Ana Sayfa Blog Sayfa 49

Salgınla Mücadelede Kamu Otoritesi

Yüzyıl önce dünya, doğduğu coğrafyanın dışına çıkmadan ölen insanlarla doluydu. Bugün her hafta sonu veya bayram önü/arkası bir soluk alma fırsatı olarak görülüyor. Bu, Türkiye’de böyle…

Gidenlerin bir kısmı tatil beldelerini tercih ediyor, bir kısmı sılayı, ailelerinin yanını. Yönü ve amacı ne olursa olsun, insanoğlunun yeryüzündeki hareketliliği hastalık ve salgınların yayılma hızını artırıyor. Tam düştü derken, yaz aylarında başlayan hareketlilikle yeniden yükselen vaka sayıları da bunu teyid etmiyor mu?

Sokak kısıtlamaları çözüm mü?

Bir süreliğine yavaşlatılabilse de, insanoğlunun yeryüzündeki hareketliliğini durdurmak veya büyük ölçüde azaltmak mümkün görünmüyor. Bu yüzdendir ki onbeş gün tam teşekküllü sokağa çıkma yasağı ilan edilsin, sınırlar kapatılsın, görün bakalım salgından eser kalıyor mu önerisi ne makul, ne de gerçekçi. Bu öneriyi getirenler, sokağa çıkma yasağı boyunca tüketeceğimiz herşeyin stoklardan (vaktiyle üretilen malların tüketilmeyen kısmından) karşılanacağını unutuyorlar.

Meyve ve sebze gibi, üretimi ve tüketimi çoğu zaman farklı coğrafyalarda yoğunlaşan ve büyük çaplı stok tutmanın mümkün olmadığı temel gıdalarda kıtlık yaşanmaması, üretim ve dağıtım kanallarının sürekli açık tutulmasına -bir diğer deyişle, sokak kısıtlamalarının bir köşesinden mutlaka delinmesine- bağlı. Stok tutmanın mümkün olmadığı hizmetler sektörü de hesaba katılınca, sokak kısıtlamalarının neden tercih edilmediği daha iyi anlaşılıyor.

İnat mı, umut mu?

Bundan birkaç yüzyıl öncesine kadar, zarurî ihtiyaçlarını karşılayabilen insanlar kendini mutlu addediyordu. Böyle bir dünya onlar için ‘cennet’ demekti. İnsanlık, uzunca bir süredir çok daha fazlasına sahip ve buna alışmış. Bugünün insanı tüketim kalıplarından, alışkanlıklarından, zevklerinden ve sosyal ilişkilerinden uzun boylu taviz vermek, feragat etmek istemiyor. Kimilerinin bencillik, inat ve açgözlülük olarak gördüğü bu tutum, benim geleceğe daha ümitle bakmamı sağlıyor.

İnsanlık ne salgınlar, ne savaşlar gördü; ne badireler atlattı. Her defasında içe kapansa ve yolundan geri dönse idi, medeniyet bugün bulunduğu yerde olmazdı. Medeniyetin ulaştığı nokta, her türlü zorluğa ve olumsuzluğa rağmen içe kapanmayan, yolundan dönmeyen insanların bitmek bilmez gayretlerinin eseri.

Bana göre, salgınla mücadele için getirilen önerilerin en tehlikelisi içe kapanma, dış dünya ile ilişkilerini kesme veya asgariye indirme çağrısı. Sağlık ekonomiden önce gelir korosu, yaşayabilmek için tüketmemiz, tüketebilmek içinse önce üretmemiz gerektiğini gözden kaçırıyor. Bundan üçyüz, beşyüz, bin yıl öncesinden farklı olarak virüsün yayılımını sessiz ve bîçare vaziyette seyretmiyorsak, milyarlarca doları laboratuvarlara ve aşı çalışmalarına aktaracak gücümüz varsa, bu gücü insanların ve ulusların işbirliğine borçluyuz. Yakın zamanda üretileceğini sandığım aşı, dünyanın hangi ülkesinde ve kimler tarafından bulunursa bulunsun bütün insanlığa hizmet edecek.

Neler yapıldı?

Korona, en ölümcül olmasa da dünyanın gördüğü muhtemelen en bulaşıcı virüs. Ulaşım imkânlarının herkesin istifade edebileceği kadar gelişmesi ve ucuzlamasıyla ortaya çıkan hareketlilik bulaşıcılığı daha da artırdı. Hal böyleyken hayatı akışına bırakmak, tedbir almamak ne mümkün, ne de doğru. Bilâkis hem ferdî olarak hem de devlet marifetiyle yapılabilecek şeyler var.

Sağlık sektöründeki devlet ağırlığı giderek artsa da, sağlığımızı korumak evvelâ kendi görevimiz olmaya devam ediyor. Mesuliyeti devlete, topluma ve diğer bireylere yıkarak aradan sıyrılamayız. Lâkin salgın hastalıklar diş ağrısı, kalp ve böbrek yetmezliği ile tansiyon ve şekerden farklı olarak bütün toplumu tehdit ettiğinden, salgınla mücadele en liberal siyasî yapılarda bile devletin görevi. Ne var ki bu mücadelede devletin her yaptığı doğru ve yapabilecekleri sınırsız değil. Bu, Türkiye örneğinde de böyle.

Hükümet, ilk vakanın tespit edildiği günden itibaren çok sıkı tedbirler aldı. O dönemde fazlaca ihtiyatlı bulduğum bu tedbirler sayesinde, kayda değer başarılar elde edildi. Lâkin hayatın akışını bu derece sekteye uğratan tedbir ve kısıtlamalar ilânihaye sürdürülemeyeceğinden önce gevşetildi; sonra (birkaçı dışında) büsbütün kaldırıldı. Bu istisnalardan biri de, belli saatler dışında hâlâ sokağa çıkamayan altmışbeş yaş üstü vatandaşların durumu.

Yaşlılarımız, en tecrübelilerimiz

Havanın dahi kararmadığı yaz günlerinde akşam sekizden önce eve dönmek zorunda bırakılan bu insanların kendini koruma kapasitesine, irfanına ve bilgeliğine daha fazla güvenilerek, uzadıkça uzayan bu yanlış uygulama bir an önce terk edilmeli. Belediyelerce verilen ulaşım kartlarına, günün belli saatlerinde ve günde en fazla X kere ücretsiz kullananım hakkı yüklenmesi, yaşlı nüfusun seyyaliyetini azaltmada yeterince etkili bir demokratik tedbir olacaktır.

En vahim hata

Salgınla mücadeleyi genel itibariyle iyi yönettiğini düşündüğüm hükümetin bu süreçte yaptığı en vahim hata, belediyelerin açtığı yardım kampanyalarını askıya almasıydı. Gerekçe: Bakanlıktan izin alınmamış olması.

Belediye başkanları memur değil, seçilmiş insanlardır. Mevzuat yardım toplamaya müsaade etmiyorsa, yanlış olan mevzuattı. Yapılması gereken, mevzuatı değiştirmek için harekete geçmek, fakat değişmesini beklemeden buna izni vermekti -İzin başvurusunda bulunulmamış bile olsa!..

Ülkesini seven, fakat salgının açtığı sosyal yaraya başka (hükümet-dışı) kanallarla merhem olmak isteyenler için alternatif yollar hep açık tutulmalı. Aksi bir uygulamanın kurban derilerini Türk Hava Kurumu’na bağışlama dayatmasından ne farkı kalır ki? Bağış sahibi, bağışlayacağı kurumu seçme özgürlüğüne sahip olmalı.

Piyasa, bolluk getirir

Hükümetin yaptığı bir diğer büyük hata, maske satışına yasak getirmesiydi. Bu yanlış karar yüzünden, en basit tezgâhlarda bile kolayca üretilebilecek bir bez parçasının kıtlığını yaşadık. Maske satışının serbest bırakılmasıyla, açıklanan tavan fiyatın -ki bu da yanlış bir uygulama- yarısına, hatta kimi yerlerde üçte birine istediğimiz kadar maske bulmaya başladık.

Maske fetişizmi

Son dönemde öne çıkan bir diğer mesele, konutlar dışında kalan bütün kapalı ve açık alanlarda maske kullanma mecburiyetinin getirilmiş olması…

Bakkallar, marketler ve AVM’ler gibi çok sayıda insanın bir arada bulunduğu veya girip çıktığı kapalı alanlarda yahut asansörler ve toplu taşıma vasıtaları gibi müştereken kullanılan yerlerde maske takma zaruretine ben de inanıyorum. Hatta Eminönü, İstiklal Caddesi, Kemeraltı gibi insan trafiğinin yoğun olduğu açık alanlarda bile maske ile dolaşılmalı. Fakat tenha bir parkta oturan yahut boş denebilecek bir sokakta yürüyen bir insanı maske takmaya zorlamanın bir anlamı var mı? Hayatın her ânının/alanının devlet eliyle düzenlenmesini sıradanlaştıran bu toptancı yaklaşım, uzun vadede salgından çok daha fazla zarar verme potansiyeline sahip.

Salgının yeniden yükselişini maske kullanımındaki özensizliğe bağlayanlar, vaka sayısının düşüşe geçtiği aylarda ‘her yerde maske’ zorunluluğunun olmadığını unutuyor. Vaka sayısını asıl yükselten, yaz aylarında artan seyahatler ile düğün, sünnet vb. organizasyonlardı.

Neler yapılabilir?

Bu dönemde ortaya çıkacağı belli olan bu hareketliliği azaltmak üzere, işçi ve memurların izinleri sonraki dönemlerde kullandırılmak üzere ertelenebilirdi (Bu, hâlâ mümkün).

Keza düğün, nişan ve benzeri etkinliklere Eylül yerine yaz başında sınırlama getirilebilirdi.

ÖSYM’nin düzenlediği sınavların geçerlilik süresi birer yıl uzatılarak yüzbinlerce daha az kişinin bu sınavlara girmesi (hâlâ) sağlanabilir.

Taksi ve dolmuş plakalarına konan tahdit gevşetilerek (daha iyisi, kaldırılarak) toplu taşımada yoğunluk (hâlâ) azaltılabilir.

Bütün bunlar yapılmadığı gibi, daha önce bütün bankalarca alınan vergi ve SGK primleri sadece kamu bankaları tarafından tahsil edilmeye başlandı. Yapılandırılmış (af kapsamına giren) borçlar ise yalnızca vergi daireleri tarafından tahsil ediliyor. Tahsilat ağının genişlemesi ödeme kuyruklarını azaltacak, salgınla mücadeleye destek olacaktır.

Bunlar, ilk etapta aklıma gelenler…

Görüldüğü gibi, küçük düzenleme ve tedbirlerle yapılabilecek hâlâ çok şey var.

Liberalizm Üzerine Çeşitlemeler

Yeni Dünyada, Yeni Sağ, Yeni Sol ve “Yeni Mutabakat”

Tarihte on beş yıl çok küçük bir süre. Dünyada, son on beş yıl boyunca köklü bir siyasi değişimin yaşandığını, Türkiye’nin yönetimine hakim açık veya gizli güçlerin dışında, görmeyen, kabullenmeyen kalmadı.

Değişimi belirleyen siyasi akıma 1980’li yıllarda “yeni sağ” adı verilmişti. Doğu Blok’unun ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra “yeni sol” çizgisi de giderek belirginleşti. Dünyada, 1980’li yıllar öncesindeki dönem için Norman Barry çizgisinde düşünenlerin teşhis ettikleri “eski sağ” ile “eski sol” arasındaki “devletçi mutabakat”ın yerini başka bir “yeni mutabakat” aldı.

Karl Marx, Kapital’in “Almanca birinci baskı önsözü”nde, kapitalizmin en gelişmiş örneği olduğu için İngiltere’yi model aldığını, ancak İngiltere’de  proleteryanın durumunun diğer Avrupa ülkelerinden çok daha iyi ve “iş müfettişlerinin, kamu sağlığı uzmanlarının denetiminde” olduğunu yazmıştı. Gerçekten İngiltere, 17. yy.’dan itibaren “yoksul kanunları- poor laws” ve 18. yy. sonlarından itibaren “Speenhamland sistemi” ile sosyal güvenlik uygulamasının da öncülüğünü yapmış, 19. yy.’ın sonlarına doğru, önce “Fabian Derneği”, sonra İşçi Partisi, 20. yy.’ın “devletçi mutabakat”ının oluşmasında etkili rol oynamıştı.

Son dönemde tarih yine yer bakımından tekerrür ediyor. Siyasi pratikte, “yeni sağ”ın öncülüğünü 1979’dan itibaren Margaret Thatcher’ın yapmış olmasının ardından, “yeni sol”un belirgin öncülüğünü de Tony Blair yapıyor. Yeni “liberal mutabakat” da öncelikle İngiltere’de oluşmuş görünüyor.

Siyaseti, doktrinlerden arındırıp “pragmatizm”le sınırlandırmak suretiyle “rejim muhafızlığı” gayretinde olanlara karşın, “Siyasi Doktrinler Tarihi”nin klasik yazarı Gaetano Mosca “her dönemde siyaset pratiğini yönlendiren bir siyasi düşünce sisteminin var olduğunu” ifade eder. Son dönemde, dünya siyasetindeki “yeni mutabakatın” dayandığı siyasi düşünce sisteminin, ya da “siyasi doktrin”in “liberalizm” olduğunu çoğunluk kabul ediyor.

Geçtiğimiz son iki yüzyılın sonlarında da, dünya siyasetinde köklü değişimler yaşanmıştı. Liberalizm, 17. yy. sonlarından itibaren, çok sayıda “sapma” ve karşıtları olmasına rağmen “aydınlanma çağı”nın egemen siyasi teorisi olmuş, siyaset pratiğini 18. yy. Ortalarından itibaren etkilemiş, Batı’da, 18 yy. son çeyreğinde başlayan ve 19. yy.’ın ilk üç çeyreğini kapsayan dönem, siyasi literatürde “liberal anayasacılık çağı” olarak adlandırılmıştı.

John Locke-Montesquieu teorik çizgisi esas alınarak, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi ve 1787 tarihli Amerikan anayasası ile başlatılan, sonunda 1876 anayasası ile Osmanlı’ya da uzanabilen “liberal anayasacılık çağı”nda, liberalizme karşı, sosyalist-komünist düşünce sistemleri, otoriter muhafazakârlık, ve İtalyan-Alman “milli birlik” hareketlerinin geliştirdiği “integral milliyetçilik” akımları, 1870’li yıllardan itibaren “siyasi pratiği” yönlendirir hale gelmiş, liberalizmin yerine, 20. yy’ın “devletçi mutabakatı”nın ortamını hazırlamışlardı. Yüzyılımızın ilk üç çeyreği boyunca liberalizm, “modasının geçmiş olduğu” düşüncesiyle, entelektüel alandan silinmiş, büyük çoğunluğun hiç uğramadığı, varlığı da unutulan bir “müze”ye konulmuş, sayıları çok azalan gönüllülerinin muhafızlığına terkedilmişti. Bu gönüllüler grubundan Milton Friedman, 1960’li yıllarda kendilerinin “aydın meslektaşlarının eksantrikler olarak nitelendirdiği küçük, kuşatılmış bir azınlık” olduklarını yazmıştı.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların sonlarındaki siyasi değişimler, teorik-entelektüel planda uzun süre hazırlıkları geniş ölçüde popülerleşmiş yeni siyasi düşüncelerin siyaset pratiğine intikali biçimindeydi. Günümüzün siyasi değişimi ise, öncekiler gibi bir hazırlık dönemi yaşanmaksızın, müzede unutulmuş olan eski bir siyasi doktrinin, muhafızları tarafından ve görünürde aniden, önce Thatcher’ın, sonra Reagan’ın önüne konulup uygulanmaya başlanması biçiminde ortaya çıktı. Bu durum “yeni dünya düzeni”nin ne olduğu hususunda yaygın bir şaşkınlık ve fikri kargaşa yarattı. Bu kargaşa, Türkiye’de, daha ileri düzeyde sürdürülüyor. Entelektüel planda, jakoben düşünce geleneğinin etkisinde olan çoğunluk, liberalizme, gerçeği ile ilgisiz ve gelişigüzel, olumsuz içerik ve nitelikler yükleyerek karşı çıkıyorlar. Bu durum, Türk toplumunun “yeni dünya düzeni”ni anlamasını, bununla uzlaşmasını zorlaştırıyor.

Liberalizm, üç yüz yılı aşan sürenin çok büyük bir siyasi edebiyat alanı. Buradaki amacımız, liberalizmin tarihi ve teorik muhtevasını, tümüyle ve yeterli çerçevede anlatmak değil, mütevazı ölçüde ve “ansiklopedik” sınırlar içinde, siyasete ilgi duyan herkese, klasik formuyla liberalizmin temel ilkelerini özet halinde hatırlatmak ve doğru tanınabilmesi için kapı aralamaktır.

Anlatımda, liberalizmin 17.yy. sonunda John Locke ile başlayan, “Aydınlanma Çağı”nın, “Aydınlanmış Despotizm- Enlightened Despotism”e sapmamış olan Locke takipçisi Montesquieu, Adam Smith, Thomas Paine gibi isimleriyle sürdürülen tarihi-teorik çizgisi esas alınacak, çağımızda liberalizmin klasik çizgisine sadık kalan Ortega y Gasset, Popper, Hayek, Friedman, Buchanan gibi düşünürlerin, Gaetano Mosca, Maurice Duverger, Giovanni Sartori, Robert A. Dahl, Barry Holden, David Held gibi siyasi doktrinler tarihçisi ve siyaset bilimcilerinin “ortak alanları” dikkate alınacak, “The Liberal Mind-Liberal Düşünce” adlı akademik eserin sahibi ve Encylopedia Americana’da Liberalism bölümünün tarafsız yazarı, London School of Economics’ten Kenneth R. Minogue’un “çerçevesi” esas alınacaktır. Gerektiğinde, siyasi tarih ve düşünce tarihi, Wells, Seignoboss, Gaxotte, Russel gibi çağımızın klasikleşmiş yazarları esas alınarak yansıtılacaktır.

Dikkatli okuyucularım, Anglo-Sakson “Faydacı Felsefesi”nin büyük, ünlü temsilcileri Hume, Bentham, James Mill, J.S. Mill’e neden temas etmediğimi merak edebilirler. “Faydacılar” düşüncelerini, 1215’te “Magna Carta Libertatum” ile başlayan, 1399’da ilk “parlamento” ile tanışan, 17. yüzyıl ortasında “Cromwell Askeri Rejimini” deneyen ve bunu terk eden, 1688’de, Parlamento kararı ile kralı tahttan indiren, “parlak siyasi devrimi” gerçekleştiren, yüzyıllar boyunca Adım Adım, Kısmi Düzeltmelerle, tedricen, “bill of rights” veya “petition of rights”larla “hukukun üstünlüğü” anlayışına ulaşan, Anglo-Sakson “Siyasi Tecrübesi” üzerine bina etmişlerdir. Bu tecrübenin benzeri, Dünyanın Bir Başka Ülkesinde Yoktur.

Locke’un felsefesi Tabiî Hukuk’a dayanır. Bu sebeple evrensel (global), bütün insanlar, toplumlar, siyasi çevreler içindir. “Faydacılar” ise tabii hukuku reddeder, -veya dolaylı olarak temas eder- görüşlerinde Anglo-Sakson siyasi pratiğini esas alırlar. Onlar da liberal siyasi doktrinin önemli isimleridir, ancak, yalnızca Anglo-Sakson liberalizminin.

Nitekim, Giovanni Sartori de, “Benim liberalizmim Locke ile başlamaktadır” dedikten sonra, liberalizmin tekrar Batıdan ziyade Doğu’da güçlenebileceği ümidini-ihtimalini ifade etmekte, bu suretle Locke liberalizminin Küreselliğini, bütün insanlar, bütün toplumlar, siyasi çevre ve gelenekler için olduğunu zımnen açıklamış olmaktadır.

Liberalizm, modern dünyanın en kıdemli ve Minogue’un doğru ifadesiyle “Temel Siyasi Doktrini”dir. Siyasi doktrin olarak çağdaş muhafazakârlık, sosyalizm, marksizm, sosyal demokrasi veya milliyetçilik üzerine kurulu siyasi görüşler, liberalizmin Sapması, Revizyonu, liberalizm dışı akımlarla Sentezi veya Antitezi olarak doğup gelişmişlerdir. Bu nedenle, liberalizmin doğru algılanması, siyasi tartışma alanının tamamı, hatta çağdaş siyasi anlayışın esası bakımdan da gerekli ve yararlıdır.

Zira, yine Sartori’nin iddialı bir ifadesiyle:

“Batı uygarlığı, ya liberal demokratik bir uygarlıktır veya hiçbir şey değildir.”

Öncelikle ve tekrar şu hususu hatırlatmak gerekmektedir:

Dünyanın “yeni gidişatında” belirleyici olmaya başlayan, liberalizmin herhangi bir türü değil, “klasik liberalizm”dir. Siyasi literatürde, “yeni, modern, sosyal” gibi sıfatlarla başka liberalizmlerden de bahsedilir. Bu başka liberalizmler, bizim konumuz olan klasik türünden çok farklı “sapmalar” niteliğindedir.

Burada, neden bahsettiğimizi öncelikle açıklamak için, belki bu yazı düzeninde henüz zamanı gelmeden, Milton Friedman’ın bir cümlesini kaydedelim:

“Liberalizm teriminin yozlaşması nedeniyle, Önceleri Bu Ad Altında Anılan Görüşler, Şimdilerde Çoğunlukla Muhafazakârlıkla Etiketlenmektedir.”

Gerçekten, Amerikan siyasi lisanında, Liberalizm kelimesinin çoğunlukla gelişigüzel, Avrupa’daki manasından farklı ve Sosyal Demokrat eğilimler için kullanıldığı bilinmekte, Locke’cu liberalizmin sadık Bendeleri, Taviz Vermez İdeologları olan Kurucu Babaların çizgisine de Muhafazakârlık adı verilmektedir. Yaratılan kavram kargaşası yüzünden 1980’li yılların “Yeni Sağ”ının gerçekte Klasik Liberalizm olduğu tam fark edilememiştir.

Biz, dünyanın “yeni gidişatı”na bir miktar Vuzuh temin etmeye çalışacağız.

Dünyada, 18.yy. son çeyreğinde, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi ve 1787 tarihli Amerikan Anayasası (ilk yazılı anayasa) “Liberal Anayasacılık Çağı”nı açan, Amerika’dan dünyaya yayılan, en saf şekliyle John Locke Liberalizmi’dir.

Locke, siyasi düşünce tarihinde, kendisinden sonraki çağları En Çok Etkilemiş Olan siyaset yazarıdır.

Felsefe, Sosyoloji, Siyaset Bilimi ve Siyasi Doktrinler

“Liberalizm” odaklı kavram kargaşasını, bunun yarattığı muğlaklığı aşabilmek için, ayrıca, “siyasi edebiyat” alanının tamamını kapsayan bir genel karışıklığı da hatırlatmak gerekmektedir. Bu karışıklık özellikle, siyasetin felsefeyle, sosyolojiyle özdeşleştirilmesinden, hatta bir “entelektüel tavır” olarak bunun tercih edilmesinden doğmaktadır.

Oysa, çağımızın saygın “siyaset bilimi” yazarlarından Maurice Duverger de ısrarla, felsefenin, sosyolojinin, tarihin, hukukun, ekonominin dışında, bunlardan bağımsız bir “siyaset bilimi” alanının olduğunu, bu bilimin dünyanın hemen bütün üniversitelerince tanınıp  kabul edildiğini, kürsüleri, profesörleri, öğrencileri, araştırma ödenekleri bulunduğunu, her yıl bu alanla doğrudan ilgili birkaç bin kitap veya makale yayınlanmakta olduğunu vurgulamakta, bu bilim alanının 1859’dan, Paul Janet’den itibaren bağımsızlaştığını hatırlatmakta, bu alanın diğerleriyle karıştırılmamasını öğütlemektedir.

Çağımızın bir başka saygın ve tanınmış “siyaset teorisyeni” Giovanni Sartori, özellikle, siyaset biliminin felsefe ile karıştırılmasından yakınmakta, “siyasetten bahsederken felsefi sorunların ait oldukları yerde bırakılmaları gerektiğini” yazmakta, siyasi edebiyat tarihinde “siyasi sorunlara felsefi yanıtlar verme yanlışına düşmeyen” az sayıda düşünürün olduğunu belirterek, yanlış yapmayanlara John Locke’u örnek göstermektedir. Sartori’nin örneğine göre, Locke “özgürlük”ü, felsefi eseri olan “İnsan Anlayışı Üzerine Deneme”de, “kişinin kendi saptadığı yolda hareket etmesi” olarak tanımladığı halde, siyasi eseri olan “Hükümet Üzerine İki İnceleme”de özgürlüğü “bir başkasının  keyfi, değişken, bilinmeyen iradesine tabi ol- mama” olarak tanımlamakta, bilinçli olarak “felsefi özgürlük” ile “siyasi alanda anlam taşıyan özgürlük”ü birbirinden ayırmaktadır. Bu ayrım yapılmadığı takdirde, siyaset teorisini “unutmak” gerekir.

Duverger’in yakınması daha çok “siyaset bilimi” ile “sosyoloji”nin de karıştırılmasına yöneliktir. Duverger’e göre, “siyaset bilimciler sosyolojiden, sosyologlar da siyaset biliminden bahsettiklerinde amatörlük sınırını aşamamaktadırlar.”

Siyaset biliminin başta gelen alanı, felsefeden, sosyolojiden, hukuktan, ekonomiden bağımsız “siyasi teoriler” ya da daha yaygın ifadeyle “siyasi doktrinler”dir. Liberalizm, muhafazakarlık, sosyalizm, faşizm v. s. öncelikle “siyasi doktrinler”dir.

Her siyasi doktrinin mutlaka, felsefi ve tarihi kökeni de vardır. Ancak, siyasi doktrinler, temellerindeki felsefi sistemden farklı olarak, somut siyaset alanına siyasi pratiğe aktarılmak, siyasi alanda uygulanmak üzere, “yeniden üretilmiş” düşünce sistemleridir. Başka bir muğlak kavram olan “ideoloji” de, siyasi doktrinlerin “bağnazlaştırılmış, sloganlaştırılmış özetleri” olarak tanımlanabilir.

Siyaset bilimi ile diğer sosyal bilimler arasındaki temel ayrımın yapılması kaydıyla, siyaset bilimi kendi alanında “siyaset felsefesi” ve “siyaset sosyolojisi”ni de kapsamına alır.

Siyasetin teorik ve pozitif gelişme tarihine kısaca baktığımızda, siyasi doktrinlerin John Locke, Edmund Burke gibi büyük öncülerinin daha çok “Anglo-Sakson-Amerikan” dünyasında, siyasetle de ilgilenen “filozoflar”ın, başta Fransa olmak üzere, Kıta Avrupa’sında öne çıktıklarını görmek mümkündür. Siyasi doktrinlerin öncüleri, çoğunlukla, siyasetin de içindedirler. Filozoflar ise, “dışarıdan” hüküm verirler.

Siyasi doktrinler daha ziyade “deneyselci-tümevarımcı-ampirik” metodu, filozoflar “tümden gelimci-rasyonalist”metodu izlerler. Özgürlükçü-liberal siyasi modeller doğrudan siyasi doktrinlere dayanır veya siyasi doktrinlerle “meşrulaştırılır”. “Felsefeler” ise çoğunlukla totaliter-otoriter siyasi modellere kaynak olmuşlardır. Ancak, siyasi edebiyat alanında, Sartori’nin de vurguladığı gibi, belki de felsefenin “esrarı” cazip geldiği için, siyasi uygulamayı doğrudan etkilemiş olan siyasi doktrin öncülerinden, filozoflar daha çok ilgi görür. Örneğin, son üç yüz yılın siyasi pratiğini en çok etkileyen teorisyenlerin önünde gelen Locke değil de, Locke çizgisinde liberal görüşlü bir “filozof” olan, siyasetle doğrudan ilgili görüşü yalnızca “ahlak esasına dayalı uluslararası-global bir dünya düzeni” ile sınırlı bulunan Immanuel Kant her nedense daha çok anılır. Günümüzde Hayek’ten ziyade John Rawls’a itibar edenlere rastlanır. Çağdaş-özgürlükçü muhafazakarlığın teorik öncülüğünü Burke yaptığı halde, “diyalektik”i yoluyla Marksizmin, Giovanni Gentile vasıtasıyla faşizmin “filozofu” olmasının yanında, muhafazakarlıktan bahsedenler de çoğunlukla Hegel’in, Popper’ın ifadesiyle “falcı felsefesi”ne başvururlar.

