Ana Sayfa Blog Sayfa 55

Şiddet Çağrısı Yapmak Yanlıştır ve Suçtur!

Geçtiğimiz Cumartesi günü beklettiğim bir iki yazıyı kaleme almak ve okumakta olduğum kitapta biraz ilerlemek için akşam saatlerine kadar sosyal medya platformlarına girmedim. Ne olup bitiyor bakayım diye girince çok geçmeden karşıma Esra Elönü’nün Ülke TV’deki programında konuşan -ismini ilk defa duyduğum- Sevda Noyan’ın sözleriyle ilgili lehte ve aleyhte paylaşım yağmuru çıktı (https://www.youtube.com/watch?v=5GgQCExr6dA) . Karşılıklı atışmaları seçici olarak okumaya çalışırken daha önce görmediğim başka bir video ile daha karşılaştım. Orada da Halk TV sunucularından Ayşenur Arslan’ın bir konuğuyla yaptığı sohbette (https://www.youtube.com/watch?v=R1jH-eW5StU) ettiği lafları dinledim.

Yazılarımda her fırsatta ne söylendiği kadar nasıl söylendiğinin de önemli olduğunu vurguluyorum. Eskilerin dediği gibi üslup kişinin aynasıdır. Yanlış üslup en doğru şeyi haksız,  doğru üslup en yanlış şeyi sevimli gösterebilir. Bu yüzden, en sert eleştirileri en yumuşak üslupla yapabilen, kişileri değil fikirleri hedef alan ve fikir tartışmalarını savaşa çevirmeyen kimseleri çok takdir ediyorum. Tersi noktada olanlara ise bazen kızarak, bazen acıyarak ve bazen kınayarak bakıyorum.

Sevda Noyan söz konusu programda şartlı konuşuyor. Bir darbe olması hâlinde direnmek için ailece maddî manevî hazırlık yaptıklarını söylüyor. Kendilerinin darbecilere karşı boş durmayacaklarını dile getiriyor. Elli kişiyi “götürürüz” diyor. En vahimi, oturduğu sitede böyle üç beş kişinin olduğunu ekliyor. Söyledikleri bir darbeye karşı her yol ve imkânla direneceği yolunda genel sözler olsa büyük bir problem yok denebilir. Çünkü bu durumda ilgili sözler müşahhas, hâlihazırda ortada olan bir özneye yönetilmiş olmuyor. Ancak, bazı site sakinlerinden bahsedince iş nitelik değiştiriyor. Bir defa o kişilerin peşinen darbeci olduğunu var sayıyor. İkincisi bu “darbeciliğin” manevî destekten, darbeye sevinmekten ibaret kalmayıp fiilî olarak darbeye katılmak şeklinde tezahür edeceğini kabul ediyor. Oysa darbeye manevî destek vermekle maddî-fizikî destek vermek arasında bir fark var. İnsanların kalpleri kontrol edilemeyeceğine ve edilmemesi gerektiğine göre asıl problem fiilî destektir ve darbeye direnenlerin darbede fiilen yer alacak insanlara karşı direnme hakkı olduğu söylenebilir. Hatta bu bilincin gelişmesi darbelere en büyük engel olacaktır. 15 Temmuz şanlı direnişi bunu ispatladı.  Ama bu bir ihtimâlken bundan kesin bir durummuş gibi bahsetmek ve somutlaştırılan öznelere yönelik tehdit anlamına gelebilecek sözler sarf etmek başka bir olay. Bu sözlerin çirkin olduğu kesin. Bir tehdit olduğu da bana göre aşikâr. Her hâlükârda yargı tarafından ele alınması, yani site sakinleriyle ilgili sözlerin hukukî soruşturma konusu yapılması lâzım gelir kanaatindeyim.

Bu kötü vakada ilgili televizyon kanalının söylenenlerin kurum olarak tasvip edilmediği yolunda açıklama yapması yerinde olmuş. Keşke kanal yetkilileri misafirin sözleri gibi programcının onu onaylayan sözlerine ve tavrına da katılmadıklarını açıklasalardı. Esra Elönü daha sonra bu sözlere müdahale etmemekle hata yaptığını beyan eti. Kanalın açıklaması hiç yoktan iyi ama eksik kalmış. RTÜK’ün de bu sözlere karşı kanalı kendi mevzuatı ve emsal olaylarla ilgili işlemleri doğrultusunda muameleye tabi tutması, yani uyarması veya ceza vermesi hakkaniyet ve eşitlik gereği.

Diğer taraftan Ayşegül Arslan’ın sözleri de çok kötü. Arslan burada, hem ürkütücü hem de çelişki dolu şeyler söylüyor. Genel olarak halkı, özel olarak AK Parti tabanını küçümsüyor, aşağılıyor. Bu arada Sovyetler Birliği’ne bir övgü yollamayı ihmâl etmiyor (Kemalist –sosyalist kardeşliğinin bir tezahürü daha). “Tarafsız”, “yandaş olmayan” bir gazeteci olarak CHP’nin -yani kendilerinin- iktidara gelememesini halkın, seçmenin cehaletine ve küçük şeylere satılmasına bağlıyor.  Sonra yandaşlarına (CHP tabanı, sosyalist fraksiyonlar vs.) açıkça meşru hükümete karşı silahla direnme çağrısı (yapmıyorum deyip) yapıyor.  Dahası var, sadece hükümeti değil ona ilaveten faşist ve gerici olarak nitelendirdiği toplumsal çevreleri de hizaya getirmekten bahsediyor. Vahimin vahimi, HDP üzerinden, kanlı bir terör örgütü olan, binlerce insanı katleden PKK’yı bir direniş başarısı emsali olarak gösteren ifadeler kullanıyor. Yani nefret ettiği hükümete karşı PKK’yı bir anlamda meşru bir aktör ve terörü meşru bir yöntem olarak gördüğünü ilân ediyor.

İlginç bir nokta, bu sert ve yanlış sözleri sarf eden kimselerin ikisinin de kadın olması. Sosyal medyada da rastlıyorum, bazen kadınlar erkeklerden çok daha sert tavırlar takınıyor. Oysa kadınların daha yumuşak ve daha barış yanlısı olduğu var sayılır. Yoksa öyle değil mi? Diğer taraftan, Noyan’ın bu sözlerine muhafazakâr dindar camiadan çok miktarda ve ciddî eleştiriler, tepkiler yükseldi. Benzer bir eleştiri ve tepki dalgası kendi camiası tarafından Arslan’a gösterilmiş miydi, olayı sıcak günlerinde takip etmediğim için, bilmiyorum. Ama içimden bir ses bana böyle olmamış olmasının gerçeğe daha yakın olduğunu söylüyor. İnşallah yanılıyorumdur.

Hiç kimse Türkiye’yi tapulu malı gibi göremez. Bu topraklarda yaşayan herkes bu ülkenin sahibi,  tabiri caizse ortağı. Toplumsal çoğulluk ise en büyük değerimiz ve varlığımız. Hiç kimse hiç kimseyi yok etmeye, “adam etme”ye kalkışma hakkına ve yetkisine sahip değil. Sosyal hayattaki çekişmeler uygar toplumun kuralları içinde cereyan etmeli. Siyasî rekabette de herkes demokrasinin usul kurallarına uymakla mükellef. İktidara seçimle gelinir ve iktidardan seçimle gidilir. Bu kuraldan hariç tutulma imkânı hiçbir aktör ve kurum için mevcut değil.  Demokraside şiddet hiçbir şekilde meşru görülemez. Şiddete bulaşanlar meşruluklarını kaybederler ve demokrasi sahası dışına düşerler.

Herkes bunları bilerek düşünmeli ve konuşmalı.

 

“Aklın yolu bir” midir?

Türkçeye “akılıcılık” diye çevrildiğinde rasyonalizm sanki orjinalinde bir nebze olsun mevcut iticilikten kurtuluyor ve bariz bir çekicilik kazanıyor. Bunun ben önemli sebebi, kelimenin Türkçesinin “izm”in yarattığı menfi duygu ve düşünce çağrışımlarından azade olması. Diğer bir sebebi aklın insan zihninde yarattığı müspet çağrışım ve yansımalar. Akıl sahibi bir varlık olmakla, akıllı olmakla övünürüz. Yanlış yaptığını düşündüğümüz kimselere “aklın yok mu?” diye çıkışırız. Muhaliflerimizi akılsız olmakla veya aklını kullanmamakla veya, daha kaba biçimde, beynini kullanmamakla suçlarız. Çocukları ve gençleri çok akıllı, akıl küpü diye methederiz.  Akılsızlıkla ilişkilendirilmeyi hiç sevmeyiz. Bazen birilerine “aklını peynir ekmekle mi yedin!” diye yükleniriz. Bir dine inanıyorsak bile, dinimizin akıl (ve yerine göre bilim) dini olduğunu söyleyerek diğer inanlara veya inançsızlara karşı elimizi kuvvetlendirmeye çalışırız.

Gündelik hayatta akla yapılan bu övgünün, hatta yüceltme dolu bu vurgulamanın elbette düşünce ve bilim hayatında da bir karşılığı var. Aslında, tersi daha doğru olsa gerek, düşünce ve bilim hayatında akla olan güven ve inanç zaman içinde gündelik hayat davranışlarına ve dile vurmuş olmalı. Bu yüzden, her ne kadar 2500 yıl öncesinde Platon gibi rasyonalist diyebileceğimiz düşünürler var idiyse de bugünkü anlamında ve yaygınlığında aklı hayatın ve her şeyin merkezine alma modern bir fenomen. Nitekim rasyonalizmin Aydınlanma Çağı’nın eseri ve Aydınlanma düşüncesinin motoru olduğu devamlı söylenir.

Özellikle Kıta Avrupa’sı aydınlanması söz konusuysa bu tespitin doğru olduğuna kuşku yok. Aydınlanma çağı gelenek-göreneğe, ilahiyata ve bir ölçüde felsefeye karşı aklın (ve dolayısıyla bilimin) öne çıktığı bir çağdı. Rasyonalizm bilimsel gelişmeyi teşvik etti, bilimsel gelişmeler rasyonalizmi takviye etti. Ancak, rasyonalizm pozitif bilimlerle sınırlı kalmayıp sosyal düşünceye de sirayet edince çok tartışmalı durumlar ortaya çıktı.

Muhafazakâr düşünürler E. Burke ve M. Oakeshott yanında liberal düşünürler K. R. Popper, I. Berlin, F. A. Hayek de kuvvetli rasyonalizm eleştirileri yaptı. Rasyonalizme daha yakın liberal iktisatçı L. Mises bile aklın sınırları olduğundan bahsetti. Eleştiriler rasyonalist düşünürleri insan toplumlarında gelenek, görenek, töre ve tecrübede  ve yaşayan beşerî kurumlarda mevcut bilgiyi ihmâl veya iptal edip birilerinin aklının ürünü olan, köksüz ve tarihsiz soyut düşüncelere göre toplumları yeniden inşa etmeye kalkışmakla suçladı. Bu eleştiriler sosyalistler yanında bazı liberalleri de hedef almaktaydı. Rasyonalizm eleştirisi yapan muhafazakâr ve liberal düşünürler çok da haksız sayılmazlardı, çünkü Mill ve Voltaire gibi liberal gelenekte olduğu düşünülen yazarlarda toplumu tamamen veya kısmen akıl ürünü soyut ilkelere göre şekillendirme arzusu belirgin biçimde vardı. Örneğin Voltaire evrime ve tecrübeye dayalı hukuk nosyonuna tamamen karşıydı, iyi kanunlara sahip olabilmek için önce var olanlardan tamamen kurtulmak gerektiğini iddia ediyordu. (Yeri gelmişken söyleyelim, Voltaire hiç bir zaman “fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerini ifade edebilmeniz için hayatımı vermeye hazırım” sözünü sarf etmedi. O dönemde yayınlanan bir kitap hakkındaki tartışmaları takip eden bir yazar Voltaire’in aldığı pozisyonun adeta böyle der gibi olduğunu yazdı ve bu söz sanki onun ağzından çıkmış gibi Voltaire’e atfedildi.)

Sosyalist cephede durum daha kötüydü. Sosyalizm  Marx ve Engels’in ellerinde ahlâkîlik ve gönüllülük boyutunu tamamen kaybederek aklî ve bilimsel bir zorunluluk olarak görülmeye doğru ilerledi. Engels Marksizmin en büyük zaferinin sosyalizmi bir bilime dönüştürmesi olduğunu söyledi. Sosyalistlere göre sosyalizm maddî doğanın kontrol altına alınması gibi beşerî dünyanın da kontrol altına alınmasını hedefler. Sosyalizm toplumun rasyonel düzenidir. Bu düzen, topluma ilişkin, doğa kanunlarına benzer bilimsel kanunların topluma uygulanmasıyla doğar. Sadece kapitalist üretimdeki anarşiyi,  kaosu ve israfı değil, kapitalizmdeki batıl inançları ve cehaleti de ortadan kaldırmak gerekir. Bu yüzden akla dayanan toplumsal düzeni kabul etmeleri için insanların sağduyusuna hitap etmek, bu yetmezse onları eğitmek şarttır. İnan tabiatını belirleyen de zaten sosyal  çevredir. Dünyaya böyle bakan sosyalistler kendilerini topluma karşı, anne-babanın kendisini reşit olmayan çocuklarına karşı gördüğü gibi görürler. Toplumsal paternalizmi hem bir hak hem de bir görev telakki ederler.

Rasyonalizmin genel özelliklerinden biri, her insanın akıl cevherine sahip olduğu ve aklını kullanan her insanın aynı sonuca ulaşacağı. Bu inanç naif biçimde “aklın yolu birdir” sözünde kendini gösterir. Ancak, bu söz kendi kendisini imha etme kapasitesine sahip. Madem öyle, akıl her insanda var ve her akıllı insanın aklını kullanma faaliyetleri sonunda aynı yere (aynı dünya görüşüne, ideolojiye) düşünceye, toplum modeline, insan tipine vs.) varması gerekir. O zaman düşünce tarihinde hemen hemen her konudaki muazzam çeşitliliği nasıl izah edebiliriz? Büyük filozoflar, nasıl olup da, hep akıllarını kullanmalarına rağmen, farklı sonuçlara varmışlar?

Bu sorunun altından kalkmak zor. Çeşitli cevaplar denenebilir. Meselâ, akılda zaman içinde önemli değişiklikler meydana gelmiş olabileceği söylenebilir. Ama bu bazen içgüdüselci sosyal psikologların ifade ettiği gibi, her insanda aşağı yukarı sabit bir akıl cevherinin bulunduğunun, yani sabit bir insan aklı olduğunun reddi anlamına gelir.  Böyle bir akıldan bahsetmemizi zorlaştırır ve rasyonalizmin altını oyar. Başka bir cevap aklı bazılarının doğru bazılarının ise yanlış kullandığı olabilir. Bu da bizi aklı doğru kullanmanın ne olduğu ve nasıl yapıldığı, bunun nasıl bilinebileceği ve aklını yanlış kullananlara karşı ne yapmak gerektiği sorularıyla karşı karşıya bırakır. Liberallerin -en azından bazılarının- buna cevabı “herkesin aklı kendine “ olacaktır, ama sosyalistlerin “herkesin aklı kendine” demesi ihtimâli zayıf. Çünkü bu sonunda sosyalizmin akıl dışı diye reddedilmesine kapı açabilir. Sosyalistler buna tahammül edemez. Nitekim Sovyetler Birliği’nde tam tersi oldu ve Brejnev döneminde sosyalizmi kabul etmeyenlerin –muhaliflerin- bazıları ancak akıl hastası birinin böyle düşünebileceği gerekçesiyle akıl hastanelerine kapatıldı.

