Ana Sayfa Blog Sayfa 56

Kürtlere sesleniyorum: Bu Tarihî Fırsatı Kaçırmayın!

İnsanların, ailelerin, insan topluluklarının ve insan toplumlarının eline bazen tarihî fırsatlar geçer. İyi değerlendirilirse bu fırsatlar hem onlar hem başkaları için doğruya giden, iyiliği pekiştiren, ağır ve kronik problemleri çözen dönüm noktaları olur.

Covid19 salgınının dünyanın her yerinde insanlara kâbus yaşattığı günlerden geçiyoruz. Hepimiz anlıyoruz ki insan hayatından daha değerli bir şey yoktur. Bazen kendimizden geçecek kadar ne olduğumuzu unutsak, binalarımızla, ulaşım araçlarımızla, imar alt yapımızla, teknolojik donanımımızla ve üretme ve tüketme kapasitemizle böbürlensek de, metrenin milyarda biri büyüklüğündeki başka bir canlı doğrudan bizi hedef alarak hayatımızı ve uygarlığımızı tehdit edebiliyor. Bunu insanlar arasında dil, din, cinsiyet, etnik aidiyet, statü, tahsil, ekonomik ve sosyal durum ayrımı yapmaksızın -yani çok eşitlikçi bir şekilde- gerçekleştiriyor. Bayrak, marş, sınır da tanımıyor. Ve bu bize hem esas olanın insan olduğunu hem de tüm insanların kardeş ve eşit değere sahip olduğunu hatırlatıyor. Boğazımıza kadar battığımız hemen her türden kavganın ve çekişmenin aslında bir değer taşımadığını ve bize bu gibi felaket durumlarında fayda sağlamadığını öğrenmemizi sağlıyor.

Türkiye on yıllardır binlerce insanın hayatını kaybetmesine, refahımız için harcanabilecek ekonomik kaynakların heba edilmesine sebep olan bir “Kürt sorunu” ile cebelleşiyor. Tarih, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yaptığı bazı hataların sorunun ana kaynaklarından biri olduğunu gösteriyor. Dersim Katliamı, ret, inkâr ve asimilasyon politikaları ve uygulamaları, Kürt dili ve kültürü üzerine bindirilen yasaklamalar, Kürtlerin Kürt olarak olağan siyaset yapmasına konan engeller maalesef bir gerçekti. Ne var ki, Türkiye demokrasiye geçilmesiyle başlayan ve son iktidarlar döneminde yoğunlaşan bir süreçle, bu yanlışların tamir edilmesi mümkün olan birçoğunu giderdi. On beş-yirmi sene önce hayal dahi edilemeyecek reformlar gerçekleşti. Ret, inkâr ve asimilasyon politikaları ve uygulamaları terk edildi. Kürt dili üzerindeki kısıtlamalar önemli ölçüde kaldırıldı. Kürtlere Kürt olarak ve Kürt olmayanlarla eşit statü ve etkinlikte siyaset yapma yolu açıldı.

Bütün bu reformlar zaten meşru bir temeli olmayan PKK terörünü iyice gayri meşrulaştırdı. PKK terörünü meşrulaştırabilecek, haklı kılabilecek tek bir ahlâkî, felsefî, insanî argüman yok. Demek istiyorum ki, problemin çözümü yolunda atılması gereken adımların çoğu atıldı. Kürtçenin eğitim dili olması (Kürtçe öğretilmesi değil) gibi daha atılması gereken adımlar da olduğu kanaatindeyim. Ama ne bu ne de ileri sürülebilecek başka herhangi bir talep terörü meşrulaştıramaz. Tam tersine, terör haklı ve meşru taleplerin bile haksız ve gayri meşru görülmesine ve ancak sakin bir ortamda atılabilecek adımların atılamamasına sebep olur, oluyor. Ayrıca, terör ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dize getirilemeyeceği de çoktan anlaşıldı. PKK’nın yeni ortaklar ve hamiler bulmuş olması bu olguyu değiştirmeyecektir. Terörün devam etmesi sadece ve sadece yeni can kayıplarına ve maddî zarara yol açacaktır.

Koronavirüs salgını insanların kardeşliğini ve kavgaların lüzumsuzluğunu, hepimizin ortak kadere sahip olduğunu hatırlatmış ve hepimizi derinden sarsmışken, Kürtler terörün ebediyen son bulması için adım atmalıdır. Barış, S. Demirtaş ve ortaklarının dile getirdiği gibi müphem, muğlak, ne olduğu anlaşılmayan çağrılarla ulaşılabilecek bir durum değildir. Barışın yolu silahların susmasından, yani silah kullanan Kürtlerin silah bırakmasından geçer.  Bu çerçevede KCK önce silahlı ayağı olan PKK’yı lağvetmelidir. Sonra siyasî ayağı olan HDP’yi özğürce siyaset yapmaktan engellememeli ve siyaset yapmak isteyenler HDP’ye  (veya başka partilere) katılmalıdır. HDP terör ile arasına açık ve net bir mesafe koymak için harekete geçmelidir. Politik bilinç düzeyi her kesimden yüksek olan ve herkesten daha çok acı yaşayan Kürt vatandaşlarımız da bunun gerçekleşmesi için elini taşın altına koymalıdır. Başka bir deyişle Kürt sivil toplumu silahlı grupların, terörü yol olarak benimseyenlerin kendisini istismar etmesini ve kendisine dayatmalarda bulunmasını artık reddetmeli ve ayağa kalkmalıdır.

Barış, demokrasi, eşitlik ve kardeşlik için bu tarihî fırsat kaçırılmamalı!

 

“Bizim Diktatörlüğümüz İyidir”

Türkiye’deki tüm millî gün kutlamaları (bayramlar) bazı toplum kesimleri (sol ve Kemalist cenahlar) tarafından bir şekilde tek parti diktatörlüğünün övülmesi, göklere çıkartılması ve bu yaklaşımlarla aynı çizgide olmayanların bir anlamda ve bir ölçüde terörize edilmesi ritüeline dönüşüyor. Bunu yapanlar aynı zamanda Türkiye’de bir “AKP-Erdoğan diktatörlüğü” bulunduğunu iddia ederek ateş püskürüyor.

Siyaset Bilimi ve Anayasa Hukuku disiplinleri açısından, diktatörlüğün ne olduğu tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açık. Diktatörlükte iktidarda seçimle gelmeyen (veya göstermelik seçimlerle gelen) ve seçimle gitmeyen bir tek parti bulunur. Siyasî haklar ya hiç yoktur veya sonuç yaratmayacak olan, (siyasî mobilizasyon gibi) başka amaçlara yönelik şovlardan ibarettir. Yarışmacı ve sonuç üretici seçimler olmaz. Siyasî ifade özgürlüğü mevcut değildir. Fiilî veya potansiyel siyasî muhalefete izin verilmez. Diktatörlük yönetimi hukuka değil hukuk ona uyar, yani tek parti iktidarı siyaseten denetlenemediği gibi hukuken de sınırlanamaz ve denetlenemez.

Diktatörlüğün bu akademik kıstasları açısından incelendiğinde 1923-1945 döneminde Türkiye’de tam anlamıyla bir diktatörlük bulunduğu açık bir gerçektir. 1923-38 arasında Atatürk, 1938-45 arasında İsmet İnönü bu diktatörlüğün odak noktasını teşkil etmiştir. Tek parti döneminin bir diktatörlük olup olmadığı tartışılamayacağı için bazı yerli ve yabancı yazarlar zevahiri kurtarma amacıyla tek parti diktatörlüğüne “eğitici diktatörlük” ve “hayırhah diktatörlük” gibi sıfatlar yakıştırmıştır. Ama, öyle veya böyle, diktatörlük diktatörlüktür.

Kemalistler ve Kemalist bir damarı da bulunan solcular-sosyalistler, hatta Marksistler, tek parti diktatörlüğünün dönemin şartlarının ürünü olduğunu ve iyi hedefler peşinde koştuğunu, bu yüzden diktatörlük olmadığını, öyleyse bile kötü bir diktatörlük olmadığını iddia edebiliyor. Demek ki onlara göre diktatörlükler ikiye ayrılıyor: İyi diktatörlükler ve kötü diktatörlükler. Mamafih, bu bakışın sadece onlara has olmadığının da altını çizmek gerekiyor. İnanması zor ama, bazı liberaller de, ideal bir liberal düzene gerekirse kitlelere doğru değerleri dayatan bir diktatörlük yoluyla ulaşılabileceğini düşünüyor…

Makul ölçüler içinde bakıldığında belli bir yerde ve dönemde olan biteni anlamak ve açıklamak için dönemin şartlarına (genel ortam, aktörler, olaylar vs.) bakmak gerekli ve yararlı olabilir. Hatta bazen bunu yapmak zorunludur. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken üç nokta var. Birincisi, anlamak ve açıklamak başka, meşrulaştırmak başka. Anlamak ve açıklamak meşrulaştırmaya yetmez. İkincisi, başka başka anlamalar ve açıklamalar olabilir. Bir anlama ve açıklamanın bir başka anlama ve açıklamaya üstün olması için başka şeylere bakmak gerekebilir. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, bu yöntem özgül bir vakaya mahsus olarak mı geçerli kabul edilecektir yoksa her vakaya uygulanabilir genel bir perspektif olarak mı görülecektir? Tek vakaya mahsus ise bunun niye böyle olduğunu açıklama ve insanları böyle olmasının doğru ve haklı olduğuna ikna etme mecburiyeti doğar. Her vakaya uygulanabilir ise tez kendi kendisini imha eder. Kullanılamaz veya kullanılsa bile fayda sağlamaz hâle gelir. Her diktatörlüğü meşrulaştırmada ve övmede kullanılabilecek mahallî ve konjonktürel şartlar ve durumlar bulunabilir. Bu durumda, söz gelişi, Lenin ve Stalin’in siyasî muhalifleri fiilen elimine etmeyi de kapsayan cinayetleri ve katliamları da, Hitler’in Yahudi soykırımı da, Pol Pot’un nüfusun üçte birini gözlük takma ve yabancı dil bilmenin de dâhil olduğu trajikomik sebeplerle ölüm tarlalarında yok etmesi de meşrulaştırılabilir. Yani bu adamların yarattığı rejimlerin diktatörlük olmadığı veya diktatörlükseler haklı ve gerekli diktatörlükler olduğu öne sürülebilir.

Kemalistlerden bu gibi meselelerle meşgul olmaya yetecek entelektüel birikim, zekâ kıvraklığı ve açık fikirlilik beklemiyorum, ama entelektüel alanda daha birikimli oldukları düşünülen Marksistlerin, sosyalistlerin de aşağı yukarı aynı şeyleri tekrarlamaları, bana, belki de öyle olmaması gerekirken, tuhaf görünüyor. Sosyalist BirGün gazetesi ile sol bulamaçlı Kemalist Cumhuriyet gazetesi arasında tek parti diktatörlüğüne bakışta önemli bir fark ortaya çıkmıyor. Aynı hikâyeleri tekrar ediyorlar: Gericiliğe karşı mücadele, aydınlanma, ideal toplumun yaratılması vs. Bu, benim eskiden beridir söylediğim gibi, sosyalistlerle Kemalistlerin en azından bazı bakımlardan aynı entelektüel rahimde büyüdüğünü gösteriyor.

