Ana Sayfa Blog Sayfa 50

Liberalizm ve Muhafazakârlık Kardeş Siyasi Doktrinlerdir

“Liberalizmin devlet için “sınırlı devlet” niteliğinde bir projesi vardır. Toplum ve insan için bir kalıba, projeye sahip değildir. Esasen liberal-negatif özgürlük ilkesi, topluma veya ferde müdahaleye engeldir. Bu yönüyle liberalizm, toplumun din, ahlak, gelenek gibi muhafazakâr değerlerini devlet müdahalesinden en çok koruyan, bu anlamda muhafazakârlıkla bir çatışması olmayan bir siyasi doktrindir.

İnsanlık, son yüzyılı çok hızlı bir gelişme ve değişme sürecinin paralelinde, büyük siyasi çalkantılar içinde geçirdi. Dört yüz yıl kadar önce, gelişimin öncülüğünü İslam Dünyası’ndan devralmış bulunan Batı Avrupa, ferdiyetçilik, özgür[lük]çülük ve hukuk normu karşısında eşit[lik]çilik ilkelerine dayanan “batı demokrasisi” modelini de geliştirmeye başlamıştı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Almanya ve İtalya’daki “milli birlik” hareketleri, “emperyalist milliyetçilik” akımlarının doğup gelişmesine ve demokratik gelişimin duraksamasına neden olmuştur.

Yirminci yüzyılda, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra insanlık, pek çok benzer yönleri de bulunan iki “totaliter” siyasi sistemin ideolojik ve siyasi baskısı altına girdi. Rusya’da hakimiyet kuran “ihtilalci sosyalizm-komünizm”, kısa süre sonra Çin’de “komünist Mao’cu” hareketin güçlenmesinin ve 1949’da Çin’in tamamen komünistleşmesinin yolunu da açtı. Orta ve Batı Avrupa’da, legal ve illegal komünist hareketler Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve siyasi desteğiyle güçlendiler.

İtalya’da Faşistler, 1922’de, çağımızın ikinci totaliter modelini oluşturarak iktidara geldiler. İtalya’yı 1933’te, faşizme paralel Nazi iktidarı ile Almanya izledi. Portekiz, İspanya ve Japonya kendi faşist yönetimlerini kurdular. İkinci Dünya Savaşı arası Batı demokrasisinin gerileme dönemi oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası faşist model önemli ölçüde tasfiye edildi. Ancak, Orta Avrupa’yı da egemenliği altına alan Sovyetler Birliği, komünizmi, batı demokrasisine karşı çok güçlü bir rakip haline getirdi. Komünizmin rekabeti, demokrasinin temel ilkelerinin, popülizm gölgesi altında kalmasına neden oldu.

Son on yıldır, medeni Dünya, aslında yönü İkinci Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods, Dumbarton Oaks Konferanslarıyla belirlenmiş fakat Soğuk Savaş dönemine girilmesiyle oluşturulması imkânsız hale gelmiş bulunan “yeni dünya düzenini” kurma gayretini sürdürüyor. Yani dünya düzeninin temel taşları, özgürlükçü demokrasi, piyasa ekonomisi ve barışçılık. Yeni düzene geçişin ilk aşaması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin çöküşüyle tamamlanır. Kuşkusuz, yaşanılan sürecin kısa sürede tamamlanması çok zor. Ancak, gelişme karşılaşılmakta olan zorlukları aşabilecek bir kararlılıkla sürdürülüyor.

Çağımızın tanınmış, saygın “demokrasi teorisyeni” G. Sartori’nin de ifade ettiği gibi, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi, deneysel (ampirik) bir görünüm almıştı.” Son dönemde ise, felsefi-teorik temelleri tekrar ön plana çıkmaya başladı. Bu gelişme, siyasi doktrinlerin teorik temelleri ve tarihi gelişmeleriyle tekrar incelenmesini ve doğru tanımlarının yapılmasını zorunlu hale getirdi.

Kavram Kargaşasını Aşmamız Lazım

Liberalizm de muhafazakârlık (conservatism) da birer “siyasi doktrin”dir. Her ikisinin de felsefi temelleri, siyasi edebiyatı ve pozitif-siyasi gelişim tarihi vardır.

Kavram kargaşasına yol açan nedenlerin başında, bu siyasi doktrinleri oluşturan teorik ve pozitif gelişmeleri dikkate almaksızın, kelime anlamlarından yola çıkarak, gelişigüzel tanımlamalar yapmaktan gelmektedir.

Liberalizmi İspanyolcadan gelme “liberales” (özgür) kelimesinden hareketle doğru biçimde anlamak mümkün olmadığı gibi, muhafazakârlığı da “her şeyin olduğu gibi değişmeden kalması” anlamından hareketle doğru biçimde tanılamak mümkün değildir.

Yine, bu siyasi doktrinin ekonomiyle, hukukla, sosyoloji ile alakası vardır. Hiçbirisi, yalnızca bir ekonomi, hukuk veya sosyoloji teorisi değildir. Doğru tanımlamak için teorinin bütününü esas almak gerekir.

Siyasi doktrinleri oluşumlarına neden olan tarihi gelimi dikkate alınmadan, liberalizmi 1215 tarihli Magna Carta’dan 1688 ıslahatına ulaşan İngiliz demokratikleşme sürecini görmezlikten gelerek, muhafazakârlığı on sekizinci yüzyılın aydınlanmacı “kurucu rasyonalizmi”ni ve 1789 Fransız Devrimi’ni gözardı ederek kavramak da mümkün değildir.

Türkiye’de, son on yılın “demokrasi teorisine geri dönüş” sürecine yeterli bir entelektüel hazırlık yapılmadan gelindi. Bu nedenle, henüz, demokrasi, liberalizm, muhafazakârlık, milliyetçilik gibi siyasi lisanda çokça kullanmakta olduğumuz kavramları kargaşadan kurtarabilmiş değiliz. Kargaşayı aşabilmek için araştırmak ve çalışmak zorundayız.

Yeni dünya düzenini anlayabilmemiz için de bu gereklidir.

Batı Avrupa’nın gelişimin öncülüğünü üstlendiği “modern zamanlar”ın en eski, kıdemli, öncü siyasi doktrini liberalizmdir. Tarih sırası itibariyle liberalizmi muhafazakârlık, onu marksizm-komünizm ve son olarak da, integral milliyetçilik temeline dayanan faşizm takip etmiştir.

Liberalizm

Akademik düzeyde kökleşmiş genel kabule göre, klasik liberalizmin öncüsü, 1690’da yayınlanan “Two Treaties of Government- Hükümet Üzerine İki Risale” adlı eseriyle büyük İngiliz siyasi düşünürü John Locke’dir. Kıta Avrupası’nın Montesquieu gibi katılımcılarının da olmasına karşın, liberalizm, esas itibariyle bir Anglo-Amerikan doktrini ve siyasi modelidir. John Locke eserini 1688 tarihli İngiliz ıslahat hareketini haklı göstermek için yazmıştır. Bu hareket, 1789 veya 1917 hareketleri benzeri bir devrim değil, İngilizlerin 1215’ten başlayan demokratik gelişme geleneğinin belirgin bir aşamasıdır. Bu nedenle John Locke liberalizmin “devrimci” değil, İngiliz “evrimci geleneğinin” bir ifadesi olarak görmek gerekir.

John Locke’a göre, “devlet tabi hukuktan kaynaklanan insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak için kurulmuştur”. Bu ilkeye göre, liberalizm aynı zamanda bir “insan hakları doktrini”dir. Devletin görevi, insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almakla sınırlıdır. Özgürlük ancak hukukla ve hukuka bağlılıkla sağlanabilir. Locke’un ifadesiyle “Kanun yoksa özgürlük de yoktur.

Liberalizm, 1776 tarihli Amerikan bağımsızlığı beyannamesinden itibaren, Amerikan siyasi sisteminin ve anayasasının doktriner kaynağı olmuş, Amerikan siyasi modeli, 1776’yı takip eden yüzyıl boyunca, Avrupa’yı da etkilemiştir. Fransız İhtilali ilk üç yıl boyunca liberalizmin ilkelerine bağlı görünmüşse de, kısa sürede, liberal ilkelerden sapmış ve Jakoben-Bonapardist bir diktatörlük yolunu izlemiştir.

Liberalizm, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında, daha önceki devletçi-himayeci ekonomi teorisi olan merkantilizme karşı, Adam Smith’in öncülüğünde geliştirilen ve ekonomiye devletin müdahale etmemesini öngören “klasik ekonomi teorisi” ile bütünleşmiştir.

Batı tarihinde, 1776 tarihli Amerikan bağımsızlık beyannamesini takip eden yüzyıllık döneme “Liberal anayasacılık çapı” adı verilmektedir. Bu dönemde Eski Yunan’dan “halk yönetimi” anlamında intikal etmiş bulunan demokrasi kavramı, liberalizmin “hukuk normu karşısında eşitlik”, “temel insan hak ve özgürlükleri” ve “hukuka bağlılık” ilkeleriyle yeni bir kapsama kavuşturulmuştur, liberalizm çağdaş demokrasi ve hukuk devleti kavramının teorik temeli olmuştur.

Liberal özgürlük “negatif özgürlük” olarak tanımlanır. Bu insanın bir başkasının keyfi iradesine bağımlı olmaması ve insanın keyfi-mutlak iktidara karşı korunması anlamına gelir. Liberalizm ferdiyetçidir, insanı en üstün değer olarak görür ve devleti insana hizmet aracı olarak mütalaa eder.

Liberalizm, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru etkinliğini ve gücünü yitirmiş, yerini, devleti ön plana alan, güçlendirmeyi öngören sosyalist-sosyal demokrat ve muhafazakâr teorilere bırakmıştır.

Yirminci yüzyılda liberalizm uzun süre tamamen perde gerisine çekildi. Liberalizmin çağdaş, Nobel ödüllü temsilcileri V. Hayek, M. Friedman ancak son on beş-yirmi yıl içinde itibar kazandılar.

Yeni dünya düzeni ile tekrar “klasik liberalizme dönüş” süreci de başlatılmış oldu.

Muhafazakârlık

Muhafazakârlık (conservatism) modern doktrinlerin tarih itibariyle liberalizmden sonra ortaya çıkanıdır.

Bazıları aydınlanma çağının (18.yy.) “kurucu rasyonalizm”i ile liberalizm arasında bağ kurarlar. Bu bağlantı, siyasi doktrin olarak liberalizmin etkin olduğu dönemle, aydınlanmanın kurucu rasyonalizmin zaman itibariyle çakışmasından kaynaklıdır. Gerçekte kurucu rasyonalizmle klasik liberalizmin ilkeleri arasında herhangi bir benzerlik yoktur.

Muhafazakârlık, evvela, aydınlanmacı-kurucu rasyonalizmin radikalizmine ve devrimciliğine tepki olarak belirmiştir.

Siyasi literatürde muhafazakâr siyasi doktrinin öncülüğünü yine bir İngiliz politikacısı ve düşünürü olan Edmund Burke, 1790 yayınlanmış olan Reflections on the French Revolution-Fransız İhtilali Üzerine Düşünceler adlı eseriyle yapmıştır.

Burke, politikaya, İngiltere’nin klasik liberal çizgisini temsil eden Whig partisinde başlamıştır. Yirmi beş yıla yakın süre, liberal siyasi kanadın öncüleri arasında bulunmuş, 1776’dan itibaren liberalizmi tam bir siyasi doktrin bütünlüğü ile uygulamaya yönelen Amerikan bağımsızlık hareketinin taraftarlığını yapmıştır.