Akıl çağı da denen Aydınlanma Çağı’nda akıl ve akılcılık sayesinde daha iyi toplumların ortaya çıkacağı veya çıkartılacağı umulmuştu. İnsanlar Mill’in dediği gibi gelişmeyi engelleyen gelenek ve göreneklerden, eski düşüncelerden, köhne kuruluşlardan kurtulacaktı. Beşerî problemlerin kesin çözümleri bulunacaktı. İnsanlar arasında eşitsizlik ve adâletsizlik sona erecekti. Ama beklenenin tam tersi oldu.  Rasyonalist ve seküler teoriler radikal dinî anlayışların geçmişte yarattıklarıyla yarışacak, hatta onlara rahmet okutacak vahşet ve dehşette sistemler kurdu. İnsanlık böylece, çok yüksek bir bedelle, iyi bir toplumun sadece akılla ve aklın eseri soyut teorilerle sıfırdan kurulamayacağını öğrendi.

“Aklın yolu bir” diyenlere, özellikle tahsilliyseler ve ellerinde kamu gücü bulunuyorsa, dillerinden ideal insan ve toplum söylemleri de hiç eksik olmuyorsa, şüpheyle, endişeyle bakmakta fayda var. Çünkü iddiaları ne kadar asil niyetleri ne denli iyi olursa olsun, insanlığı götürecekleri yer yeryüzü cenneti değil yeryüzü cehennemi olacaktır.

CHP’nin Darbelerden Çektikleri

CHP cephesinden önce Özgür Özel’in daha sonra Canan Kaftancıoğlu’nun demokrasi dışı yolların, hassaten darbenin, mevcut hükümetin “gitmesi” için kullanılması çağrısı, talebi, tehdidi veya temennisi olarak yorumlanmaya, anlaşılmaya açık sözleri siyasette, doğal olarak, bir darbe ve darbecilik tartışması başlattı. Bu konuda gazeteci Ahmet Hakan’a konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin darbelerle bir ilişkisi olmadığını ve olamayacağını söyledi, tartışmaları başarısız olan iktidarın dikkatleri dağıtmak için başlattığını ve darbelerden en çok çekenin CHP olduğunu öne sürdü.

İnsanların zaman içinde söyledikleri arasında çelişkiler görülmesi olağan bir insanî gerçek. Hepimizin başına böyle durumlar gelebilir. Keza insanların bazen gerçeklikle bağlarının kopması ve bir tür hayaller âleminde yaşaması da çok ender karşılaşılmayan bir olgu. Bu iki şey politikacılar için de geçerli. Hatta yer yer ve alan alan çelişkiye düşme, bugün dediğini yarın yalanlama ve olguyu olduğu gibi görmeyip hayallerini olgunun yerine ikame etme, ister A ister B partisinden, ister iktidardan ister muhalefetten olsun tüm politikacılarda karşılaşabileceğimiz bir durum. Ampirik veri toplayarak politikacılar arasında bu bakımdan bir karşılaştırma ve sıralama yapmak mümkün.

Böyle bir sıralama yapılırsa Kılıçdaroğlu zirveyi kapar veya zorlar kanaatindeyim. Bu tür bir sıralamada üstlere tırmanmasına gerçekten çok yardımcı olabilecek bir malzeme, Kılıçdaroğlu’nun yazının girişinde aktardığım sözleri. CHP’nin darbelerden en çok çeken (parti, çevre, kadro, çizgi, her ne ise) olduğunun hakikatle pek ilgisi yok.

Bunu görmeye Türkiye’nin darbeler tarihine kuş bakışı göz atmak yeter.

Darbelerin anası olan 1960 darbesi CHP’nin rakibi ve birçok CHP’linin alenen düşman olarak gördüğü Demokrat Parti’ye karşı yapıldı. Darbeciler DP’yi kapatırken ve Adnan Menderes ile iki arkadaşını idam ederken CHP yoluna devam etti ve ilk seçimde koalisyon hükümeti ortağı oldu. 1971’de 12 Mart cuntası DP’nin devamı olan Adalet Partisi hükümetine ve lideri Süleyman Demirel’e müdahalede bulundu. Hükümetten ayrılmazsa darbe yapmakla tehdit etti ve bir muhtıra verdi. Hükümet çekildi, askerlerin başını çektiği bir ara rejim tesis edildi. Ara rejimde bir CHP’linin (Nihat Erim) başbakanlık ettiği bir hükümet kuruldu. 12 Mart muhtırası AP hükümetine verildi anma CHP genel sekreteri olan Bülent Ecevit bu muhtıra bana verildi diye istifa etti ve daha sonra bu istifadan güç alarak tarihî figür İsmet İnönü’yü devirip CHP genel başkanı oldu.

12 Eylül 1980 darbesi yine AP iktidarına ve AP genel başkanı Süleyman Demirel’e yapıldı. Darbeciler CHP ideolojisine mensup generallerdi. CHP dâhil tüm partiler kapatıldı. Ancak CHP bir süre sonra tekrar açılırken AP tarihe karıştı. Evren cuntası ve kurduğu kukla hükümet CHP ideolojisini ülkeye hâkim kılmak için çalıştı. Kemalist sembolizme ve endoktrinasyona yeni bir ivme kazandırdı.  28 Şubat 1997’de yeni bir askerî müdahale yaşandı. Bu müdahale, faili ekipte yer alan bir subay tarafından “postmodern darbe” olarak nitelendirildi. Hedef Millî Selamet Partisi ile AP’nin devamı olan Doğru Yol Partisi arasında kurulmuş olan koalisyon hükümeti ve parti liderleri Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller (maazallah, her ikisi de profesör!) idi. Aradan zaman geçti, yeni müdahale 27 Nisan 2007’de, patırtı gürültüyle, Özgür Özel’in Manisa’daki düzenleyicisi olduğu, askerleri “göreve” çağıran Cumhuriyet mitingleri eşliğinde ortaya çıktı.  Bu seferki hedef Erbakan geleneğinden merkez sağa kaymakta olan ve tek başına hükümet olmayı başarmış AK Parti ve lideri Erdoğan ile “haddini aşarak” “Atatürk’ün Çankaya köşkü”nün yeni sakini olmaya aday olmaya kalkışan Abdullah Gül’dü. Nihayet 15 Temmuz 2016’da bu sefer ordunun içinden değil ama orduyu da büyük ölçüde kullanan, nihai amacı  her yol ve yöntemle teokratik bir düzen kurmak olan bir aktörden, FETÖ’den darbe teşebbüsü geldi. O zamana kadar her dinî grupla ve çevreyle ölümüne kavgalı olan ve bu çerçevede FETÖ ile de iyi geçinemeyen CHP 15 Temmuz’dan sonra darbeye maruz kalana değil darbeye kalkışana yakın durmaya başladı.

Kısaca resmettiğim bu darbe tarihimizde CHP’nin nerede, ne zaman, nasıl sıkıntı çektiğini, mağdur olduğunu anlamak zor. 15 Temmuz dâhil tüm darbeler (Aydemir kalkışmaları bir yana, ki bu işi yapanlar da CHP hükümetin büyük ortağı olduğu için idam edildi) merkez sağ partilere karşı yapıldı ve tüm darbeciler CHP çizgisindeydi, Atatürkçüydü, Kemalistti. 15 Temmuz’a da FETÖ Kemalist bir renk vermeye çalıştı, çünkü Atatürkçülük adına ve hesabına yapılması darbenin bürokratik vesayet odakları ve CHP tabanı nezdinde meşru görülmesine ve tasvip edilmesine yetiyordu. 15 Temmuz başarılı olaydı CHP’nin darbeye tüm varlığıyla alkış tutacağından ve destek vereceğinden şüphe etmek için yeterli neden göremiyorum. Dolayısıyla darbelerden CHP değil CHP’nin karşıtları, rakipleri zarar gördü. Kılçdaroğlu’nun ilgili sözleri, en azından bazen, adeta Alice’i bile kıskandıracak bir harikalar dünyasında gezen bir politikacı olduğu kanaatini uyandırıyor.

Ancak, bir dakika, gözden kaçırmayalım ve haksızlık yapmayalım, CHP darbecilerden değil ama darbelerin maşeri vicdandaki yansımalarından çok zarar gördü. Toplumun geniş kesimleri CHP’yi darbelerle ve darbecilikle özdeşleştirdi ve CHP belki de bu yüzden hiç bir seçimden tek başına iktidar olarak çıkamadı. DP, AP,  ANAP ve AK Parti’nin başarısını tekrarlayamadı.  Geniş toplum kesimlerinde CHP’ye bakış o kadar menfi ki, bazıları CHP’nin lanetlenmiş bir parti olduğunu söylemekte bir beis görmüyor. Bunun abartılı bir söylem olduğu söylenebilirse de darbelerle ilişkilendirilmesinin CHP’yi geniş halk kitleleri nezdinde itibarsızlaştırdığı açık. Ama buna sebep olan darbelerden ve darbecilerden ziyade CHP’nin kendisi. Darbelere açık biçimde ve cesaretle karşı çıkmaması, darbecilerle ideolojik ortaklığı CHP’nin demokrasi karnesini zayıflarla doldurdu ve kitlelerin ondan uzak durmasına yol açtı. Bu CHP’nin kaderi olmak zorunda değildi.  Darbelere ama, fakat demeden, kime ve kim tarafından yapıldığına bakmadan cephe alması, darbecilerle arasına mesafe koyması CHP’nin yapabileceği bir şeydi. Bunu geçmişte yapmadığı gibi maalesef bugünlerde de bu bakımdan iyi bir sınav veremiyor. Hâlâ 15 Temmuz darbe teşebbüsüne karşı açık bir tavır koyabilmiş değil. FETÖ ile mücadelede de üzerine düşeni yaptığı şüpheli.  CHP sözcüleri sık sık darbe imalı, hükümetin “gitmesi” için darbe dâhil her yolu meşru görecekleri biçiminde yorumlanmaya açık sözler sarf ediyorlar.

Kısaca darbeler CHP’ye zarar vermedi, daha çok CHP adına yapıldı. CHP’ye faturayı darbeciler değil CHP’nin darbelere ve darbecilere karşı tavrını veya tavırsızlığını sevmeyen kitleler çıkardı. Umarım CHP liderliği bunu görür ve sadece kendisinin iyiliği için değil memleketimizin ve demokrasimizin iyiliği için de yapılması gerekenleri yapar.

 

Teknik Bilgi Yığını Kıskacında Türkiye Analizleri

Türkiye’de pek tanınmayan, dolayısıyla fikirleri akademik ve entelektüel hayatımıza hemen hemen hiç yansımayan muhafazakâr filozof Michael Oakeshott kuvvetli bir rasyonalizm eleştirmeni. Eleştirilerini dayandırdığı ayaklardan biri teknik bilgi ile pratik bilgi arasında yaptığı ayrım. Filozof eserlerinde bu ayrımın ilk bakışta sanılabilecekten çok daha önemli olduğunu ve siyasette birbirinden çok farklı düşüncelere ve sonuçlara yol açtığını özenle açıklamakta.

Teknik bilgi esas itibariyle akıl tarafından üretilir. Kodlanabilir, yazılı olarak ifade edilebilir, formüllere dönüştürülebilir.  Böylece aktarılabilir, öğretilebilir ve öğrenilebilir. Formel eğitimi sistemleri büyük ölçüde teknik bilgi üzerine kuruludur. Siyaseti anlatan siyaset bilimi ve anayasal rejimi anlatan anayasa ders kitapları yanında, hayata daha yakından bakarsak, kara yollarında araç kullanmaya ilişkin el kitapları, yemek kitapları gibi kaynaklar bu tür bilgiler ihtiva eder. Teknik bilgi insanlara ne yapılması gerektiğini söyler. Rasyonalistler tek bilginin teknik bilgi olduğunu düşünür. Pratik bilgi her zaman teknik bilgi gibi fark edilmesi, yazıya dökülmesi ve öğretilip öğrenilmesi mümkün olmayan bilgidir. O yaparak, yaşanarak, deneyimlenerek, tecrübe edilerek öğrenilebilir.  Kurallara dökülemez ve kitaplarda yer alamaz. Pratik bilgi nasıl yapılacağıyla alâkalıdır. Bu, pratik bilginin hiç öğretilemeyeceği anlamına gelmez. Pratik bilgi, bir dereceye kadar, teknik bilgi gibi öğretilebilir ve öğrenilebilir. Ancak, onun asıl öğrenilme yolu, yapıp etmek, başka bir deyişle iş başında öğrenmektir. Araçların sürülmesinde ve yemeklerin yapılmasında el kitaplarından da yararlanılabilir ama bunlar tam manasıyla ve işe yarayacak düzeyde ancak bilfiil yapmak suretiyle öğrenilebilir.

Oakeshott hem liberalizmi hem sosyalizmi sırf veya ağırlıklı olarak teknik bilgiye dayanan, toplumu aklın eseri soyut ilkelere göre yeniden düzenlemeyi hedef alan projeler olarak görür. Bu yüzden, ona göre, bu iki yaklaşım da rasyonalisttir.  Liberaller ve sosyalistler, iktidar olduklarında, soyut, tecrübeye değil akla dayanan kılavuzları kullanarak toplumu, siyaseti yeniden kurmak isterler. Meselâ, liberal düşünce geleneğinde J. S. Mill’in Özgürlük Üstüne adlı klasik eseri ve sosyalist kanatta K. Marx ve F. Engels’in eserleri bu tür tipik rasyonalist kurgular geliştirmeye yönelik çalışmalardır. Rasyonalistler sadece aklımızı kullanarak hakikati bulabileceğimize, bunu yapma gücüne bütün insanların sahip olduğuna, akıl usulüne uygun olarak kullanıldığında herkesin ortak bir cevaba ulaşacağına (farklı cevapların olmayacağına – aklın yolu birdir) inanırlar. Tecrübenin bilgi kaynağı olduğunu kabul etmedikleri için tecrübenin problem çözmedeki fonksiyonelliğini görmezler ve her problemi her seferinde baştan çözmeye çalışırlar.