Diğer taraftan, tek parti diktatörlüğünü savunan Marksist sosyalistlerin ve Kemalistlerin, onların deyişiyle “AKP-Erdoğan diktatörlüğü”ne karşı çıkışları da bu durumda gülünç bir çelişki oluyor. Bu iddialarının ne kadar doğru olduğu tartışması bir tarafa, ilkesel olarak diktatörlüğe karşı çıkmak yerine sevmedikleri, onaylamadıkları diktatörlüklere karşı çıktıkları anlaşılıyor. Kemalistler tek parti diktatörlüğünü savunuyor. Sosyalistler ise, meselâ, tarihî örnekleri bir yana bıraksak da, Küba’daki diktatörlüğe karşı çıkmıyorlar, karşı çıkmak ne demek, tersine, ona övgüler yağdırıyorlar.

Marksist sosyalistlerin diktatörlüğe tamamen karşıymış pozu vermeleri de tamamen bir yanıltma çabası veya bir dezenformasyon faaliyeti. Marx proleterya diktatörlüğünü öngörmedi mi? “Burjuva diktatörlüğü”nden sonra proleterya diktatörlüğü kurulacağını, kurulması gerektiğini vaaz etmedi mi? Marksist sosyalistler, hadlerini aşıp, Marx’a itiraz mı ediyorlar? Marksist tarihsel gelime şablonunu reddedip, kapitalizmden (burjuva diktatörlüğünden) doğrudan doğruya komünist toplum safhasına geçileceğini mi düşünüyorlar? Olamaz, Marx yanılmış mı?

Marksist sosyalistlerin ve Kemalistlerin diktatörlüklere sözde karşı tavırlarına bakınca durumu çok iyi anlıyorum. Onlar prensip olarak diktatörlüklere karşı değiller, sadece sevmedikleri diktatörlüklere karşılar. Sevdikleri diktatörlükleri ise canla başla savunuyorlar. Bununla da kalmayıp, gerekirse yeni diktatörlükler kurmaya hazır olduklarının işaretlerini bol bol veriyorlar.

Freud’da Bilimsel Metot ve Ahlâk

Freud’da Yanlış Olan Ne?

Konuyla ilgili önceki yazımda yine Freud gibi psikanaliz mütehassısı olan bazı akademisyenlerin ve araştırmacıların Freud’u “şarlatan” ve “hilekâr” sıfatlarını da kullanarak ağır eleştirilere maruz bıraktığını belirtmiştim. Bir başka yazar olan Antony Storr’un da Freud’un bir bilim adamı olarak değil bir guru olarak görülmesinin daha doğru olacağını söylediğini eklemiştim. Bu iki bakış birbirini destekliyor. Her bilgi bilimsel bilgi değildir. Gurular özel bilgiye sahip olduğunu düşünen ve bağlıları tarafından da öyle olduğu kabul edilen kimselerdir. Bu bilgiler bilimsel metotlarla elde edilmemiştir ve aynı şekilde doğrulanamazlar ama onlara inanan insanlar için bu zaten bir ihtiyaç veya mühim bir mesele değildir. Bu yüzden guruların takipçileri gurulara inanılmayacak derecede sadakat gösterebilir. Bilimsel bilgi ürettiği iddia edilen kimileri de aslında sezgisel ve öznel bilgiye dayanıyor olabilir ve bu nedenle guru olarak nitelenebilir.

Burada sorulması gereken, tüm dünyada bir kült figür ve psikanalizin en önemli isimlerinden biri, kimilerine göre kurucusu olan Freud’a bu ağır ithamların neye dayanarak yönetildiğidir. Söz konusu ithamların sağlam maddi temelleri var mıdır, yoksa onlar kıskançlık, haset, husumet, idraksizlik gibi faktörlerin sonucu mudur? Bu elbette merak edilmesi ve üzerinde durulması gereken bir konu.

Freud eleştirisi yapan birçok bilim insanı, araştırmacı var. Bunlar önemli kitaplara makalelere ve araştırmalara imza atmışlar. Onların bir kısmını okumak yıllar içinde beni Freud hakkında bugün bulunduğum noktaya getirdi. Bu isimlerden biri fikir tarihçisi Peter Watson, konuya temas ettiği eseri ise Yapı Kredi Yayınları tarafından Türk okurlara ulaştırılan Fikirler Tarihi (çev. Kemal Atakay vd., 2014) adlı kapsamlı (bin sayfayı aşkın) eseri. Bu yazıda esas itibariyle Watson’ın başka yazarlara da atıf yaparak toparladığı Freud eleştirilerinin kısa bir özetini yapacağım. Sanırım -en azından umarım- bu bile benim Freud hakkındaki eleştirel sözlerimin boşlukta asılı ve temelden mahrum olmadığını göstermeye yetecektir.

Watson bilinçdışıyla ilgili düşüncelerin Freud’dan önce mevcut olduğuna işaret ediyor. Bu bilgiler Freud’un alanın kurucusu, en azından tek kurucusu olmadığını anlamak açısından hayati önemde. Meselâ Nietzsche’de Freud’un düşüncelerinin büyük kısmı öngörülmüştü. Johann Herbert ve G. T. Fechner için de aynı şey söylenebilir. Herbert zihni, bilinç ve bilinçdışı süreçler arasında sürekli bir çatışma olan ikili bir yapı olarak tasvir etmişti. Pierre Janet bu alanda öncülük eden bir başka isimdi. “Psikolojik Analiz” olarak bilinen tekniği geliştiren de oydu.

19’uncu yüzyılda, doktor olan ve ahlâk üzerine de çalışan ilahiyatçı, rahip P. J. C. Debreyne çocuk cinselliğiyle ilgilendi. Bir başka rahip, Orlean Psikoposu Duponlop, çocukların çoğunun bir ile iki yaş arası dönemde “kötü huylar” edindiğini öne sürdü. En iyi bilinen örnekte Jules Michelet 1869’da yayınlanan Oğullarımız adlı kitabında ebeveynleri çocuk cinselliği hakkında uyardı ve bugün Oidipus kompleksi denen şeye dikkat çekti

Peter Watson’a göre, bu özet incelemeden iki sonuç çıkar. İlki bilinçdışını Freud’un keşfettiği düşüncesinden vazgeçilmesi gerektiğidir. Bilinçdışı fikri Freud’dan çok önce mevcuttu ve 1800’lerin büyük kısmı boyunca Avrupa düşüncesinde kullanıldı. İkincisi, Freud’la neredeyse organik biçimde ilişkilendirilen çocuk cinselliği, Oidipus kompleksi, bastırma, gerileme, aktarım, libido, id ve süper ego kavramları da Freud’a ait değildir. Özetlenecek olursa, “Freud genelde sanıldığı kadar özgün bir akla sahip değildi.”

Ancak, birçok yazarın Freud’un “şarlatan” olduğunu, “bilim adamı” sayılamayacağını söylemelerinin ana sebebi bunlar değildir. Daha vahim dört suçlama vardır.

İlk suçlama Freud’un “serbest çağrışım” yöntemini keşfetmediğidir. Bu yöntemi 1879 ya da 1880’de Francis Galton bulmuştur. Galton Brain dergisinde yayınlanan yöntemle ilgili bir yazısında serbest çağrışımı bilinmeyen derinlikleri keşfetmede kullanılacak bir araç olarak tarif etmiştir.

İkinci suçlama Freud’un kitaplarının ve teorilerinin düşmanca karşılandığının efsane olduğudur. Araştırmacı Norman Kiell Freud Without Insight (1988) adlı çalışmasında Freud’un Rüyaların Yorumu kitabı hakkında yayınlanmış 44 değerlendirmeden yalnızca 8 tanesinin “menfi” olarak vasıflandırılabileceğini söyler. Kendisi de bir Freudcu olan Hannah Decker Freud’un bu kitabı hakkında yayınlanan yazıların çoğunun övgü ve coşku dolu olduğunu bulmuştur. Özetle, Freud ne kitaplarını yayınlamada zorluk çekti ne de o zamanlar için yaygın hasmane tavırlarla karşılaştı.

Üçüncü suçlama Freud’un Josef Breuer’in meşhur hastası Anna O. (Bertha Rapenheim) hakkında çizdiği tablonun ciddî derecede hatalı ve hatta çarpıtılmış olmasından kaynaklanır. Kayıtlar üzerinde yapılan incelemeler Freud’un olmayan şeyleri var gibi gösterdiğini, aktardığı şeylerin bazılarının hayal mahsulü olduğunu ortaya çıkardı. Meselâ, Albert Hirschmüller kaleme aldığı Josef Breuer biyografisinde (1989) bu sonuca vardı. Anna O. vakası psikanaliz tarihi ve Freud’un kariyerinin itibarı açısından çok önemlidir. Bu vaka üç açıdan önem taşır: 1) Freud’un “konuşma tedavisi”nin etkilerini abarttığını gösterir, 2) alında ortada olmayan bir cinsellik unsurunu vakaya eklediğini ortaya koyar, 3) Freud’un klinik detaylarla oynadığını sergiler.

Dördüncü suçlama suçlamaların en vahimidir ve doğrudan psikanalizle alâkalıdır. Buna göre, psikanaliz baştan ayağa hatalı olan hatta sahte nitelikteki klinik veriler üzerine kurulmuştur. Psikanalizin en temel iddiası cinsellikle ilişkili ve çocukluktan gelen cinsel arzuların bireyler yetişkin hâline geldikten sonra var olmaya devam ettikleri ve bilinçdışı oldukları için psikopatolojiye yol açabilecekleridir. Freud bu kanaatle 1896’da bütün histeri vakalarının temelinde, üzerinden uzun, çok uzun zaman geçmiş olsa da bir veya daha fazla olay olduğunu ve psikanaliz sayesinde bunların hatırlanabileceğini belirtmişti. Peki, bu sonuca nasıl ulaşmıştı?

Freud 1896’ya kadar çocukluk çağına ilişkin bir cinsel istismarla karşılaşmamış olmasına rağmen, birden, dört ay içinde histerik teşhisi konan on üç hastada çocukluk çağındaki cinsel istismarın bilinçdışına doğru sürmüş olduğunu iddia etti. Bununla bağlantılı olarak psikanaliz yöntemiyle belirtilerin ortaya çıkartılabileceğini ve olayın yarattığı “dışavurum” üzerine konuşarak “arınma”nın  ve belirtinin yok olmasının sağlanabileceğini de iddia etti. Ancak, Freud’un hastalarına uyguladığı yöntem bugün genellikle yapıldığı gibi oturup dinlemekten ziyade hastalar üzerinde bir tür baskı kurmaya ve onları manipüle etmeye dayanmaktaydı. Allen Esterson ve başka yazarların gösterdiği üzere, Freud’un kafasında bazı belirtilerin altında nelerin yattığına dair sabit, değişmez görüşler vardı ve bu yüzden Freud hastalarını dinleyerek gözlemlerden bulgulara ulaşmak yerine kendi görüşlerini hastalara empoze ediyordu. Bu noktada Watson’dan uzunca bir alıntı yapalım:

“Freud’un en meşhur gözlemleri bu sıra dışı yaklaşımı sonucu ortaya çıkmıştı. Buna göre hastalar çocukluklarında taciz edilmiş ya da cinsel istismara uğramışlar ve bu tecrübe sonradan baş gösteren nörotik belirtilerin temelini oluşturmuştu. Zanlılar üçe ayrılıyordu: Yabancı yetişkinler; çocukların bakımından sorumlu olan bakıcı, mürebbiye ya da öğretmenler ve ‘kendilerinden bir iki yaş küçük olan kız kardeşleriyle yıllarca cinsel ilişki içinde olan erkek kardeşlerin çoğunluğunu oluşturduğu… masum çocuklar’. Bu erken cinsel deneyimlerin çoğunlukla üçle beş yaş arasında yaşandıkları iddia ediliyordu. Freud’u eleştirenlerin üzerinde durduğu esas konu Freud’un ‘klinik’ gözlemler olduğunu iddia ettiği şeylerin aslında öyle olmadığıdır.  Bunlar belirtilerin sembolik bir yorumuna dayanan şüpheli ‘kurgulardır’. Freud’un çeşitli raporları dikkatle okunduğunda hastaların cinsel istismar hikâyelerine katkıda bulunmadıklarının görüleceğini hatırlatmak gerekir. Aksine hastalar bu şikayetleri şiddetle reddetmişlerdi. Bu süreçlerle ilgili ‘bilgi veren’, ‘ikna eden’, ‘sezgilere sahip olan’ ve ‘sonuçları çıkaran’ hep Freud olmuştu. Freud bazı durumlarda altta yatan sorunun ne olduğunu ‘tahmin ettiğini’ bile itiraf ediyordu.”