Kavram kargaşasından, zihni karışıklıktan kurtarılabilmesi için, liberalizmin felsefe ve sosyolojiye bulaştırılmadan, “siyasi doktrin” olarak ele alınması zorunludur. Liberalizmin doğru algılanabilmesi için bu çerçeve özellikle önemlidir. Zira liberalizmin önde gelen niteliklerinden birisi, Minogue’un ifadesiyle “saf bir siyasi doktrin” olmasıdır. Biz de liberalizmi, “saf bir siyasi doktrin” olarak ele alacağız.

İzlenebilen, iki bin beş yüz yıllık, yazılı siyasi tarih boyunca, eski Çin, Hint, Ortadoğu, Grek, Roma uygarlıklarından günümüze, daima iki ayrı siyasi düşünce çizgisi var olagelmiştir. Bunların birisi, siyasi anlamda kolektivist ve belirginleştiği nispette devletçi, bireyi geri plana iten çizgi, diğeri de insanı, insanın hak ve özgürlüklerini ön plana alan, ferdiyetçi- özgürlükçü çizgidir.

Liberalizmin temel özelliği tarihten gelen özgürlükçü-ferdiyetçi siyasi düşünce çizgisi üzerinde geliştirilmiş çağdaş bir siyasi doktrin olmasıdır.

Minogue’un ifadesiyle, “liberalizmin tarihinde, bağnazlık ve despotizme karşı kendilerini özgürlük savaşına adayan insanların efsaneleri yer alır”. Bir anlayışa göre, “Semavi Dinler”in, Nemrud’un, Firavun’un zulmüne karşı, insanın hayatını, hak ve özgürlüklerini koruyan “menkıbelerine” de liberalizmin tarihinde yer verilebilir.

Liberalizm “Ne Değil”dir

Minogue, yorumlarının, sapmalarının, farklı uygulamalarının, antitezlerinin yol açtığı uzun süreli tartışmanın sonunda liberalizmin “ne olduğu”nun anlatılmasından önce, “ne olmadığı”nın anlatılmasının zorunlu hale geldiğini yazmaktadır. Bu bakımdan, son yüzyıl boyunca, liberalizmin en büyük alternatifi olan Marksizmin etkisi önemlidir.

Her siyasi teori ya da doktrinin felsefi, tarihi kökeni, buna dayalı, farklı düşünce dünyaları” vardır. Karşı çıkmak için “hayali modeller, kompozisyonlar” kuranların dışında, bir düşünce dünyası”nın mensubu, diğer teori veya sistemleri de genellikle, “kendi düşünce dünyasının” varsayımları içinde algılar ve tanımlar. Oysa, bir başka siyasi teoriyi doğru algılayıp tanımlamak isteyenin, öncelikle farklılığı hatırlaması ve kendi “düşünce dünyasından” vazgeçmesi değil, fakat bunu “saklı tutması” gerekir.

“Tarihi materyalizm’in, M.Ö. 4. yy.’a, Demokritos’a uzanan felsefi temelini ayrık tutmak, Thomas More’un “Utopia”sını gözardı etmek suretiyle, çağımızı etkileyen sosyalist akımın Babeuf’ün  “Eşitler Kulübü”nden, 1795’ten itibaren gelişmeye başladığını, 1820’li yılların “ütopik sosyalistleri” ile yaygınlaştığını, Marx’ın “komünist manifesto”sundan itibaren, 19. yy. sonlarında ve 20. yy’da, entelektüel planda, rakipsiz bir egemenlik kurduğunu ifade etmek mümkündür. Bu durum, entelektüel alanın, azınlıktaki sosyalist-marksist olmayan kesimini de etkilemiş, onları da bir ölçüde “sosyalist-marksist düşünce dünyası” içinde düşünür hale getirmiştir. Bu yüzden, çağımızda liberalizme de, genellikle “sosyalist perspektif”le bakılmış, liberalizmin klasik literatüründe, uygulanmasında yer almayan pek çok “yabancı özellik” liberalizme izafe edilmiştir.
Örneğin:

1- Siyaset bilimi, devletin, toplumda “idare eden profesyonel azınlık ve idare edilen çoğunluk” ayırımının belirmesiyle doğduğunu varsayar. Siyaset biliminin öncelikle konusu, “devlet ve idare edenlerle idare edilenler ilişkileri”dir.

Liberalizm, siyaset biliminin çerçevesine uygun olarak, devleti temel alır ve idare edenlerle idare edilenler ilişki ve çatışmasına öncelik verir. Bu açıdan liberalizm, “devletin amacı, kapsamı, sınırları, sınırlandırılması ile ilgili bir siyasi teori” olarak tanımlanır.

Sosyalist-marksist teori ise, ekonomiye dayalı toplum sınıfları arasındaki çelişki ve çatışmayı esas alır. Manifesto’daki ifadeyle “siyasal güç, bir sınıfın ötekileri baskı altında tutmak amacıyla örgütlenmesi” olarak algılanır, “devlet sınıf üstünlüğünü sağlamanın aracı ve ekonomik sistemin yansıması” olarak, modern devlette, “burjuvazinin ekonomik işlerini yürütmek için kurduğu bir komite” olarak tanımlanır. Sosyalist düşünce, bu temel varsayımı nedeniyle “ekonomik alan”ın dışında, ondan bağımsız bir “siyasi alan”ın, bu alana has siyaset teori veya doktrinlerinin varlığını içine sindiremez. Bu nedenle liberalizmi, kapitalizmle eş anlamlı ve burjuva rejimi olarak tanımlamayı tercih eder.

Liberalizmin doğru algılanması evvela, bu sosyalist varsayımı “saklı tutmakla”, ekonominin dışında, hatta üstünde “siyasi güç”ün varlığını mümkün görmekle başlar.

2- Marksist (ya da Hegelci) diyalektiğin ve “marksist tarih formülü”nün, “liberalizmin düşünce dünyasında” yeri yoktur. Liberalizmi marksist siyasi mantık ve tarih formülü içinde “konumlandırmak”, doğru anlaşılması yönünde bir başka engeli yaratır.

3- Sosyalist eğilim genellikle “devlet ile toplumu” özdeşleştirir. Gasset’ten, Hayek’e çağdaş liberaller bu özdeşleştirmeye karşı çıkarlar, “birey-toplum-devlet” farklılığını önemle vurgularlar. Liberallere göre, devletle toplumu özdeş  gören “kamusal alan” formülü, zorunlu olarak totaliter düşünceye götürür. Liberallere göre, genel bir “kamusal alan”değil, bireysel alanın yanında, birbirinden farklı “siyasal alan” ve “toplumsal alan” gerçekleri vardır. Sivil Toplum, liberalizmin temel kavramlarındandır.

4- Sosyalist eğilim, genellikle “siyaset bilimi” ile “sosyoloji”yi de özdeşleştirir. Oysa Duverger’nin de ısrarla belirttiği üzere, sosyolojiden farklı, bağımsız bir “siyaset bilimi” alan vardır. Norman Barry, sosyolojideki “bilim” vasfını, liberal özgürlük düşüncesinin “insan davranışlarının önceden bilinemezliği” temeline aykırı bulur ve özgürlüğün “bilimsel kalıplara” konulamayacağını ifade eder. Sosyolojinin yanında, felsefeyi de siyasetle karıştırmamak, “ait olduğu yerde tutmak” gerekir.

5- Marksist tarih formülünün ve sosyalist ekonomi mantığının liberalizmle bağlantı kurduğu bir başka olgu da “ulus-devlet”tir. Sosyalist düşünceye göre, liberalizmle eş anlamlı olan kapitalizmin doğup gelişmesi için, feodalitenin aşılması, olabildiğince geniş sınırlara sahip devletin yayıldığı coğrafi alanı tam denetim altına alması gerekir. Kapitalizmin zorunlu seyri toplanma (concentration) yönündedir. Bu da, önce uluslaşmayı, ulusal ekonomi politikasını, son safhasında da emperyalizm yarışını zorunlu kılar.

Bu varsayımlar da “liberalizmin düşünce dünyası”na yabancıdır. Liberal bireycilik, Popper’ın da tekrarladığı üzere “ilk ulusçuluk” akımını yaratmıştır ancak bu, bireyin kimlik ve kişiliğine bağlı, özgürlük ve eşitlik isteğinin doğal tezahürlerindendir. Bu nitelikteki ulusçuluk “antiemperyalist”tir, bireyin mensup olduğu çevreden tevarüs ettiklerinin tanınması, meşrulaştırılması ve saygı görmesiyle sınırlıdır. Liberal-antiemperyalist ulusçuluk, Avrupa’da, imparatorluklara karşı “ulusal bağımsızlık” hareketlerine ilham vermiştir. Çağımızın sonundaki “yeni mutabakat” döneminde, 1990 tarihli “Paris Şartı” ile güncelleştirilen “üçüncü kuşak insan hakları” “liberal-antiemperyalist ulusçuluk”la, ortak, bireycilik anlayışının ürünüdürler. Günümüzdeki algılanışıyla “ulus devlet projesi” ise, liberal-antiemperyalist ulusçuluğa karşı, 19. yy. ikinci yarısından itibaren geliştirilen, tamamıyla ters yöndeki “uluslaştırma-nation building” akımının ve 20. yy.da faşizme yol açan “integral milliyetçilik” zihniyeti ürünüdür.

Karl Popper, entelektüel planda Hegel öncesi dönemi liberal ulusçuluk, Hegel ve sonrası dönemi de “emperyalist, ulus-devlet dönemi” olarak ayırır. Klasik liberallerin çoğunluğu gibi Popper de temelde “ulusal devlet” projesini benimsemez.

Popper’ın ifadesiyle:

“Ulusal devlet ilkesi, yani her devletin topraklarının içinde bir tek ulusun yaşaması gerektiğini ileri süren siyasal talep, uygulanamaz olmakla kalmaz, hiçbir zaman açık seçik düşünülmemiştir de. O bir mitosdur. Usdışı, romantik ve ütopyacı bir düştür.”

6- Liberalizmin dışında, anarşist bireycilikle kapitalizmi birleştiren, adına “Anarko-kapitalizm” denilen bir siyasi akım daha vardır. Bu farklı akımı dikkate almayanlar, “anarko kapitalizm”le liberalizme, özdeşleştirmekte veya karıştırmaktadırlar.

7- Çok görülen bir başka yanlışlık da, “liberalleştirme” kelimesinin, liberalizmle karıştırılmasıdır. Örneğin, Komünist Çin 1979’dan beri ekonomisini tedricen “liberalleştirmekte”dir. Ancak rejim liberalizminden çok uzaktır ve Komünist Çin’in liberalizmi kurma amacı yoktur. Bunun gibi rahmetli Özal da Türkiye’nin kambiyo rejimini liberalleştirmiştir. Ancak, bir bütün olarak liberalizmi benimsememiş, hedeflememiş, uygulamamıştır.

8- Liberalizmin felsefi temelinde “liberal bireycilik” vardır. Liberal bireycilik, bağımsız akımlar olan “anarşist bireycilik” ve “felsefi bireycilik’ten farklıdır. Liberalizmin bireyi, toplum sözleşmesiyle devleti kuran, toplumun ve devletin kurallarına uymayı önceden kabullenen, maddi ve manevi cephesiyle tam ve doğru biçimde tanımlanan “gerçek birey”dir. Liberalizmin bireyciliğinin, diğer türleriyle ilgisi yoktur. Oysa pek çok kimse, liberal bireyciliği, diğer türleriyle karıştırmaktadır.

Liberalizm, insanı en değerli varlık olarak görür ve insana güvenir. Toplumsal kurumların ve devletin insana hizmet etmesi gerektiğini düşünür. Bunun için toplumu ve devleti gerekli görür. İnsanın toplum ya da devlet tarafından ezilmesine karşı çıkar. Bu sebeple insan hak ve özgürlüklerinin saygı görmesini, korunmasını, güvenceye alınmasını en önemli hedef olarak kabul eder. İnsani, devletin, toplumun veya başka insanların kulu olmaktan korur.

Ancak, liberalizm insanın “dış özgürlüğü” ile ilgilidir. İnsanın “iç özgürlüğüne” karışmaz. Felsefi, metafizik özgürlük tartışmalarını Sartori’nin deyimiyle “ait oldukları yerde” bırakır.

“Allah’a kul olmak” insanın iç özgürlük alanındadır. Liberalizm bununla ilgilenmez. Liberalizmin amacı insanı “kulun kulu yapmamaktadır”.

Liberal bireycilik, “Allah’ın kulunun, kula kul olmaması” olarak da tanımlanabilir.

Çağımızın entelektüel alanda etkin “sosyalist düşünce dünyasında” kalmak kaydıyla, klasik liberalizme izafe edilen vasıf ve özelliklerin çoğunlukla “yanıltıcı” nitelikte olduğunu gösterecek çok sayıda başka örnekler verilebilir. Buradaki amaç, tam liste vermek değil, klasik liberalizmin de ancak “kendine özgü düşünce dünyasında” doğru algılanabileceğini, tanınabileceğini hatırlatmaktır.

Leviathan’a Karşı İnsan Hak ve Özgürlükleri Doktrini

Evriminin son aşamasında, yaklaşık dünyadaki yüz bin yıllık ömrünün çok uzun bir bölümünü insan, kuşkusuz topluluk halinde, toplumlar oluşturarak, fakat “devletsiz” yaşadı. Bugünküyle benzerliği olmayan, ilk “devletsi” oluşumların başlangıcı, en çok üç bin yıllık, çok kısa bir süre öncesine ulaşır. Bugünkü anlayışa uygun devletin başlangıcı ise, çok daha yakın bir tarihe, 15. yy. a ulaşabilir. Bu nedenle, devlet “ezeli” değildir.

Devlet “ebedi” de olmayabilir. Çağımızın ilk üç çeyreğinin büyük, etkili siyasi düşünce akımı olan Marksizm, komünist topluma ulaşıldığında, devlete gerek kalmayacağını ve devletin yok olacağını varsaymıştır. Bunun gibi, son üç yüz yılın diğer büyük siyasi düşünce akımı olan liberalizmin 20.yy’daki tanınmış temsilcilerinden Ortega y Gasset’de, “devletin bazı insanlar tarafından yaratılan, insan işi bir yapıt olduğunu ve yarın ortadan kayboluvereceğini” yazmıştır.

Özetle, “modern zamanlar”ın iki büyük siyasi akımı, devletin, metafizik, kutsal, “ezeli ve ebedi bir varlık” olmadığında uzlaşırlar. Marksizme göre devlet, ekonominin siyasi alandaki yansımasıdır ve hakim üretim biçimi siyasi gücü şekillendirir. Bu varsayımın aksine, liberalizme göre ise, devletin ortaya çıkmasından bu yana siyasi güç, sınırsızlığı oranında, ekonominin, toplumsal alanın, tarihin rakipsiz hakimidir. Asıl olan, ekonomi değil, siyasi güç ya da devlettir. Marksizm, proleteryanın ihtilal yoluyla siyasi gücü eline alması ve proleteryanın elindeki siyasi güçle, devlet gücüyle üretim biçiminin değiştirilip komünist topluma ulaşılmasını hayal etmiştir. Klasik formuyla liberalizm ise, aslında “devletli” bir siyasi doktrindir. Toplum sözleşmesiyle kurulan devletin, insan hak ve özgürlüklerini çiğnemeyecek, bunları koruyacak şekilde sınırlandırılıp, denetim altına alınmasını ve bir “hizmet teşkilatlanmasına” dönüştürülmesini öngörür. Gasset’in dediği gibi, bir gün devlet “kayboluverirse”, bu liberalizmin de sonu olur. Ancak, bu durumda liberaller pek fazla matem de tutmazlar.

Var olduğundan beri devlet, ister ekonominin, üretim biçiminin yansıması, isterse cebir gücünün, egemenliğin ekonomiyi de yönlendiren öznesi sayılsın, siyasi tartışmanın nedeni, merkezi olmuş, zaman içinde özü değil, fakat görüntüsü, özelliği değişmiştir.

Hobbes’un Gerçekçi Devlet Tanımı: Leviathan

Batı dünyası, gelişimin öncülüğünü, feodalitenin hakim olduğu “Orta Çağ” da ele geçirmiş, iki-üç yüzyıllık süreçte feodaliteden “merkez: monarşi”lere geçilmişti. Feodalitenin sonu, “Din Reformatörleri”nin, “Tanrının Verdiği Mutlak İktidarı”, Papa’dan alıp, kendilerini koruyan monarklara bahşettikleri dönem de olmuştu.

“Sınırsız, mutlak monarşi” anlayışının doruğa ulaştığı 17. yy. ortalarında, siyasi edebiyat tarihinin önemli isimlerinden Thomas Hobbes, devleti, ekonomi gücünün (dominium) ve cebir gücünün (imperium) mutlak, rakipsiz sahibi olan “ejderha-leviathan” olarak nitelendirmişti. Özgürlük, ancak monarkın kendi iradesiyle, kendisini sınırlandırması yoluyla ve lütfettiği oranda mümkündü. Dönem, ekonomide devletçi-himayeci “merkantilizm”in itibar gördüğü dönemdi.

Leviathan’a karşı ilk “korunma ihtiyacı” veya tepki, merkezi monarşiye erken geçmiş olan İngiltere’de, çok daha önce, 1215’te “Magna Carta”dan itibaren başlamış, ancak, “din reformu” İngiltere’de “Monarkın Tanrıdan aldığı mutlak iktidarı” düşüncesini geliştirmişti. Bu ortamda 17. yüzyılda önce Cromwell askeri rejimine, sonra, 1688 “Özgürlük Devrimi’ne ulaşıldı.

John Locke’un “İnsan Hakları” Doktrini

İngilizlerin “1688 siyasi devrim”i, bu devrimi yönlendiren siyasi düşüncenin, “evrensel bir siyasi doktrin” haline gelmesinin yolunu açtı.

Aydınlanma çağının ve felsefede “empirizm”in de öncüsü sayılan büyük İngiliz siyasi yazarı John Locke, devrime teorik meşruiyet sağlamak amacıyla, 1690’da, “Hükümet Üzerine İki İnceleme” adlı eserini yayınladı. Bu eser, sonraki çağların siyasi düşünce ve pratiğini etkilemesiyle, siyasi tarihte çok büyük bir önem kazandı.

Locke, düşüncesini M.Ö. 4. yy’dan, Yunanlı Stoisyenlerden itibaren etkinliğini sürdüren “Doğal Hukuk Doktrini”ne dayandırıyor ve “insanların devletten önce ve devletin üstünde, doğal hukuktan gelen temel hak ve özgürlüklerinin olduğunu ve devletlerin bu hak ve özgürlükleri çiğneyemeyeceklerini” ileri sürüyordu.

Locke’un eserinden 86 yıl sonra, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’ne aynen intikal ettirilen, 1787 tarihli Amerikan anayasasının “ruhunu” oluşturan, sonraki yüzyıl boyunca “liberal anayasacılık çağı”nı yönlendiren formülü kısaca şudur:

“Devlet, insanlar tarafından, insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacıyla, insanların rızasına dayanan toplum sözleşmesiyle kurulur. Meşruiyetinin temeli, insanların rızası ve insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacıdır. İnsanların rızasını yitiren ve insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacından sapan devlet, meşruiyetini yitirir. Meşruiyetini yitiren devlete karşı insanların direnme ve bu devleti feshedip yenisini kurma hakları doğar.”

Locke’a göre devletin “insan hak ve özgürlüklerini” aşan bir “hakimiyet hakkı” yoktur. Bu bağlamda Locke düşüncesi “hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü” ile eş anlamlıdır. Locke’un mesajı “Leviathan”a karşı en coşkulu, tarihi meydan okumadır.

Locke’un formülündeki “rıza” unsuru da çağdaş “demokrasi” kavramının temelidir.

Locke’un “özgürlükçü çizgisi” sonradan İngiltere’de, D. Hume, A.Smith, Thomas Paine, Fransa’da Voltaire, Montesquieu gibi siyasi edebiyat tarihinin büyük isimleri tarafından sürdürüldü.

Locke çizgisi uzun süre “isimsiz” kaldı. Çok sonra, 1810’dan itibaren bu çizgiye “liberalizm” adı verildi.

Locke özgürlüğü “bir başkasının veya iktidar sahibinin keyfi iradesine tabi olmamak” biçiminde “negatif özgürlük” olarak tanımlıyordu. Devlet insanların özgürlük alanına da, topluma da müdahale etmemeliydi. Locke dine bağlı bir Anglikan”dı. Doğal hukuku “Allah’ın emirleriyle aynı” görüyordu. Ancak, din, inanç özgürlüğüne en büyük değeri vermekteydi.

Locke çizgisindeki “klasik liberalizm” öncelikle bir “insan hak ve özgürlükleri doktrini” olarak siyasi tarihteki yerini aldı.

Bütün diğer doktrinler ve siyasi kavramlarda olduğu gibi, liberalizm de farklı yorumlara, tanımlara, yanlışlıklara maruz bırakıldı, farklı türleri ve uygulamaları üretildi. Bunda liberalizmin adının geç konulmuş olması da etkili oldu.

Özgürlük, Eşitlik, Adalet, Demokrasi, Barış

Klasik liberalizm “özgürlük, eşitlik, adalet, barış” kavramlarıyla sloganlaştırılır. Genellikle “demokrasi” ayrı bir alan sayılır. Ancak, demokrasinin teorik ve pozitif gelişmesi, 19. yy. son çeyreğine kadar, liberalizmi takip etmiştir. İngiltere’de, 1215’te “Magna Carta” ile, siyaset pratiğinde başlayan süreç gerçekte, liberalleşme sürecidir. Teorik planda klasik liberalizmin öncüleri, aynı zamanda batılı, çağdaş demokrasi teorisinin de öncüleridir. Çağdaş, batılı demokrasi teorisinin de öncülüğünü John Locke’un yaptığı hususunda, Sartori, Holden, David Held’in de katıldığı geniş bir uzlaşma vardır. Locke’un:

“Devlet insanlar tarafından, insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacıyla, yönetilenlerin rızasına dayanan toplum sözleşmesiyle kurulur. Meşruiyetinin temeli, yönetilenlerin rızası ve insan hak ve özgürlüklerini güvenceye alma amacıdır. Yönetilenlerin rızasını yitiren ve insan hak ve özgürlüklerini güvenceye alma amacından sapan devlet meşruiyetini yitirir. Meşruiyetini yitiren devlete karşı insanların direnme ve devleti feshedip yeniden kurma hakları doğar” formülündeki “rıza” unsurunun çağdaş demokrasi teorisine temel oluşturduğu genellikle kabul edilir.

Barry Holden “Locke’un rıza unsurunun çağdaş “anayasal demokrasi”, yine Locke formülündeki “direnme hakkı”nın da “radikal demokrasi” akımlarına kaynak olduğunu yazar.

David Held, bu unsurlara Locke’un “hoşgörü teorisi”ni ekler. Locke, çağdaş insan hak ve özgürlükleri kavramının öncüsü olduğu gibi, “siyasi ve dini hoşgörü” teorisinin de öncüsüdür. Küçük, fakat etkisi yönünden önemli eserlerinden birisi de “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup”tur. Locke, burada devletin “bütün düşünce ve inançlara karşı aynı mesafede ve tarafsız” olması gerektiğini ileri sürer. Locke, “insan hak ve özgürlüklerinin güvenceye alındığı çoğunluk sistemi” ve “kuvvetler ayrılığı” düşüncesinin de fikri öncüsü olarak görülür. Özellikle Amerikan modeli bakımından Locke’u tamamlayan teorisyenin, onun çizgisindeki ve “kuvvetler ayrılığı” ilkesini geliştiren Montesquieu olduğu kabul edilir. Bazı kaynaklarda, kısaca Amerikan modelinin “Locke-Montesquieu ortak teorik çizgisine dayandığı” yazılıdır. Locke’un yazdıklanndan çok daha önemli olan yönü, kendisinden sonra gelen 18 ve 19. yy’ların “demokrasi teorisyenleri”ne, hareket noktası, cesaret ve düşünce ufku vermiş
olmasıdır.

Aynı düşünceyi ifade eden çağdaş siyaset bilimcilerin içinde, özellikle Giovanni Sartori, günümüz batı demokrasisinin de gerçekte liberal demokrasi olduğunu, “Çağdaş batı demokrasisinden liberalizmin unsurlarını çıkardığımızda geriye pek bir şey kalmayacağını”, ancak, çağımızda liberalizm unutulmuş olduğundan, çoğunluğun demokrasiyi anlatırken, farkında olmadan liberalizmi anlattığını ısrarla ve tekrar ederek vurgulamaktadır. Bu durum, özellikle günümüz Türkiye’sinde, her gün karşılaştığımız bir durumdur.

Klasik liberalizmin demokrasiye kazandırdığı ve çağdaş batı demokrasisinde de hala temel ilkeler olarak yaşayan, klasik liberalizmin ürünü olan unsurların önde gelenleri şunlardır:

1-İnsan hak ve özgürlükleri.

2-Hukuk normu karşısında eşitlik.

3-Hukukun üstünlüğü ve devlet egemenliğinin “insan hak ve özgürlükleriyle sınırlandırılması”.

4-Kuvvetler ayrılığı ve özellikle, “halka dayanan yargı bağımsızlığı”.

5-Devlet fonksiyonlarının tamamının yargı denetimine tabi olması, “hukuk devleti”.

6-Resmi ideolojisi olmayan “tarafsız ve bütün fonksiyonlarıyla açık devlet”.

7-Bütün düşüncelerin siyasi alanda örgütlenebilmesine ve yarışmasına imkân veren “parlamenter demokrasi”, devlet fonksiyonlarının siyasi denetimi.

8-Ademi merkeziyetçilik-yerel yönetimcilik.

9-Anayasal demokrasi.

Burada, “klasik fonksiyonlarıyla sınırlı devlet”, “kendiliğinden düzen”, tartışma alanı olduğundan saklı tutulmaktadır.

Yukarıda sayılan 9 unsurun tamamı, sosyalizmin değil “klasik liberalizm”in, solun değil, “liberal sağ”ın ilkeleridir. Garip olan, bu ilkelere Türkiye’de “sol” sahip çıktığı için, kendilerine “sağcı” diyenlerin çoğunlukla karşı çıkmalarıdır.

Sartori’nin vurguladığı gibi, liberalizmin bu ilkeleri, çağdaş demokrasinin içerisinden çıkarıldığında, geriye “demokrasi denebilecek herhangi bir şeyin kalmayacağı’ açıktır.

Klasik liberalizm, herkesin başkasına zarar vermedikçe özgür olduğu, herkesin eşit kişiliğe sahip olduğu herkesin hakkını alabildiği, korkudan kurtulduğu, refaha ve mutluluğa ulaşabilmek için yeteneklerini özgürce kullanabildiği, baskı ve haksızlıklardan doğan gerilimlerin aşılabildiği bir dünyada, barışa ulaşabilmenin de kolay olduğunu varsayar. Liberalizm, bütünüyle “bir adalet teorisi”dir.

Klasik liberalizmin dışındaki “Yeni Liberalizm” akımı 19. yy. sonlarında, sosyalizme sapmış, İngiliz Liberal Partisinde olduğu gibi, Sosyalist partilerin dışında “sosyal refah devleti” politikasını benimsemiştir.

Ancak, demokrasinin temel unsurlarını geliştiren, insan hak ve özgürlükleri doktrini olarak doğan, 20. yy’ın yeni, “solcu” liberalizmi değil, eski klasik liberalizmdir.

Batı siyasi tarihinde, “liberalizm, demokrasiye, kronolojik olarak Öncülük Etmiştir. On sekizinci yüzyıldan itibaren, önce, fikri ve pratik alanda, Liberalizm yerleşmiş, Batı demokrasisi, liberalizmin oluşturduğu ortamda, daha sonra kurulmuş, gelişmiş ve yerleşmiştir.

Dünyada, yirminci yüzyıl tecrübesi şunu göstermiştir:

Liberalizmin Yaşanmadığı, Yerleşmediği, Kökleşmediği Yerlerde, Gerçek Anlamda Demokrasi Kurulamamakta, Yaşayamamaktadır.