Oaekshott’un yakıştırdığı rasyonalist sıfatının sosyalizme liberalizmden daha çok uyduğu kanaatindeyim. Sosyalizm ailesi içindeki hemen hemen her akım rasyonalisttir.  Buna karşılık, tüm liberal düşünce geleneğini rasyonalist olarak nitelendirmenin biraz toptancılık ve dolayısıyla haksızlık olduğunu düşünmeye meyilliyim. Örneğin Hume-Hayek geleneği bilgiye bakışta ve tecrübenin beşerî hayattaki ve siyasetteki yerini değerlendirmede Oakeshott’a yakındır.  Hayek bazı çalışmalarında Oakeshott’a müspet atıflarda bulunur. Kendisinin kurucu rasyonalizm eleştirilerine Oakeshott’un fikirlerinde destek arar. Ayrıca liberal gelenekte en az Oakeshott’unki kadar kuvvetli ve tahripkâr rasyonalizm eleştirileri yapan Karl R. Popper ve Isaiah Berlin gibi liberal düşünürler de var. Mamafih liberal düşünce geleneği içinde Oakeshott, Popper ve Berlin tarafından eleştirilen anlamda rasyonalist çizgilerin bulunduğu da bir gerçek. Revizyonist liberalizm veya yeni liberalizm (bazen sosyal liberalizm) denen çizgi (T. H. Green, J. Dewey gibi isimlerin teorileri) rasyonalisttir. Anarko-kapitalizmin en azından bazı dallarının da rasyonalist olduğundan kuşku duyulamaz. Bununla beraber, bu yazının konusu bunların tartışılması değil. Ele almak istediğim şey sırf teknik bilgiye dayalı yaklaşımların Türkiye’de özellikle 2012’den beridir vuku bulmuş olayları anlamakta ve ülkenin genel siyasî ve anayasal durumunu tahlil etmekte nasıl başarısızlığa uğradığı.

Siyaset biliminin ve anayasa hukukunun temel kaynaklarında, demokrasiyle ilgili standart cümleler kullanıyoruz. Meselâ, kuvvetler ayrılığının iktidarı sınırlandırmak için şart olduğunu söylüyoruz. Her üç kuvvetin ayrı ayrı ellerde olmasının ve birbirine müdahale etmemesinin gereğine ve önemine işaret ediyoruz. Özellikle yargının bağımsız ve tarafsız olmasına (ki çok yakınlara kadar sadece yargının bağımsız olmasının icap ettiği dile getirilir, tarafsız olması gerektiğinden bahsedilmezdi, tarafsızlık vurgusu liberallerin Türkiye’ye bir katkısı oldu) vurgu yapıyoruz. Liberal felsefeden etkilendiysek, devletin insan haklarına yönelik en büyük potansiyel tehdit olduğunu özenle, bazen adâlet, insanlık ve haklar şampiyonuymuş ve hatta insanlığın vicdanıymış gibi, özenle belirtiyoruz. İyi de yapıyoruz. Ama bütün bunlar mevcut problemlerin tamamını gördüğümüzü ve onlara çözüm ürettiğimizi ispatlıyor mu? Dediklerimizin yapılması söz konusu alalardaki tüm problemlerin çözülmesine veya hiç ortaya çıkmamasına yeter mi? Analiz ettiğimiz tabloda başka olaylar, faktörler yok mu? Varsa analizlerimizde onları nereye ve nasıl yerleştirmeliyiz?

Oakeshott’un bilgi tasnifini kullanarak değerlendirirsek, bütün bu analizlerimizde teknik bilgiyi kullanıyoruz. Buna kitabî bilgi de denebilir.  Oysa hayat kitaplara sığmıyor. Teknik bilgi yığınının hakkında bir şey söylemediği (belki de söyleyemeyeceği) hadiselerle ve sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu durumda, haksızlık etmeyelim, hepimiz değil bazılarımız,  bakış açımızı genişleteceğimize ve olayların tüm sebep ve sonuçlarına nüfuz etmeye çalışacağımıza teknik bilgiyi (yani ezberlerimizi) mütemadiyen tekrarlamaya -hoş bir benzetmeyle kitabı hayata değil hayatı kitaba uydurmaya- üstelik bir nevi bilgelik taslayarak kalkışıyoruz.

Ne demek istediğimi örneklerle açıklamaya çalışmak yapılamayacak bir şey değil. Kafamız yürütmenin yargıya müdahalelerine şartlanmış. Bunun her zaman ve her durumda yanlış ve zararlı olduğunu, olacağını sanıyoruz. Yani yanlış müdahalenin hep yürütmeden yargıya doğru olacağını var sayıyoruz. Hâlbuki hayat bize başka olaylar yaşatabiliyor ve olaylar çok farklı şeyler söyleyebiliyor. Örneğin, yürütme ile yargı arasındaki müdahale etme-müdahaleye maruz kalma ilişkisi tersine cereyan ederse ne olur? Yani yargı yürütmenin alanına yetkisi olmadığı hâlde girerse ve yürütmenin kimi yetkilerini ele geçirmeye veya korsanlık yaparak fiilen kullanmaya çalışırsa nasıl bir tablo ortaya çıkar? Ve bu durumda ne yapmak gerekir?  Demokrasilerde bu tür problemler doğabiliyor. Türkiye vatandaşları olarak yargının yürütmeye müdahalesine (hukukî denetleme yapmasına değil siyasî yetki alanına girmesine)  çok yabancı değiliz. Türkiye’de 17/25 Aralık olayları diye bilinen vaka, yargının yürütmeye doğrudan siyasî müdahalede bulunma, hatta bir tür darbe yapma teşebbüsüydü. Örneğin, yürütmenin hukukî mevzuatın kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde görevden alma işlemleri yapması (yasa dışı KCK’nın HDP üzerinden yönettiği belediyelere kayyım ataması gibi)  yanlıştır, bu konuda yargı karar vermelidir veya yürütme bu konuda bir adım atmak için yargı kararını beklemelidir diyenler var. Niye? Görevden alma idarî bir işlem. Yargı görevden alma kararı veremez, işlemlerin hukukî olup olmadığı hakkında bir karar verir. Yürütme görevden alır, buna karşı istenirse yargıya gidilir. Yargı işlemin hukuka uygun olup olmadığını işlemden önce değil sonra denetleyebilir. Böylece yürütmenin işlemi hukuken denetlenmiş olmuş. Önceden bu konuda bir karar vermek siyasî bir denetleme yapılması anlamına gelir. Bana bu konuyu tam da böyle olmak üzere tanınmış bir anayasa hukukçusu anlatmıştı. O günden bu güne köprülerin altından çok sular aktı. Aynı anayasa hukukçusunun şimdi nerede durduğu benim için belki de hiç gideremeyeceğim bir merak konusu.  Görevden alma ve kayyım atama işleminin “evrensel hukuk”a sığmadığı düşünülüyorsa o zaman yapılması gereken de söz konusu mevzuatın değiştirilmesini sağlamak üzere hareket geçmektir.

Keza, teknik bilgi yürütmenin yargıya her müdahalesinin kuvvetler ayrılığına ve demokrasiye aykırı olduğunu söylüyor. Acaba? Kendi tecrübe ve gözlemlerim ışığında bu genel hükümden istisnai durumlar için de olsa, şüphe etmekteyim. Durum şartlara bağlı olarak değişmesin! Bizim tecrübî bilgimiz, yakın geçmişte yürütmenin (yasama üzerinden) yargıya (HSYK’ya) yaptığı müdahalenin demokrasi ve hukuk devleti için elzem ve yararlı olduğunu gösteriyor. Bu yapılmasaydı, Türkiye tam bir bürokratik diktatörlüğe dönüşebilir veya zaten var olan ve renk değiştirme sürecinde ilerleyen (Kemalist vesayetten İslamist-teokratik vesayete dönüşmekte olan)  bürokratik çeteleşmeyi tasfiye etme sürecine giremezdi. Daha açık söyleyeyim, hükümet müdahale etmeseydi FETÖ’nün yargıdaki hâkimiyeti nasıl kırılabilirdi? Yargının FETÖ’nün elinde olduğu bir ülkedeki şeklî duruma bakarak ülkede kuvvetler ayrılığı var, yargı bağımsız ve tarafsız denebilir miydi? FETÖ’nün istediği gibi at koşturduğu bir yargıda vatandaşlar hukuk güvencesine sahip olabilir miydi? İnsanlar yolları mahkemelere düşerse âdil yargılanacaklarından emin olabilir miydi?

Aslında bu yargı meselesi çok su kaldırır.  Nasıl ki yasama ve yürütme belli mevzuata tâbi bir insan grubuysa yargı da öyle. Yani yargı mensupları da insan. İnsanın güçlü ve zayıf yanları milletin temsilcilerinde ve yürütme organındaki bireylerde olduğu gibi yargı mensuplarında da boy gösterebilir. Yargı mensuplarının melek olduğu herhâlde iddia edilemez. Öyleyse politikacıların kasıtlı kasıtsız yanlış yapacağından şüphe ederken yargı mensuplarının kasıtlı kasıtsız yanlış yapmayacağından nasıl emin olabiliriz? Hukukun hâkimiyetinin hukukçuların hâkimiyetine dönüşmesini nasıl engelleyebiliriz? Teknik tâbirle, demokrasinin jüristokrasiye dönüşmesine nasıl mani olabiliriz? Yargı mensuplarının şahsî veya grupsal (maddî veya manevî) menfaatleri için kendilerine tanınan korunaklı statüyü ve eşsiz yetkileri istismar etmesinin önüne nasıl geçebiliriz? Teknik bilgilerle dolu kitaplarda bu konularda bir formül yok, ama tecrübemiz bu problemlerin hayal değil gerçek olduğunu gösterdi ve bu süreçte bu konularda henüz teknik bilgi yığınlarına yansımayan tecrübî bilgiler oluştu. Bu bilgiler, kitaplara yansımasa da, toplum katmanlarında bir şekilde var ve muhtemelen nesilden nesile aktarılacak.

Demokratik bir ülkede yürütmenin anayasal yönetim geleneğine uygun biçimde işlemesi şart. Bunun anlamı yürütmenin eylem ve işlemlerinin hukukî temele dayanması ve hem hukukî hem siyasî denetime tabi olması. Buna demokratım diyen hiç kimse itiraz etmeyecektir. Peki, ya yürütme kendisini güvende hissetmiyorsa, demokrasi dışı yollarla ve araçlarla saldırıya uğramaktan korkuyorsa ve uğrarsa ne olacak? Onu kim koruyacak? Bu tür bir korkunun, endişenin temelsiz olduğu hiç bir şekilde söylenemez. Burası bir darbeler ülkesi. Yürütme organları her zaman darbelerden en büyük zararları gören oldu. Bugün bile darbe imaları ve dolaylı darbe çağrıları yapan siyasetçiler ve gazeteciler var. Bu problem nasıl çözülecek? Teknik bilgilerle dolu siyaset bilimi ve anayasa hukuku kitaplarında çözüme dair bir formül var mı?

Çözüm hukuktur demeyin, ciddiye almam. Hukuk bir esas değil bir araç. Hukuk kendisi bir şey yapmıyor, birileri hukuk adına diye harekete geçiyor. Ama bu yere göğe sığdırılamayan hukuk darbeleri önleyemedi. Önleyemediği gibi darbecileri yargılayamadı da. Çünkü hayat sadece hukuka dayanmıyor. Üstelik önceden darbeler hep askerler tarafından yapılıyordu. Sivil müttefikleri askerlerin peşinden gidiyordu. 15 Temmuz darbe teşebbüsü farklı bir portre sundu. Orduyu da kullanan sözüm ona bir “sivil” güç (FETÖ’yü “sivil güç” sayanların kulakları çınlasın, böyleleri 15 Temmuz darbe teşebbüsünün bile bir sivilleşme adımı olduğunu düşünürse şaşırmam!), beyni ve merkezi askeriyenin dışındaki bir fail darbeye teşebbüs etti. Yürütmeyi bu tür devlet içinde oluşabilen çetelere karşı kim koruyacak? Nasıl koruyacak? Teknik bilgi yığınında buna dair bir ipucu var mı? Tekrar edeyim, çözüm yargıda demeyin. Anlamsız olur. Yargı öncülük etmez, geriden gelir bu meselelerde. Güç dengesindeki konumları aktörlerin nerede olacağını belirler. Mazallah FETÖ darbe teşebbüsü başarılı olsaydı, FETÖ’nün büyük ölçüde tasfiye edildiği söylenen yargı ayağı, yine FETÖ tarafından kontrol edilmekte olan medyanın korkunç dezenformasyon yağmuru altında, AK Parti liderlerini -Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını- güya yargılıyor olacaktı.

Sonuç olarak söylemek istediğim şu: Sadece teknik bilgiye (kitaplarda yazılı formüllere ve denklemlere) dayanarak hayatı okumak ve anlamlandırmak zor. Bugünlerde birçok kimse (özellikle kategorik muhalif bir takım hukukçular ve kişisel hayal kırıklıkları, öfkeleri ve kinleri tarafından motive  edildikleri gözlerden kaçmayan kimi politikacılar ve köşe yazarları) bunu yapıyor. Böyleleri demokrasiye ve hukuk devletine yönelik en büyük tehditler olarak FETÖ’nün nasıl tasfiye edilebileceği, PKK’nın nasıl ortadan kaldırılabileceği, yargının çeteleşmesinin nasıl engellenebileceği, askerin (ve Türkiye’nin dünya siyasetine katkısıyla) polisin amirine darbe yapmaya kalkışmasının önüne ne tür metotlarla set çekilebileceği, iktidar hırsı gözünü bürümüş politikacıların demokrasi dışı yollarla flört etmekten nasıl uzak tutulacağı gibi hususlarda tek laf etmeksizin, kitabî bilgilere başvurarak ve bütün bu problemler yokmuş yahut bu problemlerin hepsi konjonktürelmiş ve sadece mevcut iktidarın problemleriymiş gibi davranarak kuvvetler ayrılığından, hukuk devletinden, yargının bağımsızlığından dem vuruyor. Tabiatıyla, bu kimseleri, kitap ezberlerinden kurtularak yahut kitabî bilgilere tecrübî bilgileri de ekleyerek yukarda değinilen problemler hakkında doğru dürüst bir şeyler söylemedikleri sürece ciddiye almaya imkân da gerek de yok.

Türkiye’nin Hapishanelerinde Kaç Gazeteci Var?

İfade özgürlüğünün sektörel yansıması olarak basın özgürlüğü her demokratik ülke için önemli. Basının işi vatandaşları ülkede ve dünyada olup bitenlerden ve ortalıkta dolaşan yorum, değerlendirme ve fikirlerden haberdar etmek. Özellikle kamu otoritesi ve kaynağı kullananlarla toplumda bir tanınmışlığa sahip olanların yapıp ettiklerini topluma duyurmak. Çünkü kamunun bunlardan haberdar olmaya hakkı vardır ve yayın organları ve gazeteciler bu anlamda bir kamu görevi ifa ederler. Bu yüzden gazetecilik mesleği diğer mesleklere tanınmayan bazı haklar ve korumalarla donatılır. Bunlar gazetecilere verilen imtiyazlar değildir, kamunun haberdar olma hakkının hayat bulabilmesi için alınan tedbirlerdir.

İstikrarlı demokrasilerde ve güçlü bir sivil toplumun olduğu ülkelerde, medya organlarının çoğulluğu halkın habersiz bırakılmasını ve aldatılmasını önlemenin en etkili aracıdır.  Bazen -hatta sık sık- iddia edildiği gibi tarafsızlık ve bağımsızlık değil çoğulluk basın özgürlüğü ve basının fonksiyonel olması açısından en önemli unsurdur. Çünkü tarafsızlık ve bağımsızlık her durumda tanımlanamaz ve gerçekleştirilemez. Yayın organları aynı zamanda birer ticarî işletmedir ve hem sahiplerinin hem de yöneticilerinin ve çalışanlarının bir dünya görüşü, siyasî tercihi vardır. Bu durum, haber vermede dürüstlük şart olsa da, yayın organlarının işleyişinde bir şekilde etkili olacaktır. Bunun yaratacağı mahzurlar ve sorunlar, ancak çoğullukla giderilebilir. Çoğulluk medya organlarının abartma, çarpıtma ve yalanlarını karşılıklı teşhis ve teşhir ederek birbirlerini denetlemesini de sağlar. Toplum bir kesim medya tarafından manipüle edilmekten ancak bu sayede kurtulabilir, kaçabilir.