Aradan bir yıldan biraz fazla zaman geçtikten sonra Freud meslektaşı Wilhelm Fleiss’e -ama sadece ona- artık nevrozun kökleriyle ilgili teorisine inanmadığını itiraf etti. Çocuklara yönelik bu kadar yaygın bir sapkınlık mümkün olamazdı ve bu düşüncelere dayanan analizler bir sonuca ulaşmıyordu. Ama bu durumdaki her bilim insanının yapması gereken onurlu şeyi yaparak bir önceki yıl kendinden emin şekilde kamuyla paylaştığı bulgularını geri çektiğini duyurmadı. Freud 1914’teki bir raporunda tacizle ilgili teorisini tamamen geri çekti. Zaten, birçok kadın hastayla ilgili olanlarda bu hastaların babalarının ya da bir başkasının tacizine uğradığını rapor etmemişti. Yani Freud onun peşine düşmeyince bu sendrom kendini göstermemişti. Freud’un burada ne yaptığını Watson şöyle ifade ediyor: “Freud’u eleştirenler için bu, Freudculuğun belki de en etkili yönünü teşkil eden ve 20. Yüzyılın günlük yaşam bir yana hem tıbbi hem de sanatsal açıdan en önemli düşüncelerinden biri olan, Oidipus’la Elektra komplekslerini da kapsayan travma (taciz) teorisinin alışılmadık, zorlama ve olasılık dışı bir şecereye sahip olduğuna ilişkin ilave bir kanıttı. Teorinin gelişimindeki tutarsızlık barizdi. Freud hastalarında erken cinsel farkındalık olduğunu ‘keşfetmedi’. Farkındalığın olduğunu sezdi, anladı ya da ‘tahmin etti’. Oidipus kompleksini klinik bulguların dikkatli ve müdahale olmaksızın gözlemlenmesi sonucu keşfetmedi: Önceki ‘dayatmaları’ kendisini bile tatmin etmeyince, önceden kararlaştırdığı fikri ‘bulgulara’ tatbik etti. Şüpheci ve bağımsız hiçbir bilim insanının bu süreci tekrar edememiş olması Freud’un bilim insanı olma iddiası için belki de en tahrip edici olguydu. Deneysel ve klinik bulguların aynı yöntemleri ve metodolojiyi kullanan diğer bilim insanları tarafından tekrarlanamadığı bu çalışmalar ne tür bir bilimdir? Elbette bilim değildir. Britanyalı psikiyatrist ve radyo programcısı Anthony Clare, Freud’u ‘acımasız, hilekâr bir şarlatan’ olarak tasvir ettikten sonra ‘psikanalizin temel taşlarından birçoğunun sahte’ olduğunu söylemişti. Freud’un ‘baskı yöntemini’,  hastalarını ‘ikna ettiğini’ ve sonuçları ‘tahmin ettiğini’ göz önüne aldığımızda bilinçdışının varlığı konusunda şüphe etmemiz normaldir. Aslında her şeyi Freud uydurmuştu.”

Görüldüğü üzere Freud’un  birçok meslekî faaliyeti bilimsel metoda ve bilimsel ahlâka uygun değildi. O önce bir fikri bir şekilde kafasında geliştiriyor ve sonra onu bilimsel bir bulguya dönüştürmek için kanıt toplamaya çalışıyordu. Bu amaçla hastaları üzerinde baskı kuruyor, onları manipüle ediyordu. Bazı olguları görmezden geliyor, olmayan bazı şeyleri ise olgu gibi kayıt ve rapor ediyordu, yani uyduruyordu. İşte bundan dolayı psikanaliz dünyasında Freud’a karşı ağır bir eleştirel literatür ortaya çıktı.

Bu yazının ana konusu Marx ve Weber değil. Ancak, şu koronavirüs günlerinde ne olacağı belli olmayacağı için onlar hakkında da birkaç şey söylemek uygun olur. Marx bilimsel metot ve ahlâktan uzak olmak bakımından Freud’a (aslında Freud Marx’a) daha yakındı. Marx düşünce hayatında kullanılabilecek bazı kavramlar icat etti veya zaten var olan bazı kavramları geliştirdi, yabancılaşma gibi. Kapitalizmin gelmiş geçmiş en üretken ekonomik sistem olduğunu da anladı. Ama büyük teorisi tam bir fiyaskoydu. Meselâ sosyalist ekonominin daha üretken olacağı fikri boş çıktı. Marx teorisinin temeli olan emek değer teorisinin çökmeye mahkûm olduğunu anlayamadı. Vasıfsız emeğin vasıflı emeğe dönüştürme sorununu çözmeyi Kapital’in ilk cildinde başaramayıp sonraki ciltlere erteledi. Sınıf ve sınıf çatışması teorisi de anlamsız kaldı. Bunlar ayrı tartışma konuları. Ama Marx ne bilimsel metotla çalıştı ne de bilim ahlâkının temel kurallarına uydu. Freud gibi o da önce kafasında bir fikir geliştiriyor, sonra onun hakikat olduğuna inanıyor ve ardından onu ispatlamak için veri toplamaya çalışıyordu. Bunu yaparken tezlerini yalanlayan verileri görmezden geliyordu. Hatta bazen onun dediğinin tam tersini söyleyen ifadeleri kesip biçerek onu destekliyormuş gibi kullanıyordu. Bunun sebebi kurucu rasyonalist ve pozitivist olması yanında karakterinin bazı özellikleriydi.

Weber ise tüm akademik çalışmalarında veya uğraştığı her konuda değil Protestan ahlâkı ile modern kapitalizmin doğması ve gelişmesi arasında var olduğunu öne sürdüğü ilişkiye dair çalışmalarında bilimsel metoda ve ahlâka aykırı davrandı. Kapitalizmin doğuşunun temelinde Protestan ahlâkının yattığı sonucuna bilimsel çalışmaları sonucu varmadı.  Bir ABD ziyaretinde kafasında bu fikir belirdi Sonra bu iddiayı destekleyecek veriler bulmaya çalıştı. Bunu yaparken iddiasını çürüten, yalanlayan olguları görmezden geldi. Meselâ Katolik İtalyan şehir devletlerinin Avrupa’nın Protestan bölgelerinden daha önce gelişmiş olmasını ve bazı Protestan bölgelerinin daha fakir olmasını dikkate almadı, görmezden geldi. Döneme ait bazı istatistikleri sehven veya kasten yanlış okudu.  Bugün dünyanın kalkınmış ve kalkınmakta olan yerlerinin haritası ekonomik kalkınma ile dinler arasında zorunlu bir müspet veya menfi ilişki olduğu iddiasını tamamen anlamsız kılmış durumda. Ama aslında bunun izleri Weber iddialı tezini ortaya sürerken de vardı ve o bunları ihmâl etti. Yani tezini geliştirirken bilimsel metoda ve ahlâka sadık kalmadı.

Bu, zevkli olduğu kadar zor ve aynı zamanda uzun ve çetrefil konu. Akademik yönüne ilâveten bir de özellikle Marx ve Freud açısından özel hayatlar meselesi var. Ama özel hayatlar ve kişilerin öğretileriyle davranışları arasında uyum mu yoksa çelişki mi olduğu bu yazının konusu değil. Son yıllarda tanınmış düşünürlerin, akademisyenlerin özel hayatıyla ilgili eserler çoğaldı. Sanırım özel hayatlara göz atmak onları anlamak bakımından yararlı olabilir. Her hâlükârda Marx, Freud ve Weber gibi veya benim entelektüel atalarım Hume, Smith, Menger ve Hayek gibi tarihte iz bırakmış önemli isimlerin fikirleriyle ve düşünceye, bilime katkılarıyla ilgili anlamlı ve yararlı tartışmalar yapılabilmesi açık fikirli ve tahammüllü olmaya, fikre küfürle değil fikirle cevap vermeye hazır ve muktedir olmaya ve de  muhalif fikirler ortaya koyanlara ad hominem argümanlarla saldırmamaya bağlı. Türkiye’de en çok eksik olanlar da bunlar galiba.

23 Nisan 100’üncü Yılında Niçin ve Nasıl Kutlu Olsun?

Bugün 23 Nisan 1920. Yüz yıl önce bugün Ankara’da işgal ve savaş şartları altında bir meclis açıldı: Türkiye Büyük Millet Meclisi. Milletin temsilcilerinden müteşekkil ve temsil kabiliyeti hayli yüksek olan, toplumun hemen her kesiminin bir şekilde temsil edildiği bu meclis (Birinci Meclis) Millî Mücadele’yi yürüttü ve Türkiye’de mutlak monarşiden başlayıp anayasal monarşi olmaya doğru yürümekte olan bir siyasî rejimin cumhuriyet rejimine dönüşeceği süreci başlattı.

Resmî tarihte verilen mesajlar ve kutlama törenlerinde irat edilen nutuklar 23 Nisan’da egemenliğin padişahtan Millet Meclisi üzerinden millete geçtiğini söyler. Buna 23 Nisan’ın çağdaşlaşma ve demokrasi yolunda atılacak bir adımın ön hazırlığı olduğunu da ekler.

Meclis mensupları 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandığında bu ülkede egemenliğin bir mutlak monark olarak padişaha ait olması söz konusu değildi. Birkaç nesildir padişahlar yetkilerinin azaldığına ve kendilerinden alınan yetkilerin Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu-Hükümet) ile Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan’a aktarıldığına şahit olmaktaydı. Aynı süreçte ülkede cumhuriyete geçilmesinin iyi olup olmayacağı bile tartışılmıştı. Yani cumhuriyet fikri birden gökten zembille inmedi. Ülkede bir cumhuriyet fikri zaten vardı. 1920’ye gelindiğinde Padişah egemenliğin tek sahibi değil ortaklarından biriydi.

23 Nisan 1920’de Meclis’in açılmasından, İstiklal Harbi’nin kazanılmasından ve 29 Ekim’de tartışmalı biçimde cumhuriyete geçildiğinin ilan edilmesinden sonra egemenlik millete devrolmadı. Her ne kadar egemenliğin millete ait olduğu, artık millet tarafından kullanılacağı yolunda bir söylem gelişti ve propaganda yapılmaya başladıysa da egemenlik aslında Mustafa Kemal’in eline geçti.  Sistemin merkezine o oturdu ve son padişahların dahi sahip olmadığı yetkilere sahip bir hükümran oldu. Siyasî rekabeti dışlayan, iktidarın halktan kaynaklanmadığı ve halka siyaseten hesap vermek zorunda olmadığı, milletvekillerinin halk tarafından seçilmeyip hükümran tarafından atandığı, hukukun değil yeni egemenin tercih ve kararlarının her alanda hükmettiği bir siyasî rejim kuruldu. Başka bir deyişle bir tek parti diktatörlüğü inşa edildi.  Meclis, 23 Nisan’da ilk açıldığında sahip olduğu fonksiyonları tamamen kaybetti.