Burke’ün muhafazakârlığa sapmasının nedeni Fransız İhtilalidir. Aslında Burke, Fransız İhtilali’nin gerçek niteliğini ve kısa zamanda yöneleceği hedefi önceden görmüştür. Nitekim ihtilal kısa sürede liberal ilkelerden sapmış, kanlı Jakoben despotizmine ve Napolyon emperyalizmine ulaşmıştır.

Amerikan bağımsızlığının etkin ideoloğu ve 1792’de yayınladığı “Human Rights-İnsan Hakları” adlı eseriyle Burke’e karşı çıkan ve Fransız İhtilali’nin savunmasını yapan Thomas Paine’de, kısa süre sonra, ihtilalin aleyhine dönüşmüş ve Burke’ün çizgisine gelmiştir. Burke’den sonra de Maistre, de Bonald, T. Chatyle, Meternich gibi teorisyenler muhafazakâr siyasi doktrinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.

Muhafazakârlığın pozitif-siyasal gelişmesinin öncüsü de, 1832’de kurulmuş bulunan ve dağılan Tory’leri toparlayan İngiliz Muhafazakâr Partisi’dir. Muhafazakâr parti, aynı yıl iktidara gelmiş bulunan İngiliz Liberal Partisi’nin siyasi programını hemen aynen benimsemiş, uzun muhalefet yıllarını açıkça farklı bir politika geliştirmeden geçirmiştir. Avrupa’nın diğer eski muhafazakâr partileri de aynı çizgiyi izlemişlerdir.

İtalya ve Alman birliğinin gerçekleşmesiyle 1870’ten itibaren Avrupa’da integral milliyetçiliğin canlanması bunun yanında Bismarck’ın 1860’tan itibaren öncülük ettiği himayeci sosyal devlet örneğinin belirmesi, muhafazakâr partilerin liberal partiler çizgisinden ayrılmasının şartlarını oluşturmuştur. Muhafazakâr partiler, bu tarihten itibaren, bir taraftan milliyetçiliği, öte taraftan devlet himayeciliğini daha ön plana almak suretiyle liberalizmden ayrılmışlar ve kısa süre içinde gücünü yitirmekte olan liberal partiler yerine Avrupa’nın güçlü partileri olmaya başlamışlardır.

Yirminci yüzyılda, muhafazakâr partilerin sağına, İtalyan ve Alman Hristiyan Demokrat Partileri’nin başını çektiği Hristiyan Demokrat Partiler katılmışlardır.

Liberalizm ve Muhafazakârlık

Gerek teorik gerekse politik gelişim süreci içerisinde, liberalizm ve muhafazakâr siyasi doktrin arasında, açık bir karşıtlık yoktur.

Liberalizm “saf bir siyasi doktrin” olarak tanımlanır. Bu tanım çerçevesinde, liberalizmin konusu yalnızca devlettir. Liberalizmin devlet için “sınırlı devlet” niteliğinde bir projesi vardır. Toplum ve insan için bir kalıba, projeye sahip değildir. Esasen liberal-negatif özgürlük ilkesi, topluma ve ferde müdahaleye engeldir.

Bu yönüyle liberalizm toplumun din, ahlak, gelenek gibi muhafazakâr değerlerini devlet müdahalesinden en çok koruyan, bu anlamda muhafazakârlıkla bir çatışması olmayan bir siyasi doktrindir.

On dokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren liberal partilerin yerini alan muhafazakâr partiler liberalizmin kurduğu “klasik batı demokrasisi”nin en sadık muhafızı olmuşlar, komünizm ve faşizme karşı, liberal demokrasiyi imkânları nispetinde korumuşlardır. Yirminci yüzyılda Hristiyan Demokrat Partiler de, Klasik Batı demokrasisinin sadık muhafızları olmuşlardır.

Tarih içinde, liberal ve muhafazakâr partiler arasında karşıtlıktan ziyade, aynı doğrultudaki politikaların günün şartlarına göre revize edilmiş şekillerinin sürdürülmesinde nöbet değişimi tablosu dikkati çekmektedir.

Nitekim, son on beş yıl içinde, dünyanın en güçlü muhafazakâr liderleri Reagan ve Thatcher, tekrar klasik liberalizme dönüş sürecine başlamışlar ve klasik liberalizmin ilkelerini canlandıran yeni dünya düzeninin öncülüğünü yapmışlardır.

Kısaca liberalizm ve muhafazakârlık, nöbetleşe etkinlik gösteren “kardeş siyasi doktrinler”dir.

Genç Vizyon Dergisi

 

 

 

Beethoven, Çağdaşlık, Laiklik, İslamcılık, Osmanlıcılık Hakkında

Tartışması süren, Beethoven’ın 9. Senfonisini dinlemek için televizyonu açmıştım. Salondaki siyasal tartışmayı görünce televizyonu kapattım. Niyetlendiğim için de “London Symphony”nin otuz yıllık plağından dinlemeyi yeğledim.

Sonradan, medyada konserin salondakiler tarafından “çağdaş ve laik Türkiye” gösterisine dönüştürüldüğünü, ancak dinleyenlerin en azından bir kısmının eser içi duraksamalardaki (segno) alkışlarıyla 9. senfoniyi, dolayısıyla Beethoven’ı hiç bilmediklerini, “bilir gibi” yapmaya çalıştıklarını, buna karşılık başkalarının da, “Pis Senfoni” gibi başlıklarla, “Türk milletinin senfoni dinleyecek kadar düşmediği” gibi cümlelerle, saldırıya geçtiklerini öğrendim, izledim.

 

Türkiye’de her ne kadar unutturulmuş hatta reddedilmekte olsa da, siyaset tarihi, felsefesi, teori ve doktrinleri ile, aslında “entelektüel alan”ın da bir boyutudur. Sanat da bu alanın çok önemli bir diğer boyutu. Bu sebeple, siyasetle sanatın zorunlu ilişkisi vardır. Beethoven tartışmaları, Türk siyasetinin entellektüel alandan tamamen kopmuş olduğunun çok sayıdaki kanıtlarına eklendi. Bunun yanında, Osmanlıcı ve İslamcıların da, çağdaşçıların da tarihi bilmedikleri tekrar belgelendi. Tartışanlardan, asgari düzeyde de olsa, genel “müzikoloji” kültürüne sahip olanına rastlanmadı. Zira, hangi alanda olursa olsun, asgari müzikoloji kültürüne sahip olanlar, “modal müzik” in gelişmiş bir türü olan klasik Türk müziğine saldırmayacakları gibi, Klasik Batı müziğinin de son dört yüz yıl boyunca “modal müzik”ten ayrılmak suretiyle geliştirildiğini, bu gelişimin teknik ve artistik özelliklerini bilirler ve saldırma, küçümseme hakkını kendilerinde görmezler.

Günümüzde, “polifonik sanat müziği”ni, artık “Batı müziği” olarak da tanımlamak yanlış. Zira Avrupa’nın, Amerika’nın, konser salonlarından haberi olanlar, meselâ, Japonların yalnız otomobil piyasasını değil, üstün vasıflı virtüözleriyle de buraları işgâl ettiklerini, Zubin Mehta gibi Hintli büyük ustaların Batı orkestralarını yönettiklerini bilirler.

Çoğunluğun sandığının aksine, Türkiye’de “Klasik Batı müziği” Cumhuriyet Dönemi’nin özentisi de değil.

Padişah II. Mahmut, Mızıka-yı Hümâyun ve Donizetti Paşa

Osmanlı’nın en azından, “en uzun” son yüzyılındaki padişahlarının, entellektüel alanlarla ünsiyetlerinin bugünkü siyasetçilerimizden çok daha fazla olduğunu kabullenmek zorundayız. Padişah III. Selim’in Klasik Türk müziğinin büyük usta ve bestecilerinden olduğu malumdur. Ayrıca III. Selim Batı’dan davet ettiği orkestralara, sanatçılara sarayda konserler verdirmek suretiyle Klasik Batı müziğiyle ilişki kuran ilk padişahtır. III. Selim’den sonraki ve hanedanın genel müzik kültürü geleneğini de tevarüs etmiş olan padişah, II. Mahmut, 1829’da bugünkü dile “Padişahlık Orkestrası” olarak aktarabileceğimiz “Mızıka-yı Hümâyun”u kurmuştu. Bugünkü “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası” da, yaklaşık 150 yıl önceki “Mızıka-yı Hümâyun”un adı değiştirilmiş devamıdır. Aynı dönemde, ayrıca “Mızıka-yı Hümâyun Mektebi” de kurulmuştu. Cumhuriyet Dönemi’nin “Devlet Konservatuarları”nın öncüsü de bu mekteptir. Bu kuruluşlar için padişah, İtalya’dan, operanın klasiklerinden “Lucia di Lamermore” gibi eserlerin bestecisi Gaetano Donizetti’nin kardeşini, onun gibi usta olan Giuseppe Donizetti’yi getirmiş, adına Donizetti Paşa denilmiş, onu “Guatelli Paşa” gibi başkaları izlemişti. Padişahlık kaldırılınca Mızıka-yı Hümâyun 1924’te mecburen kısmen Ankara’ya taşınmış adına önce “Riyaset-i Cumhur Filarmoni Mızıkası”, sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası denilmiştir. Mızıka-yı Hümâyun mektebi de Ankara’da önce “Mûsikî Muallim Cemiyeti” olmuş, 1934’te “Devlet Konservatuarı”na dönüştürülmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde de, Osmanlı geleneği çizgisinde, Paul Hindemith, Bela Bartok, operada Carl Ebertbalede Ninette de Valois gibi büyük çağdaş ustaların hizmetlerinden yararlanılmıştır. Mızıka-yı Hümâyun, kuşkusuz Beethoven’in eserlerini de seslendirmişti.

Burada Osmanlı’nın İstanbul’un Belediye Reisi Cemil Topuzlu Paşa’yı anmak gerekiyor. O da, saray dışında, sonradan İstanbul Belediye Konservatuarı adını alan “Dar-ül Elhan”ın kurucusu ve merkezîleştirilmeden önceki “İstanbul Şehir Orkestrası”nın öncüsüdür.

Araştırılırsa, 19.yy.da, Klasik Batı müziğinin Osmanlı toplumunda geniş ilgi gördüğü, Avrupalı ünlü müzikçilerin İstanbul’a da uğradıkları, “Naum Tiyatrosu” gibi özel toplulukların opera alanında yoğunlaştıkları, hatta bazı büyük eserlerinin ilk sahnelemelerinin İstanbul’da yapıldığı, Osmanlı’nın Silistre savunmasındaki kahramanlığını konu edinen ilk operanın 1855’te bestelenip uygulandığı, bunu başka eserlerin izlediği, C. E. Arseven-Radeglia ortak yapımı olan “Şaban” opera komiğinin ilk defa Viyana’da sahnelendiği öğrenilir. Verdi’nin “Aida” şaheseri de Hidiv İsmail Paşa’nın siparişi üzerine bestelendiğini ve ilk sahnelenmesinin 1871’de Kahire’de olduğunu bütün dünya bilir.

“Senfoni” tartışmaları, “Tevhid-i Tedrisat”ın insanlarımıza Türkiye tarihini ve entelektüel birikimini unutturduğunu, resmi propagandanın aksine, pek ileri gidilmediğini düşündürür niteliktedir.