Bu aslında, doğaldır. Zira demokrasinin olabilmesi için, öncelikle, İnsan Hak ve Özgürlüklerinin Güvenceye Alınmış Olması Gerekir. Özgürlükleri ve temel hakları güvenceye alınmamış, siyasi gücün tehdidi altında bulunan ülkelerde, halkın serbestçe siyasi alanda örgütlenmesi, düşüncesini serbestçe ifade etmesi, dolayısıyla gerçek anlamda, Halkın Halk İçin, Halk Tarafından Yönetiminin gerçekleşmesi mümkün değildir .

Batı demokrasisinin, doğru ve tam adı, Liberal Demokrasi’dir.

Liberalizm Ekonomi Teorisi Değil, “Saf Bir Siyasi Doktrin”dir

Liberalizmden bahsedildiğinde, büyük çoğunluğun aklına, ilk önce, serbest ekonomi, kapitalizm ve “bırakınız yapsınlar” tekerlemesi gelmektedir. Bu, Markist düşüncenin yerleştirdiği bir yanlış algılamadır.

Prof. Dr. Feridun Ergin’in doğru ifadesiyle, kapitalizm bir teori, doktrin değil, bir “fiili durum”dur. Kapitalistler, liberalizmden önce de vardı, yüzyılımızın liberalizme karşı olan bütün rejimlerinde, legal veya illegal biçimde var olagelmiştir. Kapitalist, yalnızca rekabet gücüne sahip olabildiğinde ve nadiren liberalizmden yana olur, halen Türkiye’de de görüldüğü gibi, kapitalistler çoğunlukla devletin kendilerini, “milli ekonomiyi” himaye etmesini ister, bu suretle liberalizme karşı çıkarlar. Bu gerçeklerin karşısında, liberalizmle kapitalizmi özdeşleştirmek yanlıştır.

Liberal-negatif özgürlük, özgürlükler alanına devletin karışmamasını öngörür. Ekonomi de, bireysel özgürlükler alanının önemli bir unsurudur. Devlet, insanların, dinine düşünce ve ifadelerine, örgütlenmelerine v. s. karışamayacağı gibi, ekonomik faaliyetlerine de karışmamalıdır. Hayek’in “kendiliğinden doğan içtimai kuvvetler” formülü, bunun karşılığı olan “kendiliğinden düzen” ilkesi, “toplumsal alan”ın tamamı içindir. Liberalizm, ekonominin de, “devletin müdahale etmediği piyasanın
kendiliğinden düzenini”ne tabi olmasını amaçlar. Liberalizmin ekonomideki modeli, kapitalizm değil, fakat, “akit serbestisi ve serbest rekabet esaslarına bağlı piyasa ekonomisi”dir.

Belki bu konudaki düşünce yanlışlıklarının bir bölümü, siyasi düşüncesiyle klasik liberal teorinin önemli bir ismi olan Adam Smith’in, aynı zamanda, Marks’ın adlandırmış olduğu “klasik-liberal ekonomi teorisi”nin de kurucusu olmasından kaynaklanmaktadır. Smith, genel olarak insan hak ve özgürlüklerinden ve piyasa ekonomisinden yana olduğu için liberaldir. Smith, bu çizgide kalmamış, ayrıca “teknik ve bilimsel” nitelikli “klasik ekonomi teorisi”nin de öncülüğünü yapmıştır. Bu teoride, devletin karışmadığı piyasada, ekonominin “kendiliğinden düzeni” içinde, ekonominin nasıl gelişeceğini, fizik kanunları benzeri, bilimsel kanunlarının, muayyeniyetlerinin neler olacağını incelemiş, örneğin fiatın “arz ve talep eğrilerinin kesiştiği yerde oluşacağı veya gelirin “ücret, rant, faiz, kâr”dan oluşan dört temel unsura bölündüğü sonucuna varmıştır. Ekonomist Smith’in bu ikinci safhada vardığı sonuç veya varsayımlar, liberal devleti ilgilendirmez. Devletin işi, ekonomiyi piyasaya bıraktığı anda bitmiştir. Kurallarına uygun olarak işleyen piyasada, klasik ekonomi teorisinin varsayımlarının aksine sonuçlar doğarsa, liberal devlet, “illa Smith’in dediği olacak” diyerek, piyasaya müdahale çelişkisine düşmez. Klasik liberalizmin, ekonomiyi piyasaya bırakmanın dışında, ayrıca bir ekonomi modeli, devlet tarafından uygulanacak bir ekonomi projesi” yoktur. Piyasada, akit serbestisi uyarınca isteyen kolektif teşebbüsleri teşkilatlandırır, dini inançlarına aykırı gören de, faizsiz bir ekonomik ilişkiler modelini uygulayabilir.

Hayek, “bırakınız yapsınlar gibi anud prensiplerin de liberalizmde yerinin olmadığını” ifade etmektedir. Bu tekerleme, aslında, liberallerden değil, Fransız fizyokratlarından gelmektedir. Liberal özgürlük, felsefi tahlilinde “hukukun üstünlüğü” ile özdeşleştirilir. Bütün diğer özgürlükler gibi, ekonomi ve piyasa da, “liberal hukuk düzeni”nin kısıtlamalarına, şartlarına, bu kapsamda bağımsız yargının denetimine tabidir. “Liberal hukuk kodifikasyonları”nın ortak ilkelerine göre, ahlaka, hüsnüniyete, doğruluğa aykırı, hata, hile, ikrah gibi tesirlerle yapılmış, rekabeti bozan, tekelcilik yaratan, zayıfı ezen sözleşmeler batıldır. Bu sebeple, liberalizm, ekonomide, “bırakınız yapsınlar”a yer vermez.

Liberalizm, “Saf Bir Siyasi Doktrin”dir

Liberalizmin anlaşılmasında ilk adımı teşkil edebilecek, belirleyici, kısa bir tanımlamayı Minogue yapmaktadır. Minogue’a göre liberalizm, “saf bir siyasi doktrin-a purely political doctrine”dir. Minogue’a liberalizmin, “saf bir siyasi doktrin” olma özelliğiyle diğer siyasi doktrinlerden (sosyalizm-marksizm, muhafazakârlık, faşizm) ayrıldığını, diğer “izm”lerin yarı siyasi, yarı “din benzeri-toplumsal” (religious) doktrinler olduğunu ve siyasetin yanında insanların yaşam biçimleri için de yöntem ve kalıplar belirlediklerini vurgulamaktadır. Bu tanıtıma göre, çağdaş siyasi doktrin veya modellerin içinde yalnızca liberalizmin bir “toplum projesi”, insanlara yön verme iddiası yoktur.

Giovanni Sartori de, “liberalizmin ciddi bir devlet projesine sahip olan tek siyasi doktrin” olduğunu ifade eder. Bu ifadesine ek olarak genel anlatımı dikkate alındığında, o da Minogue gibi, liberalizmin bir toplum projesine sahip olmadığını, buna karşılık ciddi bir devlet projesine sahip olduğunu belirtmek suretiyle, “saf bir siyasi doktrin” olma tanımına zimnen katılır.

Friedrich A.von Hayek ise “liberalizmin temel prensibinin, işlerin idaresinde kendiliğinden doğan içtimai kuvvetlere kabil olduğu kadar çok yer verilmesi ve zorlayıcı, tazyik edici tedbirlerden kabil olduğu kadar kaçınılması” olduğunu kaydeder. Bu anlatımda da, liberalizmin temel prensibinin topluma dolayısıyla bireylere müdahale etmemek, bu yönde siyasi gücü, devleti sınırlandırmak olduğu, liberalizmin toplumla, bireylerle uğraşmak yerine devleti sınırlandırmayı hedeflediği sonucuna varılır. Toplumla, bireylerle uğraşmayan, yalnızca devleti sınırlandırıp düzenlemeyi öngören sisteme de kolaylıkla “saf bir siyasi doktrin” adı verilebilir.

Çoğunlukla, liberalizmin ekonomik” ve “siyasi” olmak üzere iki ayrı türü veya “alan”ının olduğu düşüncesi ifade edilmektedir. Liberalizmin “saf bir siyasi doktrin” olarak tanımı, ekonominin, özgürlükler alanında ve devlet müdahalesinin dışında olması gerektiğini de ifade etmektedir. Bu bakımdan, “ekonomik liberalizm” ve “siyasi liberalizm” ayırımı gereksizdir. Liberalizm, bütündür. Ekonomik ve siyasi veçhesiyle, ya vardır veya yoktur. Siyasi-hukuki muhtevasından yoksun, yalnızca
“ekonomik liberalizm” kavramı, ister istemez, dominium” ile “imperium”un birleşmesine, kapitalizmle otoritenin özdeşleşmesine, baskıcı, otoriter, bir tür faşizme gidişin yolunu açar.

Ekonomide-Piyasada Güven, Ahde Vefa, Dürüstlük, Hakkaniyet, Ahlak ve Hukuk
Liberalizmin “kendiliğinden düzen” faraziyesinin en önemli alanı, ekonominin temeli olan “piyasa”dır. Piyasanın iki temeli, mülkiyet hakkı ve akit serbestliğidir.

Liberalizmin piyasasında her şeyden önce Tam Rekabet şartları mevcut olacak, bunun bütün engelleri ortadan kaldırılmış olacaktır. Piyasada tam rekabetin olabilmesi için, öncelikle, dili, dini, rengi, ırkı, ekonomik veya sosyal konumu ne olursa olsun, piyasaya satıcı veya alıcı olarak, dileyen herkes katılabilecektir.

Herkesin katılabilmesi için piyasada evvela, tam bir mal ve can güvenliğinin olması gerekir.

Piyasada, her türlü akit, (satım, trampa, kira, karz, ariyet, istisna, hizmet, vekalet, şirket v. s.) zorunlu olarak yapılacaktır. Piyasanın işleyebilmesinin ikinci bir şartı, Ahde Vefa ilkesinin eksiksiz şekilde işlerliğe kavuşturulmuş olmasıdır.

Liberalizmin piyasasının oluşabilmesinin üçüncü şartı, dünyanın her yerinde, bütün insanların ortaklaşa kabul ettikleri Doğruluk ve Dürüstlük ilkelerinin piyasada güven altına alınmış olmasıdır. Sahtekarlık endişesinin olduğu piyasaya, herkes katılmaz ve bu sebeple de, liberalizmin “tam rekabet” ilkesi gerçekleşmez.

Piyasanın oluşmasının dördüncü şartı, piyasada Hile, İkrab (zorlama, korkutma), Gabin (aldatma suretiyle haksızlık) gibi rızaya fesat karıştıran hallerin ve Ahlaka Aykırı her türlü davranışın müeyyidelendirilmiş ve önlenmiş olmasıdır.

Piyasada Haksız Rekabet olmamalıdır.

Tam rekabeti engelleyen en önemli olgu Tekelleşme, Kartelleşme’dir. Liberalizmin piyasasının var olabilmesi için Tekelleşme, Kartelleşme, Tröstleşme müeyyidelendirilmiş ve öncelikle önlenmiş olmalıdır.

Dünya şartlarının son dönemdeki gelişmesi, liberalizmin piyasasının oluşabilmesi için Tüketicinin Korunması’na özel önem kazandırmıştır. Piyasada, tüketicinin korunmasına ilişkin kurallar, yeterli ölçüde geçerliliğe kavuşturulmuş olmalıdır.

Son olarak, piyasaya katılan herkes, piyasadaki işlemlerinde haksızlığa uğradığını düşündüğünde, Hak ve Nisfet, Adalet ve Hakkaniyet kurallarına uygun olarak, hakkına kavuşacağına emin olmalıdır.

Bütün bu şartlar, piyasada da Öncelikle Hukukun Üstünlüğünün ve Yargı Denetiminin en ileri ölçüde güvenceye kavuşturulmuş olmasını şart kılar.

Liberal devlet, piyasaya alıcı, satıcı, himayeci, yönlendirici, kreditör, üretici v.s. gibi sıfatlarla doğrudan katılmayacak, dolaylı yollardan etkileyip yönlendirmeyecek, serbest rekabeti zedelemeyecek, fakat, Yargı Gücü, Mahkemeler, Piyasaya, Hukukun Güvencesini En İleri Ölçüde sağlamış olacaktır.

Liberalizmin piyasası da Başıbozukluk, Vurgunculuk, Soygunculuk, Üç Kağıtçılık Alanı Değildir. Aksine, kuralların, hakkaniyetin, adaletin, hukukun ve bu şartlarla Tam Rekabetin egemen olduğu, ekonominin temelidir.

Bu esaslar çerçevesinde bakıldığında, Türkiye’de Liberalizmin Piyasası Yoktur ve Hiçbir Dönemde Olmamıştır.

Fikri alanda, 18. yy’ın hakim siyasi düşüncesi olan liberalizm, siyaset pratiğini etkin biçimde, 1787 tarihli Amerikan anayasasıyla ve “liberal anayasacılık çağı”nı açarak doğrudan yönlendirmeye başlamıştır. Ancak, genellikle dikkatlerden kaçan Çok Önemli Bir Başka Gerçek, Aynı Dönemde, Batı’da, “Kodifikasyon Hareketlerinin” başlamış olmasıdır. Liberalizmin, karakteri gereği, zorunlu olarak, hukukun tamamının yeniden yapılmasını değil- Kodifiye Edilmesi Dönemini de Başlatmıştır.

Kodifikasyon hareketinin başarısız ilki, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi ile aynı tarihteki 1776 tarihli Prusya Medeni Kanunudur. Onu, başarılı ve kalıcı olacak şekilde 1804 tarihli Fransız Medeni Kanunu, 1811 tarihli Avusturya Medeni Kanunu, Borçlar, Ticaret Kanunları v.s. gibi büyük kodifikasyon hareketleri izlemiştir.

Bu dönemin kodifikasyonları, zorunlu olarak Liberal karakterlidir.

Ekonomideki gelişmeler, 19. yy.’ın ikinci yarısında Tekelleşme olgusunu ortaya çıkarmıştır. Liberalizme sadakatte en uzun süre direnen ABD’den (birinci dünya harbi sonuna kadar), 1890’li yıllardan başlamak üzere, Batı’da, liberalizmin gereği olarak, Anti Tröst, Anti Kartel kanunlar yürürlüğe konulmaya başlanmıştır.

Avrupa Birliği, iki temel üzerine kurulmuştur. Bunlar “Özgürlükçü-liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi”dir. Ekonomide Piyasa’yı esas alan AB’nin önemli, ortak düzenleme alanlarından birisi de Tüketicinin Korunması’dır.

Bizim, İsviçre’den tercüme ettiğimiz, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu da, Avrupa’daki “liberal kodifikasyon dönemi”nin son ürünlerindendir.

Bu kanunlarımızdaki hükümlere göre:

“Herkes doğruluk ve dürüstlük esaslarına uymak zorundadır. M.K.m:2″

“Hakim, hak ve nısfetle hükmeder. M.K.m:4”

“Ahlaka aykırı sözleşmeler batıldır. B.K.m:20”

“Gabin, hile, ikrah’la yapılmış sözleşmeler iptal edilir. B.K.m:21, 28, 29”

Son dönemde, haksız rekabetin, tekelleşmenin önlenmesi, tüketicinin korunması konularındaki mevzuat da “İthal Edilmiştir.”

Türkiye’de de, Piyasa Ekonomisi’nin Hukuki Şemsiyesi önemli ölçüde vardır.

Ancak:

Uygulanmamaktadır.

Liberalizm “Toplum Sözleşmesine Bağlı Gerçek İnsan” Bireyciliğidir

Liberalizm karşıtları, liberalizmi, “soyut bireycilik” iddiasıyla da eleştirirler. Bu iddia da bir “karıştırma”ya dayalıdır ve doğru değildir.

Liberalizmin önde gelen özelliği “doğru insan tanımı” üzerine kurulmuş bir siyasi doktrin olmasıdır. Temelindeki “iyimserlik” unsuru bu özelliğini değiştirmez. Liberalizm, insanı maddi-manevi bütün yönleriyle idrak eder. İnsanın maddi ve rasyonel varlığının yanında, manevi yönünün, duygularının, duygusallığının, önceden tahmini, programlanması mümkün olmayan davranış ve tepkilerini varlığını da kabul eder. Liberalizmin idrak ettiği insan, menfaatini de güder, ancak yalnızca “homo economicus” değildir. İnsanın menfaat içgüdüsü yanında, merhameti, iz’anı, adalet duygusu, diğergamlığı, sevilme, takdir edilme ihtiyacı, onuru, şerefi, haysiyeti v. s. de vardır. İnsan, inancı, aşkı, şerefi, ihtirası, merhametinin şevkiyle, maddi varlığını koruma içgüdüsüne de karşı, irrasyonel davranışlara girer. Hayatı boyunca menfaatini kollamış bir iş adamı, yanlış hesap sonucu borçlarını ödeyemediğinde, onuru zedelendiği için intihar edebilir. Her türlü maddi imkâna sahip, soyluluk iddiasındaki bir başkası, öleceğini de bilerek düello yapar. Aşkı veya inancı uğruna, dünyadaki maddi varlıklarının tamamından vazgeçmekte insana has, irrasyonel davranışlardandır. İnsanın maddi varlığını koruma, menfaatini kollama içgüdüsü, aklı, mantığı vardır, ancak insan bunlardan ibaret değildir.

Liberalizmin insanı, bütün yönleriyle vücudu, ruhu, aklı, hissiyatı, ihtirası, merhameti v. s. olan gerçek, bildiğimiz insandır. Bu insan, yaratılışı itibarıyla, bütün canlıların en çok “sosyal” olanıdır. Bu sebeple, diğer hemcinsleriyle birlikte topluluk oluşturma, ilişki, iletişim kurma ihtiyacı içindedir. Bu sebeple konuşur, yalnız düşüncesini değil, duygusunu da tam anlatmak, diğer insanlarla paylaşmak için, var olduğu günden itibaren, lisanını, konuştuğu dili  geliştirmek çabasındadır. Sosyal çevrenin mensubu olduğu için, onuru, şerefi uğruna intihar eder, düello yapar. İnancı, ideolojisi uğruna ölümü göze alır. Diğer insanlara yardımı, “zekat”ı, adaleti, merhameti dini inancının esası olarak kabul eder. “Sosyal bir varlık” olduğu için, sayılma, takdir edilme, şeref, onur sahibi olma peşinde koşar. Ahlak, örf-adet, terbiye, nezaket, görgü, zarafet kuralları gibi, kendiliğinden oluşan toplumsal kurallara bağlanır. Bu gerçekleriyle, “liberalizmin insanı” her şeyden önce “sosyal bir varlık”tır. Hatta, Liberalizm, doğal gelişime bağlılık ve kendiliğinden düzen ilkeleriyle, insanın sosyallik vasfına da en ziyade güvenen siyasi doktrindir. Bu nedenle devleti sınırlandırır.

Liberalizmin bireyciliği, her şeyden önce, gerçekçi, doğru ve bütün yönlerini kapsayan insan tanımına dayanır. Dayandığı insan tanımı gerçekçi ve doğru olduğu için de, liberal bireycilik, soyut değil, aksine “somut”tur. Liberalizm çok yönlü gerçekleriyle tanımladığı insanı, Allah’ın yarattığı en yüce, değerli varlık olarak kabul eder. Maddi varlığı, yetenekleriyle, aklıyla, hissiyatıyla, ruhuyla, “sosyallik” vasfıyla, tüm olarak insana güvenir. Bu sebeple, insanın hukuk normu karşısında eşitlik esası  çerçevesinde “özgür” olmasından yanadır. İnsanı, tabii, vazgeçilemez, sınırlandırılamaz temel hak sahibi olarak görür ve hak sahibi olma imtiyazının ancak insana ait olduğunu kabul eder.

Klasik, “John Locke liberalizmi”nin temellerinden birisi de, bireyler arasındaki “Toplumsal sözleşme” faraziyesidir. İnsanları toplumsal sözleşmenin tarafı olarak kabul eden bir doktrine, bu sebeple de “soyut bireycilik” düşüncesi yüklenemez. Liberallere göre, toplumsal sözleşme uyarınca kurulmuş bulunan devletin kuruluş amacı ve başlıca görevi, insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak, insanlara hizmet etmektir. Bu devlet her şeyden önce “hukuk devleti”dir. Liberal özgürlük de “hukuka bağlı özgürlük”tür. Liberalizmin bireyciliği, insanların toplumsal sözleşmeyle oluşturdukları toplum ve devlet düzeni içinde, insan hak ve özgürlüklerinin hukukun güvencesi altına alınmasını öngören, “demokratik hukuk devleti” ilkeleriyle de somutlaşmış bulunan bireyciliktir. Topluma karşı bir tavır değildir.

Liberal ferdiyetçiliğin dışında, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından itibaren, ferdiyetçiliğin (individualism) bağımsız, felsefi bir akım olarak geliştiği, Prudhon ve takipçilerinin ferdiyetçi-anarşist akımın öncülüğünü yaptıkları malumdur. Toplumsal sözleşme faraziyesini kabul etmeyen, hatta Prudhon’un ünlü “mülkiyet hırsızlıktır” ifadesine de ortam hazırlayan felsefi bireyciliğin liberal bireycilikle uzlaşamayacağı açıktır. Soyut bireycilik arayanlar, onu ancak bu alanda bulabilirler, liberal
ferdiyetçilikte değil.

Liberalizm karşıtları, çoğunlukla liberal bireycilikle, tamamen farklı olan felsefi bireyciliği özdeşleştirmekte, bu suretle kavram kargaşasını “soyut birey”cilik sözleriyle tırmandırmaktadırlar.

Liberal bireycilik, iki yüzyıl önce “liberal anayasacılık” çağının başlangıcından itibaren, tamamen siyasetin somut alanına intikal etmiştir. Bu sebeple, liberal bireyciliğe mutlaka başka bir ad bulmak gerekirse, en uygun ad siyasi bireycilik” olabilir.

İki Farklı Siyasi Çizgi: “ Anglo-Amerikan Liberalizm” ve “Fransız Liberalizmi”

Çağdaş siyasi düşünceyi yalnızca Fransa’dan iktibasa ve Fransa ile sınırlandırma geleneğine bağlı Türkiye’de, liberalizmi “Fransız ihtilali ile Avrupa’ya yayılan hürriyetçi fikirler” biçiminde tanımlayan aydınlara sıkça rastlanmaktadır. Bu tanımlama da liberalizmin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Zira liberalizm, Fransa’da değil, İngiltere’de doğup gelişmiş, Fransa’yı da etkilemiş, fakat Fransa’da değiştirilmiştir.

Batı’da, tek bir siyasi çizgi yoktur. Barry Holden, Sartori, Minogue ve diğer ciddi siyaset teorisyenlerinin ortaklaşa vurguladıkları gibi, Batı’da, feodalitenin “merkezi monarşi”ye dönüşmeye başladığı “orta çağ”dan itibaren, birbirinden felsefesiyle, teorisiyle, tarihiyle, kavramlarıyla çok farklı olan iki ayrı “teorik ve pozitif siyaset” çizgisi vardır. Bunların birincisi ve çoğunlukla öncülük edeni “Anglo-Sakson” daha sonra, “Anglo-Amerikan” siyasi çizgisi, ikincisi de “Fransa merkezli Kıta Avrupası” siyasi çizgisi, Barry Holden’in daha net ifadesiyle “Fransız siyasi çizgisi”dir.

Eski Yunan’dan günümüze “demokrasi”nin adından başka bir unsurunun kalmadığı, çağdaş demokrasinin İngiltere’de 1215’te Magna Carta ile başlayan ve 18. yy’a kadar, yalnızca İngiltere’de gelişen uzun bir sürecin ürünü olduğu hususunda siyaset bilimcileri arasında yaygın bir uzlaşma vardır. Bu yüzden, mesela Aliya Izzetbegoviç, kısaca “demokrasi İngiliz icadıdır” cümlesini yazmıştır. Günümüzde “demokrasiden” bahsedenlerin, çoğunlukla ve farkında olmadan liberalizmin ilkelerini tekrarladıkları da Sartori’nin hatırlattığı bir gerçektir. Liberalizm, “siyasi gücün sınırlandırılması” kapsamında doğru algılandığında, gerçekte, 1215’te başlayan sürecin, demokratikleşme değil, “liberalleşme” olduğu sonucuna varılır.

İngiltere’de, 1688 “siyasi revizyonu’nu da içine alan bu uzun süreçte, Gaetano Mosca’nın ve Sartori’nin ortaklaşa vurguladıkları gibi, talep “yeni hak ve özgürlükler” değil, “Anglo-Sakson hukukunda var olan hakların çiğnenmemesi”dir. Anglo-Sakson hukuku ile kastedilen ise, eski feodalite dönemidir. Monarşiye karşı “eskiden var olan hakların-statükonun” savunuculuğunu ise, doğal olarak, eski feodaliteyi temsil eden “lordlar” yapmışlardır. Dayanağı ve kadrosuyla, gelişim en azından teorik olarak “statükocu-muhafazakâr”dır. Feodalitenin merkezi monarşiye göre, daha liberal ve demokratik olabileceği de, anlaşılabilir bir durumdur. Monarka (devlete) karşı daima ve sürekli bir “cephe” oluşturan “lordlar”, 17. yy.dan itibaren etkinliği gelişen “Avam Kamarası” ile birlikte, İngiltere’de, hiçbir dönemde Monarkın “mutlak egemenlik”e ulaşmasına imkân vermedi.

Fransa’da ise, monarşinin güçlenmesiyle, eski feodaller, monarşiye bağlı bir “aristokrat sınıf” oluşturdular. Monarkın “mutlak egemenliği”ne hizmet ettiler. Fransa’da, monarka ve devletine karşı, “feodal hakları savunan cephe” geleneği oluşmadı.

İngiliz devrimi (veya siyasi revizyonu), hemen ardından başlayan “Aydınlanma Çağı”nda, başta Fransa olmak üzere, Kıta Avrupası’nı etkiledi. “Fransız aydınlanmacıları”ndan Voltaire, Montesquieu, devrimin teorisyeni Locke’un “insan hak ve özgürlükleri, hoşgörü, yönetilenlerin rızası, direnme hakkı” unsurlarından oluşan “liberalizm ve demokrasi” doktrinini Fransa’ya taşıyıp geliştirdiler.

Fransız aydınlanmacılarından başka bir grup da, yine İngiliz zihniyeti etkisinde, fakat, monarkın sınırlandırılmasından ziyade, zihniyet değişikliğiyle değişimi hayal eden, siyasi literatürde adına “aydınlanmış despotizm-en-lightened despotism” denilen Fransa’ya has başka bir düşünce çizgisini geliştirdiler. Bu çizgide, monarkın yerini, “farazi, manevi şahsiyet” olarak “devlet” aldı. Monark, ya da “aydınlanmış despot- enlightened despot” sınırsız otoritesini, “devletin bir numaralı hizmetkârı- the first servant of the state” gibi yeni sıfatlarla meşrulaştırdı. Fransız ihtilalinden sonra, aydınlanmacı despotizmin meşruiyet kaynaklan yerine, Rousseau’dan devşirilen yeni kavramlar konuldu. İngiltere’deki “yönetilenlerin rızası” kavramıyla hiçbir ilgisi olmayan, tamamen soyut “genel irade” ve “yönetilenlerin toplamı” ile ilgisi olmayan, tamamen soyut başka bir kavram olarak “halk hakimiyeti”. Türkçedeki karşılıklarıyla, “milli irade ve milli hakimiyet”.

Kısaca, kendi ihtilalinden sonra da Fransa, “Anglo-Amerikan” çizgisinden çok farklı olan siyasi düşünce ve uygulama çizgisini sürdürdü. Fransızlar, slogan olarak ithal edip, bazen de yazmalarına rağmen, hiçbir dönemde “insanların tabii hukuktan kaynaklanan, devletten önce ve devlet hakimiyetinin üstünde olan insan hak ve özgürlüklerini”, Anglo-Amerikan düşüncesindeki haliyle içlerine sindiremediler. İnsanları, monarkın keyfi irade ve mutlak hakimiyetinden çıkardıklarında, soyut, farazi “genel irade” ve “halk hakimiyeti’ne tabi kıldılar.

Barry Holden, farkı, temelde, Anglo-Amerikan teorisinde, idare edenlerle idare edilenlerin karşıt taraflar oluşturmaları, buna karşılık Fransız teorisinde devletin farazi bir varlık olan halkın içinde ve halkı temsil eden bir parçası olarak telakki edilmesinde görmektedir.

