk almaktan kaçarlar, size “akıl verirler”.

Boşuna dememişler: “tembele iş buyur, sana akıl versin.”

Tembel ve sorumsuz insanlara ait işleri yapmamaya dikkat edin! Yoksa zamanla GÖREVİNİZ olur! Yapmadığınızda bir de suçlanırsınız!… Diğer yandan, negatif, pesimist bireylere ne yaparsanız yapın bir şeyi beğendirmezsiniz! Bunlara asla yaranmaya ve kendinizi kanıtlamaya çalışmayın! Öz güveninizi sarsarlar! Siz, kendi sorumluluk alanınızda size düşenleri, becerileriniz oranında yaparak iç huzurunuzu koruyun…

4. Aşırı Kırılgan ve Aşağılık Kompleksi Olanlar:

Sağlıklı bir geçmiş yaşamı olmayan, maddi manevi yoksunluklar yaşayan bazı bireyler; aşırı hassas, alıngan, kırılgan, küsen, giden, kıskanan, pasif agresif davranış gösteren yapıda olabiliyorlar. Bu bireyleri anlamaya çalışmak lazım. Duyarlı olduklarından, konuşmalarımızda bunların hassasiyetlerini gözönünde bulundurmamızda yarar var. Örneğin, erken yaşta anne babasını kaybetmiş böyle birisinin yanında anne baba ile ilgili mutlu anıları ve sevinçleri anlatmamak gibi… Fakirlik yoksulluk yaşayan birisinin yanında, servetinden lüks yaşamından bahis etmemek gibi…

Bu kişilerle aynı ortamda bulunmak durumundaysak onların  bu incinebilirlik özelliklerini dikkate  almalıyız. Yalnız şuna da dikkat etmemiz lazım. Bu kişilerden bazıları, çektikleri acıları, alınganlıklarını, hassasiyetlerini kullanıp sizden sürekli sevgi, şefkat ve ilgi beklerler. Bu da sizi yorabilir. Sınırı ve dengeyi iyi koymanız gerekir…

  • İnatçı, Eleştiriye Kapalı, Sabit Fikirliler:

Şunu unutmayın; bu insanlar gelişim ve değişime kapalı, dışarıdan öz güvenli görülseler de, temelde öz güveni eksik insanlardır. Bunların arasından siyasi, sosyal, ideolojik, dinsel, ırksal, mezhepsel aşırı fanatik yobaz insanlar çıkar. Bunlara “kesin inançlılar” denir. Kendi fikir ve davranış kalıplarının doğruluğundan “kesin” emin olduklarından bunu size her yolu kullanarak dayatırlar.

Bu kişilikte olanlarla tartıştığınızda çoğunlukla sizi dinlemezler, bile. İşitme ve idrak etme aygıtları farklı düşüncelere ve seslere kapalıdır. Bunları ikna etmek için kendinizi “paralamayın” başarılı olamazsınız ve sinirleriniz tepenize çıkar. Siz kendi yolunuzdan gidin… O da kendi yolundan gitsin…

Sizi kendi yoluna çekmesine asla müsaade etmeyin!

  • Aşırı Cimri İnsanlar:

Tutumlu olmak, israftan kaçmak başkadır, cimrilik başkadır. Aşırı beklentisi olanlar da bambaşka bir profil çizerler… Cimri insanlarla aynı ailede yaşamak çok zordur. İmkânlar olduğu halde, bunları çok çok kısıtlı kullanmak bu insanların özelliğidir. Üstelik üste çıkmak için sizi “müsriflikle” suçlarlar. En iyisi, kendi ihtiyaçlarınızı karşılamak için çalışmanızdır. Evin ortak giderlerine adil şekilde katkı sağladıktan sonra, artanı mutlaka dilediğiniz gibi kullanın. Yoksa ona da  karışırlar!…

Bir arada olduğunuz ve ortak giderlerinizin olduğu bu insanlarla kavga etmemek için israftan kaçının. Lakin temel ve olması gereken ihtiyaçlarınız için de sonuna kadar direnin…

  • Aşırı Beklentililer:

Aşırı beklentililere gelince gerek aile içerisinde gerek arkadaşlar içerisinde gerek de iş yerlerinde bu tip insanlarla sık muhatap oluruz. Hep kendi öncelikleri, kendi ihtiyaçları, kendi beğenileri ve kendi ihtiyaçlarından söz ederler. Sürekli bu minvaldeki davranışlarıyla sizi psikolojik baskı altına alıp, kendi egolarına hizmet ettirirler… Bu atmosfere girerseniz enerjinizi çabuk tüketirsiniz. Ya onu dinleyip kendi sorumluluk alanınızla ilgileneceksiniz. Taleplerini karşılamayacaksınız ya da  onun taktikleriyle ona gideceksiniz…

Diğer türlü etki alanında kalırsanız tükenirsiniz. Ya da sürekli bir kavga hali içerisinde bulursunuz kendinizi…

Not: Makalemi ilk okuyan ve bazı önerilerde bulunan ve bu konuda kitabı olan Prof. Dr. Erol Özmen hocama teşekkür ediyorum.

Dr. Nihat Kaya

Biruni Ün. Tıp Fak. Öğretim Üyesi

Sosyalistlerin İdeal Toplumsal Düzeni: Fabrika

İnsan sosyal bir varlık. Bunun anlamı şu: İnsan tek başına yaşayamaz, hayatta kalabilmek, yani maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayabilmek  için hem cinsleriyle birlikte bulunmak zorunda. Yani insanın doğal yaşama ortamı, çapı ve kimi özellikleri yere ve zamana bağlı olarak değişse de, topluluk – toplum. Bunun elbette bazı sonuçları var. Bunların önemlisi toplumsal düzen. Her toplumun bir toplumsal düzeni mevcut ve ahlâk, hukuk, töreler, gelenekler gibi beşerî kurumlar toplumsal düzenin parçaları, ürünleri ve unsurları.

Toplumsal düzen birçok sosyal disipline konu teşkil etmekte. Sosyoloji, hukuk, sosyal psikoloji toplumsal düzenleri kendi açılarından incelemekte. Tarih, antropoloji, etnografya, arkeoloji eski toplumların sosyal düzenleriyle ilgili malzeme temin etmekte. Temel disiplinlerden ekonomi toplumsal düzenlerin tarihsel ve güncel ekonomik yüzlerini, siyaset disiplinleri ise yöneten – yönetilen ayrışmasını ve siyasal yönetimlerin özelliklerini konu almakta.

Toplumsal düzenleri çok genel olarak, Hayek çizgisini takip etmek suretiyle, kurulan- planlanan-yaratılan düzenler (KD) ve kendiliğinden oluşan düzen (KOD) olarak ikiye ayırabiliriz. Otantik liberaller KOD’u insanî ve dünyevî realitenin bir sonucu ve yansıması olarak görür. Bu yaklaşımın olağan sonucu devlet erkinin görevlerinin ve müdahil olacağı toplumsal alanların sınırlanmasıdır. Sınırlı (küçük- minimal) devlet görüşü buradan çıkar. Bu bakış devleti bir taraftan gerekli ve yararlı bulur bir taraftan da sivil toplum aleyhine irileşecek bir devletin gereksiz ve zararlı olduğunu öne sürer. KOD’u besleyen kültürün yaygın ve derin olduğu yerlerde devlete karşılıksız bir aşk beslenmez. Devlet amaç değil araç olarak görülür. KD ise liberalizm dışındaki her düşünce akımı tarafından az veya çok benimsenir. Bu akımların bazıları devlete elbette sivil toplumun aleyhine olacak şekilde geniş alanlar açar. Liberal fikirlerden etkilenmemiş muhafazakârlık ve sosyal demokrasi bunlar arasındadır.
Bunlara devletçi akımlar adı verilebilir. Diğer bazıları ise devlet ile toplumu çakıştırmayı, yani devletten bağımsız sivil toplumu tamamen tasfiye etmeyi ve her kişiyi, grubu ve tüm toplumu her yönüyle ve mutlak anlamda devlete bağlamayı hedefler. Sosyalizm, nasyonal sosyalizm, faşizm ve çeşitli versiyonlarıyla dinizm bu özelliktedir.

Geniş anlamda faşizm ve sosyalizm topluma aynı totaliter bakışı paylaşmasına ve benzerlikleri farklılıklarından daha fazla olan toplumsal düzenler yaratmasına rağmen, sosyalizm, faşizmin tersine, maalesef, hâlâ yüceltilebilmekte ve savunulabilmekte. Oysa, tarihin bir anlamı varsa, bugün, orak-çekicin, insanların kafasında, gamalı haç hangi çağrışımı yapıyorsa o çağrışımı yapması gerekirdi. Ne yazık ki, utanç verici şekilde, sosyalist ideoloji canlı ve sosyalist etiketi azımsanmayacak kadar çok aydın ve ortalama insan tarafından bir övünç etiketi olarak kullanılmakta.

Sosyalizmin kirli ve katliamlarla dolu tarihine rağmen bu insanlara cazip gelmesinin belki de en önemli sebebi sosyalizmin nasıl bir toplumsal düzen öngördüğünün yeterince ayrıntılı ve net biçimde ifade edilmemiş ve edilmiyor olması. Bir sosyalistle konuşsanız, ondan duyacağınız şeyler, hemen hemen tamamıyla, eleştirilerden ve müphem, nasıl gerçekleştirileceği belirsiz vaatler ve ideallerden ibaret olacaktır. Sosyalizmin pratiğine yönelik her türlü eleştiriyi çöpe atmaya yarayacak reel sosyalizm – ideal sosyalizm ayrımı zaten heybededir. Sosyalistlere, meselâ, dehşetli devlet eleştirilerine rağmen teorilerinin daha korkunç felaketler yaratıcı bir devleti kaçınılmaz kılacağını anlatmak, gerçekten, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Oysa sosyalizm devlete tapan teorilerin en gelişkini ve devlete tapan diğer teoriler birçok felaket yaratırken onun felaketlerden masun olması eşyanın tabiatına aykırı.

İktisat profesörü Daniel Klein insanların devletle kara sevdaya düşmesinin sebeplerini araştırdığı hoş bir yazısında (https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=502623) meseleyi sosyalizm açısından da değerlendiriyor. Klein’e göre devlet aşkı komünizmin kalbinde yatmaktadır. Marx, Capital’de (Kapital) şöyle der: “Genel bir kural olarak, emekçiler, biraraya getirilmeden iş birliği yapamazlar: Onların bir yerde toplanması iş birlikleri için bir gerekli şarttır. Bu yüzden ücretli emekçiler aynı sermaye, aynı kapitalist tarafından aynı anda istihdam edilmedikçe ve bu yüzden onların emek – güçleri aynı anda kapitalist tarafından satın alınmadıkça iş birliği yapamazlar.” Marx kapitalist müteşebbisi emekçileri fabrikasında bir “önceden düşünülmüş plan”a göre organize ettiği ve işçilerin “birliğini tek bir üretken yapıya (vücutta) dönüşecek şekilde koordine ettiği” için takdir eder.

Marx’ın müteşebbisin üretim faktörleri arasında olan emeği üretken biçimde koordine (yani istihdam) etmesini takdiri, doğru bir tespit ve hak edilmiş bir takdir. Ancak, bu Marx, doğru bir tespiti yanlış bir okuyuş veya iddia ile tahrip etmemesi zor. Nitekim, Marx’a göre, hepsi de “artık değer” kazanmak için “mal üretimi”ne girişmiş olan kapitalistler arasındaki rekabet bir tek fabrikada kazanılmış olan yaygın emek koordinasyonunu despotik ve sömürücü hâle getirir.

Marx’ın ekonomik sistem analizleri, hele bugün için, anlamsız ve yararsız. Zaten iktisatçı olarak Marx dikkate almaya değmeyecek görüşlere sahip biri. Bu yüzden, görüşlerini iktisat ile ilgili olmayan argümanlarla takviye etmeye çalışması insanı şaşırtmıyor. Nitekim, Marx’ın yabancılaşmayla ilgili görüşleri Marksistler arasında hayli yaygın ve etkili. Marx’a göre toplumdaki iş bölümü insan benliğinde bir bölünmeye yol açar. Buna yabancılaşma denir. Marx’a göre, “yekûn üretimin birleşmesi (cohesion) kendisini, üretim failleri üzerine, onların ortak aklı tarafından anlaşılan ve dolayısıyla kontrol edilen, üretim sürecini onların birleşik kontrolü altına getiren bir kanun olarak empoze eder.” Bilinçli kontrol işin bütünlüğü için esastır: “Bu alanda özgürlük, yalnızca tabiat ile karşılıklı etkileşimlerini rasyonel olarak düzenleyen, tabiatın kör güçleri olarak onun tarafından yönetilmek yerine onu ortak kontrolleri altına alan sosyalleşmiş insanda, birleşmiş üreticilerde ortaya çıkabilir.”