Teknolojik gelişmeler konvansiyonel medyanın önemini ve etkisini azalttı. Haber web siteleri, bloglar, internet televizyon kanalları medya organlarına eklendi. Geleneksel medyanın gücü sosyal medya tarafından da eritildi. Hâlen tekniği ve kuralları gelişme sürecinde olan ve yeni medya denilen bir tür böylece hayatımıza girdi. Sosyal medya platformları artık dünyanın en büyük medya organları, ama muhtevalarını bu yayın organlarının kendileri değil üyeleri sağlıyor. Bu gelişme neredeyse bir sosyal medya hesabı olan herkesi bir gazeteci, bir yorumcu durumuna getirdi. Bir anlamda, artılarıyla eksileriyle, medyayı demokratikleştirdi.

Türkiye basın özgürlüğünde uluslararası bazı kuruluşlar tarafından açıklanan raporlarda iddia edildiği kadar kötü durumda mı? Bir gazeteciyi İstanbul Başkonsolosluğunda canlı canlı parçalatan Suudi Arabistan, muhalif gazetecileri kaza veya intihar süsüyle öldüren Rusya ve totaliter bir rejime sahip İran’da medya Türkiye’de olduğundan daha mı özgür? Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün son açıklamasında iddia edildiği gibi Türkiye’de 90 civarında gazeteci gazetecilik faaliyetlerinden dolayı hapiste mi yatıyor? Türkiye basın özgürlüğünün tatminkâr seviyede olduğu, hiç bir problemin bulunmadığı bir ülke değil elbette. Böyle söyler ve düşünürsek kendimize de memleketimize de kötülük yapmış oluruz. Ancak, ülkedeki muhalif medyanın, bazı ülkelerin resmî raporlarının ve kimi uluslararası kuruluşların iddia ettiği kadar kötü durumda da değiliz.

Akıl ve mantık, “hapisteki gazeteciler” meselesi ele alındığında karşımıza üç grup çıkabileceğini söylemekte. Birinci grup gerçekten, şüphe edilemeyecek biçimde, gazetecilik faaliyetlerinden dolayı hapse konanlardan müteşekkil olmalı. Bunlar haber yaptıkları, iktidarı eleştirdikleri için haksız ve basın özgürlüğüne darbe vuran cezalara çarptırılmış gazetecilerdir. Üçüncü grupta hiçbir şekilde gazetecilik mesleğiyle ve gazetecilik faaliyetleriyle ilgisi olmayan ve dünyanın her tarafında yargılanması ve cezalandırılması gereken eylemlerden dolayı mahkûmiyet almış “gazeteciler” bulunuyor olmalı. Bu suçlar cinayet, yaralama, darp, gasp, dolandırıcılık, hırsızlık yanında -Türkiye gibi bir ülkede sürpriz olmayacak şekilde- bombalama yoluyla ayrımsız terör uygulama, terör eylemlerinin planlanmasına katılma ve yardım etme, terör örgütlerine silah taşıyarak yardım etme ve teröristlere yataklık etme gibi suçlar olabilir. İkinci grupta ise gazetecilik faaliyeti olup olmadığı hemen her ülkede tartışma konusu olabilecek suçlardan cezaevine konmuş kimseler yer alıyor olmalı. Millî güvenliğe ilişkin, elde edilmesi ve/veya ifşa edilmesi kanunla yasaklanmış bilgileri elde etme ve açıklama, hakaret, özel hayatın mahremiyetini ihlâl, ticarî itibara zarar verme amacıyla kasıtlı haber yapma gibi suçlar bu gruptaki gazetecilerin suçları arasında sayılabilir. Konuyla yaklaşık bir buçuk sene önce daha yakından ilgilenmeye başladığımda, ilgili makamlardan elde ettiğim bilgilere göre, o zaman hapiste olduğu söylenen yaklaşık 150 gazetecinin yarısından epeyce fazlası üçüncü grupta yer almaktaydı. Konuyu bu yakınlıkta takip etmeyi bıraktığım için şimdi durum nedir bilmiyorum. Ama geniş bir üçüncü grup bulunması ve ilk grubun en küçük grubu teşkil etmesi çok muhtemel.

“Hapisteki gazeteciler” hakkında genelleme yapmakla yetinmeyip her bir isimle ilgili tam bilgiye ulaşmak çok zor olamaz. Ne yazık ki, muhalif medyada bunu yapacak kadar dürüst, mesleğinin ahlâk ilkelerine bağlı gazeteciler, muvafık medyada ise bunu yapacak kadar uyanık ve gayretli gazeteciler pek yok. Bu yüzden, bir kesim hapiste bulunan bütün gazetecilerin gazetecilik yaptığından dolayı hapiste olduğunu iddia ederken, karşı kesim ya sessiz kalıyor veya hapisteki tüm gazetecilerin gazetecilik dışı eylemlerden dolayı mahkûm olduğunu ya açıkça ya da örtülü biçimde savunuyor. Bu şartlar altında, uluslararası destekle birlikte, tüm gazetecileri masum gösterenlerin sesi daha çok duyuluyor. Siyasî muhalefet de, irili ufaklı aktörleriyle, bana göre, özgür medya sevgisinden ziyade iktidarı yıpratır düşüncesi ve umuduyla, bu sese katılıyor veya onu kullanıyor.

Muhalifler ve muvafıklar arasındaki bu duyulma ve etkili olma dengesizliğinin dört nedene dayandığını düşünüyorum. İlki, kötü şeylerin daha kolay haber olması ve insanların kötü şeyleri duymaya ve yaymaya daha çok meyil göstermesi. İkincisi, hem iç hem dış ayakları olan müthiş, muazzam bir dezenformasyon mekanizmasının varlığı ve faaliyetleri. Üçüncüsü, iktidarı açıktan destekleyen medya organlarının, gerçek durumla ilgili bilgi toplamakta ve yaymakta başarısız, beceriksiz ve tembel olması. Dördüncüsü ise iktidarın, resmî makamların, yapılması şart olan bazı şeyleri yapmaması.

Kötü şeylerin haber olma ve duyulma şansının iyi şeylerin haber olma ve duyulma şansından fazla olması sektörün bir klasiği. Burada onun üzerinde durmayacağım. Ancak, bugünlerde okuyup bitirdiğim, Vladimir Volkoff’un The Set Up (Tezgah) adlı romanının da etkisiyle, ikinci sebebe, yani dezenformasyon faktörüne daha çok ilgi duyuyorum. Soğuk Savaş döneminin bir kısmının doğrudan gözlemcisi olmuş bir kimse olarak bu konuya yabancı değildim zaten, ama Volkoff’un dezenformasyon üzerine bu müthiş romanı hakikaten ufkumu genişletti ve gözlerimi açtı.

Dezenformasyon, enformasyonun parçalı kullanma, saklama, abartma, muğlaklaştırma, yalanla karıştırma, yalan haber üretme gibi tekniklerle hedef kişiyi veya kitleyi yanıltmak, kandırmak, manipüle etmek için kullanılmasına dayanan bir faaliyettir. Dezenformasyon her ülkede ve her sistemde var. Ama geçmişte totaliter ülkelerde zirve yapmıştı. Hâlen de en çok ve etkili biçimde total ideolojilerin peşinde koşan kişiler ve gruplar tarafından gerçekleştirilmekte. Alman nasyonal sosyalistleri ve Sovyet Marksist sosyalistleri dezenformasyon teknikleri açısından liberal ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar ileri gitmişti. Liberal Batı onlara aynı yolla mukabele etmeye çalıştı ama hiçbir zaman bu dezenformasyonu yeterince etkisiz kılmayı veya denge sağlamayı beceremedi. Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra Sovyetlerin dünya çapındaki dezenformasyon networkü dağılmış olmakla birlikte dezenformasyon sosyalist çevrelerde kendini yeniden üreten bir alt kültür ve temel faaliyet biçimi olarak yaşamaya devam etti.

“Hapisteki gazeteciler”le ilgili dezenformasyon faaliyetleri, doğal olarak, alenî, yani gözler önüne cereyan ediyor, ama bu işlerle ilgili bilgi sahibi olmayanların aslında neler olduğunu görmesi ve anlaması zor. Yazının konusuyla doğrudan ilgili bir örnek vereyim. Yakınlarda bir kanunla infaz mevzuatında değişiklikler yapıldı ve çok sayıda mahkûmun hapisten çıkması sağlandı. Bu değişiklikle ilgili tartışmalar esnasında “katiler, hırsızlar serbest bırakılıyor, gazeteciler hapiste tutuluyor” mealinde sözleri çok sık duyduk. Bu söz, bilinçli bilinçsiz,  tipik bir dezenformasyon taktiğine dayanarak hazırlanmış bir slogandı. Slogan iki grubu birbiriyle zıtlaştırıyor ve ilk grubun itibarsızlığından ve suçluluğundan ikinci gruba itibar ve suçsuzluk devşirmeye çalışıyordu. Bir mantık hilesi yaparak ilk grubu suçlarıyla ikinci grubu ise meslekleriyle anıyordu. Oysa mantıken, her iki grubun da ya suçlarıyla ya da meslekleriyle anılması gerekirdi. Anlamlı ve ahlâklı bir karşılaştırma ancak böyle yapılabilirdi. Şüphe yok ki, birinci gruptakiler arasında insan hayatı kurtarmaya çalışan doktorlar,  gençlerin hayatına iyi bir yön vermeye çalışan öğretim üyeleri, yavrularına hayatını feda etmeye hazır anneler ve benzerleri de bulunuyor olabilir. Gazeteciler arasında ise katiller, hırsızlar ve terör eylemlerine bulaşmış kimseler de yer alıyor olabilir. Nitekim ilgili tartışmaların devam ettiği günlerde tanınmış ve kıdemli bir gazeteci, şahitleri olan bir cinayetten dolayı tutuklandı. Hiçbir meslek erbabının asla suç işlemeyeceğine dair bir karine yok. Her vakanın, meslekler arasında ayrım yapmadan, kendi zemininde değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla, gazeteciler peşinen suçlu ilan edilemeyeceği gibi olağan suçlardan ciddî delillerle yargılanmış ve mahkûmiyet almış gazeteciler de her şey görmezden gelinerek masum ilân edilemez.

Dürüst ve mantıklı bir tavır, gazetecilere atfedilen suçları öğrenir ve tüm gazetecilere otomatik bir masuniyet statüsü tanımak ve serbest bırakılmalarını talep etmek yerine gerçekten gazetecilikten dolayı içeri girenleri teşhis edip onların serbest kalması için konuşmayı gerektirirdi. Ancak, bu yapılsaydı “hapisteki gazeteciler”in sayısı düşerdi. Ayrıca gazetecilerin bazılarının nasıl “adi” ve vahim suçlara karıştığı ortaya çıkardı. Bütün bunlar, tüm “gazetecilerin” serbest bırakılmasını talep edenlerin elini zayıflatır ve dezenformasyon çabalarının altını oyardı. Bu yüzden, bunu yapmaktan özenle kaçınıldı. İlgili dezenformasyon faaliyeti bazı suçluları sırf gazeteci olduğu için adaletten kaçırma çabasını da kapsayacak şekilde, dolu dizgin sürdürüldü. Kimse “bir dakika, ne oluyor?” demedi, diyemedi.

Bu konuyu ele almışken, Türkiye’de “hapisteki gazeteciler”in sayısının yüksek görünmesine yol açıyor olabilecek diğer bazı sebepleri de kısaca ele alayım. Şüphe yok ki, önce bir gazeteci tanımı yapmak lâzım. Bu sanıldığı kadar kolay değil. Nerelerde çalışanlar gazetecidir? Bir gazetede çalışan sürücü de gazeteci midir? Yoksa sigortası basın mensubu olarak ödenenler mi gazetecidir? Çok sayıdaki şiddet meftunu sosyalist frakisyonun dergilerinde çalışanlara da gazeteci denecek midir? Yoksa sadece sarı basın kartı olanlar mı gazetecidir? Sosyal medya sayfaları çok takip edilen kimseler de gazeteci sayılabilir mi? PKK yayın organlarında çalışanlar gibi IŞİD yayın organlarında çalışanlar da gazeteci midir?

Türkiye terörle ve darbecilerle başı belada olan bir ülke.  Türkiye’de ideolojik terör örgütleriyle (DHKP-C ve IŞİD gibi), etnik terör örgütüyle (PKK) ve terörü de araç çantasında tutan FETÖ ile sürekli mücadele hâlinde. Türkiye’nin terörle imtihan bakımından dünyanın en talihsiz ülkesi olduğunu söylesek abartmış olmayız. Bu üç yapı, ideolojilerinde, dünya görüşlerinde ve stratejilerinde yayın organlarını vazgeçilmez bir unsur olarak görmekte. Meselâ Marksist sosyalist gelenek mutlaka örgütlenmede bir legal bir illegal kanada sahip olmayı ve legal kanatta da bir yayın organının (genellikle bir derginin ) elinde bulunmasını esas alır. Bu her Marksist sosyalist örgüt için vazgeçilmezdir. Ancak, bu yayın organları kelimenin gerçek anlamında yayın organı değildir. Örgüt içi haberleşme, eğitim, hareket kolaylığı sağlama ve bazı faaliyetlere kılıf sağlama (kamuflaj)  işlevlerini görür. PKK’nin bazıları hâlâ Türkiye’de resmen ve fiilen faaliyet gösteren pek çok yayın organı var. FETÖ ise bu örgütlerin hepsinin en arsızı ve tehlikelisi. FETÖ güçlü zamanlarında hem kendi geniş medya ağına sahipti hem de hemen hemen tüm gazeteleri kontrol altına alma veya manipüle etme gücüne malikti. Bu üç şebekenin yapılanmaları henüz tamamıyla dağıtılamadı. Bunlar hiçbir şekilde gazetecilik faaliyeti sayılamayacak eylemleri de gazetecilik kisvesi altında yapabiliyor. Meselâ bombalar patlatarak can alma eylemlerinin parçası olabiliyor, silah ve terörist saklıyor, naklediyor. İnsanlara iftiralar atarak hayatları karartabiliyor. Sonra bunları yapanlar bu suçlardan yargılanıp ceza aldığında gazetecilikten mahkûm olmuşlar gibi dünyaya duyuruluyor. Türkiye’yi yerin dibine batıran ve inanılmaz şekilde Suudi Arabistan, Rusya ve İran ile aynı kefeye koyan raporların dayandığı bilgiler daha ziyade bu çevrelerin aktardığı “bilgiler”. Batılılar da,  elbette, eğer dezenformasyon ağının bizzat parçası değilseler, kötü niyetlerinden veya saflıklarından, bunların üzerine atlıyor.  Böylece, gazetecilik dışı, suç teşkil eden fiillerden hapiste olanların gerçek gazetecilere eklenmesiyle “hapisteki gazeteciler”in sayısı kabarıyor.