Minogue, liberalizmin, üç türünün olduğunu, Anglo-Amerikan felsefe ve siyasi geleneğinden doğan, eski, John Locke çizgisine Klasik Liberalizm, Fransız siyasi çizgisine dayanan ve 19. yy’da Kıta Avrupası’nda yaygınlaşan türüne Yeni Liberalizm, Yeni liberalizmin 20. yy’a uzanan etkilerine de Modern Liberalizm adının verildiğini yazmaktadır.

Minogue, Anglo-Amerikan “klasik  liberalizm” ile, Fransız “yeni liberalizm” arasındaki, köklü, büyük farkı, Holden paralelinde: “Klasik liberalizm, devlet gücüne (leviathana) karşı olduğu ve devlet gücünü sınırlandırıp denetlemeyi amaçladığı halde, yeni liberalizmin devlet gücüne karşı olmadığı, devlet gücünü amaçlarına ulaşmak için kullanmayı öngördüğü” ifadesiyle belirtmekte, yeni liberalizmin “Fransız aydınlanmasının aydınlanmış despotizminin amaçlarına demokratik yolla ulaşmayı hedeflediğini” yazmaktadır. Minogue’a göre, yeni liberalizm, 19. yy’da, klasik liberalizmle birlikte var olmuş ve yeni liberalizm orta sınıf ideolojisi” haline gelmiştir.

Her iki modelin aralarındaki çok büyük bir fark da, klasik liberalizm, Amerikan anayasasına “düzenlememe ilkesi” olarak yansıyan ve “idare edenlerin keyfi iradesine bağlı olmamak” olarak tanımlanan “negatif özgürlük”ü esas aldığı halde, yeni liberalizm, “Devlet tarafından, kamu yararı ile sınırlı olarak sağlanan pozitif özgürlük’ü benimsemektedir. Klasik liberal düşünceye göre, “pozitif özgürlük, insanları yönetenlerin keyfi iradelerine tabi kılmaktan başka bir şey değildir”.

Klasik liberalizm, yeni liberalizmi “liberalizm” veya liberalizmin bir türü olarak kabul etmez. Yeni liberalizm, klasik liberalizmden tamamen ayrı bir siyasi modeldir.

Liberalizm, Sivil Toplum, Ahlak, Örf-Adet, Terbiye

John Keane’in de tanımladığı gibi, sivil toplum, kısaca, “devletin dışında, devlet tarafından planlanıp kurulmamış, devlet denetiminde olmayan toplumu veya toplumları” ifade eder.

İnsanın önde gelen bir özelliği “içtimailik-toplumsallık”tır. İnsan, yeryüzündeki varlığının, “devletten önceki” çok uzun bölümünü de daima “toplumlar” oluşturarak ve toplum içinde yaşamıştır. Bunlar, klan, boy, aşiret, tribu gibi adlarla tasnif edilmişlerdir. Bu toplumlar, daima “kendiliğinden düzenler”e sahip olmuşlardır.

Çağımızın ilk yarısının büyük düşünürü Ortega y Gasset’den itibaren, yüzyılımızın gerçeği olan “Kitle” ile “Toplum”un farklılığı açıklanmış ve anlaşılır hale gelmiştir.

Kitle, birbirleriyle ön ilişkileri olmayan çok sayıda insanın oluşturdukları düzensiz, kuralsız kalabalıklara verilen addır. Yirminci yüzyılın faşist veya komünist despotları, kitleleri arkalarına takarak siyasi iktidarı ele geçirmiş ve sürdürmüşlerdir. Popülizmi temel alan “kitle demokrasisi” de liberalizmi köreltmiştir.

Gasset’in ifadesiyle, kitleden farklı olan toplum, daima “aristokratik”, yani, kurallı ve düzenlidir. Toplumsal kurallar, Ablak, Örf-Adet, Gelenek, Terbiye adlarıyla tasnif edilir. Bu kurallar, devletin dışında, veya öncesinde, toplumun çok uzun süreler boyunca tecrübeyle oluşturup geliştirdiği, toplumun sürekliliği ve geleceği için varlığı zorunlu kurallardır. Bunlar, toplumun Kendiliğinden Düzeni’nin temel unsurlarıdır.

Kuşkusuz, toplumsal kuralların en önemli alanını Dinler belirler. Toplumun “kendiliğinden düzeni”nde, din, en belirleyici yeri tutar.

Sivil toplum, evvela, devletin dışında ve Kitle’den farklı olarak, kendiliğinden düzene ve bu düzenin gerektirdiği, Ahlâk, Örf-Adet, Gelenek, Terbiye gibi ortak kurallara, çoğunlukla kendine özgü teşkilatlanmaya sahip toplumsal oluşumların alanıdır. Tarih boyunca “kendiliğinden oluşmuş” veya “var” olanların yanında, devlet dışında, bireylerin belirli sebeplerle veya belirli amaçlar için birleşip teşkilatlanmaları suretiyle de “sivil toplum kurumları” oluşturulur. Hayek’in ifadesiyle, bir insan birden fazla sivil toplum alanı veya biriminin mensubu veya üyesi olabilir.

Devletin tarih sahnesine çıkmasından itibaren, doğal olarak, sivil toplumun alternatifi devletin “kapsam alanı” olmuştur. Liberalizmin “devleti sınırlandırıp denetim altına alma” hedefi de doğal olarak, sivil toplum alanına devlet müdahalesinin sınırlandırılması ve sivil toplum alanının korunmasıyla aynı yönde olmuştur.

Sivil toplum ve “toplumun özerkliği” düşüncelerinin kaynağı, temeli klasik liberalizmdir. John Locke’dan, çağımız liberallerine, “sivil toplum alanının korunması” liberal düşüncenin temel meseleleri arasında daima önemli yer tutmuştur.

Liberalizmin kendine özgü “toplum projesi” yoktur. Her türlü “toplum projelerine ve topluma, belirli projeler, şekiller, kalıplar dayatan siyasi doktrin ve görüşlere karşıdır. Her toplum, kendine özgü “kendiliğinden düzenini”, örf-adet, ahlak, terbiye kurallarını, dini akidelerini, devlet müdahalesi olmaksızın, kendi doğal evrimi içinde yaşatmak, sürdürmek hakkına sahiptir.

Klasik liberalizmin, sivil toplum alanıyla ilgili olarak, tek bir temel, bazı toplumlar için kısıtlayıcı ilkesi vardır. Bu temel ilke: “Herkesin Hukuk Normu Karşısında Eşitliği İlkesi”dir. Sivil toplum, Eşitlik ilkesini tahrip ve yok edemez. “Toplum projesine” sahip olmayan ve buna karşı olan liberalizm, en ciddi “devlet projesine” sahiptir. Liberalizmin devlet projesinde, sivil toplum alanının müdahaleden korunması önemli bir yer tutar.

On dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren, klasik liberalizmin bir bakıma “yorgun düşüp” siyaset alanını, çoğunluğu Hegel’in “devlet fetişizmi”den ilham alan diğer siyasi görüşlere bırakması, sivil toplum düşüncesinin de yüzyılı aşan süre boyunca unutulmasına sebep oldu. Devlet kısa süre içinde, toplumsal alanın tamamını, insan hayat ve faaliyetinin tümünü kapsamı ve denetimi altına alacak şekilde gelişip büyüdü. Devasa bir bürokratik teşkilat haline dönüştü.

Çağdaş devlet, sivil toplum alanını yok etmek suretiyle yarattığı boşlukları devlet kurum ve kurallarıyla doldurma teşebbüsüne girişti. “Toplumsal ahlak” yerine “devlet ahlakı” ikame etmeye çalıştı.

Shepard B. Clough’ın ifadesiyle, “yirminci yüzyılın uygarlık işareti, beşeri çevre üzerinde kurulan devlet kontrolüydü. Devlet, sadece vatandaşlarını eğitmek görevini üzerine almakla  kalmamış, aynı zamanda onun bedeni, akli ve Ahlaki rahatını da sağlamayı kabullenmişti.” Bu durum, bizim anayasamıza “Devletin Din ve Ablak eğitimini üstlenmesi” biçiminde yansımıştı.

Devlet, ekonomik faaliyeti üstlendiği ölçüde nasıl başarısızlığa uğradıysa, sivil toplum alanını işgal suretiyle üstlendiği konularda da başarılı olamadı. Bu sebeple ve yine Shepard B. Clough’un ifadesiyle, “yüzyılımızda gelenek değişmeleri, özel aile disiplininin dışına çıkma, toplum içinde karışıp kaybolma gibi alışkanlıklar, anti sosyal davranışlar ve cürümler”, büyük toplumsal sorunlar haline geldi.

Liberalizmin ideolojik ve siyasi alanda egemen olduğu 18. ve 19. yüzyıllarda insanlar, toplumun Ahlaki değer ve kurallarına, bugünkünden çok daha fazla saygı gösteriyorlardı. Batı dillerinden çevrilen “Adabı Muaşeret” veya “Görgü” kitaplarındaki, insanın her hareketini incelikle belirleyen “terbiye kuralları” insanlığa liberalizmin egemen olduğu çağların armağanıdır. Cervantes’in aciz, gülünç halini teşhir ederek tarihe gömdüğü, Şövalye, Goethe’den itibaren liberal-romantik sanat döneminin tekrar ideal tip’i olmuştu. Bu dönemin şövalyesi, daima, haksıza karşı haklının, güçlüye karşı güçsüzün yanındaydı ve hasmını pusu kurup öldürmez, düelloya davet ederdi.

Liberalizmin insanı yücelten, en yüksek değer olarak kabul eden ve insana güvenen “bireyciliği”, yüzyıl öncesine kadar, insandan olumlu karşılık görmüştü.

Klasik liberalizmin itibar kazandığı son dönemde, tekrar Sivil Toplum, güncel tartışma ve arayış konusu haline doğal olarak geldi. Devlet ahlakı yerine, tekrar toplumsal ahlakın, örf-adetin, toplumsal terbiyenin ikamesi kapıları aralandı.

Tekrar, “güvenilir hale gelen insan, bu defaki sınavı da başarabilirse, yirminci yüzyılın toplumsal, ahlaki bunalım şartlarını aşma şansına kavuştu.

Liberal Özgürlük, Başıbozukluk Değil, “Bir Başkasının Keyfi İradesine Tabi Olmamak” ve “Herkesin Hukuka Bağlı Olması”dır

Liberalizmin temel kavramı olan Özgürlük, düşünce tarihi boyunca en yoğun tartışmaya konu olan kavramlardandır. Bu uzun, yoğun tartışma dikkate alındığında, entelektüel, psikolojik, sosyal, ekonomik, ahlaki, siyasi, metafizik-felsefi özgürlük alanlarından ve tanımlarından bahsetmek mümkün hale gelmektedir.

İ. Kant’tan bu yana, İç Özgürlük – Dış Özgürlük ayrımının yapıldığı gözlemlenmektedir.

“Dış Özgürlük alanında klasikleşmiş bir ayırım da Negatif Özgürlük – Pozitif Özgürlük ayırımıdır.

Yoğun tartışmanın özeti olarak, şu şekilde dörtlü bir özgürlük tasnifi yapmak anlam taşımaktadır.

a) Siyasi özgürlük,

b) Sosyolojik özgürlük,

c) Ekonomik özgürlük,

d) Metafizik-felsefi, ahlaki, entelektüel v. s. iç özgürlük

Siyaset bilimini esas almak suretiyle G. Sartori özgürlükleri ikiye ayırmaktadır. Şöyle:

a) Siyasi özgürlükler,

b) Siyasi alan dışında kalan özgürlükler

Sartori’nin ifadesiyle, siyasi alan dışında kalan özgürlüklerin bir bölümü olan Ahlaki, Entelektüel, Metafizik v. s. özgürlükler konusu, Felsefenin Alanıdır. “Felsefi sorunları Ait Oldukları Yerde Tutmak Gerekir.”

Sosyolojik alandaki özgürlük talep ve tartışmaları ise bizi zorunlu olarak, “kendiliğinden oluşan toplumsal düzeni reddetmek” sonucuna götürür. Sartori, bu “red”din nasıl olacağını bilemediğini söylemekte ve Toplumların “Dayanakları Olan Birlikte Yaşama Kurallarını” ihlal edenleri, herhangi bir biçimde cezalandıracaklarını ilave etmektedir.

Ekonomik özgürlük, son iki yüzyılın en çetin tartışma alanıdır. Sosyalist eğilimlere göre, ekonomik temeli olmayan özgürlük “farazi” olmaktan öteye gidemez. En azından “komünist toplum”a ulaşana kadar, siyasi güç (devlet) özgürlüğün ekonomik temelini de sağlamalıdır. Buna karşılık, klasik liberalizm taraflarına göre, Ekonomiye de Hakim Olan Devlet, İnsanın Tüm Yaşamını Denetim Altına Almış Olur ve Tüm Özgürlükleri Yok Eder.

Siyasi özgürlük, felsefi, sosyolojik ve ekonomik özgürlükten farklıdır.

Ekonomik özgürlük gibi, sosyolojik alandaki özgürlük talepleri de, ister istemez, bu taleplerin Siyasi Güç-Devlet tarafından karşılanması sonucuna götürür. Bunlar, aynı zamanda “pozitif özgürlük” talepleri mahiyetindedir.

Günümüzde varılan merhaleyi esas alarak, klasik türüyle Liberalizmi “Saf Bir Siyasi Doktrin” olarak tanımlayan Minogue, tarihinde liberalizmin aynı zamanda bir “Sosyal Teori” olarak ortaya çıktığına da dikkat çekmektedir. Gerçekten, Aristokrat ve ruhban imtiyazının bulunduğu Batı toplumunda, liberalizm, ilk safhada, topluma karşı talepleri de içermek zorundaydı. Hukuk Normu Karşısında Eşitlik ilkesinin genelleşip yerleşmesinden sonra, liberalizm, “saf bir siyasi doktrin” haline gelebilmiştir.

Siyasi özgürlük, siyasi güçle, devletle ilgili ve devlete karşı özgürlük talebidir.

Günümüzde birey bir ikilemle, belki de bir zorunlu tercihle karşı karşıyadır.

Ya, sosyal alandaki özgürlük ve ekonomik özgürlük taleplerini karşılaması için, topluma karşı, siyasi güce, devlete sığınacak, bu suretle ister istemez tüm yaşamını siyasi gücün, devletin denetlenip yönlendirmesine razı olacak, veya siyasi alandaki özgürlük talebinin karşılanıp güvenceye alınması uğruna, kurallarını (ahlak, örf-adet, gelenek v. s.) kabullenip, uzlaşmak zorunda kalacaktır.

G. Sartori, günümüzde, Liberal, Özgürlüğün, Siyasi Özgürlükle Özdeşleştiğini ifade etmektedir. Liberal-siyasi özgürlük, Negatif Özgürlüktür. Negatif özgürlüğün genel tanım ise, “Bir Başkasının ve iktidar Sahibinin Keyfi İradesine Tabi Olmamak’tır. Klasik liberalizmin, Hukuk Normu Karşısında Eşitlik ilkesi dışında, ayrıca”, toplumsal kurallara karşı özgürlük” talepleriyle ilgisi yoktur.

Burada, dünyadaki, güncelleşen tartışmayı örnek verelim:

Genellikle toplumlar, Eşcinselliği ahlaka aykırı görür ve eşcinselleri toplumdan dışlarlar. Buna karşılık, halen bazı ülkelerde, eşcinselliğin devlet tarafından himaye edilen bir özgürlük ve hak haline getirilmesi ve Topluma Eşcinsellerin Devlet Zoruyla Kabul Ettirilip Benimsetilmesi tartışması yapılmaktadır.

Genellikle, sosyalist eğilimler, eşcinselleri bu taleplerinde destekler görünmektedirler.

Buna karşılık, klasik türüyle liberal bir devletin, toplumun ahlak kurallarına aykırı hal ve durumda bulunanları, bu sebeple Toplumdan Dışlananları ve bu meyanda eşcinselleri, topluma zorla kabul ettirmek, bu halleri ahlaken meşrulaştırmak ve toplumu, ahlak kurallarını tadile zorlamak hak ve yetkisi yoktur. Ahlak, devlet müdahalesi dışındaki – veya olması gereken- sivil toplum alanının sosyal kurumudur.

Klasik türüyle, liberal devlet, herkesin ve bu meyanda eşcinsellerin, siyasi hak ve özgürlüklerini güvenceye almak, canına, malına, düşünce, ifade, inanç v. s. özgürlüğüne saldırı olduğu takdirde bu saldırıyı önlemekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, toplumsal ahlâkı zorlamak yetkisi vermez.

Klasik liberalizm, Ahlak Kuralları, Örf- Adet ve Geleneği ile, Toplumu, en ileri ölçüde himayeye layık gören, bu yönde topluma müdahaleye karşı çıkan ve bu çerçevede, Çağdaş Muhafazakarlıktan da daha ileri ölçüde, toplumun muhafazakar değerlerinin devlet müdahalesinden uzak, kendi evrimi içinde sürekliliğine ortam hazırlayan siyasi doktrindir.

Liberalizm, öncelikle siyasi güce, devlete karşı, Temel İnsan Hak ve Güvenceye  Almayı Öngörür, Devleti Bunları Korumak ve Güvenceye Almakla Yükümlendirir.

Liberal özgürlük, negatif özgürlüktür . Bu, devletin insan hak ve özgürlükleri alanına Müdahale Etmemesini, insanların hak ve özgürlüklerini Serbestçe kullanmalarına engel olmamasını ve bu hak ve özgürlüklerin kullanılmasının güvenceye alınmasını ifade eder.

Bunun için de, başta iktidar sahipleri olmak üzere, Herkesin, eşitlik kuralları uyarınca Hukuka Tabi Olması gerekir. Locke’a göre, Hukuk Yoksa Özgürlükte Yoktur. Hayek’e göre de, liberal özgürlük, Kanun Hakimiyeti ile eş anlamlıdır.

Liberalizmin Duygu ve Sanata Yansıması: Romantizm

Tarih boyunca, her siyasi düşünce biçimi, egemen olduğu dönemde siyaset dışında da, kendisine paralel fikir, duygu ve sanat akımlarının doğmasına ortam hazırlamıştır. Bu akımlar “hakim siyasi doktrin”in daha iyi tanınması yönünden büyük önem taşırlar.

Mutlak monarşiler döneminin hakim sanat akımı, farklı eğilimlerini de kapsayacak biçimde “klasizm” idi. Klasizm, antik çağ hayranlığı üzerine kurulmuş bir “saray sanatı” olarak görülebilir. Bu dönemin, entelektüel alanın tamamında “Eski Yunan”la kurduğu ilişkilerin tamamının da monarşiyi destekler nitelikte olması ayrı bir anlatım konusudur.

Liberalizmin siyasi düşünce alanında ve siyaset pratiğinde etkinleştiği 18. yy. ikinci yarısı ve 19. yy. ilk yarısında paralelinde geliştirdiği sanat akımı da romantizm, daha net görüntüsüyle “erken romantizm”dir.

Romantik kelimesi, sıfat olarak, önce İngiltere’de, 18. yy. başlarından itibaren, “klasik eski çağa ilişkin” kavramına karşılık, “orta çağa ilişkin” anlamında kullanılmaya başlanmış, sonra Almanya’ya geçtiğinde Herder tarafından da, aynı şekilde “orta çağa ait” anlamında kullanılmıştı. Nitekim, Cervantes’in cenazesini gömmüş  olduğu “orta çağ şövalyesi”, edebiyatta romantizmin öncüsü Goethe’den itibaren canlandı, tekrar itibar kazandı ve romantizmin “ideal tip”i oldu.

Bağlantıyı netleştirmek için liberalizmin tarihine bu açıdan tekrar bakmak faydalı olur.

İngiltere’de, 1215’teki “Magna Carta Libertatum-Büyük Özgürlük şartı”, doğru algılandığında, monarkı, devlet gücünü sınırlandırma olarak, demokratikleşme değil, liberalleşme sürecinin başlangıcıdır. “Şart”ın bir tarafında monark, diğer tarafında da, monarka, devlet gücüne karşı cephe oluşturan, Locke’un sonraki formülündeki “direnme hakkı”nı kullanan, eski feodaliteyi temsil eden “Lordlar” vardır. İngiliz Lordları, Avam Kamarasının 17. yy.’da etkinleşmeye başlamasından önceki uzun dönemde “monarkın sınırlandırılması” sürecinin başlıca aktörleri olmuşlardır.

Parlamentoda 1680’lı yıllarda Torry (muhafazakar)-Whig (liberal) ikili kamplaşmasının belirmesinden sonra da lordlar, gelenekleri uyarınca Whig kanadında toplanmışlar, İngiltere 18. yy’ın büyük bölümünü Whig’ler iktidarında yaşamıştır. Daha sonra, 1832’de gerçekleştirilen “Parlamento reformu”yla partileşen, Liberal Parti adını alan Whig’ler “lordlar”ın çoğunluğu tarafından geleneksel desteklerini korumuşlardır. İngiltere’de yedi yüzyılı aşan süre boyunca liberalleşmenin ve kurulduğundan itibaren Liberal Parti’nin öncülüğünü yapmış olan lordlar, 1870’li yıllarda, İrlanda özerkliği ve “home rules” ihtilafı yüzünden Liberal Parti’den ayrılmış, Muhafazakar Parti’ye geçmişlerdir. Bu ayrılma, liberalizmin menşei olan İngiltere siyasetinde Liberal Partinin etkinlik döneminin sonu olmuş, belki liberalizmin dünya çapında gerilemesine de katkıda bulunmuştur.

Gaetano Mosca ve Sartori’nin ortaklaşa ifade ettikleri gibi, baştan itibaren, uzun tarih sürecinde İngiliz lordları, monarktan “yeni haklar” istememişler, “Anglo-Sakson hukukunda, feodalite döneminde var olan hakların savunmasını” yapmışlardır. Mutlak-merkezi monarşi’ye nazaran, feodalitenin daha özgürlükçü ve demokratik olabileceği, anlaşılabilir bir varsayımdır. Marksist tarih formülündeki varsayımın aksine, İngiliz liberalizmi, bir “burjuva hareketi” değil, feodal kökenli “landlord” direnişidir.

İngiliz siyasi tarihindeki “landlord” gerçeği, klasik liberalizm paralelinde doğup gelişen “romantizm’in neden “orta çağ” değerlerine ve “şövalyeliğe” dönüş özlemini yansıttığını açıklamakta önemli bir anahtardır.

Romantizm, klasik sanatın şekilciliğinin yerine, “liberalizmin insanı”nı, “bireyi”ni koymuştur. Liberalizm karşıtlarının “soyut bireycilik” iddialarının aksine, “liberalizmin insanı”, maddi-manevi bütün yönleriyle “gerçek insan”dır. İnsan, yalnızca “toplumsallığı olmayan, homo economicus” değildir. Evvela, toplum içinde ve “toplumsal sözleşme”nin tarafıdır. “Menfaat” düşünce ve dürtüsüyle de davranır, ancak bunun dışında, inancı, ihtirası, merhameti, sevgisi, eşitlik, hakkaniyet, adalet duygu ve idraki, diğergamlığı, estetiği, acıma hissi, ruhu, duygusallığı, kişiliği, şerefi, haysiyeti, onuru da vardır.

Locke, insanların dünyaya “yazılmamış kâğıt-tabula rasa” olarak geldiklerini, çevreden edindikleri tecrübe ile geliştiklerini ifade eder. Liberalizmin insanı, aynı zamanda, doğup büyüdüğü çevrenin, köyünün, mahallesinin, kentinin, kendine ait mekanın ve toplumsal çevrenin insanıdır. Kişiliğinin oluşmasında, ait olduğu mekan ve çevre önem taşır. Bu sebeple liberalizm, aynı zamanda “yerellikçi”dir.

“Liberal bireycilik”, yalnızca menfaatini düşünen değil, şerefi, haysiyeti, düşüncesi, inancı, duygusu, merhameti, sevgisi, aşkı uğruna her şeyini, canını gözünü kırpmadan feda  eden “yiğit insanların” da bireyciliğidir. Liberalizm, bu şekilde, bütün yönleriyle ve gerçekçi biçimde algıladığı insanı en yüksek değer” olarak kabul eder ve ona güvenir. İnsanın baskı altına alınarak yaratılışına yabancılaştırılmasını reddeder.

Doğru tahlil edildiğinde, “romantizmin insanı” ile “liberalizmin insanı” aynıdır. Bu insan, aynı zamanda “şövalye ruhlu’dur. Romantizm, sanat tarihinin en önemli, parlak incelmiş bir safhasıdır. Goethe, Byron, Lamartine, Hugo, Petöfi, Delacroix, Beethoven, Weber, Schubert, Chopin, Berlioz, Mendelssohn, Schumann, Listz, Verdi, liberal-romantik dönemin büyük artistik tablosunun temsilcilerindendirler. Bu dönemde, şövalyelik, yalnızca roman kahramanı olarak kalmamış, düello tekrar “pusu”nun yerine geçmiştir.

Liberalizmin egemenlik dönemi, bir başka yönden de ilgi çekicidir. Bu dönem, insan yaşayış ve davranışında, kurallılığın, terbiyenin, adabı-muaşeretin en ileri düzeye ulaştığı, “kibar-terbiyeli” insan tipinin de idealleştirildiği dönem olmuştur. Bugün hala itibar edilen “adabı muaşeret-görgü” kuralları o dönemden kalmadır.

Liberalizm, insana güvenmiş, insan da bu güveni haklı çıkarmıştır. Özgür olduğu nisbette “yüceleşmiş”, yaradılışının üstün niteliklerini ortaya koymuştur.

Romantizm hatırlanmadan, liberalizm yeterince tanınamaz. Ya da liberalizmi tam tanımak için, mutlaka romantizm de tanınmalıdır.

Liberalizmin İki Olağan Tezahürü: “Küreselleşme ve Yerelleşme”

Dünya siyasetindeki “yeni liberal mutabakat”  döneminde, birbirine aykırı gibi görünen  iki gelişme, birlikte belirginleşmektedir. Küreselleşme (globalizm-evrenselleşme) yerelleşme. Klasik liberalizmin doğru algılanması halinde, bu gelişmeler ters yönlerde değildir, her iki gelişme de olağan ve “beklenir” niteliktedir.

Locke liberalizminin felsefi temeli, “doğal-tabii hukuk”un önde gelen, en önemli özelliği küresellik (evrensellik)’tir. Tabii hukuka göre, yeryüzündeki bütün insanlar, coğrafi alanı, ülkesi, gelişmişlik düzeyi, rengi, dili, dini, ekonomik, sosyal veya siyasi durumu, etnik bağı ne olursa olsun eşit doğarlar, hukuk normu karşısında eşittirler, eşit kişiliğe sahiptirler. Böyle olduğu için, “insan hak ve özgürlükleri” ideali de bütün dünya ve bütün insanlar içindir. Bu temeli nedeniyle klasik liberalizm, başlangıcında küresel (evrensel) bir siyasi doktrindir. Marksizm gibi yalnızca proleteryaya, muhafazakârlık gibi belirli tarihi şartlara, faşizm gibi belirli bir ırka veya millete hitap etmez. Dünyadaki bütün insanlara hitap eder. Bu hitap tabiatıyla “küresel”dir.

Klasik liberalizm küresel olduğu için, siyasi tarihte, “bütün insanlar için ortak bir dünya düzeni” düşüncesini ilk ifade edenler arasında, liberal filozof veya siyaset yazarları ön safta göze çarparlar.

Bir “siyasi doktrin” yazarı olmadığı halde, Immanuel Kant, “liberal düşünce ve inançlı bir filozof” olarak tanımlanır. Kant’ın doğrudan siyasetle ilgili başlıca görüşünün “ahlak esasına dayalı ortak bir dünya siyasi düzeni”nin oluşturulması yönünde olduğu kabul edilir. Liberal siyasi doktrinin önde gelen düşünürlerinden olan Thomas Paine ise, ortak dünya düzeni değil, fakat, Avrupa’nın tamamını kapsayacak “ortak bir Avrupa siyasi düzeni” düşüncesinin öncüsüdür. Devletlere, milletlere ayrılmamış veya en azından ortak idealler etrafında birleşmiş bir dünya düşüncesi, klasik liberalizmin son dönemde ifade ettiği değil, iki yüzyıl öncesinde itibaren liberalizmin siyasi edebiyatında ifade edilegelmekte olan bir ideal veya ütopyadır.