Konserde sergilendiğini öğrendiğimiz “İşte Çağdaş Türkiye” gösterisiyle senfoni orkestrası kastedilmişse, bu 150 yıl geride kalmış çağdaşlıktır. Bize yalnızca “günaydın” demek düşer. Yok, Beethoven ve 9. Senfoni kastedilmişse, müzikolojide “çağdaş müzik”, genellikle öncülüğünü C. Debussy’nin yaptığı kabul edilen 20. yy. müziğidir. Beethoven çağdaş bestekârlardan değildir.

Çağımızda, polifonik sanat müziği alanında, değerli Türk bestecileri yetişti. Bunların önde gelenlerine, “Rus beşleri”ni hatırlatacak biçimde “Türk beşleri” denildi. (C. Reşit Rey, H. Ferid Alnar, U. Cemal Erkin, A. A. Saygun, N. Kâzım Akses) müzik öğrenimlerine Osmanlı Dönemi’nde başlamışlardı. Örneğin 1904 doğumlu Cemal Reşit Rey, küçük yaşta özel eğitimle piyanoya başlamış, eğitimine 1913’ten itibaren Paris’te devam etmişti. H. Ferid Alnar 1906’da doğmuş, önce klasik Türk müziği çalışmış, ilk eserlerini bu alanda vermiş, sonra Batı müziğine geçmişti. Bu bestecilerimizin ve onları izleyenlerin hepsi Klasik Türk müziğini, tekniği ve teorisiyle çok iyi biliyorlardı. Öyle olmasa bir ”Köçekçeler Süiti”ni (U. C. Erkin), bir “Yunus Emre Oratoryosu”nu (A. A. Saygun) yapamazlardı.

Senfoni orkestrasına karşı tavır alanlar, bunları da hatırlamalılar.

“Cennetteki Mutluluğun” Uhrevi Müziği

Medyaya göre bazıları 9. Senfoni’yi “laiklik”le de özdeşleştirmişler. Bu ilhamı, belki ideolojisini değil ama sanatını çok sevdiğim Nazım Hikmet’in “Orkestra”sından almış, her orkestrayı Nazım’ınki gibi görmüş olabilirler. Nazım’ın orkestrası Beethoven’ı çalmadı.

Bu orkestra için 20. yüzyılda, Khachaturian’ın “Kolhozu ve gerici kocasını bırakıp komünist parti komiseriyle evlenen özgür güzel kadını” anlatan “Gayaneh” veya A. Honegger’in denizaltıyı anlatan “Pasifik-231”i gibi çok sayıda “materyalist” eser bestelendi.

Beethoven, büyük bir müzik filozofu ve tüm sanat tarihinin az sayıdaki en büyük “dev”lerinden birisiydi. Viyana klasiklerinin sonuncusu olarak da tanımlanır, ancak gerçekte, müzikte “romantizmin” öncüsüdür. Örneğin “Ayışığı Sonatı”nın “Adagio” bölümü, piyano nüanslarıyla, Nazım’ın orkestrasından çok “üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz”ın müziğine benzetilebilir.

Müzik, Müslümanlıkta olduğu gibi, bütün dinlerde duyguların da ifade vasıtasıdır. Klasik Batı müziği de aynıdır. Beethoven, bir “Mes” ve “Musa Zeytin Dağı’nda” adlı bir oratoryo olmak üzere iki “dini” eser de bestelemiştir. Uzmanlarına göre 9. Senfoni de dini veya uhrevi duyguların ağır bastığı eserlerdendir.

Çağımızın önde gelen Beethoven yorumcularından “London Symphony”nin de şefliğini yapmış olan Josef Krips’in 9. Senfoni, özellikle “koral” bölüm yorumu şöyle: “Dokuzuncu senfonin son bölümü, bu Dünya’da değil, Beethoven’ın ölümünden sonra cennette geçmektedir. Müziğe enstrümanlardan sonra Allah’ın kendi imajı üzerine yaratmış olduğu insan sesi girer. Bu bölüm; çatışmalardan, acılardan uzakta, cennette duyulan mutluluğu ve tadılan zevki ifade eder”. Koral’ın Schiller’den alınan “libertto”su da mistik ifadelidir. Josef Krips’in yorumuyla, ölümden cennete ulaştıktan sonra, cennette duyulan mutluluğu ifade eden 9. Senfoni sebebiyle “laiklik” gösterisine ancak şaşıp kalınabilir.

 Klasik Türk Müziği mi,  Klasik Batı Müziği mi Daha Üstün?

Bazı tv programlarında, bazı tanınmış şarkıcılarımızın, “Türk müziğinin çok daha üstün olduğu ancak Batılıların bunu tanımadığı” görüşleri yer aldı. Bu aslında görüş sahiplerinin Klasik Türk müziği alanında da temel müzik kültüründen yoksun olduklarını anlatmaktaydı.

Müzik, doğada ve insanın yaradılışında vardır. Günümüz Batı tekniğinde “oktav” adı verilen, frekans hesabıyla “x ve 2x” arası olarak tanımlayabileceğimiz ses aralığında doğal alarak 53 “koma” adı verilen perdenin bulunduğu kabul edilir. Hiçbir müzik türünde bu, 53 komanın tamamı kullanılmaz. Klasik Türk müziğinde, oktav, eşit aralıklı olmayan 24 sese bölünmüştür. Doğal uyumun sağlanabilmesi için, müzikte 24 ses gelişi güzel kullanılamaz. Bu sebeple müzik, bizim “makam”, Batılıların “mod” dedikleri kalıplar içinde yapılır. İçinde Klasik Türk müziğinin de bulunduğu ve Hindistan’dan Orta Doğu’ya ve Kuzey Afrika’ya uzanan alanda, “Makam Müziği” veya “Modal Müzik” hâkimdir.

Eski Grek’ten itibaren Avrupa’nın özellikle kilisenin müziği de “Modal Müzik” idi. Kilise korolarında 13.yy.dan itibaren “Modal Müzik” içinde “çok seslilik” gelişmeye başladı. On yedinci yüzyıldan itibaren de, oktav önce “diatonik gam” adıyla eşit olmayan yedi sese, sonra “Tampere Gam veya Kromatik Gam” adıyla eşit aralıklı 12 sese bölündü. Bu yeni perdeleme sistemi üzerine de “tonalite” sistemi kuruldu, modal sistem terk edildi. Batılılar kendilerinin de eski müzik teknikleri olduğu için, Klasik Türk müziğinin “modal” yapısını ve tekniğini çok iyi biliyorlar. Bu sebeple de İstanbul Festivali’nde modal müziğin gelişmiş turu olarak Klasik Türk müziğini takdim ediyoruz.

 Hangisi Daha Üstün?

Klasik Türk müziğinde, teorik olarak, 80 dolayısıyla “makam-mod” oluşturulabilir. Batılı  “tampere-kromatik gam” tekniğinde ise yine teorik olarak 30 tonalite kurma olanağı var. Bu yönden Klasik Türk müziğinin olanakları daha geniş. Buna karşılık eser formlarındaki çeşitlilikte, çok seslilik ve orkestrasyon tekniklerinin verdiği ifade zenginliğinde de Klasik Batı müziğinin üstünlüğünü kabul etmek hakkaniyet gereğidir. Son dönemde, Batıda da tekrar modal sistemi kullanma çabaları var. Asgari müzik kültürüne sahip olanlar için, ikisini de anlamak, dinlemek mümkün. Kulaktan dolma, tuluat kültürüyle yapılan tartışmalar ise, bir mana ifade etmiyor.

Beethoven, Schubert, Hacı Arif Bey, Şevki Bey, Rahmi Bey

Günümüzde, halkımızda bazıları Batı’yı reddeden sanatçılarımız da, Klasik Türk müziğini daha çok “şarkı” formuyla tanıyor, savunuyorlar. Oysa “şarkı” Klasik Türk müziğine kar, semai, naat gibi klasik formların yerlerine, 19.yy.da Batıdan “lied” karşılığı olarak girmişti. Beethoven’da Schubert gibi, çok sayıda “lied” bestelemiştir.

Batıda Beethoven’ın öncülüğünü yaptığı, Schubert’in ve diğer bütün çağdaşlarının geliştirdiği “romantizm” Klasik Türk müziğine Zekai Dede’den itibaren yansımış, Hacı Arif Bey, Şevki Bey, Rahmi Bey’lerle doruk noktasına ulaşmıştır. Beethoven, gerek şarkı formuyla, gerekse müzikte öncülüğünü yaptığı romantizm akımıyla, 19.yy. ikinci yarısının Klasik Türk müziğini de etkileyip yönlendirenlerin öncüsüdür. Aynı dönemde Klasik Türk müziğine Batı’dan alınmış “vals” gibi ritimler usüller de vardır.

Bu etkilemeyi Osmanlı Sarayı’nda Mızıka-yı Hümâyun’la birlikte çalışan Klasik Türk müziği ustaları da biliyorlar. Batı sistemini anlıyorlar, karşı çıkmıyorlardı.

Bugün Hacı Arif Bey’in şarkı veya liedleriyle, romantizmiyle Beethoven’a karşı çıkanlar, yüzyıl boyunca nereden nereye gelindiğini ortaya koyuyorlar.

Bir gazetede, Beethoven’ın Türk düşmanı olduğunu yazmış. Beethoven müziğine de yansıyan siyasi felsefeyle tam bir “liberal” idi. İmparatorluklara karşıydı. Bu sebeple, özgürlükçü sandığı Napolyon için yazdığı 3. Senfoni’nin adını, imparatorluğun ilanı üzerine “Eroica” olarak değiştirmiş ve “kendisi yaşadığı halde ruhu ölmüş bir adamın anısına” notunu koşmuştur. Muhtemelen bu felsefesiyle Osmanlı İmparatorluğu’na da karşıydı. Ancak “Atina Harabeleri” adlı eserinin içinde “Alla Turca”sı vardır. Bu bölüm, Osmanlı’nın haşmetini en güzel ifade eden müzik parçasıdır. Dünyada itibar gören, klasikleşmiş bütün sanat tarihi eserlerinde Beethoven, eşi olmayan bir “müzik filozofu” olarak tanımlanır. Müzikte öncülüğünü yapmış romantizm akımıyla, klasik dönemin şekilciliğinin yerine “insan”ı, insanın yüceliğini, özgürlüğünü, eşitliğin, aklını, iç alemini, duygusallığını, ruhunu, inancını koymuş, bunu eşsiz bir artistik yetenekle süslemiştir. Bu sebeple Dünya’nın her yerinde yaşamaktadır ve yaşayacaktır.

Sonuç

Medyada, bir de belki Beethoven tartışmasıyla ilişkilenebilecek “Cumhuriyet büyük bir transformasyonun adıdır.” cümlesi gözüme çarptı. Cumhuriyet metod olarak kuşkusuz daha jakoben ve radikaldir; ancak Osmanlı’nın son yüzyılında mı, yoksa Cumhuriyet boyunca mı daha büyük tranformasyonun gerçekleşmiş olduğu tartışılabilir. Tabiatıyla İsviçre Borçlar Kanunu ve Medeni Kanunu tercümelerinin de Osmanlı’da başladığını hatırlatmak kaydıyla. Son ayların başka siyasi olayları da Mehmet Akif’in 1912’deki bazı mısralarını hatırlatıyor gibi…

“Öyle müthiş ki husumet mütefekkir tabaka,

Her ne söylerse fena gelmez halka.”

Seksen beş yıl geçmiş. Acaba değiştik sanmamıza rağmen hiç değişmedik mi?

 

*Liberal Düşünce Dergisi, Bahar 1997, Sayı: 6.