Kuşku yok ki Marx burada açık bir çelişkiye düşmekte. Bir koordinasyon türünü mahkûm ederken başka bir koordinasyon türünü yücelterek talep etmekte. Koordinatör olarak müteşebbisi – patronu küçümsemekte fakat yaygın makro koordinasyonu yüceltmekte.
Marx’a göre komünizm toplumun varlığını ve ekonomiyi birbirine entegre etiği zaman ekonomi dev bir fabrika gibi olacak ve bu fabrikada bütün taraflar işbirliği içinde çalışacak. Emekçi, kendisinin de ait olduğu tüm toplumdan başka patron olmayacağı için, tâbi olmanın (itaat etmenin ) aşağılayıcılığından kurtulacak. “Sadece insan kendi güçlerini sosyal güç olarak, sosyal güç artık ondan politik güç olarak ayrı olmayacak şekilde tanıdığı ve organize ettiği zaman, yalnızca o vakit insanın kurtuluşu tamamdır.” Burada da Rousseaucu genel iradeyle bütünleşme nosyonunun üretim faaliyeti üzerinden yenilenmesini ve güncellenmesini görmekteyiz.

Marx kapitalizmi var kıldığına inandığı otoriteye karşı çıkar, ama bu genel ve ilkeli bir otorite karşıtlığı değildir. Ona göre, “birçok bireyin mecburen işbirliği yaptığı tüm emek, tam da bir orkestra şefininki gibi süreci koordine edecek ve birleştirecek bir komuta edici irade gerektirir.” Robert Tucker başarılı kitabı Philosophy and Myth in Karl Marx’ ta (Karl Marx’ta Felsefe ve Mit) Marx’ın ütopyacı vizyonunu şöyle ifade eder: “Emeğin iş bölümü altında köleliğe dayalı fabrika düzeninin eski otoriteryenizminin yeri bir senfoni orkestrasında hâkim olan disiplin gibi bir özgür bilinçli disiplin tarafından alınacaktır… (E)meğin sosyal (iş) bölümünün ilgası… Genel olarak insanlık içinde âhenk ve birliğin ortaya çıkmasına, ‘tam bireylerin’ bir geniş birliğinden oluşan birleşmiş bir toplumun doğmasına delalet eder.” Marx bütün ekonomide ekonomiye katılanların tümünün ekonomik faaliyetinin yaygın koordinasyonunu karşılıklı koordinasyon olarak anlar.

Marx sosyal tabakalaşmaya ve hükmedişe karşı olduğunu beyan ediyor. Ancak, bu böyleyse, cevapsız kalan bir soru var: Kendi politik projelerinde gömülü olan sosyal tabakalaşmaya ve tahakküme karşı niçin böylesine kör? İşte bu noktada, Daniel Klein’in altını çizdiği gibi, Marx’ın görüşlerindeki devletçi romantizm açığa çıkıyor. Marx’ın anlayışına göre bir kapitalist patron için çalışmak çalışanın işini büyük topluma yabancılaştırmayan bir katılım olarak görmesine izin ve imkân vermezken, komünist bir (tek) patron için çalışmak bunu yapar. Niçin? Bu sorunun cevabı ne Marx’ta ne de takipçilerinde var. Devlete tapıcılık işte burada iyice açığa çıkıyor. İşverenlerin yanında serbest idarelerine dayanarak çalışanlar yabancılaşmaktan ve çalışmayı tahakküm altında kalmak olarak algılamaktan kurtulamıyor ama tek patrona çalışınca bunu yapabiliyor.

Marx’ın sınırlı ve üstü örtülü biçimde ifade ettiği devletçi toplumsal düzenin izleri Marx’ın takipçisi bazı isimlerin yazılarında daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Rus N. Bukharin ve E. Preobrazhensky The ABC of Communism (Komünizmin ABC’si ) adlı (1992) kitaplarında, Klein’in işaret ettiği gibi, devlete tapıcılıkla rasyonalize edilen bir hırsızlık ve zulüm ajandası ortaya koyuyorlar:

“Toplum işbirlikçi üretim için dev bir iş organizasyonuna dönüştürülecek. O zaman ne üretimin bölünmesi ne de üretim anarşisi olacak. Böyle bir sosyal düzende üretim organize edilecek. Artık bir işletme bir başka işletme ile rekabet etmeyecek; fabrikalar, iş atölyeleri, madenler ve diğer üretim kurumları, tüm ulusal üretim ekonomisini kucaklayacak bir dev halk atölyesinin alt bölümleri olacak… Meselenin özü organizasyonun toplumun tüm üyelerinin işbirlikçi organizasyonu olacak olmasında yatmakta. Komünist sistem, organizasyonu etkilemeye ilaveten, onun sömürüye son vermesi, toplumun sınıflara bölünmesini ilga etmesi olgusu tarafından daha da ayırt edilir hâle getirilir.”

Yazarlara göre bir fabrika için çalışan işçi, fabrika sahibinin bir tür yük hayvanı olur.
Proleter devlete bağlı olarak çalışan işçi ise bir sosyal çalışan olur. Proleterya bütün kapitalist işletmeleri ve kaynakları kamulaştırmalıdır. Bütün işletmeler birleştirilmelidir. Bu işletmelerin bağlanması gereken organizasyon tüm organizasyonların en büyüğü ve güçlüsü olmalıdır. Bu örgüt çalışan sınıf tarafından oluşturulan, Sovyet gücü tarafından teşkil edilen devlet organizasyonudur. Bukharin ve Preobrazhensky’ye göre herkes bir gerçek, popüler kontrol altındaki ortak, sınıfsız planın kapsamına alınmalıdır; tüm ekonomik organlar bu devlet otoritesinin araçlarına ve ekonomik departmanlarına dönüştürülmelidir.

Bütün bu açıklamalar sosyalistlerin toplumsal düzenin ne olduğunu anlamada çok başarısız olduğunu sergilemekte. Sosyalistlerin kafasında KOD’u anlamaya ve açıklamaya yetecek düşünme kategorileri yok. Açık toplumun sosyal düzeninin karmaşıklığını anlayamıyor ve açıklayamıyorlar.  Bir fabrika düzeni (KD) ile fabrika düzenleri dâhil birçok alt düzeni içinde barındırma kapasitesine sahip düzen (KOD) arasındaki hayatî farkları göremiyorlar. Bu yüzden, basit bir düşünce-akıl yürütme mekanizması kuruyorlar veya zihinsel tembelliğe teslim olarak ya tembelliğe düşüyor ya da canla başla çalışsalar bile kendi akademik-fikrî ortamlarında debelenerek santim ilerleme kaydetmeden düşünce hayatlarını yaşıyorlar. Türkiye’de de dünyada da. Ama bütün bunlara rağmen üstün ajitasyon ve propaganda kabiliyetlerine ve ağlarına dayanarak fabrika düzenini tüm toplumu ve her şeyi kapsayacak şekilde genişletip ideal toplumsal düzen diye pazarlıyorlar.

Bu düşüncenin özellikle liberaller için basit ve komik olduğu açık. Sadece teoride kaldığı sürece eğlendirici de oluyor. Ne var ki ihtiraslı sosyalist kadroların elinde büyük toplumsal projeler olarak hayata aktarılmak istendiğinde akıl almaz zulüm ve mezalimlere yol açıyor.

Evet, sosyalist toplum düzen ideali basit, arkaik ve tehlikeli…

 

Kavala Davası ve Türkiye’nin Normalleşmesi

Kavala (Gezi) Davası’nın sanıkların beraat etmesiyle sonuçlanması benim için sürpriz olmadı. Bu dava başka bazı davalar -mesela Büyükada Davası- gibi sağlam bir dava değildi. Olağan şartlarda beraatla sonuçlanması gerekirdi ve öyle oldu.

Beraat kararı üzerine bazıları Gezi güzellemeleri yapmaya başladı. Başka bir kesim ise Gezi’de kamu malına zarar verildiğinden, sanıkların Gezi’yi organize ettiğinden bahsederek beraat kararını çok yanlış ve haksız bulduğunu ifade etti.

Gezi üzerine çok yazdım. Tekrar uzun uzadıya konuyu ele almaya -en azından şimdilik- niyetim yok. Yine de, geçerken değinme kabilinden, birkaç cümle ile görüşlerimi tekrar belirteyim. Gezi çok yüzü olan bir hadiseydi. Zaten bu sayede her yaklaşım kendi önemli gördüğü tarafı veya tarafları öne çıkartıyor ve diğerlerini es geçiyor. Gezi’nin yüzleri arasında polisin aşırı şiddet kullanması, ifade özgürlüğünün bir parçası olarak protesto hakkının zaman zaman engellenmesi gibi şeyler vardı. Keza, iktidarın Gezi öncesinde biriken sert ve hayat tarzlarına müdahale anlamına gelmese de müdahale edilebileceği izlenimi doğuran söylemlerinin de Gezi’de mutlaka etkisi oldu. Bunları görmek lazım. Ama aynı Gezi’de alan ve sokak işgalleri, devletin resmî güçlerine ve bazen sivil vatandaşlara karşı şiddet kullanılması, özel malların ve kamu mallarının tahribi gibi şeyler de vardı. Bunları da görmek lâzım. Günlük siyasî çekişmelerin dışına çıkıldığında ve geniş perspektiften bakıldığında ise Gezi’deki ana problem demokrasinin usul kurallarını reddetmek ve seçimle gelmiş meşru iktidarın insan haklarına ilişkin olmayan -yani sıradan- bir konuda aldığı kararı uygulamasının şiddet yoluyla engellenmek istenmesi de vardı. Devlet yer yer aşırı şiddet kullandı elbette, ama devlet pratiğimiz ve olayların boyutları düşünüldüğünde bu da şaşırtıcı değildi. Esas itibariyle, bırakılmak istenen izlenimin aksine, kendisine dayatma yapılmak istenen hükümetti, hükümete kendi dediğini yaptırmak için şiddet kullanan ve Gezi’ye başka niyetlerle gelmiş olan çevreleri de istismar eden ise -Taksim Dayanışması, TMMOB gibi- Gezi bileşenleriydi.

Bunları bir yana bırakalım. Gezi’nin de dahil olduğu süreçte Türkiye’de özgürlük güvenlik dengesi özgürlük aleyhine bozuldu. Çok sayıda demokrasi dışı ve gayri meşru saldırı ile karşılaşan iktidar pek da şaşırtıcı olmayacak ve muhtemelen her iktidarın yapacağı şekilde hemen her meseleyi bir güvenlik meselesi olarak görmeye başladı. 15 Temmuz kalkışması her şeyin üstüne tuz biber ekti. Bu ortam içinde kamusal işlerin ve yargısal süreçlerin olağan şartlar altında olduğu gibi yürümesini beklemek hayaldi. Nitekim öyle olmadı da. Bırakın Türkiye’yi hiçbir ülkede bu olamazdı. Yargı sicili çok sağlam olmayan ve yargısal yapılanması FETÖ tarafından çökertilmiş olan Türkiye’de iktidar özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra haklı bir meşru müdafaa ve demokrasiyi koruma çabası içine girerken yargının işleyişinde de bu işlerle ilgilenen hiç kimseye yabancı olmayan hatalar ortaya çıkmaya başladı.

Bu hataların ne olduğu belli. Ergenekon yargılamaları sırasında da bunlara dikkat çekmiştim. Âdil yargılama sanıkların şayialara değil somut delillere dayanarak yargılanmasını gerektirir. Kamuda suç işlendiği yolunda yaygın da olsa bir kanaat olması isnat edilen suçun gerçekten işlendiğini kanıtlamaz. Yargılamalarda sanıklardan delillere değil delillerden sanıklara gitmek gerekir. Deliller bir yorum veya kanaat olarak değil somut belirtiler ve varlıklar olarak vücut bulmalıdır. Benzetmelerle akıl yürütmelerle, gerçekliği kanıtlandırılamayan irtibatlandırmalarla sanıklar mahkûm edilemez.  Ne yazık ki Kavala Davası’nda bu problemlerin hepsi vardı. Daha da kötüsü tutuklu yargılamaydı. Ergenekon davaları hepimize tutukluluğun cezalandırmaya dönüşmemesi ve kural olarak yargılamanın tutuksuz yapılması gerektiğini göstermişti. Maalesef buna uyulmadı. Kavala davası sanıklar tutuklanmadan görülseydi bu kadar mağduriyet yaşanmamış olurdu. Kavala aylarını boşu boşuna hapiste geçirmezdi. Şimdi kaybettiği ayları kim nasıl telafi edilecek?

Diğer taraftan ben yargılamalarda yapılan hataların her zaman ve her durumda iktidarın müdahalesinden hasıl olduğu fikrine katılmıyorum. Yargı sistemimizin bilinen sıkıntıları yanında olağanüstü süreçler yaşamanın da bunda önemli payı olduğuna kaniyim. Benzer durumlara dair dış dünyadan örnekler bulmak kolay. Bunu söylemekten kastım yanlışlıkları haklı ve hafif göstermek değil. Sorunu tüm boyutlarıyla ve abartmaya ya da küçültmeye gitmeden görmenin önemine ve değerine dikkat çekmek.

Kavala Davası kararının Türkiye’nin normalleşme yoluna girmesinin bir sonucu olmasını ya da Türkiye’nin normalleşme sürecine girmesine katkıda bulunmasını diliyorum. Ancak ben bu yazıyı tamamladıktan hemen sonra Kavala hakkında 15 Temmuz darbe girişimi soruşturması nedeniyle gözaltı kararı verildi. Henüz ayrıntıları bilmiyorum ama yeni bir yargısal hatanın ortaya çıkıyor olması ihtimâli kuvvetli. Böyle bir soruşturma için üç yıldan faza beklenmiş olması ve soruşturmanın beraat günü başlatılması, daha önce başlatıldıysa gözaltı kararının beraat kararının hemen peşinden alınması rahatsızlık verici ve işkillendirici bir durum. Umarım yanlış yapılmaz, yapıldıysa fazla ilerlemeden durdurulur, düzeltilir.