Ulus yaratma, ulus devlet kurma projesi bir tür modernleşme projesi ile iç içe geçirildi. Mustafa Kemal iktidara tam olarak sahip olma yolunda ilerlerken modernleşme projesini mutlak siyasî iktidara ulaşmanın manivelası olarak kullandı. Mutlak iktidarı ise modernleşme projesinin aracına çevirmeye çalıştı. Böylece 15 yıl geçti. Bu dönemde modern totaliter rejimlerin bazılarında olanları aşan ölçüde topluma müdahalelerde bulunuldu. Toplumun diline, dinine, kıyafetine padişahların yapamayacağı müdahaleler gerçekleştirildi. Mustafa Kemal siyasî sistemi ve devleti yeniden şekillendirmekle yetinmek yerine toplumu yeniden yaratmak istedi. 29 Ekim 1923’te cumhuriyet resmen ilan edilmiş olmasına rağmen ne cumhuriyet ortaya çıktı ne de egemenlik millete ait oldu.

Ebedi Şef’in yerini Milli Şef aldığında Mustafa Kemal’in siyasî ve toplumsal projesi sürdürülemez hâle gelmişti. Rejim sadece temel hak ve hürriyetleri gasp etmekle kalmamış, ekonomik bakımdan da başarısız olmuştu. Milletin beka ve refah mücadelesine katkı sunmak yerine engel olmaktaydı. Rejimin değişmesi mukadderdi. Soyadı usulünün kullanılması kararı sonrasında kendisine Atatürk soyadını vermiş olan Mustafa Kemal başta olsa bile bu olacaktı. Neyse ki Milli Şef ebedi Şef’in yaptığının tersine demokrasiye geçme sözünü tuttu, böylece muhtemel bir iç çatışmayı önledi ve 1945’te başlayan bir dönüşüm süreciyle Türkiye tek parti diktatörlüğünden çok partili hayata döndü, demokrasiye geçti.

14 Mayıs 1950’de Türkiye’ye gelen sadece demokrasi değildi. Cumhuriyet de gerçek anlamda o tarihte doğdu. Önceki yıllarda cumhuriyet retoriğinin kullanılması kulak alışkanlığı ve aşinalık yaratması bakımından cumhuriyetin doğmasına katkıda bulunmuş olabilir ama cumhuriyeti asıl var edenler demokrasiyi de var eden yeni siyasilerdi. Başka bir deyişle İnönü ve Menderes’in cumhuriyetin doğmasına katkısı Mustafa Kemal’in katkısından büyüktü. Böylece egemenlik de kendi kendini atayan şeflerden millete geçmeye başladı.  O günden bu güne düşe kalka da olsa Türkiye demokrasi yolunda ilerlemeye çalışıyor.

23 Nisan’ı bunun vuku bulmasına sağladığı katkı anlamında ama abartmadan ve aklı, zekâyı, düşünme ve muhakeme etme yeteneğini dumura uğratıcı bir kişi kültünün aracına dönüştürmeden kutlamanın anlamlı ve değerli olduğu kanaatindeyim.

Dil Devrimi ve Öz-Türkçecilik Üzerine

Sevgili Furkan Karay’ın sayfasında Dil Devrimi ve öz-Türkçecilik üzerine keyifli ve ufuk açıcı bir fikir teatisinde bulunduk. Orada yaptığım yorumları ve verdiğim cevapları, elden geçirerek ve üzerine ilâveler yaparak derledim.

***

Benim Pozisyonum

Ben dil konusunda milliyetçiyim. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi, “Türkçem benim ses bayrağım!” O bayrağı en yükseklerde dalgalanır görmeyi arzu ederim… Fakat muhafazakâr bir milliyetçilik benimkisi. Muhafazakârlığım ise dilimizin güncel ihtiyaçlarını kavrayan, ona göre dönüş(türül)mesini talep eden bir muhafazakârlık. Dönüştürme deyince tepeden birilerinin kelime dikte etmesini kastetmiyorum. Devrimin aşırılıkları tutmamıştır nitekim. Benim kastettiğim, ihtiyaç duyulan alanlarda yeni kelimelerin üretilip evvelâ o alanın insanlarına, sonra halka halka tüm topluma sunulması; sonra da muhataplarınca kabul gören, benimsenen kelimelerin dile yerleşmesi, benimsenmeyenlerin ise ille dikte edilmek yerine unutulmaya terkedilmesi.

Dil Devrimi pratiğinde buna uyan ve uymayan uygulamalar var. Bizde maalesef milliyetçi-mukaddesatçı dilciler bu konuyu bilimsel açıdan ele almak yerine ideolojik kavgaya malzeme ettikleri için, sözgelimi Tahsin Yücel’in Dil Devrimi ve Sonuçları veya Agâh Sırrı Levend’in Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri çapında ilmî eserler yazamadılar. Öte yandan, sol cenahta da konuyu ideolojik inada bindirip, gündelik dili bile toplumda karşılık bulmamış kelimelerle donatanlar oldu. Her iki tavır da yanlıştı.

***

Dil Devrimi’nin Sebepleri

Bütün mesele, geleneksel Osmanlı toplumunda seçkinlerin yazılı kültür dili ile halkın şifahî kültür dili arasında kapanmaz bir makas olmasıydı. Bunu biraz açalım: Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdığımız Türkçe ilmî ve felsefî düşünceyi besleyen soyut kavramlar bakımından fakir, gündelik hayatta haşır neşir olunan somut kavramlar bakımından zengin bir dildi; bu durum Türklerin kültür ve yaşayış biçiminin doğal bir sonucuydu. İslamla tanışan Türkler tefekkür ihtiyacını din dili olan Arapçadan, idarî gelenek oluşturma ihtiyacını ise devlet dili olan Farsçadan temin etti. Osmanlı’da devlet dili Türkçe olsa da, yazışma dili bu iki dilden birçok kavram devşirdi. Ayrıca İslamî ilimlerde ve edebiyatta tamamen kırma bir dil terkibi oluşturuldu. Seçkinler katında bu gelişmeler yaşanırken halk seviyesinde ise arı Türkçe olabildiğince korundu. Bâki’nin bir gazeli ile Karacaoğlan’ın bir koşması arasındaki çarpıcı fark böylece ortaya çıktı.

Modernleşme ve uluslaşmanın ilk adımlarının atılışında bu ikilik Osmanlı aydınlarının gözüne batmaya başladı. Batı’da modernleşme sürecinde halk (çoğunlukla orta sınıf) okuma salonları ve toplanma alanlarında “kamu”nun parçası olurken, basılı gazete ve kitap aracılığıyla sözü ve fikri dört bir yana dolaştırır ve ulusal bir anlam haritası yaratırken, ticarî ilişkileri ulusal düzeye vardırıp şehirlileşirken, eğitim ve siyasî katılım düzeyi yükselirken, elitin dili ile halkın dilini birleştirip millî bir dil yaratmak gündeme gelmişti. Türkiye’de bu süreç birebir bu şekilde cereyan etmedi, daha ziyade aydın-bürokrat zümre durumdan vazife üstlendi. Bu yolda ilk etapta: (1) Türkçenin yazım ve gramerinin halk diline yaklaştırılması lâzımdı. (“Eşhas” yerine “şahıslar”, “eşkıya” yerine “şakiler” gibi Türkçe çoğul eki kullanmak; “hakimiyet-i milliye” yerine “millî hakimiyet”, “divan-ı harp” yerine “harp divanı” gibi Türkçe kelime dizilişi vs.) (2) Kelime dağarcığının ise olabildiğince halk dilini esas alan, yahut o kökten türetilen, fakat kültür hazinemizin bağlı olduğu Osmanlı-İslam medeniyet dairesindeki kavramları ve terimleri sahiplenen, bunları halk diline uyarlayan bir metodun seçilmesi elzemdi. Bilhassa ilmî, felsefî, teknik terimlerin Türkçeye kazandırılması ihtiyacı vardı. Dildeki bu eksiklik, Batı bilimi ve felsefesindeki kavram ve sorunsalların bizim tarihsel gelişimimizde karşılığının bulunmayışından kaynaklanıyordu. (3) Türkçe’nin sınırları belirlenmiş, herkesçe bilinen ve benimsenen, net biçimde tarif edilmiş imlâ ve gramer kurallarına ve kıstaslarına gereksinimi bulunmaktaydı. İçinde hem Türkçe, hem Arapça, hem Farsça kural ve yöntemleri barındıran bir kırma dil, gerek aydınlarda gerekse okuryazarlarda kafa karışıklığı yaratıyor, herkes bildiğini okuyordu. Arap alfabesinin Türkçe ifadelere uyumsuzluğundan da kaynaklanan yazım anarşisi son bulmalıydı.

***

Ne Olmalıydı Ne Oldu? 

Cumhuriyet öncesi dildeki dönüşüm, özetle “hakimiyet-i milliye”yi “millî hakimiyet” yapmaya, yazı dili ile konuşma dili arasındaki makası kapatmaya odaklanmıştı. Bu fark öyle yapmacık ve eğreti duruyordu ki, meselâ, kadınlardan bahseden biri “Ne güzel hatun!” diye konuştuğu hâlde, yazarken, atıyorum, “nisa-i hasnâ” diye yazıyordu. Halbuki çarşıda, pazarda, sokakta ahalinin dili “güzel hatun” demekteydi.

Dönüşümün ilk safhası görece sancısız gerçekleşti. Terimlere Türkçe karşılık üretmede ilerleme kaydedilemese de (“ideal”e karşılık “mefkûre”yi, “sosyoloji”ye karşılık “içtimaiyat”ı, “psikoloji”ye karşılık “ruhiyat”ı türeten Ziya Gökalp örneği ilginçtir), imlâ ve grameri Türk dilinin kurallarına göre yapma, yazı dilini konuşma diline yaklaştırma noktasında epey mesafe katedildi.

Cumhuriyet devrindeki ikinci aşama, (1) terimleri Türkçeleştirme, (2) “millî hakimiyet”i “ulusal egemenlik” yapma kavgasıdır.

Bu uğraşın iki boyutu var. Birincisi, bir dilde halkın kolayca kavradığı kök ve eklerden türetme kelimeler ne kadar çok olursa, bu akraba kelimeler ağının yaratacağı anlam ufku o kadar genişler. Türkçe eklerden Türkçe usüllere göre türetilen kelimeler dile ne kadar yerleşirse, yabancı ek ve kurallarla türetilmiş kelimeler o kadar eğretileşir, abesleşir. İkincisi, zurnanın zırt dediği yer, halkın zihninde yer etmiş kelime kökleri, hangi dilden gelirse gelsin, korunacak mıdır korunmayacak mıdır? Bence korunması gerekir, hatta yabancı kök + yabancı ek biçiminde türemiş kelimeler dahi halkın diline yerleşmişse, bunları ayıklamanın lüzumu yoktur. “Türkçeleşmiş olan, Türkçedir”. Arapçadan “ktb”kökünü almış, “kitap” yapmışız; bizim imâlatımız, bizim malımızdır artık. Biz üretmesek dahi, meselâ “cümle” yerine “tümce”, “kalem” yerine “yazgaç” demenin âlemi yoktur.