Sosyal Medya Düzenlemeleri: Denetim ve İfade Özgürlüğünün Çatışması

Her geçen gün daha fazla hayatımızın içinde yer almaya başlayan sosyal medyanın veya çevrimiçi iletişimin artık etkisi ve gücü yadsınamayacak düzeylere ulaşmıştır. Kendi dinamiklerini haiz bu yeni dünya, beraberinde yeni tartışmaları da getirmiştir. Bu tartışmalardan birisi de sosyal medyanın denetimine ilişkindir. Çünkü bu yeni dünyada suç işlemek hem çok kolaydır hem de tespit edilmesi oldukça güçtür. Günümüzde bireyler için vazgeçilmez olan sosyal medya veya çevrimiçi iletişim araçlarının bu yönü bazı durumlarda ürkütücü sonuçlara neden olabilmektedir. İşte burada yeni bir önemli tartışma başlar: Sosyal medyada ifade özgürlüğü ve denetim çatışması.

Bu tartışmanın boyutlarını kavrayabilmek için öncelikle hepimizin kullandığı hatta belki sizi şu anda bu yazıya aktaran sosyal medya araçlarının, öteki yüzüne biraz daha yaklaşmak yerinde olacaktır:

Öncelikle ilk olarak sosyal medyada anonim olmanın verdiği rahatlıkla bireyler gerçek hayatlarında davranamadıkları kadar rahat davranabilmektedirler. Bu rahatlık kimi zaman başkalarına zarar verecek düzeylere gelebilmektedir. Bireyler küfür, şantaj, taciz gibi farklı farklı pek çok suça teşne olabilmektedirler.

İkinci olarak organize şekilde yürütülen bazı durumlardır. Örneğin pek çok terör örgütü sosyal medyayı ve çevrimiçi iletişim araçlarını örgüt içi iletişim veya propaganda için kullanabilmektedir. Kimi zaman örgüte insan çekmek, örgütün fikirlerini yaymak için kimi zaman ise insanlara korku vermek amacıyla sosyal medya araçları kullanılabilmektedir. Ayrıca kitlesel hareketler meydana getirmek ve bunları yönlendirmek de sosyal medya araçları ile mümkün olabilmektedir.

Üçüncü olarak ise sosyal medyada sistematik olmayan ancak topluluk psikolojisiyle gelişen ve neredeyse her gün defalarca yaşanan linç kültürünün yol açtığı zararlardır. Şöyle düşünün; bir meydanda üzerinize gelen binlerce insan, binlerce küfür, binlerce tehdit, aşağılayıcı ve hakkınızda yazılan onur kırıcı yazılar…  Hatta kimi zaman bu kitlenin kamu gücünü dahi harekete geçirebilecek düzeyde etkili olabilmesi… Bireyleri ağır travmalara ve hatta intihara bile sürükleyebilen bu gibi durumlardan bireylerin nasıl kurtulabileceği ise tartışma konusudur.

Dördüncü olarak ise sosyal medyanın çocuklar için korkunç yerler haline gelebilmesi örnek verilebilir. Pedofili başta olmak üzere pek çok iğrenç suç ve tuzak çocukların sosyal medya kullanımını zaman zaman tehlikeli kılabilmektedir.

Sosyal medya bu gibi daha pek çok sorunun yaşanabildiği platformlar olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu durum tüm dünyada sosyal medyada denetim olması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Ancak bu denetimin nasıl yapılacağı sorusunu sormadan evvel tartışılan iki sorun bulunmaktadır. İlki ve bence de en önemlisi ifade özgürlüğüdür. Denetim, sınırlı olmazsa eğer ifade özgürlüğünün sınırlarını çiğneyebilir. İkincisi ise denetimin nasıl yapılabileceği sorusuyla daha yakından ilişkilidir; sosyal medya hesaplarının anonim olması veya basit birkaç yöntemle tespitinin adeta imkânsız olması denetimin “sınırlı” bir biçimde mümkün olup olmadığı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten de anonimliğin ortadan kalktığı sosyal medyada ifade özgürlüğünden bahsedilemez.

Diğer bir husus ise denetimin nasıl yapılabileceğidir. Şu anda dünyada bu konuda tartışılan başlıca 3 yöntem olduğu görülmektedir. İlki, sosyal medya platformlarının kendi denetimlerini yapmalarıdır. Bu halihazırda pek çok platformda zaten var olan bir durumdur. Daha çok yapay zeka ile veya şikayet mekanizması ile sürdürülmektedir. Yaptırım olarak ise hesabın askıya alınması, kullanıcının bloke edilmesi söz konusudur. Bazı tehlikeli durumlarda ise güvenlik güçleriyle bilgi paylaşımı yapılabilmektedir. Ancak bu durum çoğu sosyal medya platformu için sınırlı tutulmaktadır.

İkinci denetim yöntemi ise devletlerin denetim mekanizmalarıdır. Sosyal medya platformlarının kullanıcılara dair bilgileri devletler ile paylaşması gibi bir durumun sonucu olarak etkinleşebilmektedir. Bu mekanizmanın en önemli sıkıntısı ise ifade özgürlüğü noktasında çok ciddi sıkıntılar doğurabilecek olmasıdır. Devletler kişilere dair bilgileri (IP numaralarını, konum bilgilerini vs.) almaktadırlar. Hatta IP numaralarının yetmediği durumlarda sosyal medya platformlarının depolama mekanizmalarındaki kimlik numaralarını vs. talep edebilmektedirler. Bu durum bireylerin anonim kalma istek ve özgürlüğünü zedelemektedir.

Üçüncü mekanizma ise uluslararası hukuk araçlarının kullanılarak çevrimiçi araçlar için uluslararası sözleşme hazırlanması ve bu şekilde bir mekanizma geliştirilmesidir. Halihazırda var olan Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 19. maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğüne ilişkin madde ile 20. maddesinde düzenlenen nefret suçuna ilişkin madde bu açıdan tartışılsa da bu sözleşmeye taraf olmayan pek çok ülke vardır. İşte bu durum, uluslararası sözleşmelere dayalı bir mekanizmanın pek de etkin olamayacağına dair iddiaları akla getirmektedir. CATO Institute’de yayınlanan  “Does Social Media Have a ‘Democracy Deficit’?” başlıklı yazıda da uluslararası hukuk ve sosyal medya denetimi ele alınırken bu hususlar tartışılmıştır ve uluslararası sözleşmelerin iç hukuka aktarılması veya bazı maddelere çekince konarak kabul edilmesi gibi durumlara değinilmiştir.  Ayrıca burada ifade etmek gerekir ki bir uluslararası sözleşme, denetimden ziyade, ifade özgürlüğünü, bireylerin unutulma hakkını, anonim kalma hakkını düzenlemeli ve korumalıdır. Denetim adı altında sansürü ve baskıyı meşrulaştıracak bir sözleşme düşünülemez. Ancak platformlar ile devletler arasında işbirliğine ilişkin düzenlemeler düşünülebilir.

Gerçekten de sosyal medya oldukça güçlü, denetimi zor ve belli şartlar/konular dışında müdahale edilmesini hiçbirimizin istemediği çevrimiçi iletişim platformlarıdır. Bu platformların denetimine ilişkin açıkçası ben de devletlerin fazla müdahil olmaması gerektiğine inanmaktayım. Şiddet, terör, pedofili, taciz gibi bazı suçlara ilişkin devletler ile sosyal medya platformları arasında işbirliği mutlaka yapılmalıdır ancak ne kadar ağır olursa olsun düşüncelerin ifade edilmesinin bastırılması veya sosyal medya aracılığıyla devletlerin bizleri izlemesi doğru değildir ve buna fırsat verilmemelidir.

Öte yandan sosyal medya platformları da belli sürelerle bilgileri yok etmeli, kullanıcılarının verilerini mutlaka en üst düzeyde korumalıdır. Platformların kendilerinin yapacağı içerik denetimi noktasında ise sosyal medya platformlarının başlangıçta kullanıcılara sunacağı kurallar ölçüsünde bir denetim belki söz konusu olabilir. Ancak bu denetim mekanizması da oldukça sınırlı tutulmalı ve başlangıçta kullanıcı sözleşmesi ile açıkça deklare edilmelidir. Çoğunluğun tavrına veya şikayetlerine göre değil iletinin suç barındırıp barındırmamasına göre yaptırımlar uygulanmalıdır.

Uluslararası bir sözleşme ise sınırları ile ve taraf olacak devlet sayısıyla şekillenecek bir mekanizma olarak öngörülebilir. Bu konuda ortaya konacak bir sözleşmenin özellikle demokrasisi gelişmekte olan ülkelerde ifade özgürlüğünün korunmasına yönelik fayda sağlayabileceğini belirtebiliriz. Sosyal medya ile ilgili eğer bir uluslararası sözleşme yapılacaksa bu sözleşme denetimi veya sansürü meşrulaştıracak bir sözleşme değil, ifade özgürlüğünü koruyan ve suçlarla mücadele edilmesi için işbirliğini düzenleyen bir sözleşme olmalıdır.

Haldun BARIŞ Stj. Avukat
barishaldun@gmail.com

Tutarsızlık, Şiddet ve Geleceksizlik!

Türkiye ciddi manada bir tutarsızlıklar ülkesi. Kendi küçük çıkarlarımız –tabii ki birileri için de büyük çıkarlar- gereği bu durumdan çoğunlukla rahatsız değiliz.

Günlerdir İstanbul Sözleşmesi üzerinden “Aile elden gidiyor!” diye feveran eden ve sözleşmeyi savunanları neredeyse –aslında niyet o- Allah’a isyan ile suçlayan çevreler nedense ülkedeki pek çok hukuksuzluk ve adaletsizliğe hiç ses çıkarmıyor.

İçlerinde okuduğu belgeyi anlamayıp 3. kişi tabirini grupsal cinsel eylem sanarak(?) karşı propaganda yapan akademisyen titrine sahip alimlerimiz bile var. İnsan üzülerek Türkçe bir metni bile anlama acziyeti yaşayan bu arkadaşların bizlere kadim Arapça ile yazılmış Kur’an yorumları yapmalarına hayıflanıyor. Bir de bilerek yanlış anlayıp yorumluyorlarsa o daha büyük bir ayıp… Seviyenin yerlerde gezdiğini görmek için bu tür, malum nefesi çok kuvvetli birkaç efendi hazretlerinin hurili-nurili bir iki muhabbetini dinlemek kâfi…

Böyle bir kitle olması sorun değil, sorun bu kitlenin farklı versiyonlarının hemen her cenahta olması ve bunları alt alta topladığımızda genel nüfusun neredeyse ezici bir yekûnuna tekabül etmesi ve bizi koruyup kollaması gereken kurumlarda da bu neviden insanların devletin görünen yüzü olarak yer bulması.

Ülkece depresyondayız ve şiddet –her türlüsü- gündelik hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumda. Buna rağmen kendi halinde bile tek başına suç olan pek çok eylem ancak sosyal medyaya yansırsa görmesi gereken cezayı alma ihtimaline kavuşuyor.

Örneklersem; yakın bir arkadaşım aralarında tartışma yaşadıkları bir kişi tarafından sokak ortasında öldüresiye darp ediliyor. Kolunda kırıklar, kafasında çatlaklarla hastaneye kaldırılıyor ve bir ay yoğun bakımda hayatta kalma mücadelesi veriyor. Peki, o sırada darp eden güzide vatandaşımız ne yapıyor? Adalet mercii tutuksuz yargılanmasına karar veriyor. Bu kararı veren hâkim vatandaşın yoğun bakımdan çıkmasını bile beklemiyor. Nihayet bir yıl sonra 3. duruşmadan sonra beyefendi nezaketen tutuklanıyor.