Dezenformasyonla etkili mücadele karşı dezenformasyonla veya dezenformasyonu görmezden gelmekle yapılamaz. Yapılsa bile işe yaramaz, sonuç vermez. Yalan ancak gerçek tarafından tahtından indirilebilir. İşte bu noktada resmî makamlara, özellikle Adalet Bakanlığı’na büyük görev düşüyor. Bence Adalet Bakanlığı ilgili yargı dosyalarından topladığı bilgileri rapor olarak periyodik şekilde (meselâ üç ayda bir) kamuya açıklamalı. Bu bilgilerin yer aldığı dosyaları, yargıyla anlaşarak, isteyenlerin erişimine açık tutmalı. Bu gerek demokrasinin daha sağlıklı olması gerekse kamu vicdanının tatmin edilmesi için de gerekli. Diğer taraftan Bakanlık, basın özgürlüğüyle ilgili mevzuatın hem istismarları önleyecek hem de basın özgürlüğünü geliştirecek şekilde yenilenmesi için de çaba harcamalı. Aksi takdirde bir yandan gerçek gazetecileri harcayacak ve onların sırtından suç işlemiş gazetecilere serbestlik talep edecek diğer yandan Türkiye’yi basın özgürlüğünün neredeyse hiç olmadığı bir ülke gibi gösterecek dezenformasyon faaliyetlerine daha çok şahit oluruz.

İktidar “Başka Bir Yolla” Nasıl Gidebilir?

CHP İstanbul İl Başkanı C. Kaftancıoğlu, iktidarın “erken seçimle veya başka bir şekilde” gideceğini söyledi. Bu söz, doğal olarak, siyasette darbe tartışmalarının patlamasına sebep oldu. AK Parti ve MHP cenahı bu sözün darbecilik işareti olduğunu söylerken CHP darbenin kastedilmediği cevabını verdi.

Açık ki Kaftancıoğlu iktidarın “gitmesini” istiyor. Bu muhalefet için gayet doğal ve meşru bir talep. Muhalefet elbette iktidarın değişmesini, mevcut iktidarın gitmesini ve kendisinin iktidar olmasını isteyecektir, yoksa varlığının bir anlamı ve fonksiyonu kalmaz.  Ancak, meşru bir talebin meşru metotlara dayanması gerekir. Gayri meşru bir araca dayanmak meşru amacı da gayri meşrulaştırır. Ne yazık ki, Kaftancıoğlu’nun sözlerinde bu bakımdan rahatsız edici bir yön var.

Kaftancıoğlu tartışılan konuşmasında seçimden bahsediyor ama bu bir erken seçim. Oysa şu anda yakında erken seçim olacağına dair bir işaret yok. Yeni hükümet sisteminde eskisinden farklı olarak seçimin ne zaman yapılacağı belli. Olağan şartlar altında yeni seçim 2023’te. Bir erken seçim büyük ölçüde cumhurbaşkanının kararıyla gerçekleşebilir. Cumhurbaşkanı meclisi feshedebilir ve milletvekili seçimleri yenilenirken kendisi de halkın takdirine başvurmayı tercih edebilir. Ancak, cumhurbaşkanı konu açıldığında hep seçimin zamanında olacağını söylüyor. Dolayısıyla erken seçim ihtimâli şu anda yok denecek kadar az. Kaftancıoğlu, gazeteci Ahmet Hakan’a gönderdiği açıklamada öne sürdüğü gibi, “başka bir yol” ile zamanında seçimi kastettiyse bunu “başka bir yol” diyerek değil “erken seçim veya zamanında seçim ” diyerek ifade etmeliydi. Ağızdan çıkan sözler insanı bağlar. Diğer insanlar sözün kendisine bakar, sözü sarf edenin niyetine bakmaz ve bakamaz. Bu durumda Kaftancıoğlu’nu en azından üslup hatası yaptığını kabul etmesi gerekir.

Kaftancıoğlu’nun konuşmasında erken seçim ile “başka bir yol”un zıtlaştırılması söz konusu. Dolayısıyla başka bir yolun olağan (zamanında) seçim anlamına geldiğini kabul etmek zor. Bu durumda “başka bir yolla ifadesi” nasıl yorumlanabilir?

Önce şunun altını çizelim: Kaftancıoğlu iktidarın başka, yani seçim dışı bir yolla da olsa gitmesinden memnuniyet duyacağını açık ediyor. Bir darbeler ülkesinde bu yaklaşımın nasıl yorumlanacağı belli. Mahut sözde yansıyan tutum Kaftancıoğlu’nun iktidar mücadelesinde demokratik yollara ve süreçlere bağlılığı konusunda şüphe uyandırıyor.

Öyleyse “başka bir yol “seçim dışı bir yol olmalı. Nasıl bir yol? Akla üç şık geliyor. İlki, Türkiye’nin alışık olduğu üzere, darbe. İkincisi, (Allah korusun) cumhurbaşkanına bir suikast düzenlenmesi. Bu da iki yolla olabilir: Zehirleme veya silahla vurma. Üçüncüsü ise cumhurbaşkanının meselâ ülkeyi idare edemez hâle getirilmek suretiyle istifaya zorlanması, görevden çekilmeye mecbur bırakılması. Gezi isyanlarının bazı muhalif kesimlerde bu yönde umutlar doğurduğunu biliyoruz. Kaftancıoğlu’nun sözlerinin muhtemel açılımı, görebildiğim kadarıyla, bunlar olabilir.

Demokrasi seçimli bir siyaset oyunudur. Temel kuralı iktidara seçimle gelmek ve iktidardan seçimle gitmektir. Oyuna katılan herkes (yani siyasî partiler) bu kuralları kabul ettiğini ve onlara uyacağını beyan etmiş, buna dair söz vermiş olur. İktidar seçimle gelmeyi kabul ettiği gibi seçimle gitmeye de razı olmalıdır. Muhalefet de seçimle gelenin meşruluğunu kabul etmeli ve iktidarı değiştirmede seçim dışı yollara başvurmayacağını beyan etmeli veya bu tür yolları dolaylı da olsa onaylar bir pozisyon almamalıdır.

Kaftancıoğlu’nun bu sözleri ve zaman zaman başka CHP mensuplarından ve sözcülerinden çıkan benzer açıklamalar darbeci zihniyetin CHP’de hâlâ yaşamakta olduğu yolunda yorumlara yol açıyor. Bu endişe verici bir durum. CHP bir şekilde geniş toplum katmanları tarafından darbelerle ve darbecilikle ilişkilendirilen bir parti. Bu yüzden, demokratik usul kurallarına sadık olma ve bu sadakati açıkça sergileme hususunda diğer partilerden daha fazla hassasiyet göstermesi gerekir ve beklenir. Diğer taraftan, CHP sözcülerinin, bu olayda Kaftancıoğlu’nun, demokrasi dışı yollar ifade eden bu tür açıklamalarına diğer partilerden veya vatandaşlardan gelen sert tepkilerden alınması ve onlardan şikâyetçi olması da anlamsız. Bir kere, süreci başlatan kendileri. İkincisi, bu tür gayri meşru yolların kullanılmasına adeta çağrı yapan sözlere sert ve fiilen direnileceğini açıklayan tepkiler gösterilmesi gayri meşru yollara başvurulmasının bir maliyeti olduğunu hatırlatır ve buna niyeti olanları bir nebze de olsa caydırır.

Rakibinin iktidardan demokrasi dışı yollarla gönderilmesini isteyen, bu tür teşebbüslerde yer alan, onlara destek veren veya onlara karşı sessiz kalan bir parti hem demokratik meşruiyetini kaybeder hem de ileride iktidara geldiği takdirde kendisine de aynısının yapılmasının haklı ve meşru olduğu fikrine katkıda bulunur. Bu da bir bütün olarak demokrasiye zarar verir. Demokrasiyi korumak sadece iktidarın görevi değildir, muhalefetin de görevidir. Bunun en önemli gereği ise usul kurallarına hem sözde hem de fiiliyatta titizlikle uymaktır. CHP’nin bu noktada daha dikkatli olması, demokrasimizin en acil ihtiyaçları arasında…

Demiryolları ve Vatan

Anne-babam öğretmendiler. İlk atandıkları köyde tanışıp evlenmişler. İlk hatıralarım o köyde başlar.

Tokat-Sivas-Kayseri havalisindeki kasaba ve küçük ilçelerde öğretmenlik yaptılar. Babam Tokatlı, annem Sivaslı olduğundan, mecburi hizmetleri bittikten sonra da o yöreden ayrılmadık. Taa ki ben üniversiteyi kazanıncaya kadar.

Sık sık şehre giderdik. En çok da Sivas’a. Küçüklüğümde ‘şehir’ demek, Sivas demekti bu yüzden. Yalnız benim için mi?

Büyüklerim anlatırdı: Sivas’a gideceğim diyen bir delikanlıya, ‘dikkat et, kaybolmayasın’ diye tembih ettikleri vakit ne yani, Sivas burdan da mı büyük? diye sormuş. Bayram abinin gördüğü en büyük yer, vaktiyle yerleştikleri bu istasyon kasabasıymış meğer: Musaköy, memleketimiz.

Osmanlı’ya dair mektepte anlatılanlarla, her şey yaver giderse üç buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra ulaşabildiğimiz Sivas’ta gördüklerim birbirini tutmuyordu. Buruciyesi, Şifaiyesi, Gök Medresesi, Çifte Minaresi, Abdi Ağa Konağı ve Ulu Camii ile ne yana baksam Selçuklu vardı karşımda. Haniydi, neredeydi o büyük Osmanlı?

Babamın kütüphanesindeki Rumelide Türk İzleri isimli o kitap yok mu; öfkemi, hayal kırıklığımı büsbütün artırmıştı: Anadolu, öz yurdumuz dururken bunca eseri Balkanlara mı yapmıştı Osmanlı? Hiç akıl yok muydu bunlarda?

Zamanla ve okudukça anladım ki Osmanlı’nın kendini ait hissettiği coğrafya Anadolu değil, Rumeliydi. Vatan deyince aklına evvelâ Bursa ve civarı, bir de Rumeli geliyordu. Devletin kurulduğu ve ilk serpildiği yerler. Tabiî bir de Dersaadet, İstanbul. Tercih şansları olsaydı, imparatorluk dağılırken bahsettiğim coğrafyayı elde tutmak isterlerdi.

Nasıl öyle olmasın ki? Erzurum 1518’de Osmanlı topraklarına katılmış, Filibe 1361’de, Selanik 1387’de, Üsküp 1392’de. Bu şehirler (yine sırayla) 524, 525 ve 520 yıl ‘Osmanlı’ kalmışlar. Üstelik yalnız da değiller. Kavala, Gümülcine, Ohri, Piriştine, İşkodra, Manastır, Yanbolu, Rusçuk, Şumnu ve Kırcaali gibi şehirler de bu listeye ilâve edilebilir.

Osmanlı’nın Rumeliyle kurduğu bağın altında hükümranlıktan ziyade aidiyet yatıyordu. Öyle olmasa, Üsküp’ün kaybı üzerine şu mısralar yazılabilir miydi? (Yahya Kemal – Kaybolan Şehir)

Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin yine

Evliya Çelebi’ye “Ya Rab, gök kubbe çatılı oldukça Filibe’yi Âl-i Osman’dan ırağ eyleme” dedirten de aynı his ve bağlılıktı.

Dersaadet’i Rumeli’ye bağlayan demiryollarının döşenmesine, Osmanlı’nın üstüne titrediği bu vilayetlere ulaşımını güçlendirmesi niyetiyle başlandı. İnşası 1890 yılında biten Sirkeci Garı ise, sonradan Şark Ekspresi olarak ünlenecek hattın son (bize göre ilk) durağıydı.

Rumeli’nin kaybıyla hattın bizim için değeri azaldı. Yük ve yolcu taşımacılığında karayolunun ön plana çıkması büsbütün gözden düşürdü.

Sirkeci Garı’nın makûs talihini değiştiren, Boğaz’ın altından geçerek Anadolu ve Avrupa’yı birbirine bağlayan Marmaray’ın en işlek çıkışlarından birinin bu istasyona verilmesi oldu.

Artık günün her saatinde insan kaynayan bu istasyonda, fark etmeden yanından geçtiğimiz bir de müze var:
İstanbul Demiryolu Müzesi…

Aşağıdaki satırlar, vaktiyle yaptığım bir ziyarette müze defterine yazdıklarımın genişletilmiş hâli.

Ziyaretçi Defterinden

Anne-babamın ilk görev yeri olan köyde, bizi dünyaya bağlayan en önemli vasıta trenlerdi. Makinistler, kondüktörler, hareket memurları ve makasçılarsa ilk kahramanlarım.

Kendine has mimarîsi ile alt katı bekleme odası ve yazıhane, üst katı lojman olarak kullanılan istasyon binaları…

Başka bir istasyonda hareket memurluğu yapan bir akrabamız sayesinde bu lojmanların içini görme ve geceleme imkânı da buldum sonraları.

Devir, kara trenlerin devriydi.

Öyle ki kömür kazanlarından kopup gelen kıvılcımların ya da kömür parçacıklarının gözüne isabet etmemesi için tren hareket halinde iken başını camdan çıkarmamak yahut bunu lokomotife doğru bakmadan yapmak gerekiyordu.

Uzun düdükler çalıp, simsiyah dumanlar salan ve çıkardığı sesle tezat bir hızla ilerleyen kara trenlere kaç defa binmişliğim, sayısız defa da seyretmişliğim ve el sallamışlığım vardır.

bilmeyenler, binmeyenler ve artık binemeyecekler için

Buhar gücüyle çalışan bu trenler, eksilen suyun ikmal edilmesi için bazı istasyonlarda uzun süre beklerdi. Bizimki de bu istasyonlardan biriydi.

Yarım saat kadar süren bu ikmal esnasında sıkılan yolcular trenden iner, tren mürettebatından bir kısmı çay içmek veya hasbihal için istasyondaki görevlilerin yanına gelirdi.

İnsan ilişkilerinde pek mahir olan babam, istasyon şefiyle ahbaplığının da yardımıyla tren görevlileriyle tanışarak gazete, somun ekmeği ve radyo pili gibi ihtiyaçlarının bir kısmını, kazaya ya da şehre gitmeden karşılama imkânı bulmuştu.

Sivas-Samsun hattı trenleri gün-aşırı ya da üç günde bir geçtiğinden, gazetelerin en yenisi birkaç günlük oluyordu. Bu süre zarfında haberleri orta ve uzun dalgadan yayın yapan radyodan alıyorduk.

FM kanallarının çıkmasıyla pabucu dama atılan ve hâlâ yayın yaptığından çok az kişinin haberdar olduğu bu istasyonları dinlemek için büyük boy pillerden dört tane lazımdı ki, az önce söz ettiğim piller bunun içindi.

Her hane ekmeğini köyün fırınında kendi pişirir, bizi de düşünürlerdi. Ekmek sıkıntımız olmasa da, şehirden ekmek getirtmek o tarihteki tek lüksümüzdü.

Hayata bu şartlarda başlayan bir çocuğun ilk hayalinin, kondüktör olup her yeri görebilmek olmasını kim garipseyebilir ki?

Çok yaşa ve geliş demiryolları!..