***

Terim Sorunu

Terimlerden karşılığı bulunmayanların olduğu gibi Türkçeye buyur edilmesine karşıyım, şahsen. Türkçe eğer güçlü bir dil olacaksa bilimde, edebiyatta ve felsefede şahlanmak zorunda; kahvedeki adamın 500 kelimelik Türkçesi onun küçük dünyası için yeterli olabilir ama bence dilimizi özel bilgi ve uzmanlık gerektiren alanlarda da geliştirmeliyiz. O bakımdan terimlerin Türkçeleşmesi şart. Kullananın zihninde, yaşadığı hayatla, bağlı olduğu çevreyle, ait olduğu medeniyet dairesiyle ve en geniş anlamda insanlık ailesiyle duygudaşlık kuracağı bir imgelem olmalı. Hepsini birarada mükemmelen yakalamak zor tabiî, kabul ediyorum. Fakat en azından, uzmanların dili hayattan ve değerlerden kopuk olmamalı, eğreti-ayrıksı durmamalı. Gerçi Dil Devrimi’nin aşırı hâli, tarihî ve kültürel çağrışımı olan eski kelimelerin yerine köksüz ve bağlamsız yapay kelimeler koydu. Bunların bir kısmı tuttu, bir kısmı tutmadı ve eskileri rağbet gördü.

Öte yandan, Dil Devrimi’nin tıpkı Harf Devrimi gibi, bir medeniyet dairesinden başka bir medeniyet dairesine toplumu kaydırma projesiyle de bağlantısı vardı. Osmanlı-İslam kavramları bilhassa ayıklandı, çağrışımlarıyla beraber geniş bir imgelem çöpe atıldı; bu, Devrimin yıkıcı tarafıdır. Terim türetmede ise bence başarıdan bahsedilebilir.

***

Ne Kazandık, Ne Kaybettik? 

Şuna katılırım: Arapça bir kelimeden vazgeçtiğimizde, Arap dilinin ekleriyle ve gramer kurallarıyla türetilmiş bir dolu kelimeden de uzaklaşmış oluyoruz. O yüzden bu kelimelerin en azından edebiyatta kullanılması ve az buçuk kitap okuyan kalburüstü ahaliye intikal ettirilmesi önemli. Öz-Türkçe kaygısıyla haşır huşur bir dil kullanan yazarlar sadece dili değil kendi anlam dünyalarını da felce uğratıyor.

Öte yandan, Türkçe kökten üretilen ve Türkçe eklerle bu dilin kurallarına göre türetilen nice kelimeler de kullanıla kullanıla anlam dünyamızda geniş bir çağrışım ufkuna kavuşabilir.

Kemâl, kâmil, tekâmül, mütekâmil… Bunları atmaya lüzum yok. Tabiî süreç içinde bir kısmı kendiliğinden unutuluyor belki. Çünkü dediğim gibi kitle toplumu demek yüzeyselleşme demek.

Ön, önem, önlem, öncü, öncül, öncelik.. Bunlar da “ön” kelimesinin zihinde uyandırdığı âşinalıktan dolayı kolayca zihinde karşılık bulabilen kelimeler. “Önlem”in ön almaya, “öncü”nün toplumun önünde gitmeye, “önem”in (ki -em diye bir ek olmadığına göre kural-dışı türetilmiş; böyle çok kelime var maalesef) yine de bir kişinin nezdinde önde yer tutmaya atıfta bulunduğu hemen anlaşılabilir.

Ben yazarken ve konuşurken bu iki dağarcık kümesinden de yararlanma taraftarıyım.

***

Ne Yapılabilirdi? 

30’larda Dil Devrimi’nin aşırıcı devirlerinde Meclis’te kurulan Dil Komisyonu’na mensup mebusların hababam kelime üretmesi saçmaydı. Bu işin zamana yayılması ve dilcilere, yahut bir uzmanlar heyetine (ideolojik olmayan bir Dil Kurumu’na) bırakılması gerekirdi. Dilciler ve edebiyatçılar eserlerinde kullanacakları yeni kelimelerle gazeteci ve fıkra yazarı gibi aktarıcı aydınlara yeni bir dağarcık sunacaklar, onlar da benimsediklerini alıp kullanarak halka mâl edeceklerdi. En akılcı yöntem buydu. Ne yazık ki gayretkeşlik ve radikallik ağır bastı ve bir dönem siyasetçiler ve yazarlar kendi konuşup yazdıklarını dahi anlamaz hâle geldiler. Birkaç sene sürdü bu aşırılık.

***

Dil Savaşını Kim Kazandı? 

80’lerle beraber öz-Türkçeciler ile “yaşayan Türkçe”ciler arasındaki kültür savaşı şiddetini ve derinliğini yitirdi. Türkiye’de bir dönem var ki, dil konusunda yaptığın tercih senin ideolojik pozisyonunu da ele veriyordu. Öz-Türkçecilik solculuk ve “ilericilik” demekti; “yaşayan Türkçe”cilik ise milliyetçi-mukaddesatçılık! Ecevit ısrarla “olanak, olasılık, olay, eşgüdüm, dışalım, dışsatım” gibi kelimeler kullanırken, sağcılar ille de “imkân, ihtimâl, hadise, koordinasyon, ithalat, ihracat” diyordu!

Peki savaşı kim kazandı? Resmî galip “yaşayan Türkçe”ciler oldu, zira 12 Eylül’cüler hem öz-Türkçeciliğin kalesi Türk Dil Kurumu’nu kapatıp hükümete bağlı bir daire olarak yeniden kurdu, hem de TV’de öz-Türkçe kelimelerin kullanımını yasakladı. İlk raundu sağcılar kazandı yani… Fakat bana kalırsa müsabakadan öz-Türkçe galip ayrıldı, fakat birtakım sivriliklerden ve aşırılıklardan arınmış hâliyle!

50’lerin gazeteleriyle bugünküler kıyaslandığında aktarıcı aydınların dilinin büyük ölçüde değiştiği, halk dilinin de yeni kelimeleri azımsanmayacak nispette kabul ettiği görülüyor.

Gözlem (müşahade), anlayış (telâkki), tutum (tavır), söyleşi (mülâkat), olasılık (ihtimâl), evrim (tekâmül), doğal (tabiî), gelişim (inkişaf), yayın (neşriyat), sözlük (lügat) vs. bunlardan sadece birkaçı.

Nasıl kotarıldı bu değişim? Zorla değil hayatın olağan akışıyla… Dünyaya açılan, kültürel ve ekonomik küreselleşmeye entegre olan, teknoloji sayesinde yeni davranış kalıplarının boy verdiği, yeni orta sınıfı serpilen Türkiye’de yeni nesiller, kitle toplumu olmanın getirdiği yüzeyselleşme de hesaba katılırsa, daha basit ve akıcı gördükleri yeni kelimelere teveccüh ettiler. Eski kelimeleri içeren üslup, eski hayatın üslubuyla birlikte yavaş yavaş sahneden çekildi.

Muhalefeti kapatalım gitsin!..

Pedogojik olarak küçük yaşlarda öğrenilen bilgi ve alışkanlıkların hayatımızı derinden etkilediği bir gerçek.
Ve ülkemizdeki yoğun ideolojik(?) eğitim de bizim demokrasi, laiklik, İslam, insan hakları, Cumhuriyet, devlet vb. pek çok konuda sağlıklı düşünüp, konuşmamızı ve anlamak için tartışmamızı engelliyor.

Düşünsenize atlattığımız onca badireye rağmen hala mahkemelerimiz bilinmeyen bir dilde ifade alabilmekte, meclisimizde bir milletvekilinin yaka paça atılması istenebilmekte, 28 Şubat’ta devletin ceberrutluğundan şikayet edenler bugün bir belediyenin halka bedava ekmek dağıtmasını bile paralel devlet yapılanması olarak görebilmektedir.

Dün ile bugün arasında bir insicam kuramayınca böyle oluyor demek ki!

Osmanlıdan Cumhuriyete o kadar çok gelgitlerimiz var ki hiçbirinden ders almamışız ve ders almaya niyetimiz yok. Üstelik bu gelgitlerimiz yaptığımız doğruları da değersizleştiriyor.

***

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşına maalesef koşar adım girdi ve korkunç bir yenilgiyle çıktı. Bir zamanlar bize öğretildiği gibi “Müttefiklerimiz yenildiği için biz de yenilmiş” sayılmadık.

Padişahın değil ama İttihatçıların büyük boş hayalleri ülkeyi uçuruma itmiş ve bir ölüm kalım mücadelesine düşürmüştü.

İşte bu mücadelede TBMM’nin müstesna bir yeri var.

Ancak, Kemalist ideoloji her şeyi 19 Mayıs’tan başlattığı için Osmanlıdan günümüze uzanan demokratikleşme mücadelesi yokmuş hükmünde sayılıyor.

***

Bugün aklı başında pek çok insan bile TBMM’nin gökten zembille indiğini zannediyor.

İşgallerin en cafcaflı günlerinde, bir çağrı ile halk -örgütlenmenin çapı tartışılabilir olsa da- Ankara’ya temsilciler göndermiştir. Hemen öncesinde gerçekleştirilen kongreleri de göz önüne aldığımızda bunun için halkın yönetime az-çok katılma gibi bir alışkanlığı olması gerektiği çok açık.

Yoksa bu çağrı karşılık bulabilir miydi?

Benzer durum Kemalistlerin yaptığı diğer inkılaplar içinde geçerli. Hemen hepsinin kökleri Osmanlıya uzanıyor. Kemalistlerin Osmanlı muktedirlerinden farkı işi kestirip atmaları, Jakobence bir tavır geliştirmelerinde idi.

Türkiye’de demokratikleşme hareketlerini inceleyen tüm eserler başlangıcı 1839 Tanzimat Fermanı ile başlatılır ama Senedi İtitfak’a da atıf yapılmadan geçmez.

Tanzimat Osmanlı taşra sistemini yeniden düzenlemiş; vilayetler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere bölünmüş, nahiyelerin altında da köy ve mahalleler oluşturulmuştur.

Tanzimat, köy ve mahallelerin yönetimini HALK TARAFINDAN SEÇİLMİŞ muhtarlara ve ihtiyar heyetlerine bırakmıştı. Ve daha da önemlisi yukarıya doğru hemen her birimde atanmışlar ve halk tarafından seçilmiş heyetler işin içine sokuldu. “Onların içinde kimileri, bir mahkeme olarak görev yapar ve, kadıların başkanlığında, yeni kanunları uygular. Ötekiler de, vergileri toplama, yol yapma olsun, ya da örneğin eşkıyalığı dizginleme için alınacak önlemler olsun, yerel sorunları tartışırlar ve gerektiğinde İstanbul’a yollanacak öneriler hazırlarlar. 1864 tarihli kanun, bu mercilerin çoğunda … halkın bütün öğelerinin temsil edilebilmeleri amacıyla, belli sayıda Müslüman olmayanların da katılmalarını öngördü. Özellikle İl Genel Meclislerinde (meclis-i umum-u vilayet) işler böyle yürür ve, bu meclislere, sancaklarca seçilen eşit sayıda Müslüman ve azınlıklardan insanlar katılırlar.” (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II, Editör R. Mantran, s.91-92)

***

Her ne kadar İ. Ortaylı bu meclislerin yok hükmünde olduğunu ve birkaç vilayet dışında pek çalışmadıklarını belirtse de 1877 Kanunu ile daha da yaygınlaşmış ve 1880’lere gelindiğinde belediye idareleri az ya da çok kendini gösterir hale gelmiştir.

Kısa da olsa yaşanan ilk Mebusan Meclisi deneyimi Osmanlı aydınlarını fazlası ile etkilemiş ve II. Abdülhamit’e muhalefet de hep bu tecrübenin tekrar yaşanabilmesi üzerine kurulmuştu. 1908 sonrası ise hemen her alanda bir patlama yaşanmıştır. Partiler, sendikalar, kadın hareketleri, basın zirve yapmıştır.

Yani görülüyor ki Osmanlı toplumu az ya da çok bir demokratikleşme tecrübesini 1920’den çok daha önce yaşamış ve az-çok içselleştirmişti.