 

 

Prof. Dr. Tanel Demirel ile Liberalizm ve Liberal Düşünce Topluluğu Üzerine

Muaz Ergü, Çankaya Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretimi Üyesi ve LDT Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Tanel Demirel’le Liberalizm, Siyaset ve Liberal Düşünce Topluluğunu konuştu. Bütün yoğunluğuna rağmen söyleşiyi gerçekleştirme nezaketi gösteren Tanel Bey’e teşekkür ediyoruz.

Sanırım dünya genelinde ve özellikle ülkemizde karıştırılan, tam olarak ne olduğu bilinmeyen kavramlardan biri Liberalizm. En çok da Kapitalizmle karıştırılıyor. Hocam nedir liberalizm? Gerçekten Kapitalizm ve liberalizm aynı şey mi? Anlatabilir misiniz?

Liberalizmi tanımlamak zor çünkü tek ya da hakiki bir liberalizmden bahsetmek mümkün değil. Liberalizmlerden bahsetmek daha doğru. Kendilerine liberal diyen insanların üzerinde anlaşabilecekleri bazı tema, ilke ya da değerlerden bahsedilebilir. Bence, bireyin özgürlüğü, her türlü paternalizmin reddi, piyasa ekonomisi, sınırlı ya da sınırlandırılmış siyasi iktidar, insanlar arasında din, dil, ırk, cinsiyete dayalı ayrımcılığın yapılmaması, siyasal iktidarın rızaya dayalı olması temel liberal değerler arasında. Bunlara akla duyulan güven, ilerleme, çeşitlilik ve farklılığın teşvik edilmesi de eklenebilir. Sayılanlardan hangisinin öne çıkacağı bağlama, içinde bulunulan zamana ve mekâna göre değişecektir. Liberal bir siyasal düzen nelerin yapılmaması gerektiğini belirten ve böylece bireylere geniş bir hareket alanı bırakan çok temel bazı kuralların yerleştirilmesine dayalı. Bu geniş çerçeve içinde bireyler bir diğerine zarar vermedikleri müddetçe istedikleri gibi hareket edebilirler. Liberalizm kimseye özgür olmanın gereği budur ya da bu değildir demez.

Kapitalizm özel mülkiyet ile mal ve hizmetlerin gönüllülük temelinde el değiştirmesine dayalı bir ekonomik sistem. Liberalizm ise bundan çok daha fazlasıdır. Bireyin negatif özgürlüğünün sağlanması liberalizmin temel amacıdır. Mülkiyet ve teşebbüs özgürlüğünün olmadığı toplumlarda liberal bir siyasal düzen de kurulamaz. Fakat kapitalizm insan haklarına saygı duyulmayan, otoriter siyasal rejimlerle de birlikte yaşayabilir.

Dünyadaki bütün siyasi/ekonomik kavramlar durup dururken ortaya çıkmamış. Hepsinin tarihsel bir süreç ve aşamaları var. Liberalizmi ortaya çıkaran süreç hakkında neler söylersiniz?

Bu soruya hangi bağlamda diye ayrı bir soruyla karşılık vermek lazım. Örneğin Batı Avrupa’da liberal fikirlerin gelişiminin Katolik kilisesine, ortaçağın hiyerarşik düzeni ve bunun mirası olan aristokratik ayrıcalıklara ve tabii ki mutlakiyetçi yönetimlere karşı verilen mücadele ile ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Farklı bağlamlarda liberal fikirleri tetikleyen olgular da farklılaşacaktır.

Liberalizmin ya da liberalizmlerin batıda ortaya çıkmış, batıya özgü bir ideoloji olduğu söyleniyor ne dersiniz ?

Öncelikle, bireye verilen kıymet ve öncelik, rızaya dayalı otorite ve idarecilerin keyfiliklerinin sınırlandırılması gibi temel liberal değerlerin 17. yüzyıldan itibaren batı Avrupa ve ABD’de belirgin hale gelip kristalleştiğini kabul edelim. Ancak bu kabul, bu değerlerin batı dışı toplumlara tamamen yabancı olduğu anlamına gelmez. Yüklü bir kelime olduğu için medeniyet kavramını kullanmak istemiyorum o yüzden toplumlar diyelim. Toplumlar her hâlükârda birbirlerinden etkilenirler batı dediğimiz dünyanın oluşumunda batı dışı dünyanın etkisi ve katkısı çok önemli.

İnsanın kendisine yönelen zarardan kaçınma güdüsü tıpkı yeme içme ve soyunu sürdürme güdüsü gibi evrenseldir. Hiçbir insan kendisine işkence edilmesinden, hapse atılmaktan ya da keyfi bir biçimde davranılmasından, ayrımcılığa uğramaktan, ürettiklerine zorla el konulmasından memnun olmaz. Buna tepki gösterir. Bu kültürel ya da bağlama bağlı olarak değişen bir özellik değildir. Liberallerin negatif özgürlük dediği şey de budur ve kanaatimce liberalizm tam da bu bahsettiğim türden kötülüklerin en aza indirilmesinin yollarını arayan bir ideolojidir.

Hocam Liberalizmin bu kadar kafa karıştırmasının altında bu kavramı siyasi ya da ekonomik olarak ele almak ve ayrıştırmak yatıyor sanırım. Bütüncül bir sistem olarak değerlendirilmiyor. Ne dersiniz?

Sözünü ettiğiniz faktör önemsiz değil fakat bence daha önemli bir başka faktör daha var. Liberalizm aynı zamanda modernlikle ya da modern olma hali ile iç içe geçmiş durumda. Dolayısıyla liberal temalar modernliği radikal bir biçimde tamamen reddetmeyen bütün siyasal ideolojilere şu ya da bu şekilde bulunabilir. İnsan hakları, kanun önünde eşitlik, piyasa ekonomisi, anayasacılık vs. gibi fikirler liberalizmin tekelinde değil. İyi ki de öyle. Bu liberalizmi tanımlamayı zorlaştıran temel etkenlerden biri.

Liberalizm gerçekten, kısaca: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mi?

Eğer bununla sınırsız ve  kuralsız bir ekonomi ya da toplumsal hayatı kastediyorsanız kesinlikle değil. Liberalizm başkalarının temel haklarına “zarar vermeme” genel kuralına dayalı bir toplumsal düzen öngörür. Zarar vermeme üzerine kurulu genel davranış kuralları hukukun temelini oluşturur. Bu ilkenin, bireylere en geniş özgürlük alanının tanınmasını mümkün kıldığına inanılır. Başkalarına zarar vermediği müddetçe bireyler istediklerini yapabilirler. Tabii temel hakların ne olduğu ile bir eylemin nerede diğerine zarar vermeye başladığının sınırlarını çizmek zordur. Zamana ve mekâna bağlı olarak bu ilkenin nasıl yorumlanacağı değişecektir.

Peki hocam liberalizm ne değildir sorusunu sorsam?

İyi soru. Benim için liberalizm her zaman her yerde geçerli tarih üstü ve ötesi ayrıntılı evrensel reçeteler vazeden, sorulabilecek her türlü soruya hazır cevabı olan ütopik bir iyi toplum anlayışını hayata geçirmeye çalışan katı bir ideoloji değildir. Tam tersine, insanlık tecrübesinden süzülüp gelen bilgi birikimi ışığında neyin mümkün olup olmadığı konusunda daha gerçekçi olmaya gayret gösteren sürekli arayış içinde olan esnek bir bakış açısı ya da dünya görüşüdür. Tabii liberalizmi katı bir ideoloji olarak gören dogmatik liberallerin olmadığı da söylenemez.

İnsanlık tecrübesinden süzülüp gelen fikirler dedik burayı biraz daha açmak isterim. Mesela Adam Smith piyasa ekonomisinin nasıl ortaya çıktığını ve bunun faydalarını anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Piyasa ve piyasanın ürettiği toplumsal faydalar Adam Smith bunlar hakkında yazmadan önce de zaten var olan yaşanan gerçekliklerdi. Onun yaptığı var olanı açıklamak, faydaları üzerinde durmak ve nasıl daha iyi hale getirilebileceği üzerinde düşünmekti. Ticaretin toplumlar üzerindeki yumuşatıcı etkisi düşünürlerin olmasını istedikleri kurguladıkları bir ideal değildi. Yaşanılan tecrübelerin insanlara düşündürdüğü bir şeydi. Anayasacılık ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri istisnasız neredeyse tüm iktidarların sürekli genişlemeye meyyal olup yozlaşması olgusuna nasıl çözüm bulabiliriz sorusuna yanıt arayışının bir sonucuydu. İnsanların kendi menfaatlerine öncelik vermesi olgusu liberaller bu konu hakkında yazdıkları için değil, hakkında bilgi sahibi olduğumuz tüm insan toplulukları için geçerli bir gözlemdi. Örnekler çoğaltılabilir.

Dünyamız hızla değişiyor. Kapitalist düzende sürekli artan mekanik üretkenlik iş gücünü gereksizleştiriyor. İşsizlik artıyor. Piyasa her şeyi düzenler demek insanları bu olumsuz gelişmeye boyun eğmeye çalışan bir dini söylem olarak görülemez mi? Zira piyasa ve rekabet handiyse tanrı katına yükseltiliyor… Yine liberalizm içinde kalarak bu sorun çözülebilir mi?

Evet piyasayı her türlü toplumsal siyasal sorunu çözecek sihirli bir mekanizma olarak resmedenler var. Örneğin Fransız aydınlanması geleneğinden neşet eden, Amerikan sosyal bilim anlayışından beslenen ilerlemeci bir liberalizm çizgisi bu ve benzeri imalar da bulunuyor. Aşırı rasyonalist seküler mesihçi ve ütopik yönü olan bir anlayış bu. Liberalizm insanlık hallerine dair bütün sorunları, açmazları çözebilecek sihirli bir maymuncuk gibi görülüyor bu kavramlaştırmada. Diğer liberalizm anlayışı ise kurucu rasyonalizmin sınırlarını vurgulayan daha şüpheci bir liberalizm. İskoç aydınlanma geleneğinden süzülen bu geleneğin özünde insanın aklının sınırlarını vurgulayan bir entelektüel tevazu yatar. Toplumsal meselelerde nihai ve herkesi memnun edebilecek çözümler olabileceğine inanılmaz. Maalesef genellikle kötü ile ehven-i şer arasında geçici ve kırılgan uzlaşmalar üzerine kurulu zor seçimler söz konusudur. Piyasa kıtlık sorununu çözecek kendiliğinden özgür bir siyasal düzeni getirecek mucizevi bir araç değil. Tam tersine, bir sürü eksiklikleri, kusurları olan ve fakat alternatifleri ile kıyaslandığında açık bir biçimde daha tercih edilir olan bir mekanizma.

Liberalizmin bizim gibi doğu toplumlarında kötü bir imaja sahip olmasının altında yatan nedenler hakkında ne dersiniz?

Toplumları doğu ve batı şeklinde ayırmanın çok da anlamlı olmayan bir basitleştirme olduğunu düşünüyorum ama bu ayrı mesele. Sorunuzu çok basite indirgeyerek yanıtlamaya çalışayım. Öncelikle anti-liberalizm liberal geleneğin güçlü olduğu ya da güçlü olduğunun varsayıldığı ülkelerde bile hiç zayıf değil. Liberal fikirlerin kitleleri peşinden sürükleyecek cazip bir ütopyası yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Liberalizm dünya cenneti vaadetmez. En liberal bir toplum bile işsizlik, sosyo-ekonomik eşitsizlik, temel  hak ihlalleri, yolsuzluk ve suç gibi olguları ortadan kaldıramayacaktır.

Bu ilginç bir nokta, Türkiye’ye gelirsek?

Evet gelelim. Siyasal yelpazenin tamamında milliyetçilik ve devletçiliğin ki her ikisinin temel özelliği bireyi ikinci plana itmektir, yaygın olmasını ilk sıraya koymayı tercih ederim. Devletin kaynak ve statü dağılımında bu kadar merkezi rol oynadığı, hamasi milliyetçiliğin çok yaygın olduğu bir toplumda anti-liberal temaların kuvvetli olmasına şaşırmamak lazım. Zaten milliyetçilik ve devletçilik iç içe geçmiştir. Milli eğitim sistemimiz matematik, fizik, yabancı dil ve hatta Türkçe öğretemiyor ama hamasi bir milliyetçiliği ve devletçi zihniyeti aşılarken fena değil. Liberalizm karşıtlığı iki büyük siyasi gelenek olan CHP ve sağ muhafazakâr siyaset geleneğinde ilkinde daha fazla olmak üzere belirgin. Birinciler liberalizmi Türkiye’yi iktisadi olarak geri bıraktıracak, siyaseten de Cumhuriyet rejimini tehlikeye düşürebilecek bir ideoloji olarak görme eğilimindeler. Muhalefette iken pragmatik sebeplerle liberal temaları dile getiren sağ siyaset geleneğinde ise, liberalizmi dini geleneksel değerleri moda tabirle yerli ve milli olanı tehdit eden batıdan gelen bir virüs gibi görme eğilimi kuvvetli gibi görünüyor. Her iki çizgi de devleti kendi iyi anlayışlarını topluma dayatmak için kullanmakta bir beis görmüyorlar. Uzun vadede herkesin zararına olan devletçiliği sorgulayacak bir toplumsal koalisyon ortaya çıkmıyor ya da çok güdük kalıyor. Herkesin gözü devlette sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Zenginleşmenin yolunun devletle iyi ilişkiler kurmaktan geçtiğine kuşaklar boyunca şahit olmuş bir toplumda piyasanın nimetlerinden bahseden fikirlerin yankı bulması çok zor. Tabii bütün bu olguları destekleyen temel dinamiklerin başında ulus-devlet olma sürecinin kendine has özellikleri ve toplumumuzun sanayileşme sürecinde mesafe alamamış olmasıyla cemaatçi toplumsal yapımızı da anmak lazım.