Klasik liberalizmin, ekonomi alanındaki “serbest rekabete dayanan piyasa ekonomisi” ilkesi, klasik-liberal ekonomi teorisi, “devlet müdahalesini, himayesini, yönlendirmesini” öngören “milli ekonomiler” düşüncesini reddeder. Serbest rekabet ilkesi de küreselleşmeyi gerektirir.

Liberalizmin teorik temelleri açısından, şayet dünyanın yeni yönü klasik liberalizme doğru ise, bunun siyasi ve ekonomik alanlarda küreselleşme olgusunu da birlikte getirmesi olağandır.

Kronolojik olarak, Avrupa’da, “merkezi-mutlak monarşi” feodalitenin, liberalizm “merkezi-mutlak monarşi”nin, Marksizm de liberalizmin antitezi ve reddidir. Aynı şeye karşı olanların, aynı şeyi reddedenlerin birbirine yakın ve dost olmaları mantıki, olağan bir haldir. Bu açıdan, merkezi-mutlak monarşiye karşı olan liberalizmle feodalitenin, liberalizme karşı olan Marksizmle, feodaliteye karşı olan merkezi-mutlak monarşinin aralarında, dostluk olması yadırganamaz.

Klasik liberalizm, merkezi monarşilere karşı tepki olarak geliştiği için, yerel yönetim modelini temsil eden feodaliteye kötü gözle bakmaması anlaşılabilir bir durumdur. Ayrıca, İngiltere’de, 1215’ten itibaren “haklar ve özgürlükler” mücadelesinin öncülüğünü “land- lordlar”ın yapmış olması, bu yönden dikkate alınabilecek bir gerçektir.

Liberalizmin antitezi olduğu için, merkezi-mutlak monarşilerle ortak bazı varsayımlara sahip olabilmesi olağan bulunan Marksizmin “tarih tezi”nin aksine, örneğin Bertrand Russel’ın da tekrar ettiği gibi, “Avrupa, bir daha gerilemeye dönüşmeyen ilerlemesine, on birinci yüzyılda, feodalitenin egemen olduğu dönemde başlamıştır.” H. G. Wells, Charles Seignoboss gibi tarihçilerin de ifade ettikleri gibi, feodalitenin neden olduğu gelişmelerin başında, şehirleşmenin yaygınlaşması, bunun, 11. yüzyılda “tarım devrimini” tahrik etmesi, ticaretin gelişmesi, pazarların küçük endüstriyel üretimi başlatıp geliştirmesi dikkat çekicidir.

Dante, Boccacio,Petrarca, Roger Bacon gibi pek çok isim, feodalitenin egemen olduğu orta çağın entelektüel gelişiminin temsilcileridir.

Küçük siyasi birimler, aynı zamanda, ekonomide küreselleşme için de en uygun ortamı oluştururlar. Zira, feodal siyasi çevrede, merkezi monarşilerin 17. yy’da ortak ekonomi modeli olan ve günümüzde “milliyetçiliğin ekonomisi” olarak da adlandırılan “merkantilizm” benzeri, himayeci, kapalı modelleri uygulamak mümkün değildir. Küçük feodal çevre, hiçbir alanda “kendine yeterliliği” düşünemeyeceğinden, rekabetçi, açık pazar” sistemini benimsemek zorundadır. Feodalitenin bu özelliği nedeniyle, Orta Çağ, Marco Polo’dan, C. Colomb’a, dünyayı tanıma, keşfetme çabalarının başladığı, dünya ticaret yollarının canlandığı dönem olmuştur.

Liberal-ferdiyetçilik de, insanın saygıya layık kişiliğinin, doğup büyüdüğü, yaşadığı sosyal çevrenin ürünü olduğunu varsayar, bu nedenle liberal bireycilik, yerelliğe önem verir.

Mantıksal açıdan, yerel yönetim modeli, merkezi monarşilerden daha özgürlükçü ve demokratik olmak zorundadır. Zira nüfusu birkaç bini aşmayan feodal yönetim birimlerinde, idare edenlerle idare edilenler bir arada, daima, her gün yüz yüzedirler. Roma’daki imparatorun veya Paris’teki kralın nasıl bir yaratık olduğunu, Alpler’deki köylü, ancak tahayyül edebilir, imparatorun, kralın metafizik vasıflarla takdimine karşı çıkamaz. Buna karşılık feodal bey, daima karşılaşabildiği, kendisi gibi alelade insan olduğunu gördüğü bir komşusudur. Bağlı olduğu feodali beğenmeyen veya ondan korkan bir şahıs, birkaç saatlik yürüyüşle, ona rakip olan bir başka feodalin sahasına, himayesine ulaşabilir.

Tabiatıyla liberalizm, feodaliteye dönüşü istemez. Ancak, mutlak monarşi veya onun paralelindeki Marksizm gibi feodaliteye kötü gözle bakmaz. Günümüzün yerelleşme olgusuyla da feodalitenin bağı yoktur. Ancak, feodaliteye gelenekselleştirilmiş tepki sebebiyle, günümüz “yerelliği”ne karşı çıkmak, liberalizme uymaz.

Demokrasi ve özgürlüğe daha uygun ortam olduğu için liberalizm, merkeziyetçiliğe, siyasi gücün merkezde, dar kadro elinde toplanmasına karşı ve ademin merkeziyetçiliğin, bu yönde yerelleşmenin taraftarıdır.

Liberal özgürlükler, küreselleşme ile birlikte yerelleşmenin ortak ortamında daha sağlam temel bulur.

Günümüzün teknolojik gelişmeleri, ekonomide “temerküz-concentration”u tersine çevirmektedir. Pek çok alanda küçük teşebbüsler avantaj kazanmaktadır.

Bu nedenlerle, küreselleşme ile birlikte yerelleşme, klasik liberalizmin birbiriyle uyumlu, ortak hedefleridir.

Liberalizm, Muhafazakârlık ve “Liberal Sağ”

Siyaset lisanında, liberalizmle muhafazakârlığı “karşıt kavramlar” gibi gösteren “liberal veya muhafazakar” ifadesine, “sürçü lisanına” çokça rastlanır. Kelime olarak bu “karşıtlama” yanlıştır. Muhafazakârlık, statükoculuk demektir. Statüko liberal (özgürlükçü) de olabilir. Muhafazakarlığın doğru karşıtı “devrimcilik”tir. Liberalizmin (özgürlükçülük) de doğru karşıtı, muhafazakarlık değil, otoriterizm veya totaliterizmdir.

Muhafazakârlık, 20. yy’da, Batı’da, sosyal demokrasi ile birlikte, iki büyük siyasi doktrinden birisi olmuş, “eski, devletçi mutabakat’ta yer almıştır.

Türk siyasetçilerinin çoğunluğu, “milliyetçi-muhafazakar” olduğunu iddia etmekte.  muhafazakârlık “milli ve manevi değerlere bağlılık” olarak tanımlanmakta, “millet dedik, devlet dedik, bayrak dedik” gibi sloganlarla, hamaset edebiyatıyla anlatılmaktadır. Bu çerçevenin, 20. yy.’ın büyük bir siyasi doktrinini anlatmak bakımından herhangi bir değer taşımayacağı açıktır.

Batı siyasi pratiğine topluca bakıldığında, 20. yy.’da “liberal anayasacılık çağı’na ait Muhafazakâr adını taşıyan veya Hristiyan Demokratlar gibi aynı safta yer alan partilerce, onların liderlerince gösterildiği görülmektedir. Mesela, Ingiliz Muhafazakar Parti’sinin uzun süre liderliğini, başbakanlığını yapmış olan Churchill, 20. yy’da insan hak ve özgürlükleri idealinin de güçlü savunucularından olmuştur. Avrupa’da 1930’lu yıllarda totaliter rejimler hakimiyet kurduğunda:

“Bazı milletlere hürriyetlerinden vazgeçmeleri karşılığında menfaat vaadedildi, onlar da şerefsizliği seçtiler” sözü onundur. Atlantik Şartı’nın, insan hak ve özgürlükleri düşüncesini yeniden canlandırmak temelindeki Birleşmiş Milletler teşkilatlanmasının iki öncüsünden birisidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Batı Alman Hıristiyan Demokrat Partisinin liderliğini, başbakanlığını, cumhurbaşkanlığını yapmış olan Adenauer, Hitler rejimini, muhalefeti yüzünden gözetim altında ve yasaklı olarak yaşamıştı. Aynı şekilde İtalyan Hristiyan Demokrat Partisinin kurucusu ve ilk başbakanı olan De Gasperi de, faşist idare zamanında, muhalefeti yüzünden beş yıl hapis yatmıştı.

“Yeni liberal mutabakat”ın öncüsü Thatcher, Muhafazakâr Parti’li idi. Onu izleyen Reagan’ın Cumhuriyetçi Partisine muhafazakâr da denilmektedir.

Liberalizmi, toplum projesi olmayan, toplumun “kendiliğinden düzeni”ne karışmayan “saf bir siyasi doktrin” olarak tanımladığımızda, liberalizmin muhafazakârlıkla en çok uzlaşan siyasi doktrin olduğunu kabul etmek gerekir. Zira liberal devlet, toplumun gelenek, din, örf ve adet gibi muhafazakar değerlerinin kendi evrimi içinde, müdahalesiz sürdürülebilmesi için en uygun siyasi ortamı gerçekleştirecektir.

Ancak, liberalizm-muhafazakârlık ilişkisi, bundan ibaret değildir.

Çağdaş siyasi doktrin olarak muhafazakârlık, İngiltere’deki Whig-Torry geleneği dışında, teorik temeli 18. yy. sonunda Edmund Burke tarafından oluşturulan, Burke’ün damgasını taşıyan, yeni bir modeldir.

“Siyasi doktrinler tarihi”nin önemli bir ismi olan Burke, İngiliz politikasına, liberal Whig partisinden 1765’te girmiş, dağılmaya yüz tutan partiyi toparlamış, Whig kanadının etkin bir unsuru olmuştu. Siyasi düşüncesi John Locke’a ve “tabii hukuktan kaynaklanan insan hak ve özgürlükleri” ilkesine bağlıydı. Bu yüzden, Amerika, Hindistan gibi sömürgeler halklarına da, İngiliz vatandaşlarına tanınan hak ve özgürlüklerin aynen tanınmasının mücadelesini yapmış, hatta Amerikan bağımsızlığını savunmuştu.

Marksistler, “devrimler faraziyesi”ne delil toplamak için, her siyasi olayı “toplumsal-ekonomik devrim”le özdeşleştirmek eğilimindedirler. Buna karşılık, liberaller, örneğin Ortega y Gasset, devrimlerle hükümet darbelerinin çok farklı olduğunu, tarihte gerçek devrim örneklerinin çok az olduğunu düşünürler.

İngilizlerin 1688 devrimi, gerçekte “toplumsal değişim” hedefi olmayan, Anglikanlığı kabul etmiş İngiliz halkına zorla katolikliği dayatan kralın parlamento kararı ile tahttan indirilip yerine damadının kral yapılmasıyla sonuçlanan, amacı statükoyu korumak olan, bu yönüyle muhafazakar karakterli bir “kısmi hükümet darbesi”dir. Burke, bu nitelikteki İngiliz devrimini, sonunda yürürlüğe konulan 1689 “insan hakları beyannamesi-bill of rights” ilkelerini benimser.

Buna karşılık, Fransız ihtilali, ilk iki yılından sonra jakobenlerin eline geçmiş, amacı da pek açık olmayan, vahşi, kanlı, giyotinlerle sürdürülen, toplumun kendiliğinden düzenini temelden tahrip eden gerçek bir “toplumsal devrime” dönüşmüştür. Bu safhada, Fransız devriminin liberalizmle bir bağı kalmamış, tamamen liberalizme aykırı, jakobenizm yaratılmıştır.

Burke, bu safhada, 1792’de yazdığı “Fransız ihtilali Üzerine Düşünceler” adlı eseriyle, ihtilale karşı çıkarken, çağdaş muhafazakarlığın teorik temelini de kurmuştur. Gerçi, klasik liberalizmin temel ilkesi olan “hukuk normu karşısında eşitlik”te, aristokratik, dinsel imtiyazların olduğu toplumlar için köklü değişimleri getirmekteydi, ancak, siyasi gücün bu alanda yapması gereken, “hukuk normunu vazetmek”ten ibaretti. İnsanları “giyotinlemek”, mallarını gasbetmek değil. Burke’un karşı çıktığı bu metoddur. Klasik liberaller, geçmişte liberalizmin samimi bir taraftarı olan Burke’u anlayışla karşılarlar. Burke, teorisini İngiltere’nin özgürlükçü geleneği üzerinde kurduğu için öncülüğünü yaptığı muhafazakârlıkta “liberal muhafazakârlık” olarak nitelendirilebilmektedir. Batı’da, ikinci dünya harbi sonrasının muhafazakâr partileri, Burke çizgisini izlemişlerdir.

Burke çizgisi dışında, Hegel-Carlyle çizgisinde ikinci bir “faşist muhafazakarlık” modelinden de bahsetmek mümkündür.

Özellikle, Amerikan “muhafazakârlığı”nın farklı bir yeri vardır. Amerika’nın “kurucu babaları”, katıksız “liberalizm ideologu” idiler. Bu sebeple, Amerika’da “kurucu babalara bağlılık” anlamında muhafazakârlık, gerçekte klasik liberalizmdir. Nitekim, Milton Friedman, Amerika’ya has bu gerçeği, “şimdilerde Amerika’da liberalizme muhafazakarlık denilmektedir” cümlesiyle açıklamaktadır. Siyasi lisandaki tersliğe rağmen, Amerika’da, liberalizme daha yakın parti, Cumhuriyetçi Parti’dir. Bu yüzden,
Cumhuriyetçilerin parlamento lideri Newt Gingrich, bir yazısında, “muhafazakâr olduğum için beni herkes devlet düşmanı sanıyor” cümlesini kullandığında, Amerikan gerçeğini bilenler, şaşırmamışlardır. Amerikan muhafazakârlığının temelinde “direnme hakkı” vardır. Klasik liberalizmin, siyasi yelpazedeki yeri “orta sağ”dır. Buna “liberal sağ” da denilir.

Hayek’e göre, liberalizmin temeli, dürüst birey”, aile ve mülkiyettir.

Liberalizm, Din, Müslümanlık

Çağımızın liberalizme karşı gelişen, hakim ve vechesi de “materyalizm ve pozitivizm” olan “düşünce biçimleri” de, Batıya ait her şeyi peşinen reddeden, batı düşüncesinin tamamını materyalizm ve pozitivizmle özdeşleştiren saplantılar da, özellikle Türkiye’de, liberalizmin doğru tanınmasında, ilave zorluklar yaratmaktadır. Bu düşünce ve saplantıların dışına çıkılabildiği takdirde “liberalizm gerçeği” anlaşılabilir.

Liberalizmin temelindeki “insan tasavvuru” bir yönüyle “mistik” niteliktedir ve böyle olduğu için de, liberalizm, paralelinde, sanat tarihinin materyalizme en ziyade karşı olan akımını, “romantizmi” yaratmıştır. Bu insan tasavvuru, ayrıca Semavi Din’lerin “Allah’ın alemi insan için yarattığı ve insanın Eşref-i Mahlukat” olduğu “telkini” ile uyum içindedir.

Liberalizmin Öncülerinde Din, Tanrı İnancı

Klasik liberalizmin teorik öncüsü John Locke, bütün biyografilerinde “dindar bir insan” olarak tanımlanır. A. Izzetbegoviç’de “John Locke’un, Tanrı mefhumunu, kendi ahlak nazariyesinin merkez noktası yaptığını” yazar. Locke’un “Tanrı mefhumu”da ayrıca inceleme konusu olmuştur. Örneğin “John Locke’da Tanrı Anlayışı” adlı değerli eserin yazarı İsmail Çetin, onun, “Hristiyanlığın teslis öğretisini reddettiğini, tamamıyla Unitarian-Tevhitçi bir tutumu benimsemiş olduğunu” ifade eder. Bu inançtaki bir teorisyenin siyasi teorisinde “mistik” yönün ağır basacağı açıktır.

Bu inancı yüzünden Locke dayandığı “doğal hukukun Allah’ın emirlerinden farklı olmadığı” düşüncesindedir. Bu bakımdan “doğal hukuk teorisi”nin öncüsü Yunanlı Stoisyenler de ilgi çekicidir. Onlar da, genel Antik Yunan felsefesinden farklı olarak, Hz. İsa’dan 300 yıl önce, “alemi yaratan tek bir Büyük Güç olduğuna” inanırlar.

Locke’un takipçilerinden bir kısmı, Hristiyan düşüncesinin “Deist” olarak adlandırdığı inançtadır. Genel olarak Deizm, “Tanrı’nın varlığına ve birliğine inanan fakat kiliseyi reddeden” inançtır.

Locke’cu çizgide, Amerikan bağımsızlığının etkili teorisyeni Thomas Paine de, Hristiyan dünyasının önde gelen “Deist”lerindendir. Ancak yazdıkları, Müslümanlar bakımından ilgi çekicidir. Paine şöyle yazar:

“Yalnızca Allah’a ve Birliğine inanıyorum. Bu hayatın sonundaki mutluluğa ulaşacağımı düşünüyorum. İnsanların eşitliğine inanıyorum. İbadetin, adil davranmayı, merhamet ve insafı, insanlığın mutluluğu için çalışmayı gerektirdiğine inanıyorum. Ancak, imanıma aracılık iddia eden Yahudi Kilisesine, Roma Kilisesine, Grek Kilisesine, Protestan Kilisesine, Türk Kilisesine inanmıyorum”. Tabiatıyla, Müslüman’ın Allah’ı ile arasındaki bir kilisesi yok. Paine bunu tam bilmiyor. İster istemez, akla şu sual geliyor: Paine, İslam’ı öğrenseydi, acaba Deist olarak kalır mıydı?

Klasik liberalizmi, sadakatle siyaset pratiğine aktaran Amerika’nın “kurucu babaları”nın da dindar insanlar olduğu biliniyor.

Teorideki ve siyaset pratiğindeki öncülerinin inanç ve düşünceleri, klasik liberalizmi, bir taraftan din özgürlüğünü güvenceye alan, bunun yanında “dine dost ve dinle barışık” bir siyasi doktrin olmasını mümkün kılmıştır.

Liberalizmin Din Özgürlüğü ve Jakoben Laiklik

Deist, Paine “İnsan Hakları” adlı kitabında, 1789 Fransız “İnsan Hakları Beyannamesi”ni genel olarak tasvip eder. Yalnızca “din özgürlüğünü” düzenleyen 10. maddesine karşı çıkar. Bu madde, “din özgürlüğünün, kanunla belirlenmiş, kamu düzenini bozmayacak şekilde kullanılabileceğini” hükme bağlamaktadır. Bu hükümde, “sınırsız din özgürlüğünün kanunla kurulu kamu düzenini bozacağı ve bu
sebeple kanunla sınırlandırılıp, devletin denetimi altına alınması” mantığı esas olmuştur.

Paine, bu hükme ve mantığa, “din öylesine ulvi bir duygudur ki, beşeri kanunların konusu olamaz” gerekçesiyle karşı çıkmıştır.

Paine’in düşüncesi doğrultusunda, Amerikan Anayasasının “din özgürlüğünü” düzenleyen 1791 tarihli “Ek: I” maddesine, halen yürürlükteki şu hüküm konulmuştur:

“Parlamento, dinin herhangi bir surette resmileştirilmesini öngören veya herhangi bir dini ibadetin serbestçe yapılabilmesini kısıtlayan kanun yapamaz”. Negatif-liberal özgürlük düşüncesinin açık bir örneği olan bu hükümle, din özgürlüğü alanında da “düzenlememe” ilkesi esas olmakta, devletin bu alanda herhangi bir amaçla “kanun yapması”da yasaklanmak suretiyle bir taraftan “mutlak özgürlük”, öte taraftan “devletin dine, dinin devlete karışmaması” esası kesin kurala bağlanmaktadır.

Günümüz Türkiye’sindeki “laiklik” tartışması, aslında, Paine’in başlattığı ve Fransız ihtilalinin jakoben düşüncesiyle, Anglo-Amerikan özgürlük düşünesi arasındaki köklü karşıtlığı ortaya koyan tartışmanın devamıdır. Türkiye’de, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’nin 10. maddesinde ifade edilmiş bulunan ve Amerikan Anayasası’nın mantığına kökten aykırı olan “jakoben laiklik” düşüncesi hakimdir. Dini devletin denetimi altına almayı öngören Fransız-Türk sistemi, klasik liberalizmin negatif özgürlük esasıyla da bağdaşmaz. Jakoben laiklik, klasik liberalizmin, din ve ibadet özgürlüğü esasına aykırıdır.

Liberalizm ve Müslümanlık

Klasik liberalizmin, “devletin insanların hak ve özgürlük alanına ve toplumun örf, adet, ahlak, terbiye ve bunların yanında mutlaka din kurallarını da kapsayan kendiliğinden düzenine karışmaması” olarak özetlenebilen, “genel özgürlükçülük ilkesinin” genel olarak, herhangi bir dinle sorun veya uzlaşmazlık yaratmayacak yeterli bir temel olduğunu söylemek mümkündür. Liberalizm, bu kapsamda Avrupa muhafazakârlığının “tarihçi” felsefesinden, materyalist sosyalizmden, pozitivizmden çok daha, olumlu, uyumludur.

Liberalizmin başta “insan tasavvuru” olmak üzere, felsefi temelleriyle, Semavi Dinler’in ve Müslümanlığın esasları arasında aykırılık değil, uyum vardır.

Liberalizm, teorik planda, Hristiyanlığın ilkeleriyle değil, fakat, otoriter ve imtiyazlı kilise ile, dini bir totalite alanı haline getirmek eğilimindeki devletle ihtilaflı olmuştur. Sonuçta Batıda kiliseye de rağmen, ortalama yüzyıl boyunca hakim siyasi modeli oluşturmuş, kilisenin de otorite ve imtiyazlarını sınırlandırarak, uzlaşma ortamını yaratabilmiştir.

Müslümanlıkta kilise ve imtiyazlı ruhban sınıfı yoktur. Liberalizmin genel felsefe ve teorisiyle birlikte, bu önemli özellik dikkate alındığında, liberalizmin Müslümanlıkla, Hristiyanlıkla olduğundan daha fazla ortak alana sahip olduğunu, İslam’la uzlaşmasının Hristiyanlıktan daha kolay olduğunu söylemek mümkündür.

Liberalizm ve Türkiye

Siyasi pratik, daima, farklı düşüncelerin uzlaşmasını zorunlu kılar. Bu nedenle, herhangi bir siyasi doktrinin, tavizsiz, saf haliyle uygulanması mümkün değildir. Bu gerçeği de dikkate alarak, klasik liberalizmin İngiltere’de, 1750-1880 arasındaki 130 yıl, Amerika’da 1785-1920 arasındaki 135 yıl, Kıta Avrupası’nda 1815-1860 arasındaki 45 yıl boyunca, pratiği yönlendirmiş, hakim siyasi doktrin olduğu söylenebilir.

Osmanlı’nın 19. yy. başlarında başlayan çağdaşlaşma çabaları, Batı’da liberalizmin egemen olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı, önce liberalizmle, sonra, liberalizme aykırı “antitezler”le tanışmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında, Osmanlı aydınlarının büyük çoğunluğu, tercihlerini liberalizme karşı görüşler, özellikle de “jakobenizm” yönünde kullanmışlar, bu durum Cumhuriyet boyunca da sürmüştür.

Muhalefete, ifade ve örgütlenmeye çok imkân verildiği dönemlerde, baskıdan tam kurtulamamış, kısmi bir liberal çizgi, muhalefetin temel unsuru olmuş, halktan büyük ilgi ve destek görmüş, bazen iktidara gelmesi, bazen de iktidarda kalması cebren önlenmiştir.

Fikri planda, kapsamlı sayılabilecek liberalizm taraftarlığının önde gelen ismi, kuşkusuz Prens Sabahattin’dir. Onun ilkelerini, fikri-siyasi ortamın imkân verdiği nisbette benimseyen, liberalizme yakın ilk siyasi parti de 1908’de kurulan “Ahrar Fırkası”dır. Bunu izleyen ve programına açıkça “liberal demokrat” ilkelerini yazmış olan ikinci parti, Kurtuluş Savaşının önde gelen komutanlarından Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy’un 1924’te kurdukları “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”dır. Daha sonra, siyasi geçmişinde daima liberal çizgiye yakın olan, 1925’te, belki bu yüzden başbakanlıktan ayrılan, Fethi Okyar, Atatürk’ün de önerisiyle, liberal-demokrat program ve söylemle 1930’da “Serbest Cumhuriyet Fırkası”nı kurmuştur. Bu partinin de kısa sürede kapatılmasına, halktan gördüğü olağanüstü, şaşırtıcı alaka ve desteğin neden olduğu kanaati hakimdir.

Halk oyuyla -1950’de- iktidara gelen ilk parti olan Demokrat Parti, ilk hükümet programıyla, muhalefeti dönemindeki “liberal-demokrat” zihniyeti açıkça ortaya koymuş, ancak, “iki kutuplu soğuk savaş”ın yoğunlaştığı dönemde, dış siyasi konjonktürün de etkisiyle, 1954’ten sonra, liberal çizgiyi terk etmiş, popülist bir yolu tercih etmiştir. Demokrat Parti’nin liberal çizgiyi terk etmesi nedeniyle 1955’te ayrılan “19’lar”ın kurduğu Hürriyet Partisi de liberalizmi benimsemişti. Ancak, 1957 seçimlerinde ancak %4 oranında oy alabilmesi, kurucularının partiyi feshetmesine sebep olmuştur.

Muhalefete 1950’de düşmüş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1954 seçimlerinden sonraki muhalefet propagandası, liberal ilkelere dayandırılmış, bu parti 1965 seçimleri arefesinde, aniden, İnönü’nün ağzından “ortanın solu”na saptığını ilan etmiştir.

Adalet Partisi, 1961’deki kuruluş programında, özellikle “insan hak ve özgürlükleri”ne yapmış olduğu yoğun vurgulama ile, liberal ilkeleri benimsediğini düşündürmüş, ancak, %53 oyla iktidara geldiği 1965 seçimlerinden  kısa bir süre sonra, bu ilkelerden uzaklaşmıştır.

Son dönemde, ANAP değil, fakat, yalnızca rahmetli Turgut Özal, kambiyo rejimine getirdiği radikal değişiklikle, siyasi pratiğe geçirmediği veya geçiremediği pek çok ifadesiyle liberal çizgiye yakın olduğunu düşündüren son parti lideri olmuştur.

Bu arada, yalnızca düşünce alanında da olsa, öncülüğünü Mehmet Akif’in yaptığı bir “liberal İslam” çizgisinin zaman, zaman belirdiği görülebilir.

Geçmişe toplu olarak bakıldığında, halkımızın çoğunluğunun, imkan bulduğu her dönemde, “liberalizme” daha yakın siyasi partiler etrafında toplandığı, bu partileri, liberalizme yakın çizgide kaldıkları sürece desteklediği görülebilir. Örneğin, 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’nin almış olduğu oy oranı %58 dir. Sonraki 1957 seçimlerinde ise oy oranı %47 ye düşmüştür.

Halkımız, siyasi alanda, “liberal sağ” çizgiyi görebildiği dönemlerde, seçimlerde oyunu çok parti arasında dağıtmamış, “iki partili” sisteme yönelmiştir.

Günümüz Türkiye’sinde, liberal veya liberal çizgiye yakın parlamentoda temsil edilen bir siyasi parti, kadro ve lider görünmemektedir. Geçmişte, zaman zaman belirginleşmiş, temsil edilebilmiş olan “liberal sağ çizgi” bugün tamamıyla sahipsizdir. Geçmişteki tecrübeye bakıldığında, günümüz siyasi tablosundaki dağınıklığa, istikrarsızlığa, “liberal sağ çizgi”nin sahipsiz kalmasının neden olduğunu söylemek mümkündür.

“Liberal sağ”ın diğer adı “klasik liberalizm”dir. Amerika Birleşik Devletleri, “klasik liberalizmi”, John Locke düşüncesini ideoloji olarak -hatta- bağnazca benimsemiş “kurucu babalar”ın eseridir. Onların yaptıkları anayasayı 1787’den bu yana, 210 yıldır değiştirmemiştir. Bugün dünyanın “süper gücü” olmasının nedeni, başlangıçta kurduğu “siyasi rejim”dir.