Durun, öyle hemen heyecanlanmayın. Beyefendinin tutuklanma sebebi bu olay değil. Meğer bu beyefendi daha önce başka bir vatandaşımızı(!) darp etmiş ve bir başka mahkemece verilen cezanın açıklanması benzer bir suç işlenmesine kadar ertelenmiş. Mahkemede UYAP üzerinden bu bilgi gelince beyefendi kerhen tutuklayarak ceza evine gönderiyor… Öldüresiye adam dövmenin cezası da adam ölmediği için topu topu iyi hal indirimi ile 18 ay kadar…

Türkiye’de sokak ortasında buna benzer her gün onlarca darp olayı yaşanıyor. Elde delil olsa bile faillerinin büyük çoğunluğu adliyeden ellerini kollarını sallayarak evlerine gidebiliyor ve sıradaki mağduru beklemeye başlayabiliyor.

Bu tür olaylar ancak sosyal medyaya yansıdığında devletin ilgili kurumları harekete geçme ihtiyacı hissediyor. O da tepkinin büyüklüğüne göre.

Örneğin İstanbul’da hemen her gün belki on, yirmi, otuz kere yaşanan ama kimsenin umursamadığı bir olay geçen hafta yaşandı. Ama bu kez bir trafik magandasının trafikte yol almaya çalışan bir bayana saldırısı kameralar aracılığı ile sosyal medyaya düştü ve hızla yayıldı.

Düşüyor ama ilginç bir şekilde sadece bir vatandaş olarak –cinsiyeti ve diğer özelliklerinden bağımsız- yaşadığı durumun vahameti ortada iken sosyal medyada bir anda başörtülü ve de doktor olduğu ön plana çıkartılıyor. Sanki gündelikçi, temizlikçi ya da işsiz olsa; başörtülü değil de başı açık olsa, kadın değil de erkek olsa olay normalleşecekti…

Bu tür çifte standartlara alışık olmadığımı sanmayın; bu ülkede çifte standart hep vardı ama bu denli ‘Oh olsun’cu bir anlayış yerleşmemişti ve en azından mahalle ayırmaksızın havan mermisi ile ölen Ceylan’ı da PKK’lı teröristlerce hayattan koparılan Ayşe’yi de dert edinip, çocuk gören, ikisinin de acısını yüreğinde hisseden ve tepki koyanlar vardı.

O zamanda bu çocuklar “Yarın büyüyüp … olur!” diyerek umursamayan, Allahtan korkmaz tipler vardı ve bunlar yarında olacak ama bugünkü gibi pervasızca bu arsızlıklarını açığa vuramıyorlardı.

Bireyselleşme dedik ama sanırım biz toplum olarak bireyselleşmeyi fazlası ile yanlış anladık… Bireyselleşmeden çıkıp bir takımın-grubun-ideolojinin-partinin vb. parçası haline gelmeyi insan olmanın önüne koyduk. Şu an bir türlü anlayamadığımız yeni kuşaklar da işte tam burada bocalıyorlar.

Bizlere bakıp gidecek doğru yolu göremiyorlar…

Neyse biz en iyisi Kanarya sevenler derneğinin dertleri ile ilgilenelim… Ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali!…

Karar, 19 Ağustos 2020

Gazımız demokrasimizi geliştirirse ne âlâ!..

Nedense ülkece bir şeylere sevinmeyi doğru düzgün beceremiyoruz!

Karadeniz’de ciddi bir doğalgaz rezervinin bulunması haberi ülkece sevinilecek bir gelişme iken iki tarafın trolleri sayesinde yine birbirimizle kapışmaya vesile oldu.

Buradaki öncelikli suçlunun kendini iktidar çevrelerine yakın gören bazı kesimlerin olduğunu söylemeliyiz. Çünkü öyle bir hava estiriliyor ki sanırsınız ülkede muhalif olan herkes hain ve ülke için iyi bir şeylerin olmasını istemiyor. Hal böyle olunca muhalif çevrelerin tetikçileri de aynı sertlikte cevap veriyor. Olaya mutedil ve aklı başında yaklaşmaya çalışanların sesi de bu kuru gürültüde kaybolup gidiyor.

Hain, Fetöcü, Bölücü, Terörist, İşbirlikçi, Siyonist Uşağı, Tespihçi, Yobaz, İşidci, Pis Kapitalist; bunu da ben ekleyeyim Kapitalist düzenin ayyaş bekçileri vb. birçok laf havada uçuşurken Allah rızası için ortada bir tane fikir kırıntısının bile sesi duyulmuyor.

Tabii burada medya organlarının bile isteye bu tipleri ön plana çıkarmaları da var. Düşünsenize TV ekranlarında aklı başında, işini bilen bir isim görüldüğünde insanlar sosyal medyada o isimler için “Artık bir daha TV’ye çıkarmazlar!” diye konuşuyorsa bu algı gerçek olmasa bile vay halimize.

Böyle olunca muhalefetin gerçek tepkisini iktidara yakın olanlar nasıl tartamıyorsa, muhalif olanlar da aynı şekilde iktidar bloğunun sözlerine hiçbir şekilde inanmama eğilimine giriyor.

300-350 milyar metreküplük bir keşiften bahsediyoruz ve arkasının geleceğine dair de bir umut var. Şu aşamada bu gazın bir günde çıkarılamayacağı ve mevcut teknolojik altyapımızla kendimizce karaya çıkarılarak halkımızın hizmetine sunulamayacağı malum. Bu tür teknik birçok mevzu var ama bizim işin olumlu yanlarına odaklanmamız gerek.

Eğer ulaşıldığı düşünülen rezerv gerçekten verimli bir kaynak ise bunun bize katkısı ne olabilir ona bakmak lazım.

Keşfedilen yatağın bu hali ile uzun vadede direkt doğalgaz fiyatlarını birilerinin dediği gibi bedavaya indirmesini beklemek ancak Nasrettin Hoca’nın kendi yalanına inanmasına benzer. Hoş böyle güzel bir yalana herkes inanmak ister ama biraz akıllı iseniz güler geçersiniz.

Keşfedilen rezerv Türkiye’nin mevcut ihtiyacının 7 yıldan biraz fazlasına denk geliyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunan bir ülke olunca da insanlarda mevzuyu tam olarak anlayamıyor. Bu kadar gaz bir seferde karaya taşınamaz. Zaten Türkiye Petrolleri’nin projeksiyonuna göre de bu yataktan çıkacak gaz en az 21 yıllık bir süreçte çıkarılabilecek ve her yıl cari açıkta 5 Milyar Doların üzerinde bir getirisi olacak.

Burada belki şu takip yapılabilir, bu gazı çıkaracak şirket ile nasıl bir pazarlık yapılacağı ve bu şirkete verilecek payın ne olacağı. Bu gazın %10’u mu %20’si mi ya da daha fazlası mı verilecek bu da sizin pazarlık gücünüze bağlı.

Kimse hemen hoplayıp zıplamasın, bugün dünyada kendi gazını kendi petrolünü çıkarıp işleyebilen çok az ülke var. Merak edenler Azerbaycan petrollerini kimin çıkardığını araştırsın.

Geçen yıllarda Irak Kürdistan Özerk Bölgesinde çıkarılacak petrol için çok uluslu şirketlerle anlaşma yapıldığında Türkiye’den giden gazeteciler –her şeyi çok iyi bildikleri için- Enerji Bakanına “Neden yabancı şirketlere bu kadar büyük pay veriyorsunuz?” sorusuna: “Bizim bu petrolü çıkarma ve işleme şansımız yok, onlar gelip çıkarmadığı takdirde o petrolün bize hiçbir faydası olmayacak. Hem onlar kazanacak hem biz kazanacağız!” minvalinde bir cevap vermişti.

Cari açıkta yıllık 5 milyar dolarlık katkıyı küçümsemeyelim, inşallah başka kuyulardan da iyi haberler gelir de Rus gazına ihtiyacımız kalmaz. Böyle bir gelişme Türkiye’nin önünü açabilir.

Tabii ki tek bir şartla, demokratikleşmenin de gerçekleşmesiyle. Yoksa o zaman Allah korusun petrolün olduğu ama özgürlüklerin toprağın altında kaldığı zenginliğin oligarklarca paylaşıldığı ülkelere benzeriz.

Karar, 26 Ağustos 2020

İsrail’in Bir Sonraki Adımı: Ortadoğu’da Çin-İsrail Ortaklığı (?)

21 Temmuz’da yayınlanan “Türkiye için Akdeniz’de Kilit Adım: Lübnan” başlıklı yazımda Lübnan ile ilgili endişelerimi dile getirmiştim. Çok geçmeden Lübnan’da korktuğumuz oldu ve Beyrut’ta korkunç bir patlama meydana geldi. Bu patlamanın ardından beklendiği gibi protestolar yaşandı. Ancak asıl soru Lübnan’ın zaten kötü durumda olan ekonomisinin patlamanın ardından nasıl toparlanacağı sorusuydu. Bu sorunun cevabı henüz net değil, ancak tahmin etmek de çok zor değil. Lübnan’da patlamanın ardından Çin yardımı tartışması iyice arttı. Sadece Hizbullah kanadında değil pek çok cenahtan Çin için yeşil ışık yanmaya başlandı. Özellikle Beyrut’ta limanın yeniden inşasında Çin çok ciddi bir güç olarak tartışılıyor. Ve eğer Çin Beyrut’ta liman inşasında aktif bir rol alırsa bu durumda Akdeniz’de artık yeni bir denge söz konusu olabilir.

Öte yandan bölgede dengeler açısından çok ilginç gelişmeler de oluyor. Aslında yıllardır herkesçe bilinen “metres” ilişkisi artık gizlenmekten ve yalanlanmaktan çıkarılıyor: İsrail, bölgede yeni ilişkilerini duyuruyor. Arap dünyasında artık “biz çıkarlarımızı koruyan kadim bir halkız” söylemleri eşliğinde İsrail ile ilişkilerin geliştirilmesi tartışılıyor. İsrail-BAE anlaşmasını muhtemelen daha başka açılımlar da takip edecek. Sudan ile normalleşme çalışmalarının ardından İsrail konusunda oldukça sert tutum sahibi olarak görünen Kuveyt, Suud ve belki Mısır’ın durumu ne olur sorusunu şimdiden sormak ve üzerine düşünmek gerekiyor. Yakın zamanda bu kadar büyük açılımları beklemesem de bazı adımların atılabileceğini de şimdiden değerlendirmek gerekir.

Bu adımlarla ilgili asıl dikkat çekmek istediğim husus ise Çin-İsrail ilişkilerinin Ortadoğu’da bir ortaklığa dönüşebileceği tehlikesidir.

İsrail ile Çin arasında ABD’nin uyarılarına ve engelleme girişimlerine rağmen gittikçe artan bir ilişki ağı mevcuttur. Öncelikle ticarî alanda başlayan ve ciddi hacimlere ulaşan İsrail-Çin ilişkilerinin teknoloji ve altyapı alanları ile liman işletmeleri alanına yayılması dikkat çekici olmuştur. Hatta ABD bu durumu endişe verici olarak değerlendirmiştir. Foreign Policy’de okuduğum bir makalede ABD’nin özellikle teknolojik altyapı noktasında İsrail’i uyardığı hususu dikkate değerdir. Ancak ABD’nin bütün bu endişelerine ve Çin ile artık açıkça süren ticaret savaşına rağmen İsrailliler Çin ile ilişkilerini sürdürmeye devam ettirmişlerdir.