Ve nihayet çuvaldızı kendimize de batıralım. Türkiye’de liberal düşünce geleneğinin gerçekten de bu topluma dair, bu toplumun kültürel kodlarına anlam sistemlerine hitap edebilecek anlamlı ve orijinal açıklamalar, yorumlar ve önerilerle geldiğini söylemek de kolay değil.

Malum olduğu üzere bütün siyasi/ideolojik paradigmaların Türkiye versiyonları söz konusu. Bizzat bunu bizim aydınlarımız yapıyor. Türk tipi muhafazakârlık, Türk Solu, Türk tipi kalkınma… Türk tipi bir liberalizm var mı? Varsa bunun liberalizmin evrensel tanımıyla uyumu ne ölçüde?

Liberalizmin evrensel bir tanımından söz ederken dikkatli olmak lazım. Eğer bundan  sanki tüm çağlar ve zamanlar için geçerli liberal bir reçete ya da model var ve liberalim diyen herkes kendini ona uydurmaya çalışmalı gibi bir anlam çıkarırsanız bu doğru değil. LockeSmith ve Hayek de dâhil, her düşünür ister istemez içinde yaşadığı zaman ve mekânının sorunları ve ufku ile sınırlıdırlar. Zaman ve mekâna göre kendilerine liberal diyenlerin öne çıkardıkları hassasiyetler, vurgular ve çözüm önerileri de farklılaşacaktır. Bunu normal karşılamak lazım. Örneğin Fransız liberal geleneğinde Fransa’da Katolik kilisesinin oynadığı rolden ötürü, katı bir kilise ve din eleştirisi geleneği vardır. Anglo/sakson liberal geleneğinde din karşıtlığı sınırlarında dolaşan bir din eleştirisi görülmez. Çünkü bu ülkelerde Protestanlık liberal değerlere karşı muhalefetiyle öne çıkmamıştır. Alman liberal geleneğinde toplulukçu ya da cemaatçi vurgular öne çıkar, devlete minimalist bir rol biçilmez. Hem ulusal birliğin ve hem de sanayileşmenin gecikmesi bu durumun sebeplerinden biri olarak gösterilir.

Tanel Demirel

Kanaatimce her zaman her yerde geçerli –ve bu sebeple de evrensel denilebilecek olan- olan temel değer bireyin negatif özgürlüğüdür. Negatif özgürlüğe yönelik tehditler ve onlara yönelik çözüm arayışları somut bağlamlara göre farklılık gösterecektir. Bazı ülkelerde bu tehdit mutlakiyetçi yönetimlerden gelirken, bazen çoğunluğun desteğine sahip seçilmiş iktidarların baskısından gelebilir. Bazen dini gruplar, bazen de, siyasal otoritenin yokluğu ya da zayıflığı, özgürlük açısından büyük bir tehdit olabilir. Kısacası her zaman her yerde geçerli evrensel liberal reçeteler yok. Fakat deneyimlerden süzülmüş çok temel bazı çıkarımlar ya da tespitler söz konusu. Bunlar nelerdir diye sorarsanız, insanın kendi çıkarına öncelik verme eğilimi içinde olduğu, iktidarın yozlaştığı, bürokrasinin sürekli büyüdüğü, başta mülkiyet hakkı olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin pekişmiş olduğu toplumların daha müreffeh ve mutlu oldukları, merkezi planlama teşebbüslerinin başarısızlığı gibi birkaç tespiti sıralayabilirim.

Türk liberalizmi kavramına gelince, bu kavram ancak Türkiye coğrafyasında yaşayan insanların sorunlarına liberal bir perspektiften yerele özgü çözümler arayışının ifadesi olarak kullanılırsa anlamlı olur. Daha liberal bir düzenin önündeki engeller konusunda gerçekçi teşhisler ve toplumun kültürel kodlar ve anlam sistemlerine uygun gerçekçi çözüm önerileri arayışları denilebilir. Ve ancak böyle anlaşılırsa, liberalizmin evrenselci yönelimleri ile çatışmaz. Yoksa, biz bize benzeriz veya Türkiye’ye özgü liberalizm diyerek, anti-liberal pratikleri meşrulaştırmaya hizmet edebilirsiniz.

Hocam bir de benim en çok dikkatimi çeken olguların başında ülkemizdeki siyasi/ideolojik geçişlerin çok hızlı olabilmesi. Birbirine zıt ideolojiler bir anda bir araya gelebiliyor. Bir liberal bir anda otoriter, baskıcı, faşizan bir anlayışa bürünebiliyor. Bir sosyalist milliyetçi olabiliyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Siyaseten değişmemek yedisinde neyse yetmişinde aynı olmak bir erdem değil. İnsanlar iyice düşünüp taşındıktan sonra ideolojik seçimler yapmazlar. Yaşadıkları zaman diliminde hangi kanallar kendilerine açık gibi görünüyorsa oraya meylederler. Bence ideolojileri iktidar arzusunu ya da menfaat arayışlarını meşrulaştırmaya yarayan maskeler olarak nitelendirenler tamamen haksız değiller. Ayrıca tutarsızlıktan rahatsız olmak toplumumuzda yaygın bir haslet değil. Sonuç odaklı bir toplum olduğumuz söylenebilir. Böyle olunca  siyasi ideolojik geçişler de kolay olabiliyor. Ama yine belirtmek isterim bu sadece bize özgü bir durum değil.

Hocam siz Liberal Düşünce Topluluğu Yönetim Kurulu başkanısınız. Topluluğunuz hakkında bilgi verir misiniz? Ne gibi faaliyetleriniz var?

Topluluk 1992 yılından bu yana faaliyet gösteriyor. Liberal düşünce ve değerleri tanıtmak ve yaymak, bu değerler doğrultusunda Türkiye sorunlarına dair çözüm önerileri sunmak ve liberallerin bir araya gelebileceği entelektüel bir platform ya da ağ oluşturmak üç temel hedef. LDT sadece ve ağırlıklı olarak çeşitli meselelere dair raporlar hazırlayan saf bir düşünce kuruluşu değil. Gençlere yönelik eğitime özel önem veriliyor. Bilgiye dayalı sahici konuşma ve medeni tartışmalar yapılan ortamlar yaratmaya çalışıyoruz.

Ankara ve İstanbul’da haftalık seminerler, yılda bir kez Liberal Düşünce Kongresi ve zaman zaman da sempozyum ya da çalıştaylar da düzenliyoruz. Topluluk çevresi Liberal Düşünce Dergisinin yayınlıyor. Liberte Yayınları da topluluğa ait.

LDT’nin bilindik sivil toplum kuruluşlarından farkı nedir? Zira sizin ve Atilla Yayla’nın topluluğun alışık olunmadık yapısından bahsettiğinizi okumuştum ?

LDT dar anlamda aktivist bir siyasi hareket değil. LDT’nin kolektif bir kimliği ve duruşu yok. Hiyerarşik bir yapılanması da yok. Topluluğun yürütme organı olarak görebileceğimiz yönetim kurulu çok istisnai haller dışında görüş açıklamıyor. Fakat LDT çevresinden söz edilebilir. Bu çevre homojen bir topluluk oluşturmuyor. Bu çevrede klasik liberalizm, liberal muhafazakârlık, muhafazakârlık, liberteryenizm, sosyal liberalizm ve sosyal demokrasinin değişik versiyonlarına sempati ile bakan insanlar var. Ayrıca güncel siyasal meselelere dair de çok farklı değerlendirmeler görmek mümkün. Bu haliyle topluluk farklı görüşlere sahip insanların birlikte çalışabileceklerini gösteren iyi bir örnek. Tabi bu durumun bazı dezavantajları da yok değil. Örneğin LDT çevresinde öne çıkan kişilerin görüşleri, tüm çevreye mal edilebiliyor.

Toplumda ve akademyada topluluğunuza karşı ilgi nasıl ?

Zor bir soru daha. Bana öyle geliyor ki, topluluğa yönelik ilgi ağırlıklı olarak siyasal konjonktüre bağlı olarak değişiyor. Bu ilginin daha fazla olduğu dönemler oldu. Zor bir dönemden geçiyoruz. Konuşmayı zorlaştıran siyasi atmosferden çok olumsuz etkileniyoruz. İnsanlar konuşmaktan sivil toplum faaliyetlerine katılmak ya da katkıda bulunmaktan kaçınıyorlar. Konuşup yazmanın bir işe yaramadığını yaramayacağını düşünüp köşesine çekilen bir çok insan var. Ayrıca liberal söylemlerin cazip göründüğü bir dönemde de değiliz. Mesela 28 Şubat sonrasında ya da AKP’nin ilk yıllarında durum biraz daha farklı gibiydi. Dindar muhafazakârlar açısından liberal söylemin çoğunlukla araçsal da olsa bir değeri vardı. Şu anda AKP’nin otoriter yönelimlerini liberal bir söylemle eleştirmenin toplumsal düzlemde fazla bir alıcısı var mı emin değilim. Tabii liberallerin böyle bir söylemi ne kadar sunabildikleri  ayrı bir konu. Liberaller AKP’ye kayıtsız şartsız destek vermekle dolayısıyla içine sürüklendiğimiz anti-demokratik ortamın müsebbiplerinden biri olmakla suçlanıyorlar. Bu abartılı bir itham ama algılarla mücadele etmek zor. AKP’nin otoriter yönelimlerini Kemalist bir söylem içinden eleştirmenin daha fazla alıcısı var gibi görünüyor.

Günümüzde olan biteni sosyal teorilerden çok komplo teorileri ile açıklamaya çalışıyoruz. Bu bağlamda önümüzü görmek adına neler söylersiniz? Önerileriniz neler?

Komplo teorilerinin insanları rahatlatıcı bir yönü var. Kendi sorumluluğunuzu üzerinizden atar mağdur ve mazlum hissetmenin konforu içinde bir ölçüde rahatlarsınız. Liberal demokrasi her şeyden evvel usül kurallarına riayeti gerektirir. İktidarı olması gerektiği gibi cesaretle eleştirirken, iktidar gitsin de nasıl giderse gitsin diyenlerin ekmeğine yağ sürmemeye dikkat etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Halihazırdaki durumdan daha kötüye gitme ihtimali de her zaman mevcut. Liberal demokrasi kolayca kurulup sürdürülebilen bir rejim değil. Bilgiye dayalı analizlerle politikalar geliştirebilen, soğukkanlılık ve sabırla çaba gösterebilen liberal demokratlara ihtiyacımız var. Daha liberal bir düzen ancak ve ancak onun için çaba göstermeye ve bedeller ödemeye hazır insanlar oldukça var olabilir. Başka bir çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de başkalarının elini taşın altına koymalarını bekleme eğilimi maalesef çok yüksek.

Hocam çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. İyi çalışmalar dilerim.

Muaz ERGÜ

5 Şubat 2020, dibace.net

http://www.dibace.net/soylesiyorum/prof-dr-tanel-demirelle-liberalizmi-konustuk/

Türkiye Suriye’den Tazminat Talep Etmeli!

“Siyasî rejimler güce mi yoksa rızaya mı dayanır/dayanmalıdır?” siyaset felsefesinin klasik sorularından biri. Cevap hem rızaya hem de güce dayanması gerektiği. Zor gücüne ve araçlarına en yüksek seviyede sahip devletler bile eninde sonunda rızaya dayanmak, rızaya dayandığını iddia etmek, rızaya dayanmaya çalışmak, en azından rızaya dayandığı intibaını vermek mecburiyetinde. Buna karşılık, rızayı öne alsa bile, her sistem, kendisine yönelik kayıt ve kural dışı saldırılarla baş edebilmek için kullanabileceği bir güce sahip olmak zorunda. Kuşkusuz, bu bakış değerlerden azade.  Oysa bizi asıl ilgilendiren insan haklarına bağlı, saygılı ve siyasal hakları tanıyan rejimlerin durumu.

Siyasal rejimlerin meşruiyet kaynağı birden fazladır. Zamana ve şartlara bağlı olarak bir rejim bunlardan birine veya aynı anda birkaçına sahip olabilir. Geleneksel monarşide meşruiyet hanedandan kaynaklanır. Anayasal monarşiye doğru bir gelişme gerçekleştiğinde buna demokratik meşruiyet, yani yarışmacı seçimlerden zaferle çıkan partinin iktidarda olması ve devletin sevk ve idaresini gerçekleştirmesi de eklenir.  Şüphe yok ki zamanımızda en önemli meşruiyet kaynağı, siyasal rejimin insan haklarına saygılı olmasıdır. İnsan hakları ile demokrasiyi zorunlu olarak ilişkilendirme -hatta özdeşleştirme- eğilimlerine rağmen, demokrasi insan haklarının yeterli şartı değildir.