Neden Marksist Sosyalizm Başarısız Olurken Klasik Liberalizm Başarılı Oldu?

İdeolojilerle ilgili olarak sık sık kullanılan bir söz var: “İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömleğidir”. Cemil Meriç’e ait olan bu sağ kanat sözünün başka versiyonları da mevcut. Ayrıca, 1950’lerde, ideolojilerin veya ideolojiler arasındaki sert mücadelelerin bittiği ve hedeflerde ortaklaşan ideolojilerin sadece bu hedeflere ulaşma metotlarında farklılaştığı yolunda iddialı sözler de vardı. Marx’ta da benzer bir bakış olduğunu görmek mümkün. Marx ideolojiyi kitleleri uyutmak ve uyuşturmak için kullanılan bir temelsiz fikirler demeti, bir demagoji olarak görmekteydi. Kendi düşünce sisteminin ise ideoloji olmadığı, bilime dayandığı kanaatindeydi.

İdeolojiye yönelik bu genel itirazlar ideolojilerin hem gereksiz hem zararlı olduğu yolunda bir kanaat belirtiyor. İdeolojilerin aklın doğru çalışmasına engel olduğunu iddia ediyor. İdeolojilerin bazılarının insanlara zarar verdiği ve gerçekten aklın işleyişini çarpıttığı kabul edilmesi gereken bir gerçek. Ancak, ilginçtir, ideolojilere bu şekilde karşı çıkanlar bunu çoğu zaman başka ideolojiler adına yapıyorlar. Meselâ Türkiye’nin sağ kanat ideoloji muhalifleri Marksizme ve liberalizme itiraz ederken ve onları çeşitli şekillerde suçlarken ya milliyetçilik ya da İslamcılık ideolojisine dayanıyor. Bunların yerli diğer ikisinin ise yabancı ve gayri millî olduğunu iddia ediyor. Oysa milliyetçilik bir Batı ürünü olduğu gibi İslamcılık da özü itibariyle bir ideoloji. Marx çizgisindeki Marksist sosyalistler de burjuvanın kitleleri uyutma ve kontrol eme aracı olarak gördüğü ideolojiye –hassaten liberalizme, onların deyişiyle burjuva ideolojisine- karşı çıkıyor. Hayatın cilvesine bakın ki mucidinden sonra anlam değiştiren ideoloji kavramı pejoratif anlamıyla zaman içinde Marksizme yapıştı ve bugün ideoloji denince ilk akla gelen şey Marksizm. Yani Marksizm başkalarını kınama ve suçlama için kullandığı etiketten ayrılamaz duruma geldi.

İdeolojilerin deli gömleği olduğu, insan zihnini esir aldığı ve insan toplumlarına zarar verdiği tekerlemelerinin sebebi ideolojiler arasındaki ayrımların farkına varılmaması ve tüm ideolojilerin dikkatsizce veya maksatlı olarak aynı torbaya doldurulması. Oysa hem ideolojiler arasında nitelik farklılıkları var hem de başka ideolojileri insan idrakine engel olmakla suçlayanların milliyetçilik ve İslamizm gibi ideolojileri bu tür şeyleri yapmaktan ari değil.

İdeolojiler sert ve yumuşak ideolojiler olarak iki grup hâlinde tasnif edilebilir. Marksist sosyalizm, faşizm, nasyonal sosyalizm ve dinizm gibi ideolojiler elbette sert-katı ideolojilerdir. Bunlar evrensel hakikati keşfettikleri, hakikat üzerinde bir tekellerinin olduğu ve insan toplumlarının bu hakikate dayalı projelere kendiliğinden uyması veya zorla uydurulması gerektiği kanaatindedir. Yumuşak ideolojilerin tezleri ise daha sınırlı alanlarla ilgilidir. Bunlar, hakikat tekelcisi olduğunu ve insanların tüm problemlerine ebedî çözümler getireceğini iddia etmez.

Marksist sosyalizm sert klasik liberalizm ise yumuşak ideolojilere verilebilecek en iyi iki örnektir. Marksist sosyalizm sosyalist ideoloji ailesinden. Bu aile içinde esas olarak Marksist sosyalizm, Marksistlerin adlandırmasıyla ütopik sosyalizm (veya ahlâkî yahut gönüllülüğe dayanan sosyalizm) ve demokratik sosyalizm gibi çizgiler var. Liberalizm ailesi içindeki orijinal ve otantik çizgi klasik liberalizm. Ama klasik liberalizmin iki istikamete zorlanması ile anarko-kapitalizm ve sosyal liberalizm denen dallar da ortaya çıkmış. Liberal ideoloji ailesi içinde sert, katı ideoloji olmaya en yakın çizgi anarko-kapitalizm…

İnsanlık tarihinin en iddialı ve etkili iki ideolojisinin Marksist sosyalizm ve klasik liberalizm olduğu söylenebilir. Bu iki ideoloji ana ideolojiler olarak da görülebilir. Diğer ideolojiler ve tam bir ideoloji olmaktan ziyade ideolojimsi denebilecek milliyetçilik, çevrecilik, feminizm gibi görüşler de genellikle bu ikisi etrafından gezinmekte. Meselâ milliyetçilik Marksist sosyalizmle yakınlaşınca ortaya nasyonal sosyalizm çıkmakta. İslamizm sosyalizme eklenince İslamcı sosyalizm doğmakta. Milliyetçilik liberalizmden etkilenince vatanseverliğe dönüşmekte, İslamcılık liberalizmden etkilenince muhafazakârlığa tahvil edilmekte. Bununla beraber bu tasvirler şu veya bu derecede yetersiz ve yanıltıcı da olabilir. Bizi bu yazıda ilgilendiren yaklaşık iki asırlık hayatları karşılaştırıldığında Marksizmin başarısız ve felaket yaratıcı klasik liberalizmin ise başarılı ve insanlığa faydalı olmasının sebeplerinin kısaca araştırılması.

Klasik liberalizmin 18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda doğduğu ve şekillendiği, Marksist sosyalizmin ise 19’yüzyılda doğduğu söylenebilir. İlk doğan modern ideoloji liberalizmdir. Sosyalizm, muhafazakârlığın ardından, önce liberal idealleri tamamlama ve geliştirme iddiasıyla doğmuş ama daha sonra onun ana hasmı olarak mevzi almıştır. Bu iki ideoloji arasındaki farkları ve başarı ve başarısızlıklarını değer ve adâlet hakkındaki görüşleri üzerinden takip edebiliriz.

19’uncu yüzyıl müspet bilimlerde çok büyük ilerlemelere şahit oldu. O yüzyıldaki bilimsel keşif ve gelişmeler belki de ondan önceki tüm zamanlarda vuku bulanların toplamından daha fazlaydı. Bu durum, sosyal düşünce dünyasında yer alan bazı insanları toplumsal hayatta da tabiattakilere benzer kesin kanunların olması gerektiği düşüncesine itti. Bu kanuniyetleri bulmak için müspet bilimlerin metotlarını sosyal dünyada uygulamanın işe yarayabileceği kanaatini yarattı. Bunu yapmayı umanlardan biri Marx idi. Marx beşerî dünyayı yöneten, tabiat kanunları kadar kesin, keşfedilebilir kanunlar olduğu kanaatindeydi. Bu kanunlar ekonomik içerikliydi. Kendisi gibi keskin zekâya sahip kimseler tarafından pozitif bilimlerin metotları uygulanarak bulunabilirdi. Ve bunlar insandan insana ve zamandan zamana değişmeyen objektif gerçekler teşkil ederdi. Marx’ın fikirlerine bilimsellik sıfatını eklemesinin sebebi buydu. Bilimsellik sıfatı bir taraftan fikirlerine üstün bir statü sağlıyor diğer taraftan hem sosyalist gelenek içindeki hem de diğer çizgilerdeki rakiplerini ve muarızlarını kolayca minder dışına atıyordu.

Marx’ın objektif sosyal dünya kanunlarını keşfetme yolunda atmaya çalıştığı adımlardan biri bir objektif değer teorisi geliştirmekti. Bu ondan önce de denenmişti. Ama Marx keşfi kendisinin yaptığına inandı ve nesnelerin değerini onları üretmek için harcanan emeğe bağladı. Buna göre, bir malın değeri onu üretmek için harcanan emek miktarı tarafından belirlenirdi. Ancak, bu teori pratik hayat tarafından yalanlanıyordu. Marx’ın zamanında canlı bir ticaret hayatına sahip olan Londra’da sadece pazarlarda durup gözlem yapacak biri bunun böyle olmadığını kolayca görebilirdi. Hayata bakmayı değil kitaplara ve resmî raporlara takılmayı seven Marx bunu yapmadı. Diğer taraftan, emek saf ve tek biçimde mevcut değildi. İşbölümü zaten vardı ve hızla gelişmekteydi. En azından vasıflı emek ile vasıfsız emek arasında belirgin bir ayrım vardı. Değer teorisinde hangisi esas alınmalıydı? Vasıfsız emek vasıflı emeğe çevrilemeyeceğine göre yapılması gereken vasıflı emeğin vasıfsız emeğe çevrilmesiydi. Bu dev bir problemdi. Marx problemin farkındaydı ve onun çözümünü Kapital’de yapmayı tasarladı. Ama ilk ciltte bunu başaramadı ve bu görevi Kapital’in diğer ciltlerine erteledi. Vefatından sonra fikirdaşı ve hamisi Engels tarafından derlenen ciltlerde de bu soruna bir çözüm yoktu. Dolayısıyla Marx’ın emek-değer teorisi ölü doğdu.

Marx adâlet konusunda da iddialıydı. Aslında yazılarında bu kadar iddialı olmasını gerektirecek ve makul gösterecek bir muhteva yoktu. Marx hiddetli bir kapitalizm eleştirmeni olarak birçok iyilik gibi adâletin gerçekleşmesini de kapitalizm sonrasına havale etmiş ve fakat sosyalist ve komünist toplumda adâletin ne olacağı ve nasıl gerçekleşeceği hakkında pek fazla yazmamıştı. Marksist çizgideki bu eksikliği onun peşinden gelenler bile tam olarak gideremedi.

Marx’ın geleceğe ertelenen adâlet teorisi bugün sosyal adâlet ailesi olarak adlandırılan grupta yer almaktaydı ve iki kademeliydi. İlk kademe sosyalist safhaydı. Sosyalist toplumda adâletin genel ilkesi insanlardan yeteneğine göre almak ve insanlara katkısına göre vermekti. Kim alacak, kim verecekti? Elbette devlet. Dolayısıyla, Marx’ın sosyalist sosyal adâlet teorisinde adâleti gerçekleştirecek özne devletti. Bu, hâliyle devletin topluma tam olarak egemen olması demekti. Zaten Marx burjuva diktatörlüğü olarak gördüğü sistemin yerini alacak bir proleterya diktatörlüğü istemekteydi.

Marx’ın teorisine göre komünist toplum safhasında, yani devletin olmadığı (Marksistlerin sevdiği tabirle sönümlendiği) toplumda adâletin temel ilkesi herkesten yeteneğine göre almak ve herkese ihtiyacına öre vermekti. Bu harika bir ütopyay ama bir distopyaya dönüşmesi kaçınılmaz. Mülkiyetin olmadığı bir toplumda insanların yeteneğine göre katkısını sağlamak ve insanlara ihtiyaçlarına göre vermek kim tarafından ve nasıl yapılabilir? Devlet olmayacaksa bunun vuku bulması için insan tabiatının tepeden tırnağa değişmesi şarttır. Sadece bu değil, insanın içinde yaşadığı eko-sistemin de tamamen değişmesi ve meselâ üretimin sorun olmaktan çıkması ve adeta sonsuz bir bolluğun doğması gerekir.

Marx’ın sosyalist toplum modeli adâleti sağlamda da başarılı olamadı. Adâleti sağlama görevi verilen ve bu amaçla mutlak despotik yetkilerle ve baskı cihazlarıyla donatılan Marksist sosyalist devletler en büyük adâletsizliklere sahne oldu. Devletin toplumsal hasılayı ekonomi dışı faktörlere dayanarak dağıtması bir süre sonra sosyalist toplumların (kapitalizmdeki gibi konjonktürel değil) daimî ekonomik kriz ve kıtlık toplumlarına dönüşmesine sebep oldu. Yani Marx değer teorisinde olduğu gibi adâlet teorisine de yanıldı.

Marksizmin teorik başarısızlıklarla ve fiilî zulümlerle dolu tarihine ve tecrübesine karşılık klasik liberalizm nispî başarılarla ve insanlığa müspet katkılarla dolu bir tarihe sahip oldu. Değer meselesi açısından bakacak olursak, klasik liberaller (özellikle Hume-Smith-Menger-Hayek çizgisi) değer meselesine daha iyi bir çözüm geliştirdi. Değerin objektif değil sübjektif olduğunu buldu. Buna göre, nesnelerin değeri onların üretimi için harcanan emek tarafından değil, onlara sahip olmak isteyen bireylerin onlara atfettiği önem, kıymet tarafından belirlenmekteydi. Bu teori, en azından, Marksist emek-değer teorisine göre hayatı, insanların pazar davranışlarını, daha iyi açıklamaktaydı. Bu gelişme zaten ölü doğmuş olan emek-değer teorisini tamamen çökertti. Sübjektif değer teorisine dayanan ekonomik sistemler çok daha iyi bir performans sergiledi. Aynı zamanda sübjektif değer teorisi toplumlardaki iç sürtüşmeleri de azaltan, barış ve sosyal ilişkiyi teşvik eden bir faktör oldu.

Klasik liberaller usulî adâlet yaklaşımını da geliştirdi. Usulî adâlet adâletin Marksistlerin zannettiği gibi sosyal gruplar (sınıflar) arasındaki ilişkilerle değil bireyler arasındaki ilişkilerle ilgili olduğunun altını çizmekteydi. Bunun kadar önemli olan ve bunun bir sonucu olmak durumunda olan ikinci noktaya göre de, adâlet ekonomik ilişkilere girmiş bireyeler arasındaki ilişkilerin (işlemlerin) bireylerin sahiplik (zenginlik) durumunda yarattığı artış ve azalışlarla alâkalı değildi. Adâlet bireyler arasındaki işlemlerin adâlet kurallarına göre yapılıp yapılmadığıyla bağlantılıydı. Adâlet kurallarına uygun işlemler sonuçlarından bağımsız olarak âdil, adalet kurallarına aykırı olan davranışlar yine sonuçlarından bağımsız olarak gayri âdildi. Bu adâletin öznesi bir insan veya bir kamu otoritesi değil tüm insanlardı. Yani insanlar hem adâletli davranıyor hem de adâletli muamele görüyordu. Ve bütün bunlar sivil toplum içinde, piyasa içinde vuku bulmaktaydı. Piyasa bir taraftan adâlete dayanmakta diğer taraftan adâleti geliştirmekteydi. Usulî adalet de Marksizmin yaptığının tersine toplumlarda refahı, barışı, özgürlüğü ve sosyal dayanışmayı teşvik etti.