İsrail için Çin henüz bir tehdit değildir. İran ile Çin’in güçlü ilişkileri belli ki İsrail açısından tehdit düzeyinde dikkate alınacak ölçüde değildir. Bu durumun sebebi olarak Çin’in Ortadoğu’da etkin olmamasını öne sürmek veya İsrail’in Asya’da emellerinin olmamasını öne sürmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır.  Bana göre her iki ülke de çıkar-güç dengesinin farkındadır. İsrail için Çin gibi bir devletin İran meselesinde tarafsız olması bile yeterli olabilir. Zaten yakın bir zamanda Ortadoğu’da Çin herhangi bir kavgada taraf olmayı arzu etmez. Ancak İsrail, Çin ile güçlü ilişkilerine ve ortaklığına dayanarak Ortadoğu’da etkinliğini artırabilir. Karşılığında ise ABD’deki nüfuzunu Çin lehine kullanabilir. Bu tip bir anlaşma ise bölgemizde çok ciddi kargaşaların doğmasına neden olabilir.

Çin-İsrail ve yanlarına alacakları birkaç kendini bilmez diktatör, bölgede etkilerini arttırmak için kaosu ve istikrarsızlığı fırsat bilmek isteyecektir. Ülkemizin çıkarlarına oldukça ters olan bu durumu politika yapıcıları değerlendirmelidir. Önceki yazımda da vurguladığım gibi Türkiye Libya hamlesine ilaveten Lübnan hamlesi de yapabilirse eğer hem Doğu Akdeniz’de hem de Ortadoğu’da bölgesel etkin güç haline gelir. Benim önerim Türkiye’nin KKTC-Azerbaycan-Katar-Libya-Tunus-Cezayir başta olmak üzere bölgede ekonomik ve siyasi işbirliği temelli yeni bir “organizasyon” kurması ve ABD-Çin; İngiltere-Fransa-Almanya; İsrail-Arap çekişmelerinden ustaca yararlanması yönündedir.

Haldun Barış
Stj. Avukat
barishaldun@gmail.com

 

 

 

‘Demokrasisiz Liberalizm’ mi Dediniz?

0

Son zamanlarda liberal çevrelerde demokrasiyi bir ütopya veya faydasız -hatta zararlı- bir siyasî yöntem olarak görüp reddetme eğilimleri boy göstermeye başladı. Bu eğilimdekiler demokrasi dışı bir yol aramaya veya demokrasinin temel kurumlarında radikal değişiklikler yapmaya hevesli. Aralarında kademelendirilmiş oy sistemini düşünenler de monarşiyi savunanlar da var.

Devletsiz toplumun mümkün olduğuna inanan anarko-kapitalistler için sorun yok. Devlet yoksa siyaset, siyaset yoksa demokrasi yoktur. Piyasa devlet tarafından yerine getirilen her hizmeti üretebileceğinden devletsiz toplum ister demokrasi ister başka bir formda siyasetin bulunduğu toplumdan daha özgür ve müreffeh olacaktır. Bu yaklaşım bu yazının konusu değil.

Demokrasi dışı yollar arayanlar sık sık monarşiye atıf yapıyor. Hem de iddialı şekilde. Şüphe yok ki monarşiyi tercih etmek siyaseti değil demokratik siyaseti reddetmek anlamına geliyor. Monark nihayetinde en üst kamu otoritesi. Bu yaklaşımı savunanlar özel mülkiyet kurumuna ve onun yaratacağı müşevviklere atıf yapıyor. Diyor ki, özel mülkiyet mülk sahibini mülkünü korumaya ve geliştirmeye teşvik eder. Tüm ülkeyi şahsî mülkü olarak gören monark da aynı müşevviklerden etkilenir. Bu sayede ülke demokratik siyasetin yıkıcı etkilerinden kurulur, özgür ve müreffeh olur. Bu yaklaşımın birçok açığı var. Satır başlarıyla bunlara işaret edelim: Özel mülkiyet aynı zamanda fiziksel ve psikolojik sınırlara dayanır ve delalet eder. Dolayısıyla, bir ülkenin bir nesne anlamında özel mülk olması imkânsız. Bu durumda özel mülkiyet müşevvikleri monarşide birebir ortaya çıkmaz. İkincisi, insanların yönetme kapasitesinin de bilişsel, fiziksel ve psikolojik sınırları var. Monark yeteneklerine bağlı olarak yönetme kapasitesini genişletebilir ama sınırsız yönetme yeteneğine sahip olamaz. Bu yüzden, bir ekiple çalışmak zorunda kalır. Dolasıyla ortaya monarkın odağında bulunduğu geniş bir siyaset vakası çıkar. Son olarak, liberal meşruiyet teorisine göre her siyasî yönetimin meşruiyeti yönetilenlerin rızasına ve yönetilenlerin kendileriyle ilgili siyasî kararların alınmasında söz sahibi olmasına dayanır. Monarşik yaklaşım buna da cevap veremez. O yüzden demokrasiyi bırakalım monarşiye geçelim talebini, düşüncesini bir fanteziden başka bir şey olarak göremeyiz.

Geriye demokrasinin genel karar ve kurumlarında radikal değişiklikler yapma önerileri kalıyor. Bu noktaya gelmenin birkaç sebebi var. Meselâ Türkiye’de en önemli sebep böylelerinin Erdoğan’dan kurtulmanın imkânsız veya normal yollarla başarılamayacak kadar zor olduğu kanaatine ulaşması. Bu yüzden demokrasinin işe yararlığı konunda umutsuzluğa kapılması. İkincisi, ki bu daha ziyade ABD gibi ülkeleri ilgilendiriyor, Trump gibi “popülist” olduğu söylenen ve “yetersiz ve yeteneksiz” sayılan tiplerin demokratik süreçler ve mekanizmalar tarafından iş başına getirilebilmesi. Bir başka neden, demokraside seçmen kitlelerinin oy satma politikacıların oy satın alma ihtiyacının özellikle ekonomik hayatta haksızlıklara ve yanlışlıklara yol açması.

Buna dayanarak bu kimseler kademelendirilmiş oy mekanizmasını tavsiye ediyor. Bu, seçmenlerin oylarının rakam değerinin tahsile, servete, eğitim seviyesine bağlı olması demek. Bu bakımlardan en aşağıda bulunanların oyları tek oy sayılırken seviye yükseldikçe oyların rakam değeri tek kişinin oyunun iki, üç, dört oy sayılması şeklinde formüle ediliyor. Gelgelelim bugün eşitlik dininin her yerde egemen olduğu bir dünyada bunu geniş kitlelere kabul ettirme imkânı yok. Üstelik bu yöntem başka yanlışlıklar da doğurmaya teşne. Toplumun parçalanması, kelimenin gerçek anlamında kutuplaşma, yeni bir kast sisteminin, yani geçişken de olmayan birbirinden haz da almayan grupların doğması gibi…

Aslında demokrasiyle ilgili şikâyetler yeni değil. Siyasetin tüm tarihinde benzer şikâyet ve eleştiriler var. Antik Yunan siyasî edebiyatını Platon’dan başlayarak okuyanlar benzer eleştirileri görürler. Liberal demokrasinin, yani demokratik ilke ve mekanizmaların liberal değerler ve amaçlarla aşılanmasının ve sınırlanmasının ana sebebi de bunlardır. Demokrasi zaten liberalizm tarafından terbiye edilmiştir.

Ancak, bu eğilime sahip kimselerin sandığı gibi çare demokrasiden vazgeçmek değildir. Keza liberalizm de demokrasisiz olamaz. Bu bakımdan hem tarihî örnekler yanlış okunmaktadır hem de demokrasiyi reddeden liberallerin, eğer anarko-kapitalist değilseler, “hangi siyasi yönetim biçimi?” sorusuna meşruiyet, eşitlik, etkinlik ihtiyacını karşılayacak şekilde cevaplar vermesi gerekir.

Belki de sorun o kadar ağır değil. Yukarda demokrasinin liberalizm tarafından aşılandığına işaret etmiştim. Aynı istikamette yürüyerek demokrasiyi liberalizmin daha çok etkisi altına sokmak lâzım. Bu, kısaca, sınırlı ve sorumlu devlet formülüyle ifade ediliyor. Devletin temel alanlarının dışına çıkamaması, refah ve istihdam aracı olarak görülmemesi, işgal ettiği -eğitim gibi- sivil toplum alanlarından çekilmesi bugün problem olarak gördüğümüz birçok şeyin ve durumun (problemin) ortadan kalkmasına veya ciddî ölçüde hafiflemesine yetecektir.

Ancak, işi zorlaştıran başka faktörler de var. En önemlilerinden biri devletler arası ilişkiler. O kadar ki, yoğun devletlerarası ilişkiler sonunda iç siyaseti de etkileyebiliyor, çarpıtabiliyor. Bana öyle geliyor ki bu bakımdan sadece demokrasi değil liberalizm de bir zaaf, bir açmaz içinde…

Üzerinde düşünmeye değer konular…

 

James C. Scott: Büyük Yazarın Büyük Dramı

0

James C. Scott Amerikalı bir akademisyen-yazar. Eserlerinin bazıları Türkçeye çevrildi ve yayınlandı. En önemlisi Devlet Gibi Görmek: İnsanlık Durumunu İyileştirmeye Yönelik Projeler Nasıl Başarısız Oldu (çev. Nil Erdoğan, İstanbul: Versus, 2008). Bu, birçok takipçisine göre, Scott’un baş ve temel eseri.

Scott gerek Devlet Gibi Görmek’te gerekse diğer bazı kitaplarında, hatta kitaplarının çoğunda, siyasal otoritelerin iyi niyetle insanlık durumunu geliştirmek için hayata aktarmak istediği büyük projelerin nasıl ve neden başarısız olduğunu açıklamaya çalışıyor. Bu tür projeler arasında Çin’deki Büyük Atılım, Sovyet Rusya’daki tarımın kolektivizasyonu (Scott buna “kamulaştırma” diyor), Tanzanya, Mozambik ve Etiyopya’daki zorunlu köyleştirme, Brezilya’da sıfırdan şehir kurma (Brasil) gibi projeler var. Scott’un haklı olarak işaret ettiği gibi, bu projeler sadece birer fiyasko değil, birçoğu tam bir facia.

Scott “etnik gruplar, dinî mezhepler ya da dinsel cemaatler arasında seferber edilen şiddet yüzünden neden bu kadar insan yaşamının yok edildiğini anlamak, ne yazık ki, o kadar zor değil. Ama insanlık durumunu iyileştirmeye yönelik iyi niyetli bu kadar çok planın neden böylesine trajik bir şekilde ters gittiğini anlamak zor” diyerek 20. Yüzyıl’daki bazı ütopik toplumsal mühendislik projelerinin başarısızlığını açıklamaya çalışıyor. Önce bu tür projelere sarılmayı mümkün kıldığını düşündüğü faktörleri, sonra, bunların başarısız olma sebeplerini ele alıyor.

Scott’a göre devletlerin kelimenin neredeyse her anlamında sahibi olduğu geniş çaplı toplumsal mühendislik projeleri dört unsurun meşum bileşimiyle ortaya çıkıyor. Bu dört unsurun aynı anda ve birlikte var olması gerekiyor. Birinin eksik kalması projenin ortaya çıkmasına engel oluyor.

İlk unsur toplumun ve tabiatın idarî olarak düzenlenmesidir. Toplumu ve tabiatı düzenlemeye kalkışmak despotizmin zihniyet ve pratik alt yapısıdır. Bu inanç özellikle toplumu kontrol etmek amaçlı idarî, politik ve teknik cihazların yaratılmasını gerektirir.