Suriye yıllardır bir iç savaşın pençesinde kıvranıyor. Suriye halkı Suriye devletinin vahşî acımasızlığının kurbanı oluyor. Ülke korkunç bir iç savaş yaşıyor. Bunun asıl ve ana sorumlusu Esed rejimi. Bizde bazılarının sandığı ve inanmak istediği gibi Suriye’deki durum ne Türkiye’nin eseri ne de Türkiye’nin tek başına çözebileceği bir problem.  Kesin olan şey ise Suriye ile en uzun kara sınırına sahip ülke konumundaki Türkiye’nin her hâlükârda Suriye’de olup bitecek şeylerden derinlemesine  etkilenmesi.

Suriye rejimi iç savaştan siyasal hakları tanımayan ve meşruiyetini kendi varlığından ve kaba güçten alan istikrarlı bir diktatörlük statüsündeydi. Rejimin var olması ve bir tarihe sahip olması bir dereceye kadar meşruiyet kaynağıydı. Bu sürdürülemez bir meşruiyetti ve eninde sonunda rejimin kendini yenilemesi gerekecekti. Sonra Arap Baharı ve diğer gelişmeler Suriye’yi de etkiledi. Uzun süre mezhepçi diktatörlük tarafından siyasal süreçlerden dışlanan ve baskı altında tutulan geniş halk kitleleri siyasal haklarını talep etmeye başladı. Rejim buna yumuşak bir lisanla, diyalog kanallarını açarak ve icabında bir demokrasiye geçiş takvimi sunarak cevap vereceğine silahsız kitlelere ateş açtırdı. Korkuyu üstünden atan halk da aynı şekilde mukabele edince iç savaş çıktı. Böylece Suriye istikrarlı ve kısmen meşru bir otoriter rejim olmaktan çıkıp istikrarsız, tamamen gayri meşru bir otoriter rejime dönüştü. İsrail, Rusya, İran, ABD gibi ülkelerin müdahil olması problemin niteliğini ve boyutlarını değiştirdi ve ülke bir vekâlet savaşları arenasına çevrildi.

Suriye rejimi milyonlarca insanın can korkusuyla, varını yoğunu terk ederek, apar topar ülkeden kaçmasına sebep oldu. Türkiye kuzeydeki ana komşu olarak bu mağdur insanlara kapılarını açık tuttu. Böylece belki de tarihte eşi benzeri az görülmüş çapta bir sığınmacı akınına uğradı. Büyük fedakârlıklar yaparak bu insanları topraklarına aldı. Önce kamplarda, sonra tüm şehirlere dağılmış biçimde misafir etmeye çalıştı. Çalışıyor. Bu kolay olmadı. Bir taraftan muazzam bir malî yük doğdu diğer taraftan zaten var olan ve Suriyeli insanların gelmesiyle güçlenen –daha doğrusu azan- sığınmacı aleyhtarı -hatta düşmanı-  siyasetçilerin ve toplumsal grupların baskılarına göğüs germek gerekti. Şimdi sığınmacı sayısında dramatik artışlar bekleniyor. Sebep, İdlib’de rejimin Rusya ve İran’la birlikte yürüttüğü bölgeye orayı insanlardan arındırarak hâkim olma çabası.

Türkiye ne yapacak? Zaten dört milyon Suriyeli sığınmacıya kucak açmış durumda. Dört milyon kişiye ulaşabileceği söylenen yeni bir sığınmacı akınında da aynı şeyi yapması fiziksel olarak çok zor. Ayrıca, Türkiye toplumunun geniş kesimlerinde egemen hissiyat ve düşünceye bakıldığında iktidarın sığınmacılara açık kapı politikasını sürdürmesini istemek ve beklemek de hayalci ve haksız. Bu yüzden, Türkiye bir taraftan İdlib’de silahların susmasını,  Astana’da ve Soçi’de ulaşılan mutabakatın ayakta kalmasını sağlamaya çabalamakta diğer taraftan da müstakbel yeni sığınmacıları bu sefer Suriye topraklarında misafir etmek için alt yapı ve inşa çalışmaları yürütmekte.

Açık olan bir şey varsa, bu, Suriye savaşının yarattığı sığınmacı akınlarından en fazla Türkiye’nin etkilendiği. Türkiye hem bu insanlar için milyarlarca dolar harcama yapıyor hem de adı konulmamış başka harcamaları –meselâ güvenlik ve savunma hizmetleri için yapılanları- gerçekleştiriyor. Bu durumda ne olacak? Savaş bittiğinde galibiyetini ilân etme yolunda ilerleyen Suriye rejimi hiçbir şey olmamış, Türkiye’nin sırtına bu kadar yük bindirmemiş gibi kendi yoluna mı gidecek? Bence bu olmamalı. Bunun olması hem Türkiye’ye haksızlık olur hem de başka diktatörlüklerin halklarını katletmesine, sürmesine, sığınmacı durumuna düşürmesine cesaret verir ve emsal teşkil eder. Bundan dolayı, bence, Türkiye Suriye’nin sebep olduğu bütün harcamaları için Suriye’den tazminat talep etmeli. Hesaplamasını uzmanlar yapacaktır ama böyle bir tazminatın 100-150 milyar dolardan aşağı olacağını sanmam. Türkiye bunu önce kendi içine sindirmeli, daha sonra uluslararası platformlara taşımalı ve peşini asla bırakmamalı…

FETÖ, Siyasetçiler ve Su Meselesi!

FETÖ’nün siyasî ayağı meselesi siyasetçilerin gündeminden bir türlü düşmüyor. Son olarak Kılıçdaroğlu partisinin grup toplantısında FETÖ’nün siyasî ayağını açıklayacağını iddia etti. Söyledikleri her zaman işittiklerimizden farklı değildi.  Kılıçdaroğlu’na verilen cevaplar da aşina olduğumuz türdendi. Bilinenlerin tekrarıydı.

Bir taraftan FETÖ’nin siyasî ayağı konusunun gündemden  düşmemesi lâzım gelir.  Çünkü FETÖ probleminin tam manasıyla çözülmesi FETÖ’nün ve üyelerinin her alandaki varlık ve faaliyetlerinin tespit, teşhir ve tasfiye edilmesine bağlı. Diğer taraftan bu meselenin siyasî kanatlar tarafından  birbirlerini vurmak için silah olarak kullanılmak istenmesi kötü ve FETÖ’yü cezalandırma ve tasfiye etme amacına çok zarar verecek mahiyette. Bu yüzden, bu yazıda yapmaya çalışacağım gibi, meseleye soğukkanlı ve çok yönlü olarak bakmaya gayret etmek gerekiyor.

FETÖ derneklere, yayın organlarına, üniversitelere, şirketlere, dershanelere, vakıflara vs. sahipti. Yani bunlar ve benzerleri çoğu zaman FETÖ’nün ayakları ve uzantıları olarak ayrı ve resmî statüye sahip kollektif varlıklardı. FETÖ bu anlamda bir siyasî ayağa, uzantıya hiç sahip olmadı; olamayacağından değil olmak istemediğinden. Yani FETÖ bilinçli ve amaçlı olarak kurduğu, kendi üyeleriyle idareci kadrolarını doldurduğu, açık ve resmî bir partiye sahip değildi. Böyle bir şeyin olması FETÖ’ye egemen stratejik akla ve FETÖ’nün amaçlarına ulaşmak için kullandığı yöntemlere aykırıydı. Bir parti kurması FETÖ’nün bir bakıma elemanlarının potansiyel olarak tasfiye edilmesinde kullanılabilecek bir liste hazırlaması demekti. Yüksek kriminal zekâya sahip bir örgütün bu hataya düşmesi beklenmezdi. Düşmedi de. Daha fazlasını yaptı, resmî varlığı olan diğer tüzel kişiliklerde bile sırf FETÖ üyelerini tutmadı. İlgisi alâkası olmayan kimseleri de oralarda bulundurmaya ve bu varlıkları her yere bulaştırmaya çalıştı. Sık sık haklı olarak gündeme gelen, getirilen mağduriyetler büyük ölçüde bu yapılarda manipülasyonla, aldatılarak ilişkilendirilen yahut saflıklarından temas kurmuş bulunan  vatandaşların durumundan kaynaklanıyor.

FETÖ demek aynı zamanda kibir ve küstahlık demektir. FETÖ siyasetçilerden kullanabildiklerine, -siyasetçilerden özür dileyerek söyleyeceğim- “yararlı budalalar”, yararlanamadıklarına tafralar olarak baktı. Meselâ Erbakan bir tafraydı, ama Ecevit ve bir ölçüye kadar Özal yararlı budalalardı. Seküler çevrelerden gelen rahmetli Ecevit elbette bile isteye teokratik bir diktatörlük kurma peşinde koşan bir çeteye yataklık yapmak istemezdi. Samimi bir dindar olan ve Türkiye’yi istikrarlı bir demokrasiye ve piyasa ekonomisine kavuşturmak isteyen Özal da FETÖ ile çalışmayı, ona yardımcı olmayı asla düşünmezdi. Ama onlar gibileri kandırarak, yanıltarak, tuzağa düşürerek siyasetçilerden yararlanmak FETÖ için bir problem değildi. Çünkü bin bir yüzü olan, istihbarat örgütü olarak da çalışan FETÖ, partileri ve siyasileri suya götürüp susuz getirecek kurnazlıktaydı. Hile hurda ustasıydı. Nitekim öyle de oldu. FETÖ’nün açık bir siyasî parti olmamasının bir diğer sebebi uzun vadede gerçek devlet iktidarının bürokratların elinde olduğunu bilmesiydi. Milyonlarca seçmenle uğraşacak kadar sabrı ve böyle bir niyeti yoktu. Dolayısıyla kilit önemde gördüğü her resmî ve sivil kuruma-ortama orayı kontrol edebilecek ekipler yerleştirmeye ve oralarda aynı zamanda kullanabileceği yararlı budala orduları oluşturmaya çaba gösterdi. Bunu önemli ölçüde de başardı.

FETÖ’nün organik parçası olmadıkları sürece özellikle üst düzey siyasetçilerin FETÖ ile çatışması kaçınılmazdı, çünkü FETÖ onların iktidar alanına gayri meşru ve gayri ahlâkî olarak ortak olmak hatta oraları tek başına sahiplenmek peşindeydi. Bu yüzden, meselâ Erdoğan değil de Kılıçdaroğlu veya Baykal FETÖ’nün bilinen saldırılarıyla karşılaşsalar aynı mücadeleyi vermek zorunda kalırlardı. Bu mücadele onlar tarafından Erdoğan’dan daha başarılı veya daha az başarılı mı yürütülürdü bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak, mücadele kaçınılmazdı.

FETÖ ne zaman FETÖ oldu? Bunun belirlenmesi hem FETÖ ile mücadele hem de yargı süreçlerinin mağduriyetler yaratmadan sürdürülmesi açısından çok önemli. Maalesef bu konuda tatminkâr ve adaleti yüzde yüz sağlamakta hizmet edecek bir hükme varmak zor görünüyor. FETÖ’nün beyni dağıtılabilmiş olsaydı bu mesele bu kadar önem taşımazdı. FETÖ kesik başlı tavuk gibi ortada kalır, oraya buraya çarpa çarpa ufalanır ve demokratik siyasete yönelik önemli bir tehlike olmaktan çıkardı. Maalesef bu olmadı, olamadı. Bu yüzden iktidarın ve sivil toplum odaklarının FETÖ’den hâlâ rahatsız olması doğal, anlaşılır, hatta olması gereken bir durum. Bu yüzden, FETÖ’den rahatsızlık duymayanlardan veya FETÖ tamamen tasfiye edilmiş gibi gündem belirleyen, yazılar döktüren, hak, hukuk, adâlet analizleri yapan kimselerden ciddî şekilde kuşkulanmak gerekir.

FETÖ denilen yapı uzun süre dindar talebeler yetiştirmeye çalışan, hayır hasenat işleriyle uğraşan, kendi dünyasına gömülü bir çevre olarak bilindi. Aslında bunlar onların adam toplamak, iyi bir imaj oluşturmak ve faaliyetlerini gizlemek için kullandıkları kılıflardı. FETÖ dikkat çekecek çapta marifetlerini sanırım Ergenekon yargılamalarıyla sergilemeye başladı ve sonrasında hiç durmadı. Kumpaslarını, tezgâhlarını gitgide tırmandırdı. Ergenekon yargılamaları, şimdi anlıyoruz ki, CHP’nin haklı tepkisiyle karşılaşmış. O zamanlar bunu görmek zordu, çünkü darbe geleneğini tevarüs etmiş  olan, üst seviye komutanları yeryüzü tanrısı gibi dolaşan ve muamele gören ve meselâ yargılanmaları imkânsız denecek derecede zor olan bir silahlı bürokrasi söz konusuydu. CHP o günlerde yargılamaların kumpas olduğunu söylüyor ve arkasında Fetullahçıların olduğunu iddia ediyordu. Ama bu iddiasını ne net ve yeterince kuvvetli biçimde dile getirdi ne de delillendirebildi. Dindarların eskiden beri tahakküm altında olması da en azından liberal ve demokrat çevrelerde CHP’nin tutumunun doğruluğunu azaltıyordu.