Görüldüğü üzere klasik liberalizm Marksizme nispetle hem teoride hem de pratikte çok daha başarılı oldu. Bu durumda sorulması gereken bunun neden böyle olduğu. Doğrusunu söylemek gerekirse Marksizm ile klasik liberalizmi teoride ve pratikte kıyaslayan bir akademik çalışma çok hoş ve faydalı olur. Bu yazının sınırları içinde yapılabilecek tek şey bu muazzam farklılığı yaratan birkaç etkene dikkat çekmekten ibaret. İlk olarak, klasik liberaller Marksistlerin aksine mütevazı yazarlar, düşünürler ve bilim insanlarıydı. Onlar yeryüzünde cennet yaratma umutsuz ideali peşinde koşmadı. İkinci olarak,  metotları farklıydı. Marksistler değişmez sosyal gelişme kanunlarını bularak geleceğe şekil verme peşinde koşarken klasik liberaller beşerî dünyada neler olduğunu gözlüyor ve niye ne iseler o olduklarını anlamaya ve açıklamaya çalışıyordu.  Bu yüzden, klasik liberalizm Marksizmin olduğu anlamında bir teori de değildi. Klasik liberallerin savunduğu değer anlayışı, ticaret, mülkiyet, bireysel özgürlük, adâlet onlar bunlar var olursa iyi olur dediği için var olmadı, zaten vardı. Son olarak, klasik liberaller insan tabiatıyla savaşmadı. İyi ve kötü karakter özellikleriyle insanı ne ise o olarak aldı ve analizlerini buna dayandırdı. Oysa Marksistler insan tabiatının tamamen dönüştürülebileceğine inandı ve bunun peşinden koştu.

Klasik liberalizmin, birçok bakımdan, ana muarızı olan Marksist sosyalizme üstünlük sağlamış olmasına rağmen akademik ve entelektüel muhitlerde Marksizm çok daha yaygın biçimde benimseniyor ve itibar görüyor. Bu da, hakikaten, başka bir yazımda açıklamaya çalıştığım üzere (http://www.liberal.org.tr/sayfa/liberal-dusunce-sayi-61-62-kis-bahar-2010-birey-ve-devlet-uzerine-yeniden-dusunmek,324.php), tuhaf ve hüzün verici bir durum. Hayatı daha iyi okumak ve insanlığa yararlı işler yapmak isteyenlerin Marksist sosyalizme değil klasik liberalizme yönelmesi çok isabetli olacaktır. Tecrübe konuşacak olursa, klasik liberalizm, insanın iç huzuru ve hayatla barışık olması açısından da tercihe şayan bir yoldur…

 

İktisadî Anlayışın Dört Sütunu – Peter J. Boettke

Çeviren: Ünsal Çetin

İktisat öğrenmenin hayatımı değiştirdiğini söylemek abartı değildir. Gerçekten de, ilk gençliğimin en kilit iki anının müstakbel eşimle 17 yaşımda tanışmak ve 19 yaşımda iktisat bilimine maruz kalmak olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirim. Bunlar, yalnızca kilit birer an değil, sonraki yıllarda sahip olduğum güzel kader ve mutluluk için de sorumluydu.

Bu ayın başında 60’ıncı yaşıma vardım. 40 yıl önce, hocam Dr. Hans Sennholz’dan öğrendiğim güçlü mesajlardan ve onun dikkatimi yönelttiği ekonomistler ile fikirlerden sonra iktisat lisans öğrencisi oldum. Onun öğretme tarzı tek başına benim muhayyilemi canlandıran şeydi. Ve o zamandan bu yana yolculuğum merak duygumu ve muhayyilemi sadece sürekli kıldı.

İktisat bilimi hakkındaki her şeyi hayranlık uyandırıcı buluyorum. Bu bilimin tarihini, sosyolojisini, temel felsefi tartışmalarını ve en çok da, gerçek bir ustanın ellerinde, dünyayı bütün o karmaşıklığıyla anlaşılabilir kılma yeteneğini. James Buchanan’ın bize öğrettiği gibi, ekonomik teori sıradan bir bireyi gözlemci dâhi seviyesine yükseltmeye kadirdir. Buna karşın, ekonomik teoriden mahrum bir dahi ekseriyetle, dünya işlerinin nasıl dönüp durduğuna dair gözlemlerinde, –şayet sıradanın da altına düşmezse– hayli sıradan bir seviyeye iner.

Geçtiğimiz güzün başlangıcında, Steve Horwitz ve Sanford Ikeda ile birlikte, Paul Rubin’in The Capitalism Paradox: How Cooperation Enables Free Market Competition (Kapitalizm Paradoksu: İşbirliği Serbest Piyasa Rekabetini Nasıl Mümkün Kılar) kitabı üzerine bir Southern Economic Association panelinin katılımcısıydım. Ikeda’yı 19 yaşımdan beri tanıyorum çünkü benim Grove City College’de Dr. Sennholz’dan ekonomiyi öğrendiğim ilk günlerde, o yıldız bir iktisat mezunuydu. Bu yüzdedir ki, Sandy’nin yaptığı yorumlarında, ekonomi öğreticileri için anahtar fikirler olduğunu düşündüğü şeyleri özetlemesi benim için sürpriz olmadı. Bu anahtar fikirlerin gelecek öğrenci nesillerinin tahayyüllerini ateşlemek için vurgulanması gerekiyordu. Benim hayatımı değiştiren şey işte bu fikirlerdi.

Robin’in kitabı bir hayli tavsiye edilir bir eser çünkü piyasa ekonomisinin acımasız rekabetçi doğasından daha çok, birbirinden uzak ve çok farklı insanların arasındaki sosyal işbirliğinin önemini vurgulamak suretiyle faydalı bir düzeltici anlatım önerir. Evet, piyasa rekabeti amansızdır ve değerlidir. Fakat, bu rekabetin ek sonucu yalnızca malların ve hizmetlerin en düşük maliyetle tedarik edilmesi değil, ayrıca yabancı insanlar arasında dahi şekillenen sosyal bağlantılar ve işbirliği rabıtalarından doğan bir ağdır. Steve Horwitz kısa bir süre önce bu konuda Yunanistan’da harika bir konuşma yaptı ve Coordination Problem’de de bu konuyu tartıştı. Dolayısıyla, panelimizde Rubin’in eseri için övgümüzde oybirliği sağladık.

Ancak, Ikeda özetleme imkanına sahip olunca, iktisat öğretisini dört kategoriye ayırdı: Gerçek ve Aydınlık; Hayranlık Duygusu ve Güzellik; Ümit; ve Şefkat. Zihnim Sennholz’dan Don Lavoie ve Karen Vaughn’a, Kenneth Boulding’den James Buchanan ve Gordon Tullock’a iktisat eğitimimdeki bütün büyük hocalarıma, ve New York Üniversitesi’ndeki Israel Kirzner ve Mario Rizzo gibi meslektaşlarımdan, Don Boudreaux, Tyler Cowen, Chris Coyne, Peter Leeson, Russ Roberts, Vernon Smith ve Virgil Storr’a kadar varan uzun yılları bana hatırlattı. Bu isimlerin hepsi bu farklı kategorilere, kendi derslerinde ve yazılarında farklı vurgu seviyeleriyle ve de hep büyük bir fark yaratarak temas eder. Birkaçı ise dört kategoriye de sürekli temas eder ve diğerlerinin omuzlarında yükselir.

Gerçek ve Aydınlık

İktisat bilimi kıtlığın kabul edilmesi ile başlar. Yaşadığımız dünyada bir diğerini dışlayan tercihlerle mütemadiyen yüzleştiğimiz fikri de vardır. Ve bu yüzdendir ki, optimalite anlayışları biz karar verici insanların bu tercihler arasında yön bulma yeteneğinin bir fonksiyonudur. Kıtlık ve tercihlerle yön bulma fikri size ilk öğretildiği anda kesin bir şok edici değere sahip olur.

İktisat bilimini öğrenmek, önemli bir dereceye kadar, kıtlığın bütün imalarını ve böylece de bütün beşeri ilişkilere fırsat maliyeti muhakemesinin daimi ve tutarlı tatbikini öğrenmek demektir. Tullock bunu (Richard McKenzie ile birlikte), ilk olarak 1970’lerde yayınlanan ve benim Grove City College’de iktisat lisans öğrencisi olarak okuduğum The New World of Economics isimli eseriyle başarır.

İktisat bilimi karanlığı gerçek ve aydınlık ile yener ve ister en asil ideallerin takibi ister yontulmamış güdülerin temelinde olsun, bütün beşeri gayretlerden/girişimlerden bir anlam çıkararak sisi dağıtır. Şayet iktisadı Gordon Tullock’tan veya bu kategori özelinde Pete Leeson’dan (onun The Invisible Hook: The Hidden Economics of Pirates ve daha yakın tarihli çalışması WTF?! An Economic Tour of the Weird kitaplarından) öğreniyorsanız, konforlu kayıtsızlığınızdan bir şokla çıkmaya ve bunun yerine, çevrenizdeki dünyanın mantığında ve temelinde yatan yönlendirici dinamikler hakkında bir şeyler öğrenmeye hazır olun.

Hayranlık Duygusu ve Güzellik

Adam Smith Ulusların Zenginliği’nde, okuyucularının muhayyilesini ilk bölümün başlarında yer alan çarpıcı iki örnekle canlandırmaya çalışmıştı. Dünyadaki konumumuzu etraflıca düşünmemiz istenir. Bizzat varlığımızı sürdürebilmemiz için, çok yüksek sayıda insanın işbirliğine bağımlıyız. Fakat yaşam süremiz boyunca yalnızca birkaç tane yakın arkadaş edinme fırsatına sahip oluruz. Bu nedenle, Smith bizi bilgilendirir ki, günlük yaşam mücadelemizde tanımadığımız insanların bize yardım etmeleri için hayırseverliklerine güvenemeyiz. Onların kendi çıkarlarına hitap etmek zorundayız. Smith’in söylediği gibi, kasabın, fırıncının, biracının yardımseverliklerinden değil, kendi çıkarlarını gözetmelerinden ötürü akşam yemeğimizi temin ederiz.

Bunun üstünde biraz duralım; verimli uzmanlaşmayla iştigal etmemizi, mübadeleden karşılıklı faydaları realize etmemizi, uzak ve farklı insanlar arasında barışçıl sosyal işbirliğini başarmamızı mümkün kılacak kurumlara ihtiyaç duyarız. Smith bu konuyu, gündelikçi bir emekçinin sırtındaki sıradan bir yün palto örneği ile kuvvetli şekilde vurgular. Bu basit ürünü imal etmek için dahi faaliyetlerini birbirleriyle koordine etmek zorunda olan, emeğin bu karmaşık iş bölümüne dahil olan çok sayıdaki bireylerin izini sürer. Daha sonraları, Leonard Read ve Milton Friedman aynı amaçla bir kurşun kalemin üretimi hikâyesini kullanacaktı.

Ve bu vurgu nasıl başarılır? Friedrich Hayek’in büyük katkısı, fiyat sisteminin nasıl olup da bilgi üretimi, kullanımı ve iletimi fonksiyonları yoluyla, uzak ve yakın ekonomik aktörler arasındaki karşılıklı bağımlılıklardan mürekkep bu karmaşık ağı üretebildiğini izah edebilmesiydi. Hayek profesyonel meslektaşlarının, serbest bir piyasa ekonomisinin karmaşık koordinasyonunun güzelliği ve insanı hayran bırakan niteliği hakkındaki kayıtsızlıklarını sarsmak amacıyla, “mucize” ifadesini dahi kullanmıştı.

Bilimsel tahayyül ya bir hayranlık duygusu ya da bir önemlilik algısı ile tahrik edilir. İktisat bilimi ikisini de yapabilme gücündedir ve öğrencilerimizi bu ikisine maruz bırakmadığımızda onlara hizmet etmemiş oluruz. Meslektaşım Chris Coyne’nin insani yardıma ek olarak (Doing Bad by Doing Good: Why Humanitarian Action Fails), savaş sonrası yeniden inşaya ilişkin (After War: The Political Economy of Exporting Democracy) eserleri okuyucularına ekonomiyi doğru anlamanın gerçek dünyadaki şakası olmayan bir ölüm kalım meselesi olduğunu gösterir. Fakat bu önemlilik anlayışı fiyat sisteminin gücüne yönelik bir hayranlık algısına dayalıdır.

Bu vurgu, Russ Roberts’ın Tercih: Bir Serbest Ticaret ve Korumacılık Öyküsü, Görünmez Kalp: Bir İktisadiyat Romanı ve Her Şeyin Bedeli üçlemesinde önemli açılardan yansıtılmıştır. Kısa bir süre önce, Alfred Marshal’ın Principles of Economics kitabında bahsettiği bir konu olan, tabiatın güzel çizgileri ile piyasa arasındaki benzeşime dair bir yazı yayınladım. Ve bir sarkacın ritmik hareketi ve sonuçlanan görselliği izlemenin, iktisat öğrencilerine, fiyat sisteminin kılavuzluğu vasıtasıyla kurulan ekonomik bağlantıların karmaşık yapısı hakkında düşünmeleri için yardımcı olacağı kanaatindeyim.

Fiyatlar bize kılavuzluk eder, kâr bizi cezbeder, zarar kararlarımızda bizi disipline sokar ve mülkiyet hakları bütün bunların gerçekleşmesi için elzem kurumsal alt yapıyı sunar. James Buchanan bize öğretmişti ki, iktisat eğitmeninin bir numaralı işi öğrencilerinde piyasanın kendiliğinden düzenine dair bir beğeni geliştirmektir. Bu suretle, öğrencilerimiz kolektif karar almanın demokratik sürecinde bilgi sahibi katılımcılar olabilir. Bu beğeninin geliştirilmesinde, onlara “sıradan olanın gizemini” öğretmek faydalı olacaktır.

Ümit

Fakat ekonomi ve ekonomik tarihi okumak bize bundan daha fazlasını öğretir; bize Angus Deaton’un adlandırmasıyla “Büyük Kurtuluşu” öğretir. Ticaretin genişlemesi, emeğin iş bölümünde artan uzmanlaşma, teknolojik inovasyonlar ve ekonomik oyunun –bu gelişmeleri engellemekten ziyade besleyen– kurallarının benimsenmesi sayesindedir ki, insanlık Malthus’gil mücadelenin ve yıkıcı fakirliğin baskısını kırmaya muktedirdi. İktisat bilimi insan koşullarının iyileştirilmesinde ümitli olmamızı öğretir bize.

Özel sektördeki girişimciler, düşük fiyatla alıp yüksek fiyatla satarak, fiyat sinyallerinin üstüne basmak suretiyle mütemadiyen ticari işlem arayışındadırlar ve böyle yaparak ticaretin karşılıklı faydalarını açığa çıkarırlar. Fakat, bu girişimciler aynı zamanda üretimde maliyet tasarrufu sağlayan teknolojilerin ve kendi ürün ve hizmetlerinin tüketicilere dağıtım mekanizmasında iyileştirmelerin sürekli olarak arayışındadır. Ve onların uygulamaya aldıkları yenilikleri ve tüketici taleplerini daha iyi tatmin eden yeni ürün ve yeni hizmetlerin keşfedilmesini asla unutmayınız. Gelişen yaşam koşulları şeklindeki ümit, fikirler üzerinde iddiası olan ve bu iddiaları hayata geçirme hünerine sahip bireylerin çabasından doğar.