İkinci unsur, Scott’un “yüksek modernist ideoloji” dediği şey. “Bunu tasavvur etmenin en iyi yolu onu, bilimsel ve teknik ilerleme hakkında kendine güvenin, üretimin büyümesinin, insan ihtiyaçlarının artan tatminin, doğanın (insan doğası dâhil) hakimiyet altına alınmasının ve her şeyden önce, toplumsal düzenin doğa yasalarının bilimsel kavranışına uygun olarak tasarlanmasının güçlü, hatta azametli bir versiyonu olarak düşünmektir.” Yüksek modernizm bilimsel pratikle karıştırılmamalıdır, o bilimin ve teknolojinin meşruluğunu ödünç alan bir inançtır. Yüksek modernist ideoloji büyük projelerin gerekli, haklı ve kesinlikle başarılı olacağından şüphe duymaz. Makro ölçekte başarısızlık çıkınca mikro ölçeklere yönelir.

Üçüncü unsur, büyük toplumsal projeleri gerçekleştirmek için gerekli –buna neredeyse sınırsız denebilir- cebir kullanabilecek bir otoriter devlettir. Otoriter devletin ortaya çıkması, Scott’a göre, savaş, devrim, buhran ve ulusal kurtuluş mücadeleleri tarafından kolaylaştırılır. Bunların hepsi olağanüstü olaylar ve durumlardır ve devletin her türlü cebir aracına el koymasının ve tahkim ve takviye etmesinin hem yolunu açar hem de bunu adeta meşrulaştırır.

Nihayet son unsur toplumsal mühendislik projelerini hayata aktarmaya teşebbüs eden otoriteye karşı çıkma kapasitesinden mahrum, takatten düşmüş, zayıflamış bir sivil toplumdur. Savaş, devrim ve çöküntüye yol açan ekonomik krizler sivil toplumu zayıf düşürür. Halkın büyük projelere direnmesini zorlaştırır, hatta imkânsızlaştırır.

Yani, Scott’a göre, “özetle, bir toplumun okunaklılığı (takip ve kontrol edilebilir hâle getirilmesi – AY), büyük ölçekli toplum mühendisliğinin hayata geçirilmesi olanağını temin eder, yüksek-modernist ideoloji buna duyulan arzuyu temin eder, otoriter devlet bu arzu doğrultusunda hareket etme kararlılığını temin eder ve aciz bırakılmış bir toplum da üzerine inşa edilecek düzenlenmiş toplumsal zemini sağlar.”

Peki, Scott’a göre, büyük toplumsal mühendislik projeleri neden başarısız olur? En başta gelen neden planlanmış toplumsal düzenin şematik olmasıdır. Yani bunlar formel süreçleri planlar ama her seviyede toplumsal düzende işleyen informel kuralları göremez. Formel süreç informel süreçlere izin vermemesi veya onları bastırması ölçüsünde, plancıları hayal kırıklığına uğratır. Keza toplumlarda derinlere gömülü pratikten doğan bilgi (Yunanca metis) toplumsal hayatta daha etkili olur.

Scott toplumsal düzenin oluşturulmasında zorunlu hiyerarşik koordinasyona zıt olarak karşılıklılığın (mutuality) rolüne vurgu yapan anarşist yazarlara (Kropotkin, Bakunin, Malatesta, Proudhon) borçlu olduğunu söylüyor. Şöyle diyor: “…Hem sosyal hem doğal çeşitliliğin esnekliğini savunuyorum; esas itibarıyla karmaşık, faal düzene dair bilebileceğimiz şeylerin sınırları hakkında güçlü bir savunu bu.”

Scott, özellikle alanda çalışması sayesinde, önemli ve anlamlı tespit ve tahlillere imza atıyor. Gerçekten takdire şayan. Gelgelelim genel yaklaşımında çeşitli eksiklikler ve yanlışlar var. O kadar ki, bu Scott kalibresinde bir araştırmacı için dram denebilecek bir durum oluşturuyor.

En başta, Scott’un toplumsal mühendislik projelerine yönelttiği itiraz ve itirazın gerekçeleri çok daha öncesinde ve bazı bakımlardan daha derinlemesine İskoç Aydınlanması (İA) geleneğine mensup düşünürler ve akademisyenler tarafından düşünüldü ve anlatıldı, açıklandı. Bu bakımdan Scott adını saydığı anarşist düşünürler yerine, en azından onlarla beraber, Hume-Smith-Menger-Hayek geleneğinden yararlansa kendisi için çok daha iyi olabilirdi. Ayrıca, anarşist düşünürlerin her durumda informel düzenlere yakın olduğu da söylenemez. Örneğin formel düzenlerin oluşması özel mülkiyetten ayrı düşünülemez. Bu yüzden Proudhon gibi mülkiyeti hırsızlık olarak gören bir yazar sistematik bir informel düzen fikri geliştiremez.

İskoç Aydınlanma geleneğinde, Scott’un daha ziyade informel düzen adını verdiği şey kendiliğinden oluşan düzen (KOD) olarak adlandırılmıştır. Bu çerçevede oluşturulan düzen (OD) ile KOD birbirinden farklıdır. Scott’un informel düzeni -pratik düzen, bilgi, inan bilgisinin sınırları, bilimsel çalışma metotları- hakkında İA çok daha kapsayıcı ve derinliklidir. Esasen, KOD geleneği sosyal düşüncede ve akademik camiada hâlâ çok canlı. Birçok araştırmacı Scott’un formel-informel düzeni ve Hume-Hayek geleneğinin kendiliğinden doğan düzenle oluşturulan-kurulan düzen arasında kurduğu dikotomiyi regülasyon – self regülasyon kavram çiftiyle ifade ediyor. Meselâ, Evan Osborne’un 2008’de yayınlanan Self Regulation and Human Progress adlı kitabı böyle bir çalışma (bu çalışmayı başka bir yazıda ele almaya çalışacağım). Sol bir gelenekten geldiği için olsa gerek, Scott İA’dan ya yeterince haberdar değil ya da fazla atıf yapmaktan, muhitinden dolayı, çekiniyor. Bu, mahallesinde kalmak isteyen biri için tamamen yersiz bir endişe değil. Nitekim bir-iki yerde Hayek’in adını geçirmesi Scott’un bazı çevrelerce sağcılıkla, gericilikle etiketlenmesine yetti.

Scott, söyleşilerinden bazılarında ideolojik pozisyonu hakkında bilgiler veriyor. Sol anarşizme ve Marksizme yakın olduğu anlaşılıyor. Marx anarşizmi ve anarşistleri küçümsemişti, bu yüzden Scott’un bu ikisini nasıl bağdaştırabildiği merak konusu. Diğer taraftan Scott kendisini “kaba Marksist” olarak vasıflandırıyor. Bununla kastı, sınıf savaşı teorisi olarak Marksizmi benimsemediği ama beşerî kurumların maddî temellere oturması anlamında Marksizmi benimsediği. Bu çok garip bir durum. Bir kere Marksizmin nişanesi sınıf savaşıdır. Bu yüzden, çatışmacı ve tarihin sonunu görücü bir teori olarak Marksizm sınıfsal analizden ve sınıf çatışmalarından arındırılamaz. Daha kötüsü, beşerî kurumların temelini kısmen veya tamamen maddî-ekonomik olgularda aramanın Marksizme mahsus olduğunu düşündüğü izlenimini vermesi. Bu da hem tuhaf hem gülünç. Birçok düşünür ve çizgi beşerî hayatın temel kurumlarını maddî- ekonomik olgularda ve durumlarda aradı. Marksizm bu çizgideki ne ilk ne son ve ne de en yetkin yaklaşım…

Ama durun, daha kötüsü var. Scott, ciltler dolusu satırları siyasî otoritenin geliştireceği ve tatbik etmeye girişeceği büyük toplumsal mühendislik projelerinin niçin ve nasıl başarısız olduğunu ve olacağını açıklamak için yazmış. Buna rağmen, kendisi için çok talihsiz, benim için pek de şaşırtıcı olmayan bir çelişkiye düşüyor. Zamanımızda gelir eşitsizliğinin çok arttığını söylüyor ve bunun önlenmesinin “demokratik devlet”in bir görevi olduğunu ve bunu ancak demokratik devletin yapabileceğini öne sürüyor. Yani, bir başka büyük toplumsal mühendislik projesi teklif ve talep ediyor.

Büyük bir akademisyenin böylesine dramatik bir çelişkiye düşmesi gerçekten yürek parçalayıcı.

Liberaller ve Siyasî Partiler

0

CHP’nin kurultayı geçtiğimiz günlerde yapıldı. Genel Başkanlık yarışı CHP geleneklerine ters olarak tek aday ile yapıldı ve Kılıçdaroğlu yeniden genel başkan seçildi. Hayırlı olsun diyelim. PM üyeliği ise umulmadık ve alışılmadık şekilde çekişmelere sahne oldu. Hadise haklı olarak medyada geniş yer buldu. Bu arada çeşitli yayın organları “CHP Parti Meclisi’nde liberaller…” şeklinde haberlere-yorumlara imza attı.

Bu haberler “liberal” kavramının artık neredeyse tamamen anlamsızlaştığını gösteriyor. Liberalizm nedir, kime liberal denir? Bu konular karmakarışık, içinden çıkılmaz hâle geldi. Birileri CHP içindeki birilerine CHP içindeki bu kimseler başka birilerine daha başka birileri de bu sonunculara liberal etiketini yapıştırıyor. Muhafazakâr medyadaki yazarlar büyük bir kolaylıkla -hatta kalem alışkanlığıyla-   “liberallere” verip veriştiriyor. Liberal nitelemesi bazen adlandırma ama çoğu zaman da bir suçlama, ayıplama ve kınama kavramı olarak kullanılıyor. Hele bir de bu ismin-sıfatın başına “neo” eklenirse suçlama-itham tadından yenmiyor. Korkarım popüler medyada bu böyle sürüp gidecek…

Maalesef daha kötüsü de var. Akademik dünyada da utanç verici bir şekilde benzer bir durum ortaya çıkıyor. Meselâ sol Kemalist çevrelerden liberalizmin ve Türkiye’de liberal düşüncenin tarihî serüveni hakkında yazan sözüm ona bazı akademisyenler -faraza ideolojiler üzerinde yazdıkları kitaplarda- özenle klasik liberalizmi görmezden geliyor ve solcu Amerikan liberalizmini ana akım kendilerini de onun temsilcisi olarak sunuyor. Türkiye’de liberal düşünceyi var eden çabaları ve bu çabaların sahiplerinin ortaya çıkarttıkları büyük külliyatı görmezden geliyorlar. Bir ara bunları örneklendiririm.

Bununla beraber benim bu yazıda asıl temas etmek istediğim konu memlekette az sayıdaki felsefî liberalin sayılarıyla ters oranlı fikrî ağırlıklarını hangi partiyi veya partileri etkilemek için kullanmaları gerektiği. Etkilemekten söz ediyorum, bilfiil siyaset yapmaktan ve -ne demekse- liberal fikirleri iktidara taşımaktan değil. Ciddiye almaya değer liberallerin bu konuda istekli ve daha da önemlisi yetenekli olduğunu zannetmiyorum. Liberal teoride derinleşme siyasî yetenek ve iştahları, varsa da,  köreltiyor. Bir kimsenin liberal fikir birikimi arttıkça siyasetten soğuması ve uzaklaşması muhtemel. Diğer taraftan siyaset hayatın bir gerçeği. Bazı liberal fikirlerin hayata aktarılması en azından bazı “tehlikeli”, illiberal fikirlerin siyasî kararların alınmasında etkili olmasının önlenmesi hayatî önem taşıyor. Bu yüzden liberallerin siyasetle şu veya bu şekilde ve şu veya bu derecede ilgilenmesi gerekiyor.