O günlerde AK Parti Fetullahçılarla daha yakındı ve dayanışma hâlindeydi. Bunun bir sebebi iki kesimin de aynı dindar muhafazakâr tabakadan gelmesiydi. Başka ve muhtemelen daha mühim bir sebebi ise AK Parti iktidarlarının bürokratik vesayete karşı yürüttüğü mücadelede ihtiyacı olan bürokratik desteği sadece Fetullahçılar denen gruptan sağlayabilecek olmasıydı. Burada bir parantez açarak söyleyeyim: Talihin cilvesine bakın ki yaklaşık 20 yıldır iktidarda olan AK Parti hâlâ kendi çizgisine bağlı bürokratik kadrolara sahip değil ve olamayacağı da artık kesin gibi. Yarın iktidar değişse, bir sene içinde, CHP ve MHP (hatta Doğu Perinçek) kadrolarından farklı olarak AK Parti çizgisinde üst seviye bürokrat kalmaz. Bu da ayrı bir mesele…

AK Parti liderliği FETÖ adında değil ama iktidara ortak hatta tek başına sahip olmaz arzusunda bir dindar grup olarak FETÖ’nün farkına varmaya sanırım 2010’da başladı. Yargıdaki fütursuz FETÖ operasyonları Erdoğan’ı rahatsız ediyordu. Başbuğ’un tutuklanmasına, ikide bir tutuklama dalgalarının gelmesine itirazları bu hava içinde geldi. 7 Şubat 2012 MİT operasyonu FETÖ’nün çok önemli bir hamlesiydi. Erdoğan ne olduğunu anladı ama diğer siyasetçiler, çoğu aydın ve toplumun neredeyse tamamı anlayamadı. Hatta Erdoğan’ın en yakınları da olanı biteni göremedi. FETÖ Gezi’de altın bir fırsat yakaladığını düşündü. Gezi’nin kitlesel ayakları vardı ve FETÖ’nün orada gizlenmesi çok kolaydı. Ama 17/25 Aralık 2013, Ocak 2014 MİT tırları operasyonları o kadar açıktı ki görülmemeleri mümkün değildi. Nihayet 15 Temmuz alçak ve korkunç bir darbe teşebbüsü olarak hayat buldu. Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’nün siyasî ayağı olarak Erdoğan’ı göstermesi tuhaf. Demek ki bir gövde ayağıyla uğraşıyor. Kendisinin de itiraf ettiği hatalarına rağmen FETÖ’ye karşı mücadeleyi Erdoğan başlattı ve hâlâ da o sürüklüyor. Bu tartışılmaz bir gerçek. Bu yüzden Erdoğan şimdiye kadar başka hiç bir politikacının görmediği risklerle karşılaştı…

Fetullahçıların ve nihayet FETÖ’nün tarihine bakıldığında FETÖ’nün bu kimlikle ortaya çıkma tarihini 17/25 Aralık olarak belirlemek mümkün. Ancak bunu görmekte zorluk çekenleri de, özellikle sonrasında FETÖ’ye karşı demokratik tavır aldılarsa, anlamaya çalışmak gerek. Ancak, FETÖ ile bir şekilde ilişkisini 17/25 Aralık’tan sonra yoğunlaştıran veya tamamen pozisyon değiştiren aktörler de var. CHP en başta geleni. Nitekim CHP yönetimi o günlerde eskiden şikâyetçi olduğu, kumpasçılıkla suçladığı, orduya operasyon yaptığını iddia ettiği (ve haklı çıktığı) Fetullahçı çetenin unsurlarından aldığı materyalleri siyasî tartışma ve kavgalarda kullanmaya çalışmıştı.  Bunun yapılabilmesinin bir sebebi Erdoğan nefreti ise diğerinin 17/25 Aralık darbe teşebbüsünün yolsuzluk iddialarıyla ambalajlanmış olmasıydı. Ancak, asla affedilemeyecek, mazur görülemeyecek şey, 15 Temmuz’dan sonra FETÖ’ye sahip çıkmaktır.

Bu bilgilerin ışığı altında bakıldığında görünen şu: FETÖ’nün bazılarında az bazılarında çok olmak üzere tüm partilerde adamları vardı. FETÖ bunlar aracılığıyla partileri etkilemeye, manipüle etmeye, kullanmaya, partilerin imkân ve statülerinden yararlanmaya çalıştı. Başarılı olduğu yerler ve durumlar da olamadığı yerler ve durumlar da vardı. Bununla elbette ilgilenilmeli ama bir bütün olarak AK Parti’yi veya CHP’yi FETÖ’cü olarak ilan etmek akla mantığa aykırı ve de demokrasimize zarar verici.

Partilerin FETÖ sızmalarından kendilerini tamamen masun tutmaları imkânsızdı. Bugün bile zor. Neden? Demokratik partiler açık ve meşru örgütler. Üyelerinin, gelir ve giderlerinin kamuya ve denetime açık kayıtları var. Faaliyetleri alenî. Kimler tarafından hangi kurallara göre yönetildikleri belli. Buna karşılık FETÖ gizli bir örgüt. Yerine göre bir silahlı çete, yerine göre bir istihbarat örgütü. Yerine göre bir yargı bürokratları ordusu, yerine göre tüm medyayı kontrol eden meşru görünümlü bir güç. Üyelerinin motivasyonu ise parti üyelerinin ve idarecilerinin motivasyonlarıyla karşılaştırılamayacak kadar çok ve kuvvetli. Şöyle ifade edeyim: FETÖ üyeleri Katolik Cizvit tarikatında olduğu gibi “ölü gibi itaat”e alışkın, parti üyeleri ise “pazara kadar” beraberliğe. Başka bir deyişle, parti idarecileri ve üyeleri yolcu, FETÖ üyeleri ise hancı. Bu durumda FETÖ’nün siyasetçileri suya götürüp susuz getirmesi işten değil.

Öyleyse ne yapılmalı? Yapılması gereken şu: Partiler bir bütün olarak birbirlerini FETÖ’cülükle,  FETÖ’nün siyasî ayağı olmakla suçlamaktan vazgeçmeli. FETÖ’nün hiç bir partiyi bütün olarak kontrol etmediği ve kontrol etmek istemediği bilinmeli. Onun yerine, hangi partiye ne şekilde sızdığı hakkında bilgi ve delil olan FETÖ’cüler varsa hukuka uygun olarak onların üzerine gidilmeli.

Hükümetin Ekonomi Politikasındaki Temel Hata

Yirmi yıla yaklaşan AK Parti iktidarları döneminde hiç bir zaman AK Parti’nin saf ve tam piyasacı bir parti olduğu ve tam manasıyla liberal bir ekonomi politikası izlediği iddiasında bulunmadım. Başka alanlarda olduğu gibi ekonomi alanında da artıları ve eksileri olduğunu gördüm, bunlarla ilgili tespit ve tahlillerimi yazdım. Şimdi de aynı yerdeyim. AK Parti felsefî liberallerin bildiği ve savunduğu anlamda serbest piyasacı bir parti değil. Ekonomiye liberallerin baktığı gibi bakmıyor. Bazı alanlarda daha piyasacı bazı alanlarda daha devletçi davranıyor. Kimi alanlarda attığı serbestleştirici adımları daha sonra yine kendi elleriyle tahrip edebiliyor. Bu çelişik tavrın sadece AK Parti’ye has bir durum olduğunu iddia etmek anlamsız, zira hemen hemen tüm partiler ekonomide piyasacı olmaktan çok devletçi. Bu bakımdan aralarında nitelik farkı yok, sadece derece farkı var. İktidar partisi gibi muhalefet partileri de açık edilmiş veya edilmemiş şekilde ekonomide devlete –yani politikacılara ve bürokratlara- piyasadan, piyasa aktörlerinden daha fazla güveniyor ve rol vermek istiyorlar.

Buna rağmen, bir karşılaştırma yapmak gerekirse, AK Parti’nin ilk dönemlerinde bugünlere nispetle daha piyasacı olduğu söylenebilir. Özellikle hava taşımacılığı, yabancı sermaye girişi, yabancı yatırımlar gibi alanlardaki deregülasyon politikalarının ve özelleştirmelerin birçok alanda Türkiye’ye bir çağ atlattığı da söylenebilir. Buralarda Ak Parti hâlâ rakiplerinden daha serbest piyasacı görünüyor. Ama bunun yeterli olduğunu söylemek zor.

AK Parti’nin son yıllarda ekonomi politikalarında daha çok merkeziyetçiliğe ve devletçiliğe doğru kaydığı görülüyor. Bunun iki ana sebebi olabilir.

İlki ülkede özellikle FETÖ operasyonlarıyla özgürlük – güvenlik dengesinin güvenlik lehine bozulması. Tarihteki ve başka yerlerdeki örneklerde de gördüğümüz üzere, güvenlik endişesi ağır basmaya başladığı zaman kamu otoritesi merkezileşiyor. Bu ekonomi alanını da etkiliyor. Ekonomideki çalkantılar da bir klasik güvenlik problemi olarak algılanıyor ve devletler ekonomi alanına gitgide daha fazla müdahale etmeye başlıyor. Bu bakımdan AK Parti ile diğer partiler arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün olsaydı nasıl bir manzara doğardı? Meselâ bir CHP iktidarı FETÖ kumpaslarına maruz kalsa bunları nasıl aşmaya çalışırdı? Güvenlik alanını özgürlük alanı aleyhine genişletir miydi daraltır mıydı? Ne söylesek spekülasyon olur ama bu muhayyel durumda bir CHP iktidarın tutumunun da AK Parti iktidarının tutumundan farklı olacağını sanmıyorum. Hatta daha kötü olması ihtimalini daha kuvvetli görüyorum.

İkinci sebep politikacıların ve onlara hem yol gösteren hem de hizmet eden bürokratların devletin gücünün sınırlarını bilmemesi ve ekonomiye her alanda bir gelişme ve “istikrar” kazandırma anlayışı ve arayışı içinde olması. Bunda kötü niyet aramaya gerek yok. İktidarlar katma değeri yüksek mallar üretilsin, ticaret dengesi çok açık vermesin,  domates  ve salatalık fiyatları çok yükselmesin, kimse işsiz kalmasın gibi iyi niyetli, hayırhah amaçların gerçekleşmesini isteyebilirler. Ama ne bunların gerçekleştirilmesi devletin görevidir ne de devlet bunları yapabilir.

Toplumdaki her birey ve işletme birer ekonomik aktördür. Her aktör kendi bilgi ve ilgileri çerçevesinde hareket eder. Her biri kendi iyiliğini ararken kamusal iyiye de hizmet eder. Bunun böyle olduğunu biliyoruz. Ama hükümetin iyi niyetli de olsa her icraatının aynı sonucu vermesi beklenemez. Yani hükümet faaliyetlerinde piyasanın kamusal yararı artıran görünmez eli işlemez, devletin herkesin gördüğü hantal, ayrımcı ve beceriksiz eli işler. Bu yüzden devlet (ve elbette toplum) kendi ekonomik faaliyetlerini piyasa faaliyetleri gibi görmemelidir.

Devletler kriz önleme bahanesiyle de ekonomiye derin ve yaygın müdahalelerde bulunmamalıdır. İyi niyet iyi şeyler yapmaya yetseydi dünyada hiç problem kalmazdı. Bu bir hayal. Bu durumda bir hükümetten makul ve meşru beklenti ne olacaktır? Gayet basit. Hükümet en başta kendi iki yakasını bir arada tutmaya çalışmalıdır, yani çok harcamamalı, toplumdaki kaynakları fil gibi emmemelidir. Aktörlerin ekonomik faaliyetlerine fazla müdahil olmamalıdır. Girişimciliği zorlaştırmamalı,  kolaylaştırmalıdır. Vergilemeyi soyguna çevirmemelidir. Bürokratların hazırlayacağı çok büyük, makro projelere yüz vermemelidir. Parasal istikrarı sağlamaya, sağlam bir yargı sistemin işlemesine katkıda bulunmaya çalışmalıdır. Bunların olduğu yerde ekonomik aktörler etkin şekilde çalışacak ve ülkeyi ileri götürecektir. Netice itibarıyla dünyanın hiçbir ülkesini devletler kalkındırmamıştır. Ama devletlerin batırdığı çok ülke vardır. Ekonomik krizlerin çoğu da devletlerin marifetidir.

Devletlerin ekonomiye müdahale etmemesinin Avusturya İktisat Okulu geleneğinden gelen sağlam gerekçeleri var. Toplumda bilgi dağınık ve parçalıdır. Bilgi bir hiyerarşiye sokulamaz. Bir merkezî otorite toplumdaki tüm bilgiye sahip olamaz.  Devlet özgür bir toplumda ekonomik aktörlere “doğru” amaç ve yöntem empoze edemez, çünkü alandaki şartları ve ihtiyaçları, riskleri ve potansiyelleri ekonomik aktörlerden daha iyi göremez, bilemez. Topluma gömülü pratik bilgi devlet tarafından harekete geçirilemez. Ekonomik serbestlik hem bilgi üretimini hem de bilgi kullanımını devletlerin asla ve kata yapamayacağı kadar artırır, hızlandırır.

Diyeceğim şu: AK Parti iktidarı ekonomiyi klasik anlamda bir güvenlik alanı olarak görmekten vazgeçmeli ve devleti dikkat ve özenle kendi meşru ve yararlı sahasında tutmaya çalışmalıdır. Bunun anlamı ekonomide daha küçük ve daha az fonksiyonlu devlete ve adem-i merkeziyetçiliğe doğru gitmektir. Bu yapılabildiği ölçüde ekonomik problemler daha kolay aşılacak ve zenginleşme, ekonomik kalkınma daha kolay sağlanacaktır.

CHP Ne Kadar Liberal?

Büyük partiler pür liberal olabilir mi?