Ve yine İttihatçılar tüm baskınlıklarına rağmen muhalefeti kökten kaldırmayı hiç düşünmezken Kemalistler ise bunu ilk fırsatta yaptılar. Bu açıdan 1878-1908 Abdülhamit idaresi ile 1925-1945 Tek Parti idaresinin birbirinden çok da farkı yok aslında.

Ve maalesef bugün iştiyakla desteklenen bazı gelişmeler de Muhafazakar-Milliyetçi-İslamcı çevrelerin geçmişten ve dünyadan hiç ders almadıklarını bize gösteriyor.

Aynı nehirde bir kez daha yıkanacak mıyız acaba? Kim bilebilir ki, burası Türkiye…

Karar, 22 Nisan 2020

Devrimin Kaçıncı Maddesindeyiz Üstad?

Tarihi okurken genelde resmî olarak yazılanları ve popüler olanları benimsemek insana kolaylık sağlıyor. Hem paydaşın çok oluyor hem de bizim gibi, tarihi, yaşanılanlardan çok kaleme alınanlar üzerinden ve yazılanlar dışında yazıp ve konuşmanın sınırlandığı ülkelerde başın çok ağrımamış oluyor.

Bu yazımda Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılı münasebetiyle, tarihî bir okuma olarak Türkiye’deki -yapanlar ve taraftarlarının inkılap dedikleri- değişimlere dair nispeten az bilinen bir konudan söz etmek istiyorum.

23 Nisan 1920’yi Osmanlı’nın sonunun, Türkiye’nin ise kuruluşunun başlangıcı olarak ele alırsak eğer, o tarihten itibaren bu son ve kuruluş hikayesinden başlamak üzere birçok değişim ve dönüşümde karşımıza Mustafa Kemal çıkıyor. Evet ama kimisine göre bunlar -kelimenin sözlük anlamıyla- bir inkılaptı yani ilerlemeydi ve Mustafa Kemal olmasaydı olmazdık; kimilerine göre ise başımıza tüm bu problemleri açandı. Bu her iki okuma da her şeyden önce bir anlamda tarihi inkâr etmek olur. Çünkü tarih Mustafa Kemal ile başlamıyor. Cumhuriyet ve sonrasındaki değişimler bir fail olarak onun imzasını taşıyordu elbet, lakin fikrî arka planı yok sayamayız.

Türkiye’de bugün de hâlâ devam eden problemlerin başında bu tarih okuma konusu var. Çoğu Kemalist ve Mustafa Kemal’e toz kondurulamaz gözüyle bakanlarla, birilerine nefret ve kininden dolayı ona ve hatırasına sımsıkı sarılanlar, kimileri sırf birilerine inadından, çoğu ise yazılan tarihin hipnozu altında Türkiye’nin tarihini Mustafa Kemal ve onun yaptıklarıyla başlatıyor.

Size, anlatılan kısa bir hikâyeden söz etmek istiyorum:

“Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bir gün Mustafa Kemal meclis çalışmalarına katıldığında, dönemin mebuslarından Kılıçzâde Hakkı Bey’i gördüğünde ona ‘Devrimin kaçıncı maddesindeyiz Üstad?’ diye sormuş.”

Kimdir bu Kılıçzâde Hakkı Bey ve Mustafa Kemal neden kendisine “Üstad” diyor?

Kılıçzâde Hakkı Bey, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’da yani topçu okulunda eğitimini tamamlamış ve sonrasında mesleğini farklı illerde icra etmiş. Dine karşı tutumundan ve o dönemde saraya karşı eleştirel tavrından dolayı emekliye sevk edilmiş. Dergilerde yazılar yayımlamaya başlamış. O dönemki fikrî tartışmalarda Garpçılığı ateşli şekilde savunmuş. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal’in isteği üzerine gazete çıkarmış ve yeni devletin ve yapılan değişimlerin sözcülüğünü ve savunuculuğunu yapmış. Daha sonra da Mustafa Kemal tarafından milletvekili yapılmış.

Mustafa Kemal’in kendisine “Üstad” diye hitap etmesinin altında ise, Kılıçzâde’nin 1913 yılında İttihat ve Terakki’nin kurucularından Abdullah Cevdet’in İctihad mecmuasında yayımlanan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı bir yazısı yatıyor. İttihatçıların önemli bir ismi olan Abdullah Cevdet tarafından yayımlanan İctihad, örgütün resmî yayın organı olmasa da tüm İttihatçıların ve elbette Mustafa Kemal’in de yakinen takip ettiği bir yayındı.

İctihad’da yayımlanan bu yazıyı önemli kılan ise Kılıçzâde’nin o dönemde Osmanlı’nın geleceğine dair tasavvurlarını kaleme almış olması. Genellikle Garpçıların bir nevi programı olarak kabul edilen bu yazıda Kılıçzâde, 18 maddede adeta bir yapılacaklar listesi hazırlamıştı. Bu maddeler çok kısaca şöyle sıralanabilir:

1 – Şehzadelerin mektepleri zencilerin ve hadımların ahmakça telkinlerinden kurtarılacak.

2 – Binaların kemerlerine “Ya Hafız” levhasının altına bir de bir sigorta şirketinin levhası asılacak. Osmanlı’daki her Müslüman, İslam’ın şartı kaçtır diye sorulduğunda “altı” diyecek ve malum beşi sayıldıktan sonra “altıncısı bir tüfek, bin fişek, taze ve üç gün idare edecek bir torba ekmek” diyecek.

3 – Fes toptan def edilip yeni bir millî serpuş kabul olunacak.

4 – Kadınlar diledikleri tarz ve biçimde giyebilecek.

5 – Kızlar tahsilleri ve bekarlıkları döneminde beğenilen bir adet olan tesettüre asla girmeyecek ve görücülük usulü kaldırılacak ve kızlar dilediği erkekle görüşebilecek. Bu sayede hane dirliksizliği kalkacak.

6 – Tembellik ve işsizlik kaynağı olan tekkeler ve zaviyeler kapatılacak.

7 – Medreseler ilga edilecek ve “Collège de France” ve “École Polytechnique” tarzında okullar açılacak. Sarık sarmak ve cübbe giymek sadece ulema soyundan gelenlere serbest olacak. Yine sadece hakiki alim olanlar sarık takabilecekler onun dışında ahalinin taktığı sarık tarzındaki paçavralar yasaklanacak. Sadece lise mezunu olanlar resmî kayıtlı olmak şartıyla sakal bırakabilecekler.

8 – Evliyalara adaklar kesilmeyecek. Bu gibi okuyucular, üfürükçüler cezalandırılacak.

9 – Belediyeler yeme, içme ve temizlik konusunda dikkat edecek ve faydalı işler istese de istemese de ahaliye öğretilecek.

10 – “Hürriyet ve İtilaf” ve “İttihat ve Terakki” gibi mevcut cemiyetler hükümet işleriyle uğraşmayıp donanma, millî müdafa, sağlık gibi konularla iştigal olacak. Artık bakanlıklara cahil hamiyetliler değil alim ve vakıf vatanperverler gelecek.

11 – Ahalinin İslamiyet ile ilgili aykırı bazı düşünce ve inançları düzenlenecek.

12 – Kur’an-ı Kerim ile birlikte sahih hadisler Türkçe’ye tercüme edilecek ve hutbeler Türkçe olarak ve asrın ihtiyacına göre irad edilecek.

13 – Ordu ve donanmada artık resmî olarak el alna götürülerek selamlaşma yapılacak. Ve orduda her gün traş olunacak.

14 – Mezheplerin söz sahipleri anlaşıp akdederek tamamıyla yeni bir mezhep kabul edilecek ve İslam halifesi tarafından ilan edilecek. Böylece Müslümanlar arasındaki mezhep ayrılıklarına son verilecek. Bu yeni mezhebin koyacağı yeni hükümler ile Müslümanlar ekonomik ve toplumsal olarak ilerleyebilecek.

15 – Osmanlı lisanı kendine has bir gramer ve kelime yapısına sahip olacak. Osmanlıca öğrenmek için hiç kimse Osmanlıca’nın ihtiyacından fazla Arabî ve Farisî tahsile mecbur kalmayacak. Osmanlıca dilinde farklı dillerden alınan ne kadar kelime ve kaide varsa Osmanlıca’ya mâl edilecek ve ona uygun hâle getirilecek.

16 – Osmanlılar hükümetten hiçbir şey beklemeyecekler. Yollarını, köprülerini, limanlarını, kanallarını, vapurlarını, fabrikalarını kendi teşebbüs ve faaliyetleri ile yapacaklar.

17 – Ramazan aylarında ve diğer mübarek günlerde camilerde vaizler tarafından halka verilen vaaz ve nasihatlerde vaizler artık halkın lisanından konuşacak. Alışkanlıkları olduğu gibi halkı diledikleri gibi cennete ve cehenneme atmayacakları gibi halka adap, akıllıca kazançtan, öteki ile kardeşlik ve muhabbetten bahsedecek.

18 – Senelerdir ilan edilen fakat kimseye duyuramadığımız, vadedilen kanunî düzenlemeler zamanın ihtiyaçlarına göre temin edilecek.

Kılıçzâde’nin on sayfalık bir yazıda detaylı bir şekilde önerdiği değişiklikler kısaca bu şekilde. Dikkat ederseniz bunların önemli bir kısmı, on yıl sonra kurulacak olan cumhuriyette Mustafa Kemal tarafından sırayla hayata geçirilecek. İşte bu nedenle Kılıçzâde için on yıl önceden cumhuriyetin taslağını oluşturduğu söylenir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in Kılıçzâde’ye “Üstad” diye hitap ettiği söylenir.

Mustafa Kemal tüm bu “inkılapları” yaparken Kılıçzâde’nin önerilerinin ne kadarını dikkate aldığı tam bilinmiyor. Zira bu yönde açık bir beyanına rastlanmış değil. En azından ben rastlamadım. Fakat belirtmem gerekiyor ki bu konuşmanın geçip geçmediği çok da önemli değil. Zira burada anlamamız gereken, “Efendiler yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz” şeklinde öncesiz bir tarih anlayışını artık bir kenara bırakmak. Bahsi geçen bu konuşma olmasa da Kılıçzâde’nin İctihad’da yazdıkları orada duruyor. Yani ortada cumhuriyet yokken yapılacaklara dair fikirler var. Ki zaten özellikle Osmanlı’nın son dönemi “devleti nasıl kurtarabiliriz?” sorusuna cevap aramakla geçmiş. Bir Garpçı olan Mustafa Kemal de Garpçıların tartışmaları ve görüşleri doğrultusunda hareket etmiş. Nasıl ki tarihin sonu, ideolojilerin sonu gibi çeşitli “soncu” teoriler hayatın akışına uymuyorsa tarihin başlangıcı ve öncesizlik de mugalatadan ibarettir.

Freud’da Yanlış Olan Ne?

1988-89 akademik yılında Londra’daydım. Dr. Asistan olarak çalıştığım SBF’den izinliydim. Bir sene önce aldığımız volkswagen kamplumbağa arabamızı sattım. Eşimin Londra civarında üniversite okumakta olan amcaoğlu evinde bana bir oda tahsis etti. Bu sayede yola çıkabildim.  Londra Üniversitesi’nden ziyaretçi öğretim üyesi olarak davet almıştım. School of Oriental and African Studies’de misafir olarak bazı doktora derslerini izliyor ve kütüphanede demokrasi hakkında okumalar yapmaya çalışıyordum.