Türkiye veya bir başka dünya bölgesinin, teknolojinin, ulaşım ve iletişim imkanlarının olağanüstü hızla geliştiği dünyada, uzun  süre “yeni dünya düzeninin” dışında kalabilmesi, çağdaş dünyanın “yükselen değerleri”ni uzun süre reddebilmesi mümkün değildir.

İnsanlık “yeni bir dünya düzeni”ni kurmak zorundadır. Halen stokta bekleyen nükleer silahlar, yeryüzündeki tüm canlılığı defalarca yok edebilecek miktardadır. İnsanlık evvela “nükleer harp” ihtimal ve tehdidinden hep birlikte kurtulmak ihtiyacında ve zorundadır. Başka amaçlarla kullanılan nükleer enerjiyi de ortaklaşa denetim altına alma zorunluluğunu “Çernobil” benzeri olaylar hatırlatmaktadır. Gelişmenin yarattığı ekoloji, çevre sorunları, dünyanın doğal dengesini, bütün insanlığı tehdit eder yönde etkilemektedir. Bunlar, dünyadaki tüm insanların ortak ve ihmal edilemez sorunlarıdır. Bu ve benzeri ortak sorunlara, tüm insanlık birlikte çözüm bulabilir.

Son yüz yirmi yılın modası olan, mutlak egemenlik iddiasındaki “üniformist, gücü nispetinde emperyalist, siyasi modeline göre derece derce totaliter, ulus-devlet” modelinin, herhangi bir ekonomik avantajı kalmamıştır. Endüstride “temerküz” dönemi de, doğal kaynaklara dayalı kalkınma dönemi de geride kalmıştır.

Bu sebeplerle “yeni bir dünya düzeni” zorunlu olarak kurulacaktır.

Şimdilik, modern dünya, doğal olarak, duraksamalı, iniş-çıkışlı da olsa, “yeni düzeni”ni “klasik liberalizm’i tekrar güncelleştirerek şekillendirmek çabasındadır. Modern dünyanın “yeni-liberal mutabakatı”na karşı direnmek, gereksiz yere, zaman ve güç kaybından, Türkiye’yi yalnızlaştırmaktan başka sonuç vermeyecektir.

Türkiye’nin son yıllarda hızla uzaklaşmakta olduğu “çağdaşlığa” tekrar yaklaşabilmesi için, öncelikle ve gecikmeden, ciddi, samimi, çağdaş bir “liberal sağ” harekete ve partiye ihtiyacı vardır. Siyasi istikrar da buna bağlıdır.

Elinizdeki küçük kitapçığı, saygın siyaset bilimcisi ve demokrasi teorisyeni Giovanni Sartori’sinin cümleleriyle noktalayalım:

“Liberalizmi inkar edenler, çoğunlukla liberalizmin ne olduğunu gerçekten anlamadan bunu yapmaktadırlar. Birçok uygarlık, uygarlığın getirdiği nimetlerden yararlananların anlayışsızlığı yüzünden yıkılmıştır. Denetlenmemiş iktidara dayanabilmek zordur ve bu tür iktidar tehlikelidir. Devlete ilgili herhangi bir düzenlemeye anayasa denilemez. Anayasanın iktidarı kullananları gerçekten denetlemesi ve sınırlandırması gerekir. Sözde halk adına hareket eden ve bu nedenle meşruluk iddiasında bulunan, liberal olmayan bir devlet ister istemez zamanla demokratik denemeyecek bir duruma düşecektir. Böyle bir demokrasi, halk desteği varsayımının yardımıyla en despotik köleliği dahi onaylamaya elverişlidir. Bu liberal demokrasinin ortadan kalkmasıyla birlikte, demokrasinin de ölmesi demektir.

Batı uygarlığı, ya liberal-demokratik bir uygarlıktır, ya da hiçbir şey değildir.”

Yeni Türkiye Dergisi, Ocak-Şubat 1999,  Yıl 5, Sayı 25, ss. 595 – 624.

Tarımdaki Sorunların Temelinde 76 Yıldır Kanunun Uygulanmaması Vardır

eeeeeeArtık tarım alanında da “deniz bittiği” için, Türkiye, IMF’nin yönlendirmesiyle, yüksek taban fiyatları, üretilenin tamamını alma garantisi, kredi faizlerinin, girdi maliyetinin kısmen, ilgili kurumlarının “görev zararları”nın tamamen devletçe karşılanması ve bu suretle her yıl oluşan milyarlarca dolarlık bütçe açığının devletçe üstlenilmesi sistemini değiştirmeye çalışıyor. Bu durumda başta şeker pancarı, tütün, fındık, çay üreticisi olmak üzere bütün çiftçiler haklı olarak şikâyetçi. Türkiye, tarımsal ürün ihracatını yeterli şekilde geliştirememek bir yana, “kendine yeterlilik” ölçülerinden de giderek uzaklaşıyor.

Bu durumdan da yalnızca hükümetler, siyasetçiler sorumlu tutuluyor. Seçim propagandalarında muhalefet, hükümet partilerine bu sebeple de yüklenecek ve oy da sağlayacak.

Gerçekten, sorumlu sadece hükümetler veya siyasetçiler mi?

76 Yıldır Uygulanmayan Çok Önemli Kanun Hükümleri

İsviçre Medeni Kanunu’nun tercümesi olan ve 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu’nun, tarımsal mülklerin mirasçılara intikaline ilişkin 597. maddesi aynen şöyle idi:

“Terekede iktisadi bir vahdet halinde işletilmekte olan zirai mallar bulunursa bunların kafesi (tamamı), mirasçılardan işletmeye muktedir olduğu anlaşılan talibine tahsis edilir.”

Takip eden 598. madde, diğer mirasçıların haklarının ödenme şeklini düzenliyor, 599. madde de kendisine tahsis yapılan mirasçı diğerlerinin hakkını makul sürede ödeyemeyecekse, işletmenin yine bölünmemesini “aile şirketi emvali” halinde bütün olarak işletilmesini öngörüyor idi. Yeni Kanun’un 659. maddesinde de aynı durum, biraz sulandırılarak tekrarlanmıştır.

1926’dan bu yana 76 yıldır yürürlükte bulunan kanunun bu çok önemli hükmü, dava yoluyla taleplere rağmen uygulanmamıştır. Bu süre boyunca, kanunu okumaya gerek görmeyen, bilmeyen pek çok akademisyen, yazar, sözde uzman, uygulamaya bakarak, tarımsal işletmelerin kanun hükümleri yüzünden çok parçalandığını söyleyip, yazagelmişler, kanunu değiştirmeyen siyasetçileri suçlamışlardır. Oysa, TBMM, 1926’da, kanunla yapılması gereken ve mümkün olanı yapmıştı. Bu konuda TBMM’nin, hükümetlerin, siyasetçilerin bir kusuru yoktu.

Yüksek Verimli, Düşük Maliyetli Modern Tarım, Ancak, Yeterli Büyüklükteki İşletmelerde Yapılabilir.

Genel olarak “sübvansiyonlar” denilen desteklemelerin asgariye indirilebilmesinin ön şartı üretim maliyetinin düşürülmesidir.

Çin’de solcu-devrimci Sun Yat Sen’in “toprak işleyenin, su kullananın” sloganını kullandığı 1910’lu yıllarda Batı’da “Traktör Devrimi” başlamış, yeterli arazisi olan çiftçinin çeki-hareket gücü olarak öküz, at yerine traktör kullanmasının teknik şartları tamamlanmıştı.

Bugün “küçük traktör” sınıfında olan 40-60 HP güçlü bir tarla traktörü, bir yılda 20 çift öküzün veya 10-15 çift atın yaptığı çiftçilik işlerini yapar.

Traktör çeşitli işler için çok sayıda başka cihaz ve makineyle, onların hareket gücü olarak kullanılır. Bu sebeple mekanize tarım işletmesine “tarım işletmesi” de denir.

Yeterli, optimal miktarda arazi tahsisi halinde traktör işletmesinde üretim maliyeti çok düşer. Çapanın, hasadın makinayla yapılması, traktör işletmesinde binlerce işçi günlük tasarruf sağlar.

Traktör işletmesinde verim de çok artar. Toprak daha iyi işlenir, işler zamanında yapılır, işletmenin mali durumu ileri tekniklerin uygulanmasına, ürünün pazar standartlarına uydurulmasına, daha kolay pazarlama ve ihracata imkan verir.

Bunların olabilmesi için öncelikli şart, işletmenin yeterli büyüklükte olmasıdır.

Batı’da özel mülkiyetteki büyük işletmelerin gerekliliği kabul edilirken, Sovyetler Birliği’nde de makineli tarım için çok büyük işletmeler, kolhozlar, sovhozlar kurulmuştur.

Medeni Kanun’un, maalesef 76 yıl boyunca uygulanmamış olan 597. maddesi çağın bu gerçeğinin ilk şartı idi. Bu hüküm uygulanmadığı için, tarımsal mülkler, modern işletme kurmayı imkansız hale getirecek şekilde 76 yıl boyunca insafsızca parçalanmıştır. Yargı kararları dışında tapulama faaliyet de bir felaket halini almış, “keyfî devlet” anlayışıyla geleneksel, fiili tahsislere bakılmamış, 10-20 dönümlük tarlalar, 20-30 hissedar adına tescil edilebilmiş bu suretle fiilen sahipsizleştirilmiştir. Bu marifet değil, Türkiye’ye çok büyük kötülüktür. Ayrıca, Osmanlı’dan gelen devletçi zihniyetle, Türkiye arazisinin %75’ten fazlasının devlete ait olduğu bir tablo yaratılmış, özel mülkiyet alanı %25’in altına düşürülmüş, bu yönüyle Türkiye Batı’ya değil komünist ülkelere benzetilmiştir.

Avrupa’da, 1950’li Yıllardan İtibaren, Ayrıca “Arazi Tevhidi” Programları Uygulanmıştır.

Batı Avrupa’da,  tarım nüfusu azaldığı için, 1950’li yıllarda da , aile başına ortalama arazi genişliği Türkiye’den  çok fazla idi. Bu ülkelerde miras yoluyla bölünmenin önlenmesi yeterli görülmemiş, ek olarak 1950’li yıllardan itibaren işletmelerin büyütülmesi programları uygulanmıştır. Bu programlar ortalama 30 yıllık süre içinde, rıza ve akit serbestisi ilkeleri uyarınca gerçekleştirilmiştir. Mesela, 1952 tarihli Hollanda Arazi Tevhid-i Kanun’a göre, arazi satın alarak işletmesini büyüten destekleniyor, arazisini satan için de bazı teşvikler uygulanıyor, ayrıca asgari on yıl sürekli kiralama ve ortak işletme sözleşmeleri de teşvik ediliyor, bu yollarla işletmeler büyütülüyordu. Büyütmenin temel amacı, üretim maliyetini düşürerek, işletmenin sübvansiyon ihtiyacını minimize etmek, çiftçilere bu yolla daha iyi geçim şartlarını sağlamak, tarımın “bir ticari iş” gibi yapılmasını sağlamaktı.

Bizim siyasetçilerin kusuru bu alandadır. Batı’nın işletme büyütme programlarını karşı, ters yönde, ideolojik amaçlı toprak reformu gürültüsü ülkeyi kaplamıştır.

Bugün, Türkiye’de çok traktör var. Ancak en az 1000 dönüm tahsisi gereken traktörler, sair makineler 50 dönümde kullanılıyor. 50 dönüm arazi bir yılda en çok 5-6 günlük iş sağlar. Bu modernleşme değil. Maliyeti düşürmez, artırır. Tarım işletmeciliğinde “makine israfı” konusu da ciddi biçimde ele alınan koşullardandır.

“Tarımda nüfus fazla, işletmeleri nasıl büyütelim?” diyenler olabilir. Şayet, 40-50 yıl önce, işletmeleri büyütme yoluna gitseydik, tarımsal üretim, dış pazar şartlarına da uygun olarak sürekli artma trendine girer, sübvansiyon ihtiyacı giderek azalır, “ticari kesim”e dönüşen tarımdan daha çok vergi sağlanır, tarımdaki sermaye birikimi de endüstrileşmeye kaynak sağlar, tarım dışı sektörler daha çok gelişir ve bugün tarımdaki nüfus çok daha az düzeye inmiş olurdu.

Çok geç kalınmış olmasına rağmen, bugün de tarımı Batı’nın gelişme yoluna sokmaktan başka çıkış yolu yok. Bunun ilk şartı, 76 yıldır uygulanmamış olan ve miras yoluyla bölünmeyi engelleyen kanun hükümlerini uygulamaya başlamaktır. Hiç değilse çok azda olsa kalanları kurtaralım. Bunun yanında “arazi tevhidi” programlarını düzenleyelim. Zira, artık deniz bitti. Aksi halde Türkiye karnını ithalatla doyurabilecek.

Türkiye’de “Şamata Yapan Amigoları” Olmayanların Sözleri Dinlenmedi.

Bana “senin de 76 yıl sonra mı aklın başına geldi?” diye sorulabilir.

Burada özet olarak yazdıklarımı, çok daha geniş şekilde kaynakçasıyla, Forum dergisinin Mart-Mayıs 1964 tarihli dört sayısında yayınlanan uzun makalemde anlatmıştım.

Ocak 1972’de yayınlanan Türk Tarım ve Toprak Reformu adlı ortak pazarın “Manshold Planı”nın örnek alınması gerektiğini vurgulayan kitabımın 145-146. sahifelerinde şu ifadeler vardı:

“Medeni Kanunun 597. maddesi, zirai mülkler için çok farklı bir miras ve intikal hükmü ihtiva eder. Bu madde Medeni Kanunumuzun gerçekten çok kıymetli, çok faydalı, önemli hükmüdür. Ne var ki kırk beş yıl boyunca hukukçularımız bu hükümden haberdar değillermiş gibi davranmışlar, uygulama yolunu açmamışlardır. Bu garip durumun anlaşılması oldukça zordur.” Bunu aynı dönemde, bazı gazete yazılarında da tekrarlamıştım.

Bugün aradan kırk beş yıl değil, yetmiş altı yıl geçti, garabet hala sürüyor.

Sanırım şamata yapan amigolarım olmadığı, tek kaldığım için yazdıklarım ciddiye alınmadı. Ben de usanıp vazgeçtim. Bazı “yüksek şahsiyetler” kanunlardaki miras hükümleri yüzünden zirai mülklerin parçalandığını söylemeye, bu yüzden kanunları değiştirmeyen siyasetçileri suçlamaya devam ettiler.

Bu sebeple, konuyu bugün, tekrar yazmaya “yüzüm olduğunu” düşünüyorum.

Seçim öncesi hükümet muhalifi politikacılara önerim şu: Konuyu tekrar inceleyip, çiftçilere geçmişteki ataları samimiyetle anlatsınlar, yüksek sübvansiyonlarla durumu idare etmenin mümkün olmadığını, denizin bittiğini, tarım kesiminde çok geç de olsa köklü, yapısal revizyonlar yapmak gerektiğini, başka çıkış yolunun kalmadığını söylesinler.

Realitenin içinde olan çiftçiler, söylediklerini kolayca anlar. Daha ikna edici olurlar ve bu sebeple de daha çok oy alırlar.

* 2002

Klasik Liberalizmin Somut Örneği: Amerikan Anayasası, Başkanlık Sistemi ve Türkiye İçin Yeni Anayasa

Evvela, şu gerçekleri hatırlayalım;

a) Amerika Birleşik Devletleri anayasası, yazılı anayasacılık geleneğinin ilk örneği ve bu geleneği başlatan anayasadır.

b) Bu anayasa, 1787 tarihinden bu yana, 210 yıldır, küçük değişikliklerle yürürlükte bulunan tek anayasadır. Dünyanın “siyasi istikrar” abidesidir.

c) Bu anayasa ile kurulan “siyasi sistem” Amerika’yı 1870’li yıllardan itibaren dünyanın her alandaki “süper gücü” yapmıştır. Emsalsiz başarısı, 210 yıldır kanıtlanmıştır.

d) Bu anayasa, “demokratik hukuk devleti” düşüncesinin dünyaya örnek olmuş temelidir.

Amerikan anayasası, dünyaya “yeni bir devlet ve siyasi teşkilatlanma modeli” getirmiştir. Bu model, Amerika’da eşsiz bir başarı kazanmıştır. Ancak, yalnız şekil ve teşkilatlanma yönüyle Amerikan anayasasını taklit edenler, başarılı olamamışlardır.

Anayasanın yalnızca Amerika’da ve eşsiz biçimde başarı sağlamasının nedeni, bu anayasanın temelindeki “siyasi felsefe” veya “siyasi düşünce sistemi” ile birlikte bir bütün oluşturmasıdır. Başarısız denemelerin nedeni, anayasanın temelindeki “siyasi felsefe”yi tanıyıp benimsemeden, yalnızca “şekli”nin taklit edilmiş olmasıdır.

Evvela, Amerikan anayasasındaki “siyasi felsefe”nin “ne olmadığına” göz atalım:

a) Amerikan anayasasında, “devleti güçlendirme” düşüncesi yoktur. Aksine, devlet gücünü federal düzeyde üç temel fonksiyon arasında benzersiz biçimde bölen, her organın diğerini etkin biçimde denetleyip dengelemesiyle “federal güç”ü etkin biçimde sınırlandıran, ayrıca siyasi gücü “federe yönetimler” arasında taksim eden, bu yönleriyle dünyada benzersiz şekilde “devlet gücünü dağıtıp sınırlandıran”, öte taraftan, devlet gücüne karşı “bireyi” koruyan, “devlete karşı, bireyden yana” olan açık bir düşünce sistemine sahiptir. Amerika’nın devleti, gücü dağıtıldığı ve sınırlandırdığı için kendiliğinden güçlenmiştir.

b) Amerikan anayasasında “devletin resmi dili” yoktur. Fakat, Amerika güçlü olduğu için İngilizce fiilen bütün dünyanın ortak dili olmuştur.

c) Amerikan anayasasında millet (nation), milli (national), milliyetçilik (nationalism) kelimeleri ve bu kavramlar yoktur. Bunlar gibi “milli irade” ve “milli hakimiyet” kelime ve kavramları da yoktur. Birkaç yerde, soyut ve “bireylerin toplamından farklı bir varlık-kişilik” anlamına gelmeyecek ve bireylerin toplamını ifade edecek biçimde halk (people) kelimesi kullanılmıştır. Ancak, Amerikan halkı, dünyada “gönüllü birliktelik”in en belirgin temsilciliğini yapmaktadır.

d) Amerikan anayasasında militarizm yoktur. Anayasada, ayrı ayrı, kara ve deniz kuvvetlerinin başkanın emrinde olduğu yazılmış olup, bunlar tek bir ordu oluşturmazlar. Daha da ötesi, anayasanın “insan hakları eki”nin 2. Maddesinde ” halkın silah bulundurma taşıma hakkı” güvenceye alınmıştır. Bize çok kere ters gelse de, Robert A. Dahl, Amerika’da ve İsviçre’de halkın tamamının silahlı olmasının demokrasiyi geliştirdiğini, zira federal hükümetlerin, tamamı silahlı olan halkların çoğunluğunun istemediği politikaları uygulamaya fiilen güçlerinin yetmeyeceğini yazmaktadır. Bu düşünce biçimi ile, Amerika, dünyanın “en çok antimilitarist” zihniyetli rejimine sahiptir. Bu sebeple resmen “asker kaçağı” Clinton, Cumhurbaşkanı olabilmektedir. Amerika’nın “dünyanın en çok antimilitarist siyasi düşünce sistemine” sahip olması, son yüz yıl boyunca dünyanın en güçlü ordusuna sahip olmasını engellememiştir.

e) Amerikan anayasasında, devleti yücelten, babalaştıran, kutsallaştıran bir kelime veya kavram yoktur. Bu haliyle dünyanın en çok “anti faşist” anayasasıdır. Ne var ki, tamamı silahlı olan Amerikan halkı, kutsallığı, yüceliği, babalığı olmayan bu devlete karşı gelmemekte, isyan etmemektedirler.

f) Amerikan anayasasında ve siyasi lisanında, cumhurbaşkanını veya başka herhangi bir kamu görevlisini veya herhangi bir makamı yücelten, kutsallaştıran bir ifade yoktur. Herkese “bay” diye hitap edilir. Başkana da yalnızca “Bay Başkan” denilir.

g) Amerikan ekonomisinde devlet, yatırımcı, girişimci, işletmeci değildir. Buna karşılık, dünyanın bütün devletlerine ekonomik-mali yardım yapabilmektedir.

h) Amerika’da, ordu mensupları devletlerin siyasetine karışmaz. Tek bir siyasi cümle kaçıran en ünlü, itibarlı, yüksek komutan, derhal görevinden alınır.

i) Amerika’da devlet, dine, inanca, cemaate, tarikata, kiliseye, camiye, papaza, imama, kilisenin, cemaatin okuluna, eğitimine karışmaz. Bu sebeple, yeni “dinler”, yeni “tarikatlar” yeni cemaatler çoğunlukla Amerika’da kurulur. Ancak, Amerika’da, din kavgası yoktur.

Amerikan Anayasasına ve Siyasi Modeline Vücut Veren “Siyasi Düşünce Sistemi” Nedir?

Amerikan anayasası, dünyanın en “doktrinel ve ideolojik” karakterli anayasasıdır. “Kurucu babalar” belirli ve tutarlı bir siyasi düşünce sistemini, büyük bir sadakat, hatta bağnazlıkla anayasa ve siyasi model haline getirmişlerdir. Bu sebeple Giovanni Sartori, “Amerikan anayasası klasik ve sözcüğün tam anlamıyla liberal anayasacılığın temel örneğini oluşturmaktadır” cümlesini yazmıştır.

“Kurucu babalar” İngiliz siyasi düşünce geleneğini esas almışlar, John Locke’un “devlet anlayışı”nı aynen benimsemişler, onu Montesquieu ve Thomas Paine ile tamamlamışlardır. Bu düşünce çizgisine sonradan verilen ad “klasik liberalizm”dir.

Amerikan anayasası, fikri-ideolojik çerçevesi yönünden 1776 tarihli “Bağımsızlık Beyannamesi” ve 1791 tarihli “Haklar Bildirgesi” ekiyle bütünlük oluşturmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin dayandığı “siyasi düşünce sistemi” ve “devlet anlayışı” kısaca şudur:

“Devlet, Allah’ın eşit yarattığı insanlar tarafından, tabii hukuktan kaynaklanan insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacıyla, insanların rızasına dayanan toplum sözleşmesiyle kurulur. Meşruiyetinin temeli, yönetilenlerin rızası ve insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacıdır. Yönetilenlerin rızasını yitiren veya insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak amacından sapan devlet meşruiyetini yitirir. Meşruiyetini yitiren devlete karşı insanların direnme ve o devleti yıkıp yenisini kurma hakları doğar.”

Bu “devlet anlayışı”nın arkasında da Thomas Hobbes’un, devleti, ekonomik ve cebir gücünün mutlak sahibi “Leviathan-ejderha” olarak tanımlaması vardır.

Amerikan siyasi düşüncesine göre, “insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak” amacıyla kurulan devlet, aynı zamanda insan hak ve özgürlüklerine karşı en büyük “potansiyel tehdit”tir. Bu sebeple, gücünün dağıtılması, sınırlandırılması, denetim altına alınması gerekir.

İngiliz siyasi düşünce geleneğinde, William Pitt’in “sinırsız güç yozlaşmaya mahkumdur” vecizesiyle, Edmund Burke’ün “güç ne kadar fazla ise o kadar tehlikelidir” cümlesiyle ifade etmiş olduğu bir önemli ilke de Amerikan anayasası ve siyasi sisteminde etkili olmuştur. Anglo-Amerikan liberal düşünce geleneğinde, devlet, toplumla bütünleştirilmez, siyasi güce, daima kötüye kullanılabileceği kuşkusuyla bakılır.

“Kurucu babaların” yukarıda özetlediğimiz, anayasaya ve siyasi modele esas olan “siyasi felsefeleri”, Amerikan tarihinin her döneminde, güçlü “muhafazakar ve mutaassıp” siyasi kadrolarca canlı tutulmuştur.

Anayasanın “Başlangıç”ında ABD’nin Kuruluş Amacı

Anayasanın kısa “başlangıç”ında, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş amacı, şu ifadelerle açıklanır:

“Bizler, Amerika Birleşik Devletleri halkı, aramızda daha iyi bir birlik kurmak, adaleti sağlamak, ülkemizde huzuru, toplum güvenliğini gerçekleştirmek, genel refahı gelişirmek, bizim ve gelecek nesillerimizin özgürlük nimetinden yararlanmamızı güvenceye almak amacıyla kabul ettiğimiz bu anayasayı Amerika Birleşik Devletleri için yaptık.”

Amerika Birleşik Devletlerini kuran 1787 Anayasası’nın başlangıcında yer alan ve “bağımsızlık beyannamesi”nin devamı niteliğindeki bu ifadeler, devletin kuruluş amacının yalnızca insanlara ve topluma hizmet olduğunu ve ABD’nin başlangıçta bir “hizmet teşkilatlanması” olarak kurulduğunu açıklamaktadır.

Amerikan anayasası “federal devlet” anayasasıdır. Model olarak, “kuvvetler ayrılığı” sisteminin en mükemmel örneği olmasının yanında, federe devletlere (state) geniş özerklik alanı
bırakan federatif yapısıyla da büyük önemi vardır. Ancak, Amerikan anayasasının çok daha önemli
özelliği, ortaya koyduğu “devlet anlayışı”dır. Anayasa bütünüyle siyasi anlamda devrimcidir. En büyük devrimi de “devlet anlayışı” ile gerçekleştirmiştir.

ABD “dış ve iç düşmanlara karşı kazanılan çetin bir “bağımsızlık savaşı”ndan sonra
kurulmuştur. Ancak anayasasında, savaşı, zaferi, kahramanlığı, düşmanları hatırlatan tek bir kelime yoktur.

Dünya’da Cumhuriyet ile Demokrasi’yi İstikrarla Birleştirmiş Tek Örnek ABD’dir.

Türkiye’de, Cumhuriyet ile demokrasiyi özdeşleştiren mesnetsiz, ciddiyetsiz şamatanın
aksine, Avrupa’da, son yüzyıl boyunca, demokrasiyi kesintisiz sürdürmüş olan rejimler, yalnızca monarşilerdir. Fransa’da da, ikinci dünya harbinde, işgal dışındaki bölgelerde Mareşal Petain’in faşist rejimi hâkim olmuştur.

Dünyada, cumhuriyeti ve demokrasiyi kesintisiz birleştirebilmiş tek rejim, ABD rejimidir.

Amerikan siyasi rejiminin ilkelerini bu açıdan da gözden geçirmek faydalı olacaktır.

Evvela, federatif yapısı sebebiyle, Amerika’da bütün ülkeye yaygın, hiyerarşik olarak Washington’daki başkana bağlı, anladığımız manada bir bürokrasi yoktur. Buna ek olarak, Amerika’da bütün kamu görevlerinin yetkilileri, belirli süreler için, seçimle görevlendirilmektedir. State yöneticileri (gouvernor), emniyet görevlileri, hâkim ve savcılar, eğitim görevlileri ve diğer hizmetlerin yetkilileri, yalnızca kendilerini seçen halka karşı sorumludurlar. Böyle bir sistemde, başkanın veya bir başka liderin diktatör veya despot olması mümkün değildir, zira emir verebileceği hiyerarşik olarak kendisine bağlı, tayinini, terfiini sağladığı, sicilini tuttuğu yaygın bir bürokrasi kadrosu yoktur.

Nitekim, dünya siyasi edebiyat tarihinin önde gelen klasiklerinden olan Amerika’da Demokrasi adlı eserini 1832’de yazmış olan Alexis De Tocqueville, Amerika’daki BaşkanIık Sisteminin despotizme çok müsait Olduğunu, fakat Amerika’da, merkezi hükümet olduğu halde, merkezi idarenin (bürokrasinin) olmadığını, merkezi idare olmadığı için de Amerikan siyasi sisteminin demokratik olma vasfını koruduğunu yazmıştır.

Dünyada, merkezi idare (bürokrasi) sistemiyle birlikte başkanlık sistemini deneyen bütün ülkelerde De Tocqueville’in 1830’lardaki kehaneti gerçekleşmiş, başkanlık sistemi, otoriteryen, despotik yönetim mahiyetini kazanmıştır.