Türkiye gibi büyük nüfuslu bir demokraside özellikle iktidara talip olma gücüne/şansına sahip bir siyasî partinin pür liberal bir parti olmasını beklemek bana göre gündüz gözüne hayal kurmaktan öteye geçmez. Liberal fikirlerin ve politika önerilerinin tarihsel ve güncel olarak alternatiflerinden daha üstün, tutarlı ve başarılı olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü bir taraftan fikirler fiilen sahip oldukları veya onların taraftarlarının sahip olduğuna inandığı saflık ve insicamla siyasete yansımıyor, diğer taraftan siyaset sadece ilkeler üzerinden işlemiyor. Kesin inançlılar –meselâ Kemalistler ve tersinden Kemalistler- öyle olduğunu sansa da, elimizde her vakayı, sorunu, ilişkiyi kolayca okumamızı ve çözmemizi sağlayacak şablonlar yok. Olaylar çoğu zaman göründüğünden daha karmaşık. Aktörler ve faktörler çok sayıda ve aralarında, zaman ve zemine bağlı olarak, bazılarının farkına bile varılması zor doğrudan, dolaylı ve çapraşık ilişki ve etkileşimler mevcut.

Bana öyle geliyor ki, geniş bir demokraside iktidar alternatifi olma potansiyeline sahip her siyasî parti düşünce alanında liberal, sosyal demokrat ve muhafazakâr fikirlerin bir karması, başka bir deyişle kırması olacaktır. Bu, bir felsefî liberal için şu veya bu derecede rahatsız edici olabilirse de, her gün şahit olunan bir hakikat. Buna şaşırmamak lâzım, çünkü çağdaş demokrasiler çoğulcu toplumsal vasatlar. Ayrıca, toplumsal çoğulluğun hemen hemen hiç bir unsuru mutlak anlamda homojen ve tek başına iktidar zemini olabilecek kadar geniş ve güçlü değil. Bunun çeşitli mahzurları olabilir ama kesinlikle yararları da var.

Türkiye siyasî tarihinde tam manasıyla liberal bir çizgi izleyerek iktidar olmuş tek parti yok. Bundan sonra olacağını da sanmıyorum. Üstüne üstlük, liberallerin iktidarın maddî ve manevî çekiciliğinin ve yozlaştırıcılığının dışında kalması için de özel bir neden göremiyorum. Siyasî rantlar asla sıfırlanamaz ve yeni rant yaratma veya var olan rantları kullanma imkânlarının olduğu yerlerde her meşrepten siyasetçiler (ve de bürokratlar, çıkar grupları, tek tek veya gruplar hâlinde seçmenler) bu rantlardan yararlanma peşinde koşabilir. Hatırlıyorum, bir zamanlar seçmeni her tür yalan dolanla, abartılı ve temelsiz vaatlerle kandırıp iktidara gelelim ve sonra harika bir liberal sistem kuralım diyen kimseler vardı. Bunların bir kısmı ilerleyen zamanlarda kategorik AK Parti muhalifine dönüştü. Şimdiki umutları, görebildiğim kadarıyla, AK Parti’nin iktidardan inmesinin veya düşürülmesinin liberal bir sistem kurulmasına yeteceği, en azından bunun yolunu açan anahtar olacağı…

Bu çerçevede CHP’nin tamamen değiştiğini, eski CHP olmadığını söyleyenler var. Arada bir CHP’nin neredeyse saf liberal bir partiye dönüştüğünü iddia edecek kadar cüretkâr tipler de çıkıyor. Bunların bazıları, tezlerini kuvvetlendirmek için, AK Parti ile CHP arasında bir karşılaştırma yapma yoluna giderek, AK Parti liberal çizgiden gitgide uzaklaşırken CHP’nin liberalliğe doğru yelken açtığını öne sürüyor. Bu bana bir tespitten ziyade bir temenni gibi görünüyor.

Ne AK Parti’nin ne de başka bir partinin liberalliğine kefil olmam, olamam. Yukarıda da yazdığım gibi, seçmenler arasında uzunca bir süre yaklaşık yüzde elli karşılık bulmuş dev bir partinin sırf liberal fikriyata dayanmasını beklemem. İster miyim, o da tartışılır. Nitekim AK Parti kurmayları hiç bir zaman partilerinin liberal olduğunu söylemediler, liberal etiketini asla kullanmadılar. Ama gerek lider kadrolar gerekse parti adına konuşma kabiliyetine malik başkaları, sık sık, adıyla sanıyla, muhafazakâr oldukların açıkladılar. Bununla da kalmayıp zaman zaman sosyal demokrasiye göz kırptılar. Örneğin, sosyal demokratlara has zannedilen sosyal devletçi politikalar uygulamaktan iftiharla söz ettiler. Hatta AK Parti’ye yakın medya organlarında asıl sol-sosyal demokrat partinin AK Parti olduğunu öne sürenler de çıktı.

 CHP liberalleşebilir mi?

Açık bir gerçektir ki bir partinin muhalefette liberal olması iktidarda liberal olmasından daha kolay. Bu her sepet (catch all) partisi için geçerli. Öbür taraftan, liberalliğin hiçbir partinin (veya sivil grubun) tekelinde olmadığı, olamayacağı da malûm. Ne bir parti zorla liberal fikriyata dâhil edilebilir ne de bir parti liberal fikriyattan engizisyon mahkemesi olarak karar veriliyormuş gibi tard edilebilir. Bir taraftan büyük partiler ideolojik bakımdan saf olamaz ve kalamaz, diğer taraftan ne yapacakları ve fikren nerede duracakları partilerin kendilerinin bilecekleri bir iştir.

CHP de başka partiler de liberalleşebilir. Daha önce bunun mümkün olduğunu yazmıştım. Kategorisindeki her parti gibi CHP de daha liberal ve daha illiberal çizgilere kayabilir. Ama muhtemelen, çok partili rejimde kaldığımız ve halkın hakemliğine başvurmayı becerebildiğimiz ve sürdürebildiğimiz (yani âdil ve hür seçimler yapabildiğimiz) sürece, tüm büyük partiler, saf liberal ol(a)masalar da, siyasal dağarcıklarında ve politika önerileri demetlerinde bazı liberal fikirleri barındıracaktır.

CHP tarihinde partinin daha liberal bir çizgiye doğru kaydığı zamanlar ve dönemler oldu. Tek parti dönemi CHP’si ile çok partili dönem CHP’sini karşılaştırmak çok doğru olmamakla beraber, tarihî bir bilgi olarak hatırlatmak gerekir ki, CHP ilk olarak 1945’ten itibaren demokrasiye geçiş sürecinde liberalleşmeye başladı. Hak ve özgürlükleri resmî parti belgelerine aldı ve egemen olduğu tek parti sisteminde parti kurmanın, din eğitiminin önünü açma gibi liberalleşme adımları attı. Bana öyle geliyor ki CHP daha sonrasında da liberalleşme çabaları gösterdi. Rahmetli Bülent Ecevit’in başını çektiği inançlara saygılı laiklik arayışları ve biraz şahsileştirerek de olsa derin devlet operasyonlarına (gladyoya) ve darbelere karşı tavır alışı bu çerçevede görülebilir. AK Parti’nin iktidarda olduğu 18 yıl boyunca da CHP’nin liberallerin hoşlanacağı tavır ve tutumları oldu. Meselâ, Cem evlerinin statüsü konusunda bazı CHP’li belediyelerce atılan adımlar, demokratik hak ve özgürlüklerin seçici olarak da olsa önemine ve değerine yapılan vurgular, bu bağlama yerleştirilebilir.

Ancak, ayrıca ele alınması gereken tarihsel, yapısal, ideolojik, sosyal ve kültürel sebeplerle CHP liberalleşmede ve liberal fikirlerle politikaları savunmada, bana göre,  muhafazakâr kanada nispetle hemen hemen her zaman daha geride oldu. Daima böyle olmaya mahkûm değil ama bunu değiştirme yolunda bilinçli, sistematik ve yeterli bir çaba göstermiyor. Bu dediğimi bir-iki alandaki duruma bakarak açıklamaya çalışabiliriz. Meselâ, CHP eğitim sistemi tercihinde hemen hiç liberalleşme işareti vermiyor. Ne devlet tekelindeki eğitimin bir Kemalist endoktrinasyon aracı olmaktan çıkartılmasını talep ediyor ne de bu tür taleplere destek veriyor. Bu mesele sanılabileceğinden çok daha önemli. Bana göre bu, CHP’nin, eğer istiyorsa, liberal terazide daha ağır çekmek için, atması geren ilk adım ve başka adımların da anahtarı.

CHP ifade özgürlüğü konusunda da ikircikli. Haklı olarak iktidarı eleştiri alanının genişletilmesini istiyor. Bu talebi şahsen destekliyorum. Ama CHP sözcüleri genel olarak ve herkes için daha fazla ifade özgürlüğü istediğini anlamamızı sağlayacak sinyaller vermiyor. Meselâ 5816 numaralı kanun konusunda çok tutucu. Aynı zamanda öfkeli. Korkarım bu kanun ile hesaplaşmadığı sürece CHP tam bir ifade özgürlüğü taraftarı olarak siyaset arenasında boy gösteremez. Unutmayalım ki Türkiye AİHM’de en fazla ve en ağır ifade özgürlüğü ihlâli cezalarını bu kanun yüzünden alıyor.

Bir diğer mesele ekonomiye bakışta liberallik. Ben CHP’nin bana mutluluk verecek derecede piyasa ekonomisi taraftarı olduğuna dair umut verici ve ikna edici işaretler göremiyorum. CHP özellikle de sıra dışı uzun ömürlü bir iktidara karşı muhalefet olmanın kolaylığını ve konforunu kullanarak ekonomi alanında yaygın anlamında popülizm yapıyor. Bir tane olsun açık seçik ekonomi politikası önerisi yok. Özel sektörü kamuya tercih ettiğini hiç söylemiyor. Korkarım, CHP çizgisi tersine eğilimli gibi. Örneğin, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP sözcüleri sık sık filanca parayla şu kadar bu kadar fabrika yapılırdı, vatandaşa iş verilirdi, işsizlik önlenirdi türünden sözler saf ediyor. Bu bize CHP’nin ekonomide küçük devlet, sınırlı devlet talep etme ve devleti en büyük istihdam aracı olarak kullanmaktan uzaklaşmayı isteme durumunda olmadığını gösteriyor. CHP’nin siyasî rant yaratma ve kullanma vakalarında esas itirazı da bizatihi rantlara değil rantların kullanım biçimine ve rant kullananların siyasî ve bazen sosyal kimliklerine yönelik.

CHP bürokratik vesayete elveda dedi mi?

CHP’yi değerlendirirken ele alınması gereken bir diğer mevzu bürokratik vesayet sistemine karşı tavrı. Bunun sebebi CHP’nin bu sistemin kurucusu, sahibi, asıl yararlananı ve ana siyasî hamisi olması.

Bürokratik vesayet uzun süre Türk demokrasisinin önünde büyük bir engel olarak durdu. Ülkemizde iyice kökleşen bu sistemin en önemli –bugünlerin moda terimiyle- siyasî ayağı, evet, CHP’ydi. Merkez sağ siyasetçilerin ve siyasî partilerin önemli bir kısmı ürkek, çekingen ve her hâlükârda yetersiz adımlarla bürokratik vesayeti geriletmeye çalıştı. Gittikçe yoğunlaşan mücadele AK Parti iktidarları döneminde doruğa ulaştı. Türkiye’deki sosyolojik değişimin yarattığı yeni tablonun eseri olan ve aynı zamanda bu tablodan güç alan yeni iktidar, biraz da karşı mücadeleye mecbur bırakılmasının bir sonucu olarak, bürokratik vesayet odaklarıyla, daha hikâyesi tam olarak yazılmamış, amansız bir mücadeleye girişti.

Türkiye bürokratik vesayetle bu mücadelesinde düşe kalka, oraya buraya savrula savrula, hatalar yapa yapa ilerledi. Ama her şeye rağmen vesayet sistemini (bana göre tamamen yok etmeyi değil) hayli geriletmeyi başardı. Eskiden asker bürokratlar ve müttefiklerinin elinde bırakmak zorunda kalınan alanlar demokratik siyasete iade edildi. Seçilmiş siyasetçiler asker memurların gerçek amiri, emredeni konumuna yükseldi. Eskiden asker siyasetçiye hükmederdi, şimdi siyasetçi askere hükmediyor. CHP bunun gerçekleştirildiği mücadele sürecinde demokratik bloka ciddî bir destek sağlamadı. Aksine, çeşitli gerekçelere dayanarak onu mümkünse durdurmak, değilse yavaşlatmak istedi, çünkü vesayetin tasfiyesi CHP’nin seçim kazanamamasına rağmen devlet içinde sahip olduğu iktidar alanlarından uzaklaştırılması anlamına geliyordu. Hararetli mücadele günlerinde bürokratik vesayete karşı savaşa gerekli ve yeterli desteği vermeyen CHP son günlerde hortlamaya çalışan ve bu çerçevede en somut atağını eski GKB İlker Başbuğ üzerinden yapan vesayet odaklarına karşı demokrat bir tutum takınamadı. Silahlandırılmış bürokratları imtiyazlardan arındırıp olağan sivil yargı sistemine sokmuş adımlara karşı vesayet sözcüsü olarak boy gösteren Başbuğ’un yanında yer aldı. Bu da ister istemez CHP’nin eski günleri özleyip özlemediği, tüm aksaklıklarına rağmen demokratik sistemi bürokratik vesayet sistemine tercih edip etmediği yolunda kuşkular uyandırdı.