O zaman soru şu: Liberaller hangi siyasi partileri etkilemeye çalışmalı? Tek parti üzerinde mi yoğunlaşmalı birden çok partiyi etkilemeyi mi hedef almalı? Aman yanlış anlaşılmasın, bunu söylerken de bir taktikten, stratejiden filan bahsetmiyorum. Etki dediğim fikir etkisi; başka bir şey değil. Zaten başka bir şey olamaz ve olmamalı da. Kastım partilerin liberal fikirlerden haberdar olmasını ve mümkünse politika önerilerinden etkilenmesini ve yararlanmasını sağlamak.

Bu soruya her parti diyerek genel bir cevap verilebilir. Buna itiraz etmek de anlamsız olur. Lâkin herkesin zamanı ve enerjisi sınırlı olduğuna göre çabaları en etkili olacak şekilde kullanmak gerekecektir. Bu da bizi siyaset sahnesinde etkili olma gücü ve şansı bulunan partilerle ilgilenmeyi düşünmeye iter. Bu düşünceyi bir adım daha öteye götürüp Meclis’te grubu bulunan bütün partiler liberal fikirlerden etkilenmeli diyebiliriz. Mevcut durumu dikkate alarak bu partilerin AK Parti, CHP, MHP, İyi Parti ve HDP olduğu söylenebilir. Bununla beraber yeni kurulan Gelecek Partisi ve DEVA Partisi’ni de es geçmemek gerekir kanaatindeyim.

Peki bu nasıl olacak? Doğrusu bu bir fikir. Hayat bulup bulamayacağı olmayan bir liberal merkezin olsa da uygulanamayacak kararlarına değil liberallerin kişisel olarak ne hissettiklerine ve ne yapmak istediklerine bağlı. Şahsen her partiyle bir şekilde bağları-temasları olan liberallerin bulunması fikrini severim. Bu yüzden de hiç bir liberali partilere karşı tavrı ve tutumu sebebiyle sorgulamam ve de kınamam. Bu çizgiye yeni gelmiş değilim. Yıllardır aynı tavrı benimsiyorum. Biliyorum ki partiler liberal fikirlerden ne kadar etkilenirse o kadar iyi olur. Diğer taraftan -bununla iç içe geçmiş bir gerçek de-  partilerin liberalliğinin bir ya hep ya hiç meselesi değil bir derece meselesi olması. Aslında bu -sanırım- şahıslar ve gruplar için de geçerli.

Son zamanlarda tersini söylemek, iddia etmek moda haline gelmiş olsa da insanlığın -ve dolayısıyla Türkiye halkının- liberal fikirlere ve bu fikirlere dayanan uygulamalara ihtiyacı var. Dünyada -özellikle son zamanlardaki pandeminin de etkisiyle- vuku bulmakta olduğu söylenen “liberallikten uzaklaşma” dünyaya iyilikten çok kötülük getiriyor. Bu gerçeği liberal fikriyatın içinden bakanların görmesi ve anlaması kolay. Öyle olmayanların anlaması da -umarım ve dilerim- çok zaman almayacaktır. İnşallah bu noktaya liberal uygarlıktan uzaklaşmanın maliyeti çok yükselmeden gelinir. Bu çerçevede liberal fikirleri genel olarak savunmak, güncellemek ve fiilî siyasette etkili olmalarını sağlamaya çalışmak her liberalin ilgilenmesi gereken bir konu olarak ortada duruyor.

 

Tarihî Miras: Harput-Kerkük-Urfa-Bakü Ticaret Yolu

Bundan birkaç sene evvel, teorisyenliğini yapıp koordinatörlüğünü yürüttüğüm ve Türkiye ile çevresindeki çeşitli gruplar arasında yumuşak güç teması kurma arzusu güttüğümüz bir proje vasıtasıyla emekli bir büyükelçi ile kısa bir sohbetimiz olmuştu. Bu sohbet sırasında Elazığlı olduğumu öğrenen büyükelçi beyefendi; “Kerkük, Harput, Urfa ve Bakü arasında ilginç bir bağ vardır; profesyonel müzisyen olmayan biri bu şehirlerin türkülerini ayırt edemez” demişti. Bu konu üzerine çalışmalar yapıldığını ve zaman zaman Harput-Kerkük müzik günlerinin düzenlendiğini biliyordum ama bu bağın nedenine dair bir çalışmaya hiç rast gelmemiştim.

Lisans öğrenimim sırasında Kerkük ile ilgili pek çok faaliyette bulundum. Sadece Kerkük’ün bir iç çatışmaya kurban gidip Halep gibi olması veya Erbil gibi demografik yapısının değiştirilip kültürel yapısının aşındırılması endişesi değildi beni korkutan; oradaki insanların acısını da hissetmeye çalıştım. “Babamı kötü adamlar öldürdü” diyen Telafer’den gelen sığınmacı çocuklar, sosyal etkinlik atölyesi projemiz sırasında ailem bildiğim çocuklar olmuştu. O çocukların acıları Kerkük’te daha geniş çaplı acılara dair korkularımı körüklemişti. Burada konuyla ilgisi olmasa da o çocukların durumuna ilişkin de birkaç satır eklemek istiyorum. Çünkü maalesef, körü körüne sığınmacılara düşmanlık eden kişileri gördükçe, kötü niyetli değillerse eğer, bu satırlardan etkilenebileceklerini umuyorum:

Bizim atölyemizdeki çocuklar DEAŞ’tan kaçan Telaferli çocuklardı. Telafer’den gelen bu çocuklar aslında Suriyelilere göre nispeten şanslıydılar çünkü onlara 9 ile başlayan T.C kimlik numaraları verilmişti. (O dönemdeki sığınmacı sayısının az olması bunda etkili olabilir.) Sağlık ve eğitim hizmetlerinden Türk vatandaşları gibi faydalanabiliyorlardı. Görünüşte bu böyleydi. Görünüşte diyorum çünkü 5. sınıfa giden bir öğrenci okuma yazma bilmiyorsa eğer eğitim hakkının ne derece doğru işlediğine ilişkin orada bir sorgulama yapılmalıdır. Maalesef, ilgilendiğimiz 40 kadar çocuktan okuma yazma bilen sayısı çok çok azdı ve bu çocuklar 9-12 yaş aralığındaydılar. Öte yandan çoğu yetim ve öksüz olan çocuklar ekonomik zorluklar içerisinde büyüyorlardı. Yine de inanın bana onlara maddi destek verilmesinden daha çok ihtiyaç duydukları şeye ben bizzat şahit oldum: Bu çocuklar oyun oynamak, yaşadıklarını unutmak, diğer çocuklar gibi hayal kurabilmek ve geleceğe umutla bakabilmek istiyorlardı. “Öğretmenim burada dışarıya bile çıkamıyoruz oysa Telafer’de hep oyun oynardık” sözlerini asla unutabileceğimi sanmıyorum.

Bu konuyu belki ayrı bir yazıda daha detaylıca kaleme alacağım, ancak o günlerde Telafer’in, Erbil’in çektiği sıkıntıları nispeten dinlemiş ve anlamaya çalışmış birisiydim. Bu yüzden Irak’ta ABD işgalinin ardından hazırlanan Irak Anayasası’na göre özel bir statüde bulunan Kerkük’te de aynı sıkıntı ve acıların yaşanmaması benim için oldukça önemli olmuştur. Birkaç yıl evvel şehirde silahlanan Kürt gruplar ve Araplar ile silahsız olan ve siyasi mücadele ile haklarını korumaya çalışan Türkmenler bizim için önemli olmalıdır. Kerkük’ün, huzuru, barış içinde yaşaması aslında hepimiz için önemli olmalıdır. Sadece bir grup açısından da değil; Kerkük’te bütün masum insanların, çocukların, tarihî dokunun, kültürel zenginliğin bir iç çatışmaya maruz kalma ihtimali hepimize endişe vermelidir ve bu mesele hepimiz için önemli olmalıdır.

Yazıyı çok fazla uzatmadan ve dağıtmadan sizlere bu yazıyı kaleme almamdaki asıl fikre yönelmek istiyorum. Geçen ay, Elazığ’da depremin etkisiyle yıkılan Seko Mahallesine (Mustafa Paşa Mahallesi) ziyarette bulunduğum sırada, önce büyükelçi beyefendinin üstte yazdığım sözleri geldi aklıma, Harput-Kerkük-Urfa-Bakü ilişkisini düşündüm. Sonra ise lisede TÜBİTAK için hazırladığım ve yerel tarihin önemine dair yaptığım çalışma sırasında Seko Mahallesine ilişkin okuduğum bir kitapta geçen Harput’tan Bağdat’a giden bir ticaret yolunun varlığından bahsedildiği geldi aklıma (Bağdat yolu).  Elime geçen bütün notlarımı karıştırmama rağmen kitaba dair notlarımı bulamadım. Kitap mavi bir kitaptı ve Ermeni bir yazarın yazdığı ince bir romandı.  Sonrasında bu yola ilişkin çalışmalara baktığımda, Bağdat’tan gelen ticaret yolunun Harput’tan geçtiğini, kervanların dinlenme güzergâhlarının Harput olduğunu gördüm. Şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki geçmişte bu şehirler arasında ciddi bir ticari etkileşim yaşanmıştır. Muhtemelen, bu etkileşimin sonucunda da bu denli ciddi bir kültürel etkileşim yaşanmıştır. (Bu şehirlerin ticarî açıdan değeri noktasında Bağdat-Anadolu demiryolu projesi de incelenebilir.)

Bu tarihî arka planın aslında günümüzde kültürel bir bağ ile sürdürüldüğü açıktır. Ancak bu tarihî mirasın, sadece kültürel boyutta kalmaması da önemlidir. Bunun içinse ihtiyacımız olan pek çok motivasyon bizlere miras kalmıştır. Az evvel bahsettiğim endişelerin giderilmesi adına aslında yapılacak en önemli iş, kazan-kazan mantığı çerçevesinde bölgenin kalkınmasıdır.  Örneğin bu kentler arasında imzalanacak bir protokolle işbirliğinin artırılmasının neticesi olarak belki modern bir biçimde bu kentlerin doğrudan demiryolu ile bağlantısı tekrar gündeme gelebilir. Bölgenin kalkınması adına oldukça önemli bir adım olacak bu projenin neticeleri, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin artmasına ve bölgedeki terör sorununun çözümüne ciddi katkı şeklinde olabilir.  Şimdi, bu şehirlerin yetkilileri bir araya gelip, yeniden ticarî olarak ve kalkınmada işbirliği projeleri yapıp kültürel etkileşimin ötesinde adımlar atamazlar mı? Atabilirler. Bu dört kent de kendi dinamiklerine sahip, üreten ve belli bir birikimi haiz kentlerdir. Bundan sonrası kalkınma ajanslarının müteşebbislerle birlikte “ortak neler yapılabilir” sorusunu sorup bu tarihî mirası yeniden inşaa etmelerine ve kültürel olarak var olan ortak etkileşimi boyutlandırıp ileri düzeylere taşımalarına bağlıdır.

Haldun BARIŞ

Stj. Avukat

barishaldun@gmail.com