Amerikan sisteminin başka yerlerde başarılı olamamasının nedeni, Amerika’nın bu federatif ve “anti bürokratik” yapısının, başka yerlerde aynen uygulanmamış olmasıdır. Amerika, bu yönüyle de, bütün kamu hizmetlerinin, Van’daki cemi hizmetlisinin, Edirne’deki tapu hademesinin kadrosunu Ankara’dan verip, tayinini Ankara’dan yapan ve dünyada “bürokratik merkeziyetçilik”in en katı ve benzersiz bir örneğini sürdürmekte olan Türkiye’den çok farklıdır.

Tarihi gerçek olarak Amerika’dan dünyaya yayılmış olan ve Abraham Lincoln’ün ünlü 1865 Pitsburg nutkunda, “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” olarak formüle edilen “cumhuriyetçi-demokratik teori”ye göre, devlet, kendisine ait ve önceden var olan herhangi bir temel fonksiyona sahip değildir. Demokratik teoriye göre:

a) Parlamento, devletin parlamentosu değildir. Yasama yetkisi halka aittir ve halk bu yetkisini, seçtiği ve parlamentoyu oluşturan temsilcileri vasıtasıyla kullanır.

b) Yargı, mahkeme devletin değildir. Yargı yetkisi de halkındır ve halk bu yetkisini de, Anglo-Amerikan anlayışına göre halkla organik bağı olan (juri, hakimlerin halk tarafından seçimi gibi) bağımsız ve halk adına karar veren mahkemeler vasıtasıyla kullanır.

c) Yürütme ve idare devletin değildir. Yürütme ve idare yetkisi de halka aittir ve halk bu yetkisini de, seçtiği başkanın veya parlamentodan oluşan, onaylanan hükümet vasıtasıyla ve seçilmişlerin emri altındaki idarenin yardımıyla kullanır.

Bu üç temel fonksiyon ve onları halk adına gerçekleştirecek üç temel organın birleşmesiyle ve sonradan devlet oluşur,

Demokratik teori, samimi olarak benimsenecekse, Türkiye’de, herkesin, öncelikle, yürütme, asker-sivil bürokrasi, idare ilişkisini, yeniden irdelemesine, öğrenmesine, anlamasına zorunluluk bulunmaktadır. Örneğin, Sayın Cumhurbaşkanımız, bir gazeteciyle konuşmasında, “Bakanlar Kurulu siyasi bir organdır, ama Milli Güvenlik Kurulu devlettir” cümlesini kullanmakta, bu cümle herkes tarafından tasvip edilmekte, asker-sivil bürokrasi ile devlet özdeşleştirilmektedir. Bu demokratik teori ve anlayışa çok ters bir anlayıştır. Bu anlayışın tasvip gördüğü yerde, demokrasiden bahsetmek,
abesle iştigaldir.

Demokratik teoriye göre, asker-sivil bürokrasinin, idarenin, kullandığı yetkilerin, işlem ve eylemlerinin kendi mahiyetinden doğan bir meşruiyeti yoktur. Demokratik anlayışa göre, bürokrasi ve idare, kullandığı yetkilerin meşruiyetini, münhasıran halk tarafından seçilmiş başkanın veya hükümetin emri altında olmalarından alır. Genelkurmay Başkanı, Müsteşar veya Genel Müdür, halk tarafından seçilmiş başkan veya bakanın emrinde olduğu için ve onun emirlerine uymak suretiyle yetki kullanabilir, görev ifa edebilirler. Yaptıklarının sorumluluğu da bakana aittir. Herhangi bir anayasa veya kanun, herhangi bir bürokrata veya merkezi idare içindeki herhangi bir birime, seçilmiş başkan veya bakanın emrini, yetkisini, sorumluluğunu ortadan kaldıran bir özel yetki vermişse, o anayasa veya kanun antidemokratiktir.

Demokratik anlayışa veya teoriye göre, “bürokrasi devlet değildir”. Demokrasiden bahseden herkesin evvela bu yönde düşüncesini yenilemesi gerekir.

Amerikan anayasası ve tüm siyasi modeli ve bunun uygulaması, demokratik ilkelere en çok değer veren, bu yönüyle de örnek bir modeldir. Hemen tüm kamu görevleri yöneticilerinin, hakim ve savcıların halk oyuyla seçilmesi geleneği, bunun örneklerindedir.

Rejimin temelindeki inançlar, ilkeler ve kurallar genel kabul gördüğü ve tartışılmadığı için 20. yüzyılda, Amerikan siyasi rejiminde pragmatizmin hakim olduğunu söyleyenler olmuştur. Bu kanının aksine Amerikan siyasi rejimi, dünyada en çok sadakatle sürdürülen ve temelde yer alan “inançlar, ilkeler ve kurallar rejimi”dir. Amerika, doktrinel ve ideolojik olarak “liberal demokratik” sistemi, mümkün olan azami sadakatle yaşatmış olan istisnai dünya bölgesidir. Başarısı, “inanç, ilke ve kurallara sadakatinin sonucudur. Türkiye’nin de, “inancı, ilkeyi, kuralı esas alan” yeni bir döneme ihtiyacı vardır.

ABD Siyasi Modelinin Temel İlkeleri

Buraya kadar, “demokratik cumhuriyet modelinin öncüsü ve başlıca istikrarlı, samimi uygulayıcısı olan ABD’nin siyasi rejiminin anayasasıyla da ifade edilmiş olan temel siyasi
düşüncesini, felsefesini açıklamaya çalıştık. Bu felsefenin üç temel unsuru:

a)Devlet anlayışı, devletin insanlar tarafından gerçekleştirilen ve insan hak ve özgürlüklerini, adaleti, güveni, insanların daha mutlu yaşamasını sağlamak için kurulmuş bir “hizmet teşkilatlanması” olduğu, ayrıca, manevi, ilahi, metafizik bir sebebi ve varlığı olmadığı, meşruiyetinin hizmetiyle sınırlı olduğu,

b) Demokratik devletin, tamamı halka ait ve halkı temsilen ifa edilen fonksiyon ve organların birleşmesiyle oluştuğu, halkın dışında bir “devlet yetkisi” kaynağının olmadığıdır.

c) Tabiatıyla, bütün dünya için “çağdaş devlet” olabilmenin ön şartı, R. A. Dahl’ın vurguladığı üzere, ordunun ve polisin özgür yurttaş denetiminde olması ve halkın seçilmiş temsilcilerinin emri altında bulunmasıdır.

Türkiye’de bu esaslan güvenceye alması kaydıyla, yeni bir anayasanın, başkanlık sistemini getirmesi veya parlamenter sisteme bağlı olması, ikinci derecedeki tercihler sayılmalıdır.

Başkanlık sistemi benimsendiği takdirde, Amerikan modeli, tekrar, bütünüyle ele alınmalıdır.

Başkanlık sisteminin, öncelikle, yasama ve yargıda anayasal düzenlemelerin ötesinde
yeni ve temelli bir “zihniyet reformu’nu gerekli kıldığı açıktır. Ayrıca, başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmemesinin ön şartı, Türkiye’de, dünyada benzeri kalmış olan, aşırı merkeziyetçi-hiyerarşik bürokratik yapının kökten değiştirilmesi ve Türkiye çapında, bütün kamu hizmetleri yönetici kadrolarının, valilerin, emniyet müdürlerinin, bütün idari birimler yöneticilerinin halk tarafından belirli süreler için seçilebilmesidir. Böyle köklü bir zihniyet ve yapılanma reformu olmaksızın geçilecek başkanlık sisteminin, Güney Amerika’da olduğu gibi kötü sonuçlar vermesi olasılığı büyüktür.

Parlamenter sistem tercih edildiğinde de, gerçekte “maddi manada anayasa” sayılmaması gereken 1982 metinin yok farz edilerek, tümüyle yeniden, yeni bir zihniyetle anayasa yapılması zorunludur.

Türkiye’nin her halde, siyasi tarihimizde benzeri gerçekleştirilmemiş “temelli, köklü bir siyasi reforma, devlet reformuna” ihtiyacı vardır. Siyasi zihniyet, devlet anlayışı değişmedikçe, yapılacak arızi, mevzii düzenlemeler, herhangi bir olumlu sonuç vermeyecektir.

Yeni Türk Anayasasının “Ruhu”

Benimsenen sistem hangisi olursa olsun, yeni bir anayasanın ruhunu” ifade edecek “başlangıcı şu mealde olmalıdır.

“Bizler,
Yeryüzünde en yüce değerin insan olduğuna,

Devletlerin insanlar tarafından, bütün dünyada özgürlük, eşitlik, adalet, dostluk ve barışı sağlamak amacıyla kurulduğuna, hak, yetki ve egemenliklerinin bu amaçla sınırlı olduğuna,

İnsanların doğal hukuktan kaynaklanan hak ve özgürlüklerini çiğneyen, demokratik ilkelerden sapan devletlerin meşruiyetlerini yitireceğine ve meşruiyetlerini yitiren devletlere karşı insanların direnme ve kurmuş oldukları o devleti feshedip yeni devlet kurma haklarının doğacağına,

İnanan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşları,

Otoriter, totaliter, militarist ve ayırımcı devlet politikalarına karşı olduğumuzu belirterek, demokratik hukuk devleti ilkelerine bağlılığımızı yineleyerek,

Irki, rengi, dili, dini, cinsiyeti, etnik ve kültürel bağı, ekonomik, sosyal veya resmi konumu ne olursa olsun bütün insanların eşit onur ve saygınlığa sahip olduklarını, insanların bağlı oldukları toplumsal değerlerinde saygınlığa layık olduğunu vurgulayarak,

Devleti oluşturan bütün işlevlerin, idarenin bütün işler ve eylemlerinin mutlak açıklığını ve en etkin biçimde denetlenebilmelerini sağlamak,

Hukukun üstünlüğünü, adaleti gerçekleştirecek, insan hak ve özgürlüklerinin mutlak dokunulmazlığını ve güvenliğini sağlayacak yeni bir siyasi düzeni kurmak,

Devleti, vatandaşlarının ve gelecek nesillerin mutluluğuna hizmet etmek, tüm insanlığın ortak hedefleriyle uyumlu politikalara yöneltmek, bütün insanlara saygıyı esas almak üzere yeniden yapılandırmakta olan bu anayasayı, insanlığın hizmetine sunmaktayız.”

“Siyasi Denetim Modeli” Olarak, “Devlet Gücü Düşmanı” Amerikan Parlamentosu

Türkiye’de parlamento, yalnızca “kanun yapma makinası” olarak görülmektedir. Oysa, demokratik parlamentonun daha önemli ve öncelikli görevi, denetimdir.

Amerika örnek alındığında, parlamento denetimi de öncelikle bir “zihniyet” meselesidir. Artık “tabu”ları yıkmak için, bu “zihniyet”e de kısaca bakmak gerekir.

Amerikan “Muhafazakar-Cumhuriyetçi-Liberal” düşünce geleneğinin “devlete bakışı”, daha mülayim bir kelime için araştırmama rağmen, tek bir kelimeyle “hostile-düşman” kelimesiyle özetlenmektedir.

Bu anlayışı, daha ileri düzeyde temsil eden, Cumhuriyetçi Parti, 1854’te “kurucu babalara bağlılık” ilkesiyle kurulmuş, 1860’tan 1928’e kadar, yaklaşık 70 yıl, sürekli parlamento çoğunluğuna sahip olmuş, A. Lincoln’den itibaren 1933’e kadar, başkanların 3/4’ü Cumhuriyetçi Partiden seçilmişlerdir. Bu süre içinde “devlet gücü düşmanlığı ideologları”, görüntülerine ters biçimde, Amerika’yı dünyanın en güçlü devleti yapmışlardır. Roosevelt’in 1933’te başkanlığından, Truman’ın sonuna (1952) kadar, Demokratik Parti hakim olmuş, son dönemde hakimiyet süreleri eşitlenmiştir.

Halen parlamentoda Cumhuriyetçi Parti çoğunluktadır. Çoğunluk lideri, kendisi de bir siyaset teorisyeni olan Newt Gingrich, bir yazısına “Muhafazakar olduğum için herkes beni devlet düşmanı sanıyor” cümlesiyle başlamıştır.

İki yüz on yıllık tecrübenin sonucundan bakıldığında, Amerika’daki “devlet gücü düşmanlığı ideolojisi”nin, devlete zarar vermediği aksine, devleti sağlığa kavuşturmak suretiyle güçlendirdiği görülmektedir.

Bu ideoloji, parlamentonun “etkin denetim geleneği”nin temelidir.

Örneğin, pratikte ve teoride, çağımız Amerikan siyasetinin önde gelenlerinden olan, 1964’te Cumhuriyetçi Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olan, Barry Goldwater, 1962’de, Zenci çatışmaları sırasında, yöneticisi (gouvernor) olduğu Alabama State’ine, Başkan Kennedy’nin “federal ordu birlikleri gönderme” kararına karşı çıkmış, Alabama’ya gönderilecek federal ordu ile harp edeceğini açıklamıştır. Bu yüzden de kimse kendisine “vatan haini, bölücü, isyancı” dememiştir.

Amerika’da parlamentonun etkin denetimini sağlayan ikinci neden de, Amerika’nın federatif yapısı paralelinde, merkezi bir “parti disiplini”nin olmaması, patilerin de her state’de aynı teşkilatı bulunan “federal yapıda” olmalarıdır.

“Devlet gücüne düşmanlık” veya daha hafif deyimle “devlet gücüne karşı daima kuşkulu olmak” geleneği ile birlikte, parti disiplininin olmaması, Amerika’da, parlamentonun etkin denetimini sağlamaktadır.

Bürokrasi Üstünde Parlamento Denetimi, Impeachment

Anglo-Amerikan modelinde ve özellikle Amerika’da, parlamento denetiminin en etkin yollarının başında Impeachment sistemi yer almaktadır.

Bu sistem, başkanı, federal hakimleri ve başkanın atadığı bakanları (sekreter) ve üst düzey yönetici-bürokratları hedef alır. Görevini, ihmal, suiistimal edenler, başka kusurları olanlar impeachment soruşturmasına maruz kalır ve görevlerine son verilebilir.

Her ne kadar Amerika’da bu sistemin çok az uygulandığı söylenmekteyse de, bu azlığın nedeni, aleyhine soruşturma başlatılanların büyük çoğunluğunun, soruşturmanın ilk adımında görevlerinden istifa ederek soruşturmayı durdurmalarıdır.

Amerikan tarihinde iki başkan (1865’te Anrew Johnson ve 1974’te Nixon) bu soruşturmaya muhatap olmuş, Nixon cumhurbaşkanlığından ayrılmıştır. Çok sayıda bakan, üst düzey bürokrat ve federal hakim aleyhine soruşturma başlatılmış, bunların büyük çoğunluğu, soruşturma başladığında istifa etmişlerdir. Amerikan tarihinde, aleyhine soruşturma açılan ve başlangıçta istifa etmeyen federal hakim sayısı 10’dur. Bunların birisi Yüksek Mahkeme hakimidir ve bu hakimlerin 5 adedinin görevlerine son verilmiştir. Impeachment uygulaması sonunda mahkum olmanın manevi ağırlığı
çok fazladır. Mahkum olanlar, adlarıyla ansiklopedilerde yer alacak şekilde emsal teşkil etmektedirler.

Amerikan Parlamentosu diğer denetim yöntemleri yanında impeachment yönetimini de ciddi biçimde uygulamaktadır. Bu sistemin ayrıcalığı ve özelliği, Parlamentoya, bütün federal kamu görevlilerini, doğrudan denetleme olanağı vermesidir. Örneğin, başkana soruşturma açılmaksızın, doğrudan herhangi bir kamu yöneticisi, genel müdür pozisyonunda birisi veya bir general veya hakim aleyhine bu soruşturma açılabilmektedir.

“Devlet gücüne düşmanlık” geleneği, bu denetimde de, aleyhine soruşturma açılanın himaye görmesini engellemektedir. Bu yöntem, Parlamentoya, merkezi bürokrasiyi doğrudan denetleme gibi çok büyük bir olanak, üstünlük, güç ve saygınlık vermektedir.

Halen, Clinton da impeachment denetiminin muhatabıdır.

Yargı Üstünde Parlamento Denetimi

Amerika’da yargı bağımsızlığı vardır, ancak bu federal hakimlerin Parlamento tarafından impeachment yoluyla denetlenmesine engel değildir.

Bu sebeple, Amerika, kuvvetler ayrılığının en ileri örneğidir, fakat nihai ve en üstün güç Parlamento’dadır. Parlamento, doğrudan, bütün kamu görevlilerinin işine son verebilir.

Bu sistem demokratik düşünce teoriye en uygun sistemdir.

Türkiye için yapılacak yeni anayasada, Amerikan parlamentosuyla ilgili bu örnek dikkate alınmalı, seçilecek sistem ne olursa olsun, “zihniyet değişikliği”  ile paralel şekilde, parlamentoya üst düzey bürokrasiyi doğrudan denetleme olanağı verilmeli, yargının durumu bu çerçevede de düşünülmeli ve anayasaya katı parti disiplinini önleyecek hükümler konulmalıdır… Herkes, öncelikle ve en üst düzeyde Parlamentoya saygılı olmalı, parlamentodan çekinmeli ve nihai sözün parlamentoda olduğunu bilmelidir.

Ayrıca, Amerika’da, bakanları, federal hakimleri, üst düzey bürokratları ve ordunun komutanlarını, görünüşte başkan atamakta, fakat, başkanın ataması, Parlamentonun onayına bağlı bulunmaktadır. Başkanın gösterdiği bir adayın, Senato komisyonlarında, bütün geçmişi ve kariyeri ile çok ciddi biçimde incelenmesi geleneği vardır. Bu usul dikkate alındığında, atamayı asıl yapanın Parlamento olduğu görülmektedir. Bu atama yöntemi de parlamentoya fiili bir denetim olanağı vermektedir. Yeni anayasada bu yöntem de dikkate alınmalıdır.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Amerika’da da bütçe ve vergi kanunlarını parlamento yapmakta fakat Amerikan parlamentosu “devlet gücüne düşmanlık” geleneği dolayısıyla, bütçeyi de ciddi bir denetim vasıtası olarak kullanmaktadır.

Bu sistemde, Amerikan devletini bürokrasi ile özdeşleştirmek mümkün değildir. Asal güç parlamentodadır. Parlamento ise devletin değil, halkın parlamentosudur.

Amerikan Başkanı, Dünyada Çok Güçlü – Amerikan İç Yönetiminde Güçsüzdür

Mevkii, bakanları, bürokratları ile “devlet gücü düşmanı” olan parlamentonun ciddi gözetim ve denetimi altında bulunan başkanı asıl sınırlandıran, Amerika’nın federatif yapısıdır. Amerika’da, federal devletin sınırlı bir kanun yapma alanı vardır.

Sayıları halen 51 olan state’lerin, kendi seçilmiş parlamentoları, anayasaları, kanun yapma yetkileri, farklı kanunları, polis örgütleri, bakanları, vergileri vs. vardır. State’lerin altında da “local government-mahalli yönetimler” ve “eğitim bölgeleri” bulunmaktadır. Başta state’lerin yöneticileri dahil, kamu hizmetlerinin hemen tamamı, halkın belirli süreler için seçtiği kadroların yönetimindedir.

Amerika’da anladığımız anlamda, “merkezi kumandalı” devlet bürokrasisi yoktur. Merkezi idareler, FBI gibi birkaç birimden ibarettir.

Bu sebeple, Amerikan başkanının herhangi bir state’de, kendisi tarafından tayin edilmiş müdürü, memuru, valisi vs. yoktur. Emir verebileceği alan çok sınırlıdır.

Amerika başkanı, fiilen Amerikayı değil, fakat, Amerika dışındaki dünyayı yönetmektedir. Amerika’da başkanlık sisteminin demokratik sistemi bozmamasının çok önemli bir sebebi, başkanın ve ona bağlı merkezi bürokrasinin, alan olarak yetkisizliğidir.

Amerika’da Yargının Esası State Yargısıdır. State’lerde Hakimleri Halk Seçer

Amerikan yargı sistemi, esasında statelere aittir. Davaların %95’ten fazlası, state yargısı içinde kesin hükme bağlanır. Her State’in yargı sistemi farklılıklar gösterir. Bununla birlikte her state’de, bidayet, istinaf ve temyiz mahkemeleri vardır.

Amerikan state mahkemelerinin hakimlerinin yaklaşık %90’ı, milletvekilleri gibi belirli süreler için geleneksel olarak avukatlık tecrübesi olanlar arasından, halk tarafından seçilir. Savcıların durumu da aynıdır.

Anglo-Amerikan sisteminde jüri esastır. Ayrıca, son yıllarda bazı state’lerde, “hakim izleme komisyonları” da kurulmuş, bu komisyonlar halk adına hakimleri izlemektedirler. State hakimleri için de Impeachment usulü vardır.

Bu yollarla, Amerikan yargısının halkla organik ilişkisi bulunmaktadır. Yargı bağımsızlığı esastır, ancak, yargı asıl gücünü ve bağımsızlığını, organik olarak bağlı olduğu halktan almaktadır.

Federal Yargı Hakimleri Parlamento Tarafından Onaylanır

Amerika’da ayrıca bir de “federal yargı sistemi” vardır. Federal mahkemelerin baktığı dava sayısı çok az, federal kanunlar, state’ler arası ihtilaflarla sınırlıdır. Kural olarak federal mahkemeler, state mahkemelerinin üst mercii değildir.

Federal Yüksek Mahkeme ise, bütün yargı sisteminin en üst merciidir. Çok az sayıda istisnai davalar ve daha çok anayasayla ve anayasaya aykırılıkla ilgili davalar, Yüksek Mahkeme’ye gider.

Yüksek Mahkeme dahil, bütün federal mahkemeler hakimleri, çok ciddi parlamento denetiminden sonra başkan tarafından atanır. Hepsi impeachment yöntemiyle, parlamento denetimine tabiidir.

Dünyada benzeri olmayan ve mutlak sorumsuzlukla özdeşleştirilen “yargı bağımsızlığı” tartışmasının yapıldığı Türkiye’de Amerikan yargısını da dikkate almak gerekir.

Eleştirilere rağmen, dünyada en güçlü, etkili ve tatminkâr yargı Amerika’dadır.

Hukuk Devleti

“Hukuk Devleti flkesi”, hukuk tatbikatında, ilk defa, Amerikan Yüksek Mahkeme’sinin 1803 tarihli “Marbury ve Madison” emsal kararı ile ortaya konulmuştur. Bu davada, Marbury adlı Amerikan vatandaşı, Başkan Madison’a karşı, “devletin anayasa ile güvenceye alınan hak ve özgürlüklerini çiğnediği” iddiasıyla dava açmış Yüksek Mahkeme, “devletin, herhangi bir kanuna uygun olarak da olsa, vatandaşların anayasada güvenceye alınmış hak ve özgürlüklerini ihlal edemeyeceğine, insan hak ve özgürlüklerine aykırı hükümler ihtiva eden kanunların vatandaşlara karşı uygulanamayacağına karar verilmiştir.

Avrupa’da, Napolyon düzenlemelerinden itibaren, ilkel biçimde ve yalnızca “idari eylem ve işlemlerin kanunlara uygunlugu”,”yargı benzeri” idari organlarca denetlenmeye başlanmış, bu “Şurayı Devlet”le Osmanlı’ya da intikal etmiştir.

Amerikan anlayışı, Avrupa’da ikinci dünya harbinden sonra, anayasa mahkemelerinin kurulması, idari denetleme organlarının bağımsız mahkemeler haline getirilmesi ve denetim dışı hükümet tasarrufları”nın kaldırılması ile, “üçlü yargı sistemi” içinde yaygınlaşmıştır.

Günümüzde, hukuk devleti, ister Amerika’daki tek yargi sistemi” ister Avrupa’da yaygın “üçlü yargı sistemi-adli, idari, anayasa yargısı” içinde olsun:

“Devlete karşı, insan hak ve özgürlüklerinin korunmasının yargı denetimi ve güvencesi altına alınması”dır.

Modern Avrupa sistemi (B. Almanya-İtalya) 1961 Anayasasıyla Türkiye’ye de aktarılmıştır. Ancak, Türkiye denemesi, bu alanda da, “zihniyet’in, teşkilattan daha önemli olduğunu kanıtlamıştır.

Demokratik teoriye göre, yargı “millet- halk” adına ve halkın adalet duygusunu da dikkate alarak karar verir. Yargı da, devletin değil, halkın organıdır. Hâkim “devlet memuru” değildir. Buna karşılık, Türkiye’de yargı bir devlet kuruluşu” ve bürokrasinin unsuru gibi algılanır, hakimlerimiz, samimiyetle “devlet memuru” olduklarını söylerler.

Demokratik teoride, yargı bağımsızlığı “halkın adalet duygusuna” karşı değil, devleti oluşturan diğer iki organa, yürütme ve yasamaya karşıdır. Yargı da gücünü halktan alır ve halktan güç almayan yargı bağımsız olamaz. Oysa Türkiye’deki düşünce geleneğinde, yargının halka dayanması, halktan güç alması yoktur. Türkiye’de evvela, yargı, bu zihniyet yüzünden bağımsız ve güçlü olamamaktadır. Evvela, bağımsız ve güçlü olmayan yargı ile “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” olmaz.

Ayrıca, 1961’de, Anayasa Mahkemesi, Yassıada hakimlerinden ve onlarla aynı siyasi görüşte olanlardan oluşturulmuş, Danıştay’ın yeniden yapılandırılmasında da siyasi eğilimler hakim olmuştur. Bu yüzden de Türkiye’de, teşkilat kurulmasına rağmen, bunlar “ölü doğmuş”, bu kadrolaşma günümüze kadar sürmüştür.

Bu iki sebep dolayısıyla, Türkiye’de hukuk devleti de, hukukun üstünlüğü de yoktur.

Yeni anayasada, öncelikle yargıyı, bağımsızlığını ve gücünü halktan alan, halka dayanan, yargıyı da halkın organı sayan, hakimleri “devlet memuru” olarak görmeyen, kararlarında, “hukukun ilkeleri” yanında “halkın adalet duygusunu” da dikkate alan bir zihniyeti hakim kılacak şekilde, tercihe göre “tek yargı” veya “üçlü yargı sistemi” içinde, kökten ve yeniden yapılandırmak gerekmektedir. “Bağımsız ve güçlü yargı”nın ön şartı budur. Hukuk devleti ilkesinin de öncelikli gereği budur.

Bu amaçla:

a) Mahkemelerde “halk jürisi”nin kurulması,

b) Amerika’daki çoğunluk uygulaması gibi, hakim ve savcıların da, belirli süre için halk tarafından seçilmesi veya,

c) Halkı temsil eden Amerikan parlamentosundaki hakimleri de içine alan “impeachment” denetimine benzer bir denetim sisteminin parlamentoda kurulması veya,

d) Her kademedeki hakimleri, halk adına denetleyecek, üyeleri belirli vasıftaki vatandaşlar arasından hak tarafından seçilen, yargı sistemi dışındaki bir denetim sisteminin kurulması seçenekleri tartışmalı ve birisi benimsenmelidir.

Din Özgürlüğü ve Laiklik

Din özgürlüğü ve laiklik alanında, birbirinden farklı iki sistem vardır.

a) Amerikan anlayışında ve ABD anayasasının 1791 “ek”lerinin 1. maddesinde, devletin din alanına, herhangi bir mülahaza ile karışması yasaklanmıştır. Bu sistem, “devletin dinden, dinin devletten ayrı olması” sistemidir.

b) 1789 Beyannamesinin 10. maddesinde ilk defa yazılmış olan Fransız anlayışında, din özgürlüğünün “kanunla kurulu kamu düzenini bozabileceği” varsayılmış, “kanunla sınırlı din özgürlüğü” ilkesi benimsenmiştir. Bu sistemde, din de devletin gözetimi ve denetimi altındadır. Halen Türkiye’de Fransız anlayışı hâkimdir.

Yeni anayasayla getirilecek sistem, Amerikan anlayışı yönünde olmalıdır.

Parlamento

Türkiye’de parlamento, “kanun yapma makinesi” gibi görülmektedir. Evvela, bu zihniyet değişmelidir. Zira demokraside, parlamento öncelikle denetim görevini yapar. Bu durum, parlamentonun etkinliğini de zayıflatmaktadır.