Hayatî meselelerde CHP çizgisi

Ekonomi, eğitim politikaları, bürokratik vesayet sistemine ve vesayet odaklarına karşı tavır alanlarındaki sorgulamaların benzeri meselâ Kürt meselesi, Suriyeli sığınmacılara karşı tutum gibi konularda da yapılabilir. Kürt meselesinin önemli ölçüde CHP’nin eseri olduğu biliniyor. CHP Dersim Katliamı için ne itirafta bulundu ne de özür diledi. Yakın dönemlerde de iktidar partisi Oslo görüşmeleri, açılım süreci gibi hayatî riskler içeren adımlarla Kürt sorununu barışçıl yollarla çözmeye çalışırken CHP çok şiddetli bir muhalif çizgi izlemişti. Bunun günahları hâlâ omuzlarında. Şimdi de, seçimlerde Kürt seçmenlerden yararlanmak için siyasî dilinde yaptığı yeniliğe rağmen, Kürt meselesinde ne düşündüğünü bilmiyoruz. CHP Kürt sorununu nasıl çözecek? Kardeşlik, eşitlik gibi yuvarlak laflar bir şey ifade etmez. Bu konuda somut politika vaatlerine ihtiyaç var.  CHP, meselâ, mevcut iktidarın yapmadığı veya yapamadığı neleri yaparak PKK terörünü ortadan kaldıracak? Yoksa PKK sırf CHP iktidar oldu diye silah bırakıp tövbe mi edecek?

CHP’nin Suriyeli göçmenler konusundaki duruşunun ırkçı, şövenist, gayri ahlâkî olduğu açık. Savaş, siyasî baskı gibi nedenlerle hayatları tehlikeye giren insanların en yakın yere sığınabilmeleri bir insan hakkı. Türkiye sığınmacılar konusunda adeta destan yazar ve bütün dünyaya bir insanlık dersi verirken CHP bazen açık ve kaba, bazen örtülü ve dolaylı olarak sığınmacılara saldırıyor. Toplumu, vatanlarını terk etmek zorunda kalmış insanlara karşı kışkırtmaya çalışıyor. CHP’nin demokratik ve liberal bir çizgiye yaklaşabilmek için bu alanlarda da tutumunu değiştirmesi gerekiyor.

CHP’nin liberalleşmesine katkı

Bir geniş parti olarak elbette CHP’de bazı liberal düşünceler ve tutumlar var. Ama bunlar ne yeterince çok ve açık ne de dikkate alınmayı gerektirecek genişlikte, güçte ve derinlikte. Hâl böyleyken CHP’nin kendi geçmişine veya diğer partilere nispetle daha liberal bir noktaya geldiği tezi bana pek inandırıcı ve ikna edici gözükmüyor. CHP, bana göre, birkaç icraatı ve söylemi dışarda bırakılırsa, daha demokrat ve daha liberal olma yolunda ilerleyecekmiş gibi de durmuyor. Bu tespitimde yanılmaktan, yanlış çıkartılmaktan sadece mutluluk duyarım ve yanıldığım gösterilirse düşüncelerimi memnuniyetle tashih ederim, ancak gördüğüm bu.

Durum benim tespit ve tahlil ettiğim gibiyse, CHP’nin neredeyse her yönüyle ve tamamen liberalleştiğini iddia edenlerin, başkalarını CHP’nin liberal olduğuna inandırmaya çalışmak ve buna inanmayanları tekfir etmek yerine –varsa- bağlarını ve gitgide koyulaştığını gözlemlediğim CHP sevgilerini CHP’yi siyasette, ekonomide farkına varılabilir derecede liberal bir çizgiye çekmek için kullanmaya çalışması daha uygun ve yararlı olur kanaatindeyim.

Türkiye Kapıkulu Geleneğini Aşıp Demokratikleşecek

Susurluk olayı tartışmalarında, yönetimde, siyasette, medyada yer alan geniş bir grubun deşifre edilen antidemokratik, totaliter devlet anlayışlarını eleştirenler, buna çoğunlukla ‘kutsal devlet anlayışı’ adını uygun gördüler. Ülkücü kesimden bazıları da Türk milletinin başka milletlerden farklı olduğunu, Türk siyasi geleneğinin totaliter- kutsal devlet anlayışına dayandığı ifadesiyle bunlara katıldılar. Böylece Türk tarihini de geleneğini de pek bilmedikleri anlaşılmış oldu.

Siyasi edebiyatta ‘kutsal devlet’ telakkisi, kilisenin siyasi alanda da en etkin güç haline geldiği feodal ortaçağın telakkisidir. Son iki yüz yılın antidemokratik totaliter devlet anlayışı ise, 18. Yüzyılın “aydınlanmacı despotizm’ine, Jakobenizme, Hegelci felsefeye, bir bölüm reaksiyoner muhafazakâra, İtalyan ve Alman milli birlik hareketlerinin geliştirdiği ‘integral milliyetçiliğe’ dayanır. Yirminci yüzyılda bunların hepsi faşist nazist devlet anlayışıyla bütünleştirilmişlerdir. Bu sebeple, günümüzde, devleti metafizik bir üstün şahsiyet olarak gören, denetim dışı menfaat, irade ve mutlak egemenlik alanına sahip olacağını varsayan, antidemokrat totaliter devlet anlayışını, kutsal değil, faşist devlet anlayışı olarak tanımlamak gerekir.

Ülkücüler davul zurnayı ‘Türk çalgısı’ sandıklarında yanılmışlardı

Faşizmin tanınmış ideoloğu Giovanni Gentile, faşist devlet anlayışını Hegel’e bağlar. ‘Antidemokratik Düşünce Şekilleri’nin tanınmış yazarı David Spitz’den aktardığımız ve Hegelci devlet anlayışını özetleyen aşağıdaki cümleler, Susurluk olayı dolayısıyla da devlet tanımlarını açıklayan pek çok siyasimizin, yazarımızın devlet anlayışlarına ülkücülerin savundukları görüşe çok yakındır.

Hegel’e göre “Devlet bir araç değil, bizatihi amaçtır. Devletin kendine mahsus şahsiyeti iradesi, içte ve dışta mutlak hâkimiyeti vardır. Ferdin en yüksek vazifesi devletin tebası olmaktır. İnsan kendisini devlete teslim etmekle şahsiyete kavuşmuş olur. Hukuku devlet yaratır. Bu sebeple insanların devlete karşı hakları ve özgürlükleri yoktur, ancak görevleri vardır”. Hegelci devlet anlayışının belki Alman toplum geleneğiyle ilgisi vardır, ama Türk gelenek ve tarihiyle ilgisi yoktur.

Antik Grek formu veya Magna Carta göz ardı edildiğinde, çağdaş demokrasinin pozitif siyasi alanda son iki yüz yıl içinde oluştuğunu söyleyebiliriz. Tabiatıyla, herhangi bir toplumun eski geçmişinde bugünkü anlayışa uygun demokrasinin bulunmadığı da açıktır. Karşılaştırmalı olarak incelediğimizde, eski Türk devlet geleneğinin, çağdaş demokrasiyi gerçekleştirmiş pek çok toplumun geçmişine göre daha demokratik olduğunu söylememiz mümkün bulunmaktadır.

Yaklaşık bin beş yüz yıl önce Göktürk kağanları Bilge, Kültigin, Orhun Kitabelerinde birer monark üslubuyla da olsa, iktidar dönemlerinin hesabını halka verirler. Kitabelerden, Göktürk devlet düzeninin merkeziyetçi olmayan, feodal- federatif nitelikte olduğu anlaşılmaktadır. Diğer eski Türk devletlerinde de kağan veya hakanı sınırlandıran kurul, kurultay geleneğinin olduğu genel olarak kabul edilmektedir.

‘Ferman padişahın dağlar bizimdir’

İslam âleminde on birinci yüzyıldan itibaren Türk önderliği dönemini başlatan Selçukluların hilafeti Abbasi ailesinde bırakmak suretiyle siyasi gücü dini otoriteden ayırıp bu suretle sınırlandırdıkları malumdur. İslam aleminde bu anlayış, on altıncı yüzyıla, Çerkez Memluklularının sonuna kadar sürmüş Osmanlı’da ortadan kalkmıştır.

Anadolu Türklüğünün öncüsü olan Türkmenler, Anadolu’ya Malazgirt harbinden önce sulh yoluyla gelip yerleşmeye başlamışlardır. Anadolu’da sevgi, adalet, saygı temelinde gönül birliğini kurabilmişlerdir. Bu yolla Anadolu’yu yurt edinebilmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Osmanlı’da egemenlik devşirmelerin eline geçmiş, II. Murat zamanında devşirme- kapıkulu egemenliği kesinleşmiş, Fatih’ten itibaren de devletin üst yönetiminde Türk kalmamıştır.

Devşirme – kapıkulu hâkimiyeti, Anadolu Türkünü yönetime katılma hakkının mücadesine yönlendirmiş. II. Beyazıt – Cem Sultan çatışmasıyla tırmanan bu mücadele, sonraki yüzyıllarda Türkmenlerin ‘Celali İsyanları’ ile sürmüştür. Türkmenin yönetime katılma mücadelesi, devşirme Kuyucu Murat’ın sonsuz vahşetiyle sindirilebilmiştir.

On dokuzuncu yüzyılda Avşar Türkmeni Dadaloğlu’nun haksızlığa karşı kükremesi Türkün devlet anlayışının vecizesidir.

“Ferman padişahın, dağlar bizimdir”.

Türkiye’de, 1946’dan itibaren çok partili seçimlerin sonuçları, köyleri esas almak suretiyle, etnik kimliklere göre değindirilirse, daima muhalefetin en büyük desteği ‘etnik Türklerden, Türkmenlerden gördüğü anlaşılır.

Ülkücü dostlarımız, yakın zamana kadar, davul-zurna’yı, Orta Asya’dan gelmiş Türk çalgısı sandıklarında yanılmışlardı. Bugün de Avrupa’dan intikal etmiş olan faşist eğilimleri Türk devlet geleneği sanmakla yanılıyorlar.

Belki de gerçek Türk’ü tanımıyorlar. Doğru karşılaştırma yapılırsa, dünyada hangi etnik grubun eski toplumsal düzeni, devlet anlayışı daha demokratikse, Türkünkü de en azından onunki kadar demokratiktir. Faşizme Türk geleneğinde destek bulunamaz.

Türkiye’nin iç ve dış sorunlarının tamamı, ‘yeniden yaratmacı’, üniformist ‘kapıkulu’ zihniyet ve geleneğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye halkı bu geleneği aşacaktır.

Türkiye’nin nüfusu, yalnız ‘etnik Türklerden ibaret değildir. Büyük imparatorlukların mirasçısı olan bazı diğer devletlerde olduğu gibi Türkiye de kültürler, ırklar, etnisiteler mozaiği halindeki coğrafyalardandır. Bu durum, Türkiye’nin birliği, dirliği, demokratikleşmesi için engel değildir.

Osmanlı’nın yönetici – kapıkulu sınıfı, değişik ırklardan dinlerden devşirilip, kökenleriyle ilgisi kesilmiş ve ‘üniformlaştırılmış’ yeniden yaratılmış’, benzeri olmayan kendine özgü bir sınıftı. Vak’ayı Hayriye’den sonra bu sınıf fiziken ortadan kaldırılmış, ancak geleneği, anlayışı, ‘insiyakı’ kalmıştır. Yirminci yüzyıl boyunca ‘kapıkulu insiyakı’ ve mantığı ile yalnızca yönetici sınıfın değil, halkın tümünün ‘üniformlaştırılması’ politikası benimsenmiş, dayatılmıştır. Batı’da gelişmiş siyasi modeller de bu ‘insiyak’ çerçevesinde taklit edilmiş veya bu insiyakla uzlaşanları benimsemiş çoğunlukla da revize edilerek uygulanmıştır.

Toplumun üniformlaşması

Türk ‘integral milliyetçiliği’ aynen devşirme geleneğinde olduğu gibi insanların tevarüs ettikleri kimliklerinden koparılarak, siyasi gücün belirlediği yeni bir kimlikte toplanmalarının dayatılması, böylece tüm toplumun yeniden üretilerek üniformlaştırılması biçimindedir. Belki de bu hedefi en az biçimde, Onuncu Yıl Marşı’nın, 1933’te nüfusumuzun tamamı olan 15 milyonu kasteden, ‘On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’’ cümlesi ortaya koyar. Tüm toplumun üniform biçimde ‘yeniden yaratılması’ kapıkulu gelenek ve mantığına uygundur. Bunun yapılabilmesi için en uygun devlet anlayışı faşist devlet anlayışıdır. Faşizm gibi ‘kapıkulu zihniyeti’ de bin beş yüz yıldır bilinen gerçek Türk geleneğine aykırıdır.

Türkiye’nin iç ve dış sorunlarının tamamı, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş Veli’ye dergâh hazırlamış gerçek Türk geleneğinden değil, ‘yeniden yaratmacı’ üniformist ‘kapıkulu’ zihniyet ve geleneğinden kaynaklanmaktadır.

Türkiye halkı, kapıkulu geleneğini aşacak ve Türkiye ondan sonra dünyanın lider ülke ve devletler safında yerini alacaktır.

12 Şubat 1997, Radikal Gazetesi