İlk aylarımda Watford’da kalıyor ve trenle Londra’ya iniyordum. Bilenler bilir, adetleri değişmediyse, İngilizler gazeteleri trende vs. okur ve sonra bırakıp gider. Parasızlıktan ötürü herkesin inmesini bekler sonra birkaç gazeteyi toplar, koltuğumun altına sıkıştırır, üniversiteye öyle giderdim. Bir tomar gazeteyle geldiğimi gören her milletten arkadaşlar bazen şaşkınlıkla bazen hayranlıkla bazen acıyarak bana bakardı. Bu gazeteler arasında The Times, The Daily Telegraph ve The Independent gibi ağır gazeteler yanında Daily Mail ve Daily Mirror gibi tabloid gazeteler de bulunurdu. Gazeteleri okumak hem dilimi geliştirmeme hem de İngiltere’den ve dünyadan haberdar olmama yardımcı oluyordu.

Bir gün ilginç bir şey oldu. The Independent gazetesinin yorum-fikir sayfalarında karşı karşıya basılmış iki yazı buldum. Her ikisi de Fransız Devrimi hakkındaydı. Devrimin 200’üncü yıl dönümü münasebetiyle kaleme alan yazılardan biri Fransız Devrimi’ni övüyor, diğeri, aman Allah’ım, yerin dibine sokuyordu. Buna çok şaşırdım. Fransız kafasının egemen olduğu bir eğitim hayatından ve siyasal kültür içinden gelen biri olarak kutsal Fransız Devrimi’nin eleştirilmesini başta aklım havsalam almadı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Sonraki zamanlarda bunu gök kubbe altında eleştirilemeyecek hiçbir şey olmadığını anlamama ve kendime ona göre yol çizmeme yardımcı olan bir vaka olarak hafızama kaydettim.

Geçenlerde sosyal medyada yaptığım Marx ve Freud’un şarlatan ve Weber’in kısmen şarlatan olduğuyla ilgili paylaşımım kelimenin tam anlamıyla özellikle Marx ve Freud takipçileri cephesinde bir fırtına kopardı. Fırtınayı yaratan ve destek veren kimseler niye böyle düşündüğümü merak etmek yerine nasıl olup da böyle bir şey söyleyebildiğimi sorgulamaya başladı ve işi kişiselleştirerek şahıma aşağılama ve hakarete varan sözlü saldırlar yaptı. 2006’da Atatürk’e adam dediğim içim karşılaştığımı linç kampanyasına benzer bir süreci yaşadım birkaç gün.

Ben kendimi, ideolojik bakımdan,  Hume-Smith-Menger-Hayek geleneğine bağlı bir klasik liberal olarak görüyorum. Bu evrimci, tenkitçi rasyonalist ve kural faydacısı liberal çizgiyi diğer (kurucu rasyonalist-pozitivist, eylem faydacısı, deontolojik ve objektivist-naturalist) liberal geleneklerden daha mantıklı ve isabetli buluyorum. Sosyalizme ve soyut büyük teorilere duyduğum alerjide bunun da bir payı olduğunu sanıyorum. Bununla beraber, bu geleneğin genel olarak ve içinde yer alan büyük isimlerin özel olarak eleştirilmesinden rahatsızlık duymam ve bu eleştirileri haklı bulursam bir şeyler öğrenirim, yanlış bulursam bunu yapanlara bana yapıldığı gibi saldırmam, argüman ararım ve bu argümanlara başka argümanlarla cevap veririm. Ne geleneği ne de öncülerini ve mensuplarını kutsallaştırırım. Marx, Freud ve Weber hakkında söylediğim küçük cümle ise tam da benim yapmayacağım ve yapılmasını uygun bulmayacağım saldırı ve karalamaların hedefi yapılmama neden oldu. Varsın olsun. Bunlara bakarak görüş ifade etmekten kaçacak değilim. Herkesin kendi düşünce ve karakter sicilini yazmasına alan açmış oldum.

Her akademisyenin bir veya bir iki uzmanlık alanı var. Ben psikoloji çalışmadım. Hayek’in fikirlerini incelemeye çabalarken düşünürün The Sensory Order adlı kitabı vesilesiyle yan okumalar da yapmış ve epeyce psikoloji bilgisi öğrenmiştim. O dönemde konuştuğum psikoloji hocası arkadaşlar bu birikme hayret eder ve nereden edindiğimi sorarlardı. Sonraki yıllarda, siyaset psikolojisine olan ilgimi muhafaza etmekle beraber,  psikoloji ile fazla meşgul olmadım. Psikanalizde daha da amatörüm. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra psikanaliz okumaya başladım. Sebebi darbenin faili F. Gülen’in ve adamlarının ruh hâlini ve mantığını anlama arzusuydu. Bu yüzden, hiç bir şekilde psikanaliz uzmanı olduğumu ve uzman değerlendirmesi yapabileceğimi iddia edemem.

Buna karşılık, okuduğum kaynaklarda beni yıllar önce Fransız Devrimi’yle ilgili olarak yaşadığım duyguları tekrar yaşamaya iten bilgiler ve değerlendirmeler buldum. Bunlar çok ilgimi çekti. Derslerimde öğrencilerimle paylaşmaya başladım ve sonunda meseleyi bir akademik makalede derleyip toparlamaya karar verdim. Söz konusu paylaşımım da bunu haber vermekteydi. Ancak, tartışmaların büyümesi beni Freud hakkında bazı görüşler paylaşmanın hemen yapılmasına fayda olduğunu düşünmeye itti.

Freud önemli bir isim. Dünyanın her yerinde takipçileri var, Türkiye’de de. Lakin onu neredeyse kutsal, tartışılmaz bir figür olarak görenler olduğunun pek farkında değildim. Böylece öğrenmiş oldum. Öğrenmenin yaşı yokmuş. Bu yazıda, bir fikir vermesi için, Peter Watson’un abidevî eseri Fikirler Tarihi’nden iki alıntı yapacağım. Watson diyor ki: “…Aralarında Frederick Crews, Frank Cioffi, Allen Esterson, Malcolm Macmillan ve Frank Sulloway’in bulunduğu (ve sayıları giderek artan) karşıtları Freud’un –lafı dolandırmadan söylemek gerekirse- bir şarlatan, uydurduğu ya da saptırdığı verilerle hem kendini hem de başkalarını aldatan, sadece sözde bir ‘bilim insanı’ olduğunu söyleyerek bunun Freud’un teorilerini ve o teorilere dayanarak ulaştığı sonuçları geçersiz kıldığını öne sürmekteler.” Bir başka yerde ise şöyle diyor: “Britanyalı psikiyatrist ve radyo programcısı Athony Clare, Freud’u ‘acımasız, hilekâr bir şarlatan olarak tasvir ettikten sonra…”

Dünyada Freud karşıtı geniş bir literatür var. Nedense bu literatür Türkiye’ye pek ulaşmamış. Söz konusu kaynaklarda bu tür ifadelerden çok miktarda bulmak mümkün. Alanda bir  başka önemli isim olan Antony Storr da Öteki Peygamberler adlı ilginç kitabında Freud’un bir bilim adamı muamelesi görmeyi değil bir guru muamelesi görmeyi hak ettiğini söylemekte.

Bütün bunlar elbette tartışılabilir. Ama bunları dile getirenleri, alıntılayanları suçlayarak, karalayarak geçiştirilemez, yok sayılamaz. Öyle veya böyle Freud Tanrısal yanılmazlığa sahip bir peygamber değildir. Doğruları gibi yanlışları da olması mümkün ve muhtemeldir. Onu yanılmazlık mertebesine taşımak Freud’a da bunu yapan kişilere de fayda sağlamaz…

Otoriterlikle Mücadele Etme ve Mücadele Ettiğini Sanma

Memleketimizin kaliteli ve kapasiteli aydınlarından Etyen Mahçupyan, “Hükûmet, fasulyenin fiyatına ilişkin bir yasa bile çıkartacak olsa muhakkak araya yönetimi daha da otoriterleştirecek bir madde ekliyor” demiş. Memleketimizin güzide avukatlarından Gülçin Avşar bu görüşü bir twet ile paylaşmış. Liberal bir müteşebbis olan Yenal Berzeg ise Avşar’ın twetine (ve Mahçupyan’ın tespitine) “Fasulyenin fiyatı ile ilgili bir yasa çıkarmak zaten otoriterliktir” diye cevap vermiş.

Bu basit ve sade hadise Türkiye’de otoriterliğe karşı mücadele eden veya ettiğini sanan kimselerin bazılarının zihnî dikkatsizlik, yetersizlik veya yanlışlıklarını görmek açısından küçük ve fakat çok anlamlı bir olay. Bu zihniyetin ana problemi otoriterliği sadece bir dönem, bir parti veya bir şahıs ile ilişkilendirmesi ve otoriterliğin hem köklerini hem de tüm yansımalarını görmekte ve kavramakta yetersiz kalması. Gerek Mahçupyan’ın sözü gerekse Avşar’ın onaylayan tweti ikisinin de fasulyenin fiyatının kanunla belirlenmesinde bir problem görmediklerini veya onu çok da mühim bir problem saymadıklarını gösteriyor olabilir.

Otoriterlik kamu otoritesinin özel alana bırakılması gereken meselelere anayasa, kanun ve daha alt  seviyelerde mevzuatla veya fiilî oldu bittilerle insanlara tavır ve tutum dayatıcı şekilde müdahale etmesi olarak tanımlanırsa, otoriterliğin çeşitli alanlarda yansıyabileceği anlaşılır. Vatandaşa doğru din, doğru hayat tarzı, doğru davranış biçimi empoze etmek, insanların ifade, meslek seçme, nerede yaşayacağına karar verme özgürlüklerine müdahale etmek otoriterliğin yansımaları arasında  sayılabilir. Ancak, gündüz gözüne hayal görmeyelim, bu veya benzer alanlara demokratik de olsa her ülkede müdahale ihtimali ve potansiyeli vardır, çünkü hayat siyah beyazlardan oluşmuyor, dinamik ve akışkan gri alanlara da yer veriyor. Şabloncular, dünyayı düz zannedenler gibi, her zeminin ve dönemin aynı olduğunu sandıkları için hayattan kopuyorlar. Ayrıca problemlerin sadece devletle değil toplumla da bağları olabileceğini anlamıyorlar. İdareciler bir değişse her yanlışın ortadan kalkacağını zannediyorlar.

İfade özgürlüğü açısından bir örnek verelim. Zorunlu askere almaya karşı çıkma bir ifade özgürlüğü meselesidir. İnsanlar orduların varlığına ve zorunlu askerliğe karşı görüşler dile getirme hakkına sahip olmalıdır. Ancak, bu tür bir söylemin ne derecede ifade özgürlüğüne girecek şekilde algılanacağı şartlara ve dönemlere bağlı olarak değişebilir. Söz gelimi uzun ve müreffeh bir barış dönemi yaşanırken bu fikri dile getirmek ifade özgürlüğünden doya doya yararlanmayı mümkün kılar. Ama ülke başka bir ülkenin saldırısına uğramışken ve vatanı savunan askerler cephede can verirken aynı görüşü savunmak toplum katlarında aynı şekilde bir ifade özgürlüğü meselesi olarak alınmayacaktır. Muhtemelen kamu otoritesine bu tür görüşleri dile getirenlere karşı hareket geçmesi için baskı yapılacaktır.