Ümit ayrıca, işlem maliyetlerini düşüren ve ticaretten doğan karşılıklı kazançlar için yeni fırsatların keşfini cesaretlendirecek olan kurallardaki değişiklikleri keşfetmenin bir fonksiyonudur. Bu şekilde, kamu girişimcileri politikada ve daha önemlisi yasal ve politik yapıda değişiklikler sunarak, milyonların (milyarların) hayatında muazzam iyileştirmeler yapabilirler ve yaptılar da. Bu değişimler, Hayek’in Özgürlüğün Anayasasında bahsettiği gibi, özgür bir medeniyetin yaratıcı güçlerini açığa çıkardı.

Son birkaç yılda, muhtemelen Deidre N. McCloskey’den başka hiç kimse iktisat biliminden kaynaklanan bu ümit mesajını onun Burjuva Üçlemesi eserindeki anlatımından daha iyi dökümante etmedi; (The Bourgeois Virtues: Ethics for an Age of Commerce; Bourgeois Dignity: Why Economics can’t Explain the Modern World; Bourgeois Equality: How Ideas, not Capital or Institutions, Enriched the World). Bu kitaplar ileri düzey metinlerdir, fakat temel mesajı herkese açıktır. Ve iddia ediyorum ki, ekonomi öğreticileri olarak bu mesajı iletmeniz bir mecburiyettir. Yakın tarihli Arrow Dersi’nde Tyler Cowen ekonomik büyümenin ahlaki bir mecburiyet olup olmadığını sorgular; ve ekonomik büyüme ahlaki bir mecburiyettir cevabını verir. Öğrencilerinizin bu tartışmayı izlemesini sağlamanız faydalı olacaktır.

Merhamet

Ve son olarak, ekonomik öğreti nasıl olup da, ekonomik gelişmenin sadece zenginler için kazançlara yol açmadığını, fakat en dezavantajlıları maddi ilerleme yoluyla önceki bağımlı durumlarından daha üst seviyeye taşıdığının altını çizmelidir. Milton Friedman’ın bir zamanlar söylediği gibi, yükselen bir dalganın üstünde bütün gemiler yükselir. Fakat bu, empirik bir gözlemden daha derin bir anlama gelir.

Bir sosyal eleştiri aracı olarak iktisat bilimi –ki belki de bu onun ikinci en önemli rolüdür– alternatif politikaları ve hatta ekonomik sistemleri değerlendirmek için rasyonel bir yöntemdir. Analizde değer bağımsızlığına katı bir bağlılık ekonomistin bir politikanın yanlısı olan kişinin amaçlarını veri olarak aldığı anlamına gelir. Ve ekonomist eleştirel analizini, söz konusu politika yanlısının seçtiği araçların etkinliği ile; bu kişinin tercih ettiği politika ya da sitemin ifade edilen amaçlarına ulaşılması konusuyla sınırlar.

Şayet amaç en dezavantajlının uygun fiyatlı konut edinebilmesine yardımcı olmak ise, şu halde iktisatçı tercih mantığını ve bu araçlar/amaçlar bağlantısının durumsal mantığını detaylı şekilde inceler. Müşevviklerin yapısını ve bu yapıda vücut bulan bilginin akışını ve sistemin arzulanan sonuçları üretme yeteneğini inceleriz. Bu tarz, ekonomistin klasik politik iktisatçılardan modern ders kitabı iktisadına kadar uzanan yöntemidir.

Hep kötülenen Econ 101 dersi esasen, dikkatle okumak isteyen herhangi biri için, bu terimlerle anlatılabilir. Bu durum, ekonomistlerin pozitif analiz olarak gösteriş yaptıkları normatif teori kurulumu ile meşgul olduklarını varsaymamak anlamına gelir.

Adam Smith’ten Vernon Smith’e büyük ekonomistler aramızdaki en dezavantajlıların durumu ile tutkulu bir şekilde ilgiliydiler. İktisat bilimi daha az talihli olanla büyük bir şefkat ile ilgilenir. Ve enerjisini fırsatların önünü açacak ve engelleri kaldıracak kurumsal çözümler üstüne yoğunlaştırır.

Kanaatimce, Lionel Robbins’in The Theory of Economic Policy isimli eserinde ikna edici şekilde ileri sürdüğü gibi, Britanya’nın büyük Klasik Politik Ekonomistleri kendi teorilerini liberalizmin Britanyalı kurumlarının inkişafı ile ortaklaşa evrimleşen bir minvalde geliştirmişlerdi. Bu kurumlar özel mülkiyet, sözleşme hürriyeti, hukukun üstünlüğü idi. Bütün bu konuların arasında unutmamak zorunda olduğumuz şey şudur; bu liberal politik iktisatçılar ayrımcılık ya da tahakküm sergilemeyen bir hükümet sisteminin arayışı içinde oldular. Nitekim bu gerçek, James Buchanan’ın muhtelif eserlerine ilaveten, Hayek’in Özgürlüğün Anayasası’nda güçlü bir şekilde vurgulanmıştır. Bu sistem, imtiyazları ortadan kaldıran ve herkesin haklarını hukukun önünde asil eşitler olarak tanımak üzere tasarlanan bir hükümet sistemidir.

Son Olarak

Samimiyetle şöyle düşünüyorum; iktisat biliminin bu mesajı –Gerçek ve Aydınlık; Hayranlık Duygusu ve Güzellik; Ümit; ve Şefkat– her neslin muhayyilesini, ekonomik teorinin çetrefil konularını keşfetmek ve hem bu hayranlık uyandıran disiplinin tarihini hem de dünyanın her yerindeki ekonomilerin pratik tarihini detaylarıyla incelemek üzere harekete geçirilebilir.

Öğrencilerimize gerçeği ve aydınlığı sunmak zorundayız. Fakat ayrıca onlara, piyasanın karmaşık koordinasyonuna dair bir hayranlık duygusu ve güzellik algısı aşılamalıyız. İnsanın koşullarını iyileştirme arayışımızda ümit mesajını iletmeliyiz. Ve hürriyet ve onuru herkese teslim eden bir toplumda yaşayanların ortak davası olarak, en dezavantajlılar hakkındaki kaygılarımızı dile getirip, onlar için şefkatimizi ifade etmeliyiz. Meslektaşım Virgil Storr’un (ve Ginny Choi’nin) yeni kitapları Does the Market Corrupt Our Morals?’ta (Piyasa Ahlakımızı Yozlaştırır mı?’da) tespit ettikleri gibi, cevap HAYIR’dır; piyasa ahlakımızı yozlaştırmaz. Gerçekte, ticari toplum birbirimizle sosyal iletişimimizdeki ahlâkî öğrenme ve gelişimimiz için temel taşı sağlar.

Econ 101’e artan saldırıların ardından, öğretici konumda olanların iktisat biliminden öğrenilebilecek olan şeyin en iyisini mevcut nesle iletmek üzere, yenilenen bir taahhüt üstlenmesinin vakti geldi.

“The Four Pillars of Economic Understanding”, Amerikan Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü, 24.01.2020, https://www.aier.org/article/the-four-pillars-of-economic-understanding/

Yazarın aynı adlı kitabı Mart 2020’de Amerikan Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yayınlanmıştır.

ABD Çöküyor mu?

Koronavirüs salgınıyla mücadelede ülkelerin başarı derecesi hakkında kesin hükümlere varmak için henüz erken olmakla beraber, ilk göstergeler bu bakımdan (geçici) bir sıralama yapmanın mümkün olduğuna dair işaretler veriyor. Bu işaretlere bakınca görülen manzara ABD’nin iyi bir sınav veremediği. ABD vaka ve ölüm sayısı bakımından en başta geliyor. Ülkede adeta bir kargaşa ve kaos havası var. Buna bakarak ülkemizin sağcıları ve solcuları ABD hakkında  iddialı yorumlar yapıyor.

Memleketimizin sağcıları (sağcı oldukları söylenebilirse özellikle İslamcılar) emperyal bir güç olarak ABD’nin çuvalladığını, bu başarısızlığın ABD’nin çöküşünün ilk adımı olduğunu öne sürüyor. İnternette dolaşan bir videoda merhum Kadir Mısıroğlu, yıllar önce, ABD’nin 2020’de çökmeye başlayacağını  ve Çin tarafından bir anlamda teslim alınacağını söylüyor. Memleketimizin solcuları da, ABD’nin emperyalliğini, Türkiye’de iktidara karşı tavır aldığından dolayı, epeydir unutmuş olmakla beraber, kapitalizmin beşiği ve numunesi olarak ABD’nin çökmekte olduğunu büyük bir memnuniyetle yazıp çiziyor.

ABD gerçekten çöküyor mu? Yeni bir dünya düzeni kurulacak ve ABD bu düzende bugünkü dünya düzeninde olduğu kadar önemli bir yer işgal etmeyen bir ülke hâline mi gelecek? Yoksa tamamen dağılacak ve ABD diye bir ülke kalmayacak mı?

Geleceği Allah’tan başka kimse bilemez. Bu yüzden, söylenen ve söylenecek her şeyde, kaçınılmaz olarak, önemli ve ciddî derecede spekülasyon var. Bununla beraber, bazı tespitler ve analizler yapmak mümkün.

ABD’nin iki yüzü var. Bunlara melek yüzü ve şeytan yüzü diyebiliriz.

ABD muazzam derecede güçlü ve hayran olunacak bir sivil toplum geleneğine sahip. Son on yıllarda çok kan kaybetmiş olmasına rağmen bu gelenek sonuçları ve yansımaları ile hâlâ yaşamakta. ABD’yi büyük Amerika yapan da aslında bu güçlü sivil toplum geleneği. İnsanların kendi problemlerini kendilerinin çözmesine ve insanî amaçlar için büyük fedakârlıklar ihtiva eden gönüllü işbirliği yapılmasına dayanan bu gelenek ABD’yi dünyanın geri kalan her toplumundan çok farklılaştırıyor. Bu nasıl böyle olmuş ayrı bir hikâye. Ama Amerikan toplumu dünyanın en hayırsever toplumudur. Her tür problem için insanlar devletten bir şey beklemeksizin bir araya gelir ve elini taşın altına koyar. Amerikan hayır kuruluşları her yıl ülke içinde ve dışında akla gelen her mevzuda her ihtiyacı olan milyonlarca insana yardım elini uzatır. ABD’nin GSYİH’sının yüzde üçü hayır faaliyetlerine gider. Bu, bugünkü rakamla 600 milyar dolardan fazla para (yani neredeyse Türkiye’nin GSYİH’sı) demektir.

Bir karşılaştırma ile durumu anlatayım. Türkiye’de devlet koronavirüs salgını ile mücadele için ülke çapında dayanışma kampanyası açtı. Toplanan miktar 2 milyar liradan az. Yani 300 milyon dolar civarında. Ekonomilerin çapı farklı olmakla beraber bu ABD’de orta büyüklükte bir hayırseverin tek başına bağışlayabileceği bir miktar. ABD’de örneğin üniversitelere yapılan bağış, bizim rakamlarımızla anlaşılamayacak kadar yüksektir. Bu sayede, sırf Harvard’ın varlıkları Türkiye’nin tüm üniversitelerinin toplam varlığından fazladır. ABD yaratıcılığın ve girişimciliğin sağlam zemin bulduğu, engellenmediği, çiçek açmasına izin verildiği bir ülkedir. Dünyanın her tarafından parlak beyinlerin bir şekilde yolunun ABD’ye düşmesi zorla olan değil ülkenin doğal çekiciliği, serbestliği ve zenginliği tarafından ortaya çıkartılan bir fenomendir. ABD son derece üretken bir ülkedir. Nüfusunun dünya nüfusuna oranı %3 olmasına karşı dünya ekonomisindeki payı %25’ten fazladır. Ortalama üretkenlik Avrupa’dan en az bir kat fazladır.  Her ülke Amerikan pazarına girmek ister çünkü dünyanın en zengin ülkesidir. ABD eğer Çin’e pazarlarını açmasıydı Çin ticaretin tetiklediği ve milyonlarca insanın açlıktan çıkmasını sağlayan ekonomik dönüşümünü ya hiç gerçekleştiremez ya da bu ölçüde gerçekleştiremezdi. Bu, ABD’nin melek yüzü.

ABD’nin şeytan yüzünde bekleneceği gibi ABD devletinin ve ona eklemli olarak faaliyet yürüten toplum kanatlarının payı vardır. Bu ABD’liler kendilerini dünyanın merkezi olarak görür ve başka her yere küçümsemeyle bakarlar. Daha önce bir yazımda ifade etmiştim, bunların diğer insanlara ve ülkelere bakışta temel ölçütü “ABD’nin iyi bir arkadaşı” (A good friend of America) olmaktır. Böyle düşünenler arasında ne yazık ki bazı Amerikan klasik liberalleri ve liberteryenleri de vardır. Amerikan devleti kendi politikasına uyan devletlerle istediğinde rejimlerinin niteliğine bakmaksızın iş birliği yapar. Yerine göre diktatörlükleri destekler yerine göre diktatörlüklere demokrasi, insan hakları gibi değerleri araçsallaştırarak cephe alır. ABD meselâ Türkiye’ye demokrasi gerekçesiyle baskı yapar ama dünyanın en vahim insan hakları ihlalcilerinden Suudi rejimiyle sıkı fıkıdır. Anti-semitizme karşı hassastır ama İsrail devletinin Filistinlilere yaptığı zulme ses çıkarmaz. Türkiye’de demokrasi ister ama demokrasiye aykırı ve hukuk dışı darbe teşebbüsüne imza atan FETÖ’nün elebaşını ve karargâhını –muhtemelen bir gün yine işe yarayabilir, Türkiye’de değilse başka yerlerde işe yarayabilir veya ne gibi oyunlara girdiğinin deşifre edilmesine neden olabilir gibi gerekçelerle- ülkesinde muhafaza eder ve korur. Amerika sevmediği rejimlere askerî müdahaleden istikrarsızlaştırma faaliyetlerine kadar her yolla müdahale eder. Japonya’ya bomba atıp on binleri öldürür, Japon vatandaşlarını kamplarda toplar, zencilere eşit statü tanımaz, Guantanamo’da zorla tuttuğu kimselere insan haklarına aykırı muameleler yapmakta beis görmez ve olağan yargılama yollarını işletmez. Bu türden şeyler de ABD’nin şeytanî yüzünün yansımaları.

Bana öyle geliyor ki, ABD’nin yıkılma, çökme sürecine girdiği yolundaki görüşler bir tespitten çok bir temenni.  ABD’nin veya bir başka ülkenin nasıl çökeceği bellidir. Dış saldırıyla işgale uğrayabilir veya kendi içinden parçalanabilir. Bu ihtimaller her ülke için mevcut. Ama ABD’nin işgale uğrama ihtimâli yok. İçten çökme ihtimâli teorik olarak var. Federal sistem parçalanabilir ve ortaya birçok devlet çıkabilir. Ama buna dair de kuvvetli bir işaret yok. Diğer taraftan, bir ülkenin çöküşüne, Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, halkın genel ihtiyaçlarını karşılayabilecek üretkenlikten mahrum bir sistemi topluma dayatmanın sonuçları da sebep olabilir. ABD’de buna dair bir işaret de yok. Bu yüzden, koronavirüs  salgını ile mücadeledeki kötü performansına dayandırılan ABD’nin çöktüğü veya çok yakında çökeceği iddiaları pek inandırıcı görünmüyor.