Şüphesiz, otoriterlik ekonomide de yansır ve uzun vadede ekonomide otoriterlik otoriterliğin en kötüsüdür. Çünkü ekonomi her insanın önce bekası ve sonra refahıyla ilgilidir ve ekonomiye otoriter müdahaleler insanın bekasını zorlaştırabilir hatta bazı durumlarda imkânsızlaştırabilir. Örneğin, istihdamı siyasî otorite belirleyemez. O, toplumda memnuniyet uyandırmak için veya gerçekten istediğini yapabildiğini zannederek istihdamla ilgili emir veren kararlar alabilir ama sonunda ne olacağını hayat belirler. Güncel bir konudan harekete söylersek, sonuçları acı olsa da, yaşadığımız şartlardan kaynaklanan işsizliği siyasî ve idarî kararlar önleyemez. Fiyatlar meseli de öyle. Fiyatları pazar, yani bir malı alanlar ve satanlar, bir malın alınmak ve satılmak istenen miktarı arasındaki dinamik ilişki belirler. Siyasî ve idarî otoriteler fiyat tayin edemez. Buna yönelik müdahalelere hayat çeşitli şekillerde cevap verir. Meselâ, yükselmemesi istenen fiyatlar daha çok yükselir veya ciddî kıtlıklar ortaya çıkar. Kamu otoritesini olduğundan daha muktedir görmeye alışmış olanların bunu görmeme ihtimali yüksek. Ama sonuç değişmez.

Bu küçük örnek de kanıtlıyor ki Türkiye’de otoriterizme karşı mücadele verdiğini söyleyenlerin bazıları ya gerçek anlamda bir mücadele ver(e)miyor ya da otoriterliğe tüm boyutlarıyla karşı çıkmaktan ziyade belli bir aktörün belli bir dönemdeki otoriterlik olarak gördüğü icraatlarına karşı çıkıyor. Dolayısıyla, örneğimizde olduğu gibi, çelişkiye düşüyor; aynı cümle içinde bir şeyi hem savunuyor hem reddediyor. Oysa otoriterlikle sonuç verici bir mücadele tutarlı olmayı ve sorunun köklerine inmeyi gerektirir.

Olağan ve Olağanüstü Dönemlerde Kamu Yönetimi

Çözüme kavuşturulamamış ve muhtemelen asla kavuşturulamayacak olan bazı felsefî tartışmalar var. Her durumda ve her zaman geçerli olan ilkeler var mıdır yok mudur? Kimi dinler ve ideolojiler, hakikati keşfetme iddiasındaki felsefeler bu konuda çok iddialı. Onlara göre zaman, mekân ve aktör faktörleri dikkate alınmaksızın her yerde her zaman geçerli olan doğrular, uyulması gereken ilkeler, değerler vardır. İnsanlar mutlaka onlara uygun hareket etmelidir.

Her hâli ve anı kapsayan doğrular olduğu ne kadar şüpheliyse, hiç bir hâl ve zamanda geçerli doğruların bulunmadığı iddiası da o kadar şüpheli. Bu yüzden, ilk görüşe kuşkuyla yaklaşmakla beraber, ikinci görüşe demir atmaya da niyetim yok. Ancak, hayatın akışı içinde zamanları, mekânları ve aktörleri aştığı düşünülen doğruların doğru olduğunun sorgulanabileceği yerler ve durumlar olabileceği kanaatindeyim.

Bu çerçevede pragmatist felsefenin özel bir değeri olduğunu düşünüyorum. İnsanın bir benliği vardır ve insanın davranışları bu benliğin yansımalarıdır mı demek lâzım yoksa insanın davranışlarının insanın benliğini oluşturduğunu söylemek mi lâzım? Pragmatistler ilkini reddetme ve ikincisini destekleme yolunda hafife alınamayacak argümanlar geliştiriyorlar. Örneğin, A adlı şahıs B adlı şahsa, hiç kimseye aktarılmamak üzere, bir sır verse. B ilerleyen zamanlarda C ile karşılaşsa ve onun içinde olduğu bir durumu öğrense. Farkına varsa ki A’nın söylediğini C’ye aktarırsa C vahim bir hata yapmaktan veya hatta hayatını kaybetmekten kurtulacak. B’nin ne yapması uygun olur? Sırrı koruması mı yoksa ifşa etmesi mi?

Bunlar cevaplanması kolay olmayan, önceden kesilen ahkâmları da boşa çıkartabilecek nitelikte sorular. Korona virüs sebebiyle adeta -Nasrettin Hoca’nın dediği gibi- küçük bir kıyamet yaşadığımız bu günlerde bunu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek olaylar ve tavırlar görüyoruz. Meselâ, insanların tamamen diğergam olmadığı, bencilliğin şu veya bu şekilde her insanın tabiatına gömülü olduğu, vazgeçilmez sandığımız bazı formların askıya alınabileceği hatta iptal edilebileceği  ayan beyan ortaya çıkıyor.

Bu çerçevede, kamu yönetiminde merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik meselesinde de her zaman ve dönem için geçerli mutlak doğrular olmayabilir. İçinde yetiştiğim düşünce geleneği beni her durum ve her zaman için geçerli olması gereken ilkelere bağlanmaya götürüyor ama hayat hep aynı çizgide ve tempoda akmıyor ve farklı düşüncelere zemin hazırlayabiliyor

Olağan şartlar altında adem-i merkeziyetçiliği merkeziyetçiliğe tercih etmek gerekir. Merkezileşmenin otorite temerküzüne, otorite temerküzünün otorite yozlaşmasına sebep olması, merkezileşmenin otoritenin daha çok istismar edilmesi ve vatandaşlar arasında ayrımcılık kaynağı olması ihtimâlini kuvvetlendirmesi gibi sebeplerden dolayı bu böyle. Gelgelelim her zaman dilimi ve her dönem için adem-i merkeziyetçiliği savunmak zor ve hatta bazen anlamsız olabilir. İnsanlar ve insan toplumları şahsî sınırları aşan ve ulusal hata uluslararası ölçeklere varan sorunlar yaşayabiliyorlar. Korona virüs salgını bunun bir örneği. Çok büyük afetler ve şüphesiz savaşlar da öyle.

Bu tür şahısları aşan ve tüm toplumu ilgilendiren problemler ortaya çıktığında ne yapmak gerekir? Merkeziyetçiliği artırmak mı yoksa gevşetmek mi? Normatif bir soru olarak değil bir pratik bir sorun olarak bakınca görüyoruz ki, bu gibi durumlarda toplumlarda genellikle merkezileşme güçleniyor. Ve bu bana şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü bu gibi durumlarda toplum adeta tek probleme kilitleniyor. Tüm imkân ve kaynakların seferber ve koordine edilmesi ve tek hedefe yönlendirilmesi gerekiyor. Aksi takdirde başarı şansı azalıyor veya maliyet çok yükseliyor.

Türkiye her ülke gibi koronavirüsle mücadele diyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın dediği gibi sorun küresel mücadele ulusal. Bu söz elbette doğru ama sorunun küresel mücadele gerektirdiği de açık. Bu ulusal sorunla mücadelede başı kim çekecek? Kaynakların seferber edilmesini kim teşvik ve koordine edecek? Şüphe yok ki devlet. Sivil toplumun böyle bir koordinasyon olmadan bu işe başarması güç. Devlet demokratik ülkelerde seçimle göreve gelen hükümetler tarafından sevk ve idare edildiğine göre hükümetler salgın ile mücadeleyi yürütmekte baş sorumlu olacak. Meselâ mahalli idarelere göre daha önce olması gerekecek. Bunu haklı ve lüzumlu kılan birçok nedeni sayılabilir. Hükümet ülke çapında mahallî idare ise mahal çapında demokratik meşruiyete sahip. Hükümet ülke mahallî idare mahal çapında aktif ve etkili. Mahallî idare ülke çapında idarî bir ağa –özellikle yaygın sağlık örgütüne- sahip değil ve muhtemelen olamaz. Ülke çapında bağlayıcılığı olan kararlar alma yetkisine hükümet sahip. Bu kararları gerekirse zorla uygulamada kullanılabilecek zor örgütleri de hükümete bağlı.

Böyle bakıldığında hükümetin ülke çapında açtığı dayanışma kampanyası ortada dururken bazı belediyelerin ayrı kampanyalar açması şık, doğru ve faydalı olmadı. Hem mevzuatın buna izin verdiği –en azından- şüpheli hem de pek çok başka kampanya açılması hükümet tarafından açılan kampanyanın ulusal kimliğini ve dinamizmini öldürür. Keşke bu belediyeler bu hususa dikkat etmiş olsaydı. Geçmişte bazı belediyelerin yardım toplamış olması mümkün. Bu teorik olarak tartışmamızı teşvik eder ama hem cari mevzuatı geçersiz kılmaz hem de o olağan dönem kampanyaları bugünkü olağanüstü dönemle kıyaslanamaz. Bu konu mahkemeye taşındı ve mahkeme muhtemelen benim dediğim istikamette karar verecek. Göreceğiz. Bu arada, söz konusu belediyeler hakkında soruşturma açılmasını da en azından bu sıkıntılı dönemin ruhuna aykırı, lüzumsuz bir işgüzarlık olarak gördüğümü ekleyeyim.

Ancak, başka meseleler de var. Biri ve daha uçuk görüneni şu: Madem salgın hastalıklar toplu mücadele gerektiriyor ve korona virüs salgını dünya çapında, o zaman onunla mücadele için bir dünya devletine mi ihtiyaç var? Bunun iddia edenler çıkıyor. Ayrıntılı biçimde tartışılması gerek, ama bu argüman ulusal hükümetlerin ülkelerindeki mücadelede  başı çekmesi gerektiği argümanı kadar kuvvetli görünmüyor. Onun yerine devletlerin kendi aralarında işbirliği yapması konuşulabilir ve bu zaten oluyor. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü de ulus üstü bir kuruluş olarak bu alanda bir ölçüde bir dünya otoritesi gibi işliyor.

Diğer bir mesele, toplumu tümüyle seferber edebilme. Bu tür kampanyalara herkes katılmalı ki kampanyalar işe yarasın ve etkili olsun. Türkiye gibi siyasî nefretlerin yoğun olduğu bir ülkede hükümeti sevmeyen ve ona güvenmeyen kimselerin bu genel kampanyaya katılmaması ihtimâli kuvvetli. Nitekim izleyebildiğim kadarıyla öyle de oluyor. Bu tutumdaki toplum kesimlerinin seferber edilebilmesi için yollar aramak gerekebilir. Bunun için hükümet ile söz konusu belediyelerin iyi niyetli davranması ve diyalog kanallarını açık tutması şart. Bu hususta her iki kanada da görev düşüyor. Diğer taraftan, bir CHP hükümeti iş başında olsaydı dindar-muhafazakâr toplum tabakaları onun açtığı ülke çapındaki yardım kampanyasına destek mi verirdi yoksa şimdi CHP tabanının büyük ölçüde yaptığı gibi uzak mı dururdu, bu da bir merak konusu.

Bir diğer mesele olağanüstü dönemlerde merkezileşme ve artma eğilimi gösteren devlet gücünün hayat –inşallah- olağana dönünce nasıl geri çekileceği, itileceği. Bu da önemli, çünkü ulusal hedeflerin teke indiği, ülkelerin adeta varoluş savaşı verdiği ve devletlerin kaçınılmaz biçimde öne çıktığı dönemlerde devletler alan, yetki, personel bakımından büyüyor. Bu gerçeğin en iyi tarihsel örneği iki büyük dünya savaşının devletlerin büyümesine yaptığı etki ve katkı. Bu gibi durumlarda hem devletler hem toplumlar hem politikacılar devletin neredeyse her alanda ve her yerde sivil toplumu bastıracak veya iyice geriye itecek şekilde var olmasına alıştığı için devletin geri çekilmesine razı olmayabiliyor. Bu belki bugün değil yarının problemi ama şimdiden üzerinde düşünmeye değer.