Bu çerçevede:

a) Milletvekillerinin, genel başkan, parti yönetimi ve parti grubuna karşı özgürleşmesini sağlayacak yasal tedbirler alınmalıdır,

b) Denetim, uzmanlığı, teknik bilgiyi gerektirir. Halen, milletvekilleri yalnızca gazete haberleriyle denetim yapmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple, idaredeki, bütün teftiş murakabe, denetim birimleri, parlamentoya bağlanmalı ve bu kadro, milletvekillerinin direktif ve talepleriyle, denetime esas olacak uzmanlık çalışmalarını yapmalıdır.

c) Devlete, idareye ait bütün bilgiler, milletvekillerine açık olmalı, milletvekillerine karşı “devlet sırrı” olmamalı, bürokraside bütün yetkili ve görevliler, milletvekillerinin denetim amacıyla vaki taleplerini yerine getirmek zorunda olmalıdırlar.

d) Asker-sivil üst kademe bürokratların hükümetçe tayininde, önceden Parlamentonun inceleme ve onay vermesi şartı, Amerika’da olduğu gibi getirilmelidir.

e) Amerika’da “impeachment” yönetiminde olduğu gibi Parlamento, üst kademe bürokrasiye karşı da soruşturma açabilmeli, müsteşarlar, genel müdürler, komutanlar vs. soruşturma sonucuna göre parlamento kararı ile de görevden alınabilmelidirler.

Anayasada yalnızca makul-yeterli sayıda vatandaşın siyasi parti kurabileceği ve partilerin uygun gördükleri biçimde teşkilatlanabilecekleri hükmü yer almalı, başkaca bir kısıtlama, yasak getirilmemelidir.

Seçim kanununda, milletvekillerinin özgürce ve siyasi görüş ve içtihatlarına göre görevlerini yapabilmeleri için, seçimlerdeki adaylıklarında, parti merkezinin etkinliğini ortadan kaldıracak yönde düzenleme yapılmalıdır. Milletvekilini parti genel başkanı veya yönetimi tayin etmemeli, halk seçmelidir. Milletvekili gerçekten halkın temsilcisi olabilmelidir. Temsili demokrasinin öncelikli şartı budur. “Kapı kulu meclisi” ile demokrasi olmaz.

Yürütme reformu konusunda, evvela “başkanlık sistemi”ne karşı tavır belirlenmeli, bu sistem tercih edildiğinde, dünyada başarılı tek uygulaması olan, Amerikan zihniyet ve devlet teşkilatlanması eksiksiz ve aynen alınmalıdır. Ancak, özellikle “federatif sistem”in Türkiye’de kabulüne henüz düşünce ortamı müsait değildir.

Parlamenter sistem tercih edildiğinde, Türkiye’nin şu özelliği dikkate alınmalıdır:

Türkiye, dünyada benzeri olmadık biçimde, kata “merkezi hiyerarşik bürokratik sistem” ile yönetilen, istisnai bir örnektir. Bu yönetim anlayışı, demokrasiyle de bağdaşmamaktadır.

Yerel yönetimler ve bürokrasi, önceden belirlenecek, tutarlı bir strateji içinde, bu istisnai “merkezi-hiyerarşik bürokrasi” modelini köklü biçimde değiştirmeyi hedef almalıdır.

Adaletle İlgili Sorunlar

Yargı bağımsızlığı konusundaki ilk sorun, daha önce açıklandığı gibi, zihniyet ve örgütlenme olarak, yargının bürokrasinin bir unsuru olmaktan çıkarılması, halka dayanır ve halktan güç alır hale getirilmesidir.

Bağımsızlık, Türkiye’de, belirli bir kesimin yönlendirmesiyle ve o kesimin görüşlerinin Türkiye yönetiminde hâkim kılınması için yargının da vasıta yapılması amacıyla tartışılmaktadır.

Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Dünyada, yargının en etkin, bağımsız ve en tatminkar olduğu yer Amerika’dır. Amerika’da yargı da şiddetle eleştirilebilmektedir. Sistemin diğer unsurları gibi, eleştirilebildiği için güçlü ve etkilidir. Amerikan yargı sistemi hakkında açıklama yapılmıştır.

Türkiye’de pek çok kişi, yargı birliğini, yalnızca askeri yargıyı düşünerek ifade etmektedirler. Teknik olarak yargı birligi veya “tek yargı sistemi”  Amerikan sistemidir. Bu sistemde, adli, idari, anayasa yargısı olmak üzere üçlü ayırım yoktur. Tek yargı, adli, idari ve anayasayla ilgili ihtilafların tamamına bakmaktadır.

Yalnızca asker kişilerin, meslek ve görevleriyle ilgili suçlarına bakan askeri mahkemeler başka ülkelerde de vardır. Bu istisnai bir ayırımdır. Temel sistem tartışması ile karıştırılmaması gerekir.

Adalet konusunda, pek çok konudan  söz etmek mümkün. Örneğin;

a) Türkiye’de yargı, içtihat oluşturmamak, ilişkilerde muayyeniyet sağlamamak suretiyle, kendi iş yükünü, ihtilafları artırmaktadır. Hemen, her konuda, birbirine aykırı Yüksek Mahkemeler kararları bulmak mümkündür. Bu durum, bireyleri “hukukun ne olduğu” hususunda tereddüte düşürmekte, dava açmaya teşvik etmektedir.

b) Kanunların gereği olmadığı halde, yargı kararları, kötü niyetlileri borçlarının ifasından kaçınmaya yöneltmekte, bu durum da davaları artırmaktadır. Mesela, Borçlar Kanunun 105. maddesi, faizle karşılanmayan munzam zararın tazminine dair hüküm taşımaktadır. Yüksek enflasyon yüzünden, kanuni faiz gecikme zararını karşılamamakta, borcunu ödemeyen kâr etmektedir. Her nedense, Türk yargısı, yürürlükteki BK 105. m.’yi uygulamamakta, borca direnenleri teşvik ederek, davaların çoğalmasına yol açmaktadır.

Araştırıldığında, bunun temelinde “devleti himaye ideolojisi”nin yattığı görülebilir. Ancak yargı “devleti korumaya” soyunarak de ğil, adaleti gerçekleştirerek, gerçekte devleti korumuş olur.

c) Aslında Avrupa’dan alınan Usul Kanunları uygulanmamaktadır. Mesela, Hukuk Usulü Kanunun 213. maddesinden başlayan “tahkikat” bölümü, davaya taraf olmuş herkesin bilebileceği gibi, Türkiye’de, kanunla yazılı olduğu biçimde hiç uygulanmamıştır.

Davaları, ihtilafları artıran bu hususlar Türkiye’de, ciddi bir “yargının denetimi” sorununun olduğunu göstermektedir.

d) Bütün bunların yanında, Türkiye’de, hâkim ve savcı sayısı çok azdır. Yargıya çok az tahsisat verilmektedir.

Yargı çok önemlidir. Derhal, Türkiye’de hâkim ve savcı sayısı, Almanya’da olduğu gibi 25.000’e çıkarılmalıdır. Hâkim ve savcıların Avrupa’da da mesleki bilgi ve görgü edinmeleri, ciddi bir programa bağlanmalı, Batı mahkemelerini en az bir yıl süreyle takip etmemiş kimseler hakimliğe başlatılmamalıdır.

Yeni Türkiye Dergisi, Ocak- Şubat 1999, Sayı 25: Liberalizm, ss. 500 – 511.

EBA’yı Doğru Kullanıyor muyuz?

Tuhaf bir milletiz vesselam.

Bir şeylerin olması gerektiği gibi olabilmesi için ya zor gerekiyor ya da cebimizin yanması. En basiti Türkiye genelinde trafikte pek çok ışıklı noktada insanımız kırmızı ya da yeşili umursamıyor, ta ki oraya EDS (Elektronik Denetleme Sistemi) takılana kadar. Keza hız sınırları için de öyle.

Ülkemizde pek çok vergi mükellefi vergi ödememeyi bir alışkanlık haline getirmiş durumda çünkü sık sık vergi affı çıkıyor. Daha kötüsü ülkemiz adi suçlular için de bir cennet, “vatandaşa karşı işlenen suçu ancak vatandaş affeder” deyip yine af çıkarıyoruz; olan namuslu vatandaşa oluyor.

Kabul etmek istemesek de okullarımız arasında ilkokuldan liseye uzanan bir kast sistemi var. İlkokul ve ortaokullarımız bulundukları mahallelerin sosyo-ekonomik şartlarına göre şekillenirken liselerimiz de LGS ile ayrışıyor. Son 30 yılın en adil sistemi TEOG’u kaldırarak kast sisteminin ekmeğine yağ sürdük.

Pandemi sürecinin eğitim için büyük bir fırsat olduğunu defaatle söylememize rağmen ufukta henüz bir ışık yok.

EBA üzerinden canlı dersler ve pek çok farklı yolla eğitim-öğretim faaliyetleri sürdürülmeye çalışılıyor. İlkokul kademesinde nispeten imkanlar dahilinde katılım yüksek iken, kademe arttıkça öğrenci ilgisi de ona göre düşüyor.

Bu bilinmeyen bir durum değil ama il ve ilçe M. E. Müdürlükleri taciz düzeyinde bir ısrar ile okulları ve öğretmenleri sıkıştırarak katılımı rakamsal olarak en üst seviyeye çıkarma derdinde. Halbuki sayısal verilere duyulan aşkın gerçekte hiçbir somut değerinin olmadığını herkes biliyor.

EBA canlı ders katılımında A şehrinin birinci sırada olmasının B şehrinin ise son sırada olmasının eğitimin kalitesi ile doğrudan bir ilişkisi yok. Tüm il ve ilçeler aynı oranı yakaladığında ne değişecek?

Kurulu düzen içinde öğrenci-insan davranışlarımızın mahiyetinin aynılığını, kırmızı ışıktaki gibi öğrencilerimizin de büyük kısmının sadece EDS’lere ve zorunluluğa baktığını görmezden gelince sorunlar hallolmuş olmuyor. Onlarda büyüklerinin aynası.

İşin asıl komik tarafı öğrencilerden -çok büyük bir kısmının- yüz yüze iken bile umursamadıkları dersleri uzaktan eğitimde umursamalarını bekliyoruz…

Çocuklar bizi taklit ediyor. Dahası, öğrencilerin çoğu itiraf edemese de şunun çok iyi farkında; bu derslerden alacağı çok fazla bir şey yok çünkü içten içe kapasitesini biliyor ve gittiği okul itibariyle birileri ile yarışamayacağını MEB bilmiyor numarası yapsa da anne-baba bilmezden gelse de kendisi fazlası ile farkında.

Geçen hafta yazdım, bugün için mevcut hali ile eğitim programlarının içeriğinin pek çok yönden lüzumsuz olduğunu pandemi süreci hepimize gösterdi. Temel dersler dışında öğrencilerimizi geleceğe hazırlayacak sertifika programlarının hazırlanması ve eğitimin okul dışına kısmen çıkması şart. Temel dersler dışında ortaokul ve liselerden mezuniyet için bir takım sertifikalar –ama ciddi sınavlardan geçilen- şart olmalı.

Mesela yüzme bilmeden ortaokuldan, ilkyardım bilmeden liseden mezun olunamamalı. Bilgisayar programcılığı, yazılım, kodlama vb. birçok beceri bu şekilde sertifika programlarına bağlanabilir. Spor yapmayı değil seyretmeyi seven bir toplumuz. Öğrencilerimiz için beceri ve yeteneklerine göre en az bir dalda lisanslı sporculuk zorunluluğu getirebiliriz. Belki böylece sadece sporu seyreden bir toplum olmaktan çıkabiliriz. Müzik için de bu geçerli; hemen hiçbir enstrümanı çalamadan bir ömür geçiren bir toplumuz.

Düşünsenize kast sisteminin en tepesindeki okullarda okuyan pek çok gencimiz üniversite sıralarına kadar ne spor ne resim ne de herhangi bir müzik aleti ile mesai harcamadan geliyor. Önlerine konulan tek başarı skalası kaç matematik, fizik, kimya, Türkçe, tarih vs. neti yaptıkları.

Sonrada hep birlikte ortaya çıkan insan tipine ah vah ediyor, kültürel hegemonyalardan bahsediyoruz. Kastın altında ise durum daha fena çünkü bu kez de milyonlarca asgari ücretli modern köle üretiyoruz. Piyasa şartları içinde ne kendi yeteneklerinin farkında ne de kendilerini farklı kılacak bir artıya sahip olabiliyorlar. Dahası yalancı bir değerlilik hali içinde önlerine çıkan hiçbir işi beğenmez oluyorlar. Sonuç milyonların memur olmak için can attığı bir ülke…

EBA’ya giriş demiştik yine savrulduk gittik!

Karar, 16.09.2020

İktisat Kanunları Evrensel midir?

Bir süre önce devletin piyasaya müdahalelerini eleştiren bir yazım üzerine bir arkadaşımdan sosyal medyada şu yorumu-eleştiriyi almıştım:

“Hocam özellikle de iktisat kanunlarının evrenselliği ve coğrafyadan, mekandan bağımsız olduğu vurgusu kısmında bariz teknik hatalar var. Evet eğer tüm kurumlar ve hane-halkları gerekli ahlaki ve kültürel alt yapıya sahip ise; ki Batı’da rönesans-reform ile başlayıp devrimler çağı ile biten süreçte- insan homoeconomicus (ekonomik insan) ise yani rasyonelse- evet piyasa mekanizması sorunsuza yakın işleyebilirdi. Ya da game theory (oyun teorisi) ile tüm ekonomik davranışlar modellenebilirdi. Ama zaman gösterdi ki; decision-making (karar alma) konusunda insanlar sıklıkla irrasyonel davranışlar sergiliyor bu da piyasanın aksamasına sebep oluyor. Öyle ki; davranışsal ve deneysel iktisat bireyler bazında, bölgesel iktisat ise coğrafya anlamında iktisat kanunlarının bölgeden bölgeye; insandan insana değişeceğini göstermiştir. Piyasaya müdahale konusunda ise az önce bahsettiğim durumdan yani ya devletin yetersiz denetleme mekanizmasından üstüne de insanlarımızın zihinsel yozlaşmasından kaynaklı pek de etik sayılmayan yollarla satıcılar aşırı kar elde etmeye daha doğrusu fırsatçılık yapmaya pek meyilliler. Böyle durumda devlet düzenleme görevine ithafen piyasaya müdahale etmelidir. Öncelikle temennimiz iyi bir denetleme mekanizması ile bu tür davranışların önceden önleniyor olması ama ne yazık ki ülkemizde o seviye olmadığı için ceberut yüzü ile düzenleme yoluna gidiyor. Döviz piyasası kısmında ise elbette devletin mafyavari tavırları doğru olmamakla beraber güveni sarstığı için de toplamda fiyat oynaklıklarına daha çok yol açacaktır…”

Bu yorum-eleştiriye ilişkin bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.

Kültürün hayatın her alanında olduğu gibi ekonomik hayatta da önemli etkisinin olduğu, diğer taraftan kültürün oluşmasına ekonomik hayatın da katkıda bulunduğu açık bir gerçek. Bunu reddetmek güneşin doğudan doğmasını reddetmek gibi bir şey. Zaten bu gerçeği gören yazarlar önemli çalışmalara imza attılar. Modern zamanlarda bu isimlerin en önemlisi, şüphe yok ki, Max Weber idi. Weber, Marx’ın kültürü dışlayan ve ekonomik alt yapının aracı olmaktan başka bir işlevi olmadığını söyleyen mekanik yaklaşımına bir alternatif olarak genel olarak kültürün, hassaten dinî kültürün -Protestan kültürünün-  ekonomi üzerindeki etkileri hakkında çığır açan tezler geliştirdi. Bugün her ne kadar Weber’in çoğu görüşü aşılmışsa da bu aşmalar Weber’in istikametinin zıddında değil aynısında vuku buldu. Başka bir deyişle, sonraki çalışmalar dinin sadece Protestanlık üzerinden değil mesela Hristiyan dünyası bağlamında Katoliklik üzerinden de ekonomik hayata derin etkilerde bulunduğunu gösterdi.

Weber’in çalışmalarından etkilenen merhum üstat Sabri Ülgener de kültür iktisat ilişkileri üzerinde zaman harcadı. Önemli çalışmalar kaleme aldı. İçinde yaşadığı mahallî kültür ile ekonomik hayat arasındaki ilişkileri analiz etmeye çalıştı. Ne kadar başarışl oluğu tartışmaya açık olmakla beraber Ülgener’in teşebbüsü çok kıymetliydi. Bu arada, bence Ülgener’in bu yola başvurmasının bir diğer sebebi mekanik Marksist yaklaşımın tahakkümünden-tasallutundan rahatsız olması ve ondan kaçmak istemesiydi. Onunla aynı zamanlarda iddialı yazılar kaleme alınan Marksist akademisyenlerin yazıları unutulmuş iken bugün Ülgener’in yazıları hâlâ okunmaya değerli, ufuk açısı metinlerse, sebeplerinden biri bu ufuk farklılığıdır.

Ancak, kültürün ekonomiyi etkilediğini ve ekonomiden etkilendiğini söylemek fazla bir şey söylemek anlamına gelmediği gibi sırf kültürü merkeze alan yaklaşımların mühim yanılgılara yol açma potansiyeli de kuvvetli; özellikle etnosentrik, milliyetçi bakışların rağbette olduğu yerlerde ve zamanlarda. Bu çerçevede, ilerde daha ayrıntılı olarak ele almak üzere, birkaç noktaya kısaca temas edeyim.

Kültür bir anlamda doğal bir oluşumdur. İnsan dünyasının olağan sonucudur. Kültürsüz toplum yoktur, olamaz. Ayrıca, hiçbir kültür saf değildir. Şimdilerde daha fazla ve hızlı eskilerde daha yavaş ve az olmak üzere kültürler devamlı etkileşim hâlinde oldu. Hiçbir kültür kendisini dünyaya kapatamaz. Uzun vadede kültürler arasındaki başarı ve başarısızlık insanların beka ve refah mücadelesine yaptığı katkıya göre ölçülür. Bir başka deyişle kültürler arasında bu bakımdan bir tür yarış vardır.

İnsana ilişkin -ister maddî olsun ister manevî- her şeyin ortaya çıkmasında ve şekillenmesinde insanın özellikleri ve içinde yaşadığı eko-sistem etkili olmuştur. İnsanın özellikleri derken, kesinlikle insanın a priori olarak tanımlanmasını kastetmiyorum. İnsan ne ise odur ve insan davranışları gözlemlenerek insanî hayatın özellikleri tespit ve daha sonra tahlil edilebilir. Aksine ister dinî ister seküler kaynaklı olsun insanı tanımlama ve insana ideal form biçme niyet ve çabalarının -yani özgürlük karşıtı felsefenin ve buna dayanan uygulamaların- çok tehlikeli olduğu kanaatindeyim.

Bu durumda, kültürel arasında farklar kadar ortaklıklar da olması doğal. Biz hep farklılıklara işaret etmeyi seviyoruz ama ortaklıklar daha fazla ve başarılı sosyal tespitler ve tahlillere ulaşabilmek  için bu ortaklıkların gözden kaçırılmamaları gerekli.

İnsan bir kıtlık dünyasında yaşıyor. Yani ihtiyaçlar tür ve miktar olarak devamlı olarak onları karşılamada kullanılabilecek kaynakların -zaman dâhil- önünde koşuyor. Bu kültürel bir olgu değil. Verili bir durum. Diğer taraftan, insan sınırlı bir bencillik içinde hareket ediyor. Bu da kültürel olmaktan çok yapısal bir özellik. Yani milyonlar kazanan da liralar kazanan da kendi durumunu iyileştirme peşinde. Üçüncü olarak insan bilgisi sınırlı ve dağınık. İnsan sınırlı bir bilgiye sahip ve değiştirilemez biçimde bir kısmî bilmezlik perdesi ardına yaşıyor. Tüm toplumsal bilgi dağınık ve ortam bağımlı. Bütün bu bilgileri tek elde toplama imkânı yok. Bütün bunlar kültürden azade, yani şu veya bu kültüre mahsus değil, hiçbir kültür onlardan kaçamaz, kaçınamaz. İşte bundan dolayı tüm toplumlar temelde aynı genel ekonomik faaliyetleri aşağı yukarı aynı şekillerde yürütüyorlar.

Kültür elbette önemli olmakla beraber, kültür farklılıkları insanın temel ekonomik faaliyetlerinin altında ve ardında yatan beşerî ve dünyevî olguları değiştirmiyor. Buna dayanarak şunu söyleyebiliriz: İktisat kanunlarında hayli kuvvetli bir evrensellik özelliği bulunduğunu kabul etmek, bizi, analizlerimizde ve onlara dayanan genel ekonomik sistem ve özgül ekonomik siyasa tercihlerimizde hataya sürüklenmekten korur.

İzmir’in Ayaküstü Lezzetleri

Uzun yıllar İzmir’de yaşadım. Ailem, akrabalarımın bir kısmı, bazılarıyla akraba gibi olduğumuz komşularım, tanıdıklarım, ahbaplarım. Velhasıl beni İzmir’e bağlayan çok şey var. Bu nedenle sık sık giderim İzmir’e. Daha doğrusu, giderdim.

En son Mart başında gitmiş, birkaç gün kalıp dönmüştüm. On gün kadar sonra ilk vaka (korona) teşhis edildi. Akabinde getirilen seyahat kısıtlamaları kaldırıldıktan sonra da il dışına çıkmadım. Ta ki hususî araçlarıyla beni ziyarete gelen anne-babamla birlikte İzmir’e gidene kadar. Bu, salgının başından beri aldığım ilk gayr-i zarurî risk. Bir bakıma ilk vukuatım.

Geçen hafta İzmir’deydim. Mümkün olduğu kadar az sayıda insanla, mümkün olduğunca kısa süreli görüşmeler yaptığım tam bir ‘çekirdek aile’ ziyaretiydi. Asıl sebeb-i ziyaretim olan beş yaşındaki yeğenimle bol bol saklambaç oynadık, boğuştuk, Urla’nın kuytu sahillerinde kumdan kuleler yapıp denize taş attık. Dalgalar müsaade ettiği ölçüde denize girip suyla oynadık. Yüzmeyi değilse de denizden korkmamayı öğrendi.

Dönüşte havayolunu mu kullanmalıydım, karayolunu mu? Hangisi daha az tehlikeliydi? Seyahat süresinin kısalığını dikkate alarak havayolunu seçtim.

Gerek havalimanında gerek uçak içinde mesafe ve asgari temas kuralına riayet ederken insanı bezdirmeyen tedbirler alınmıştı. Mesafe, temas ve yolda geçirilen süre nazara alındığında, havaalanından şehre yolcu taşıyan HAVAŞ otobüsüne binmek bile bence daha tehlikeliydi.

Aşağıdaki satırlar, İzmir sokaklarını umarsızca arşınladığım günlerden bir hatıra olarak arşivimde duruyordu. Salgın öncesi dönemi yad eden eğlenceli bir tatil yazısı olur düşüncesiyle sizinle de paylaşmak istedim.

Atıştırma kültürü ve İzmir

İzmir, hazır yiyecekleri ve ayaküstü tüketmeyi seven bir şehir. Üstelik bunu zaman darlığından değil, basbayağı severek yapıyorlar. Evde mis gibi kahvaltı yapmak dururken, yakındaki fırından gevrek ya da boyoz getirten ev hanımlarının hâli başka ne ile açıklanabilir ki?

Size bahsedeceğim ilk iki atıştırmalığı öğrenmiş oldunuz böylece: Gevrek ve boyoz.

Gevrek

Gevrek kelimesinin İzmir’e yerleşen Balkan göçmenlerinden alındığını, boyozun ise Sefarad Yahudileri ile geldiğini duymuştum. Tarihi itibariyle İzmir çok-kültürlü ve göçmen dostu bir şehirken, niye ve nasıl bu kadar ulusalcı oldu? Sanırım bu, başka bir yazının konusu.

Gevrekle simit aynı şey mi tartışmasını bir yana bırakıyorum. Velev ki birbirine çok benzeyen fakat farklı şeyler olsunlar. İzmirliler simite gevrek der, üstelik bununla da övünürler. İkisi farklı şeyse, boşuna övünüyorlar demektir. Dolayısıyla her aklı başında İzmirlinin gevrek, simitten farklı bir yiyecek olup sadece İzmir’de üretilir ya da simite, sadece İzmirliler gevrek der önermelerinden birini benimsemesi gerekir, ki ortalama bir İzmirli (yani çoğunluk) genellikle ikincisini benimser. Diğerini benimsese, aradaki farkı açıklamak zorunda kalacak çünkü.

Boyoz

Gelelim, size bahsettiğim diğer ve sadece İzmir’de yiyebileceğiniz bir atıştırmalık olan boyoza…

Sade ve bol yağlı bir hamur-işi olan boyozu, börekle poğaça arası bir atıştırmalık olarak tarif edebilirim. Sadece sabahları çıkar, sıcak sıcak ve genellikle haşlanmış yumurta ile yenir. Bu ikili o kadar birbirine geçmiştir ki, boyoz satan fırınlar ya da seyyar satıcılar, tezgâhlarında haşlanmış yumurta da bulundurur. Üzerine bol karabiber ve tuz serpilmiş yumurta ile sıcak bir çay ve yanında boyoz yemek çoğu İzmirlinin en büyük keyfidir. Öyle ki İzmir’den uzak kalanların döndüğünde ilk yaptığı şeylerden biri boyoz yemektir. Favori atıştırmalığım olmamakla birlikte arada ben de yerim.

Kumru

İzmir’den ve atıştırmalıklarından bahsedip de kumruyu anmamak olmaz…

İzmirlilerin kumru dediği şey, yassı ve susamlı sandöviç ekmeğinin, arasına yeşil biber, domates ve beyaz peynir konmuş hâlinden başka bir şey değildir aslında. Kumruyu özel yapan, İzmirlilerin sandöviç yerine ona kumru demesi ve gevrek tezgâhlarında diğer şehirlere göre daha çok bulundurmasıdır.

Şambali

Seyyar tezgâhlarda sadece gevrek, boyoz ve kumru satılmaz İzmir’de. Şambali de satılır. Fakat şambali bir tatlı olduğundan, onun satıcıları ayrıdır.

Revaniye benzer hafif bir tatlıdır şambali; ancak biraz daha serttir. Pastanelerde her zaman rastlanabilirse de genellikle seyyar olarak, kışın ve dilim hesabıyla satılır. Üzerine badem yerleştirilip hindistan cevizi serpilmiş şambali dilimleri, hemen her köşe başına yerleşen seyyar satıcılardan alınabilir. Üzerine kaymak da koydurabilirsiniz. Kaymak hesaba dahil miydi, hatırlamıyorum. Çoktandır yememişim demek ki.

Darı

Gerek evlerde gerekse park ve bahçelerde yaygın olarak tüketilen bir başka atıştırmalık da haşlanmış (ya da tercihe göre közlenmiş) mısırdır ki İzmirliler darı der. Yazın bu ürün o kadar revaçtadır ki, mısırın İzmir kadar tüketildiği bir başka yer ve ahali görmedim.

Gündüzün kavurucu sıcağını savuşturduktan sonra akşamın, hatta sık sık gecenin ilerleyen saatlerinde denizden gelecek bir esintiyle ferahlamak umuduyla kendini balkona, sokağa, parklara, caddelere ve sahile atan İzmir ahalisi akşamları denizden karaya doğru esen (bazen de esmeyen) bu rüzgâra da meltem der.

Çiğdem

Arif Nihat Asya’nın meşhur şiirindeki bayrağın rüzgâr beklemesi gibi, İzmirliler de meltem bekledikleri esnada boş durmaz, darı yiyip çiğdem çitlerler. Çekirdeğe çiğdem dedikleri için de ayrı bir övünürler. Çekirdeğe Kayseri tarafında da çiğdem dendiğini bilseler, kendilerini kötü mü hissederlerdi acaba?…

Buz badem

Yazın İzmir’de çok sık gördüğüm bir başka tablo da, sepetlerde ya da el arabaları içinde satılan buz-bademler. Buzun içine yatırılmış, bu nedenle buz gibi soğuk olan yeşil bademler ferahlamak amacıyla tüketilir.

Kokoreç

İzmir’de yaygın olarak tüketilen bir başka atıştırmalık da kokoreç. Kemeraltı’nda Balıkçılar Çarşısı (dikkat, balık hali demiyorum) yolu üzerinde yan yana iki kokoreççi var ki ince kıyılmış biber, soğan ve domatesle birlikte sacda kokoreç yapıyorlar. Alıştığım lezzetten şaşmam diyenler için normal (bildiğimiz usulde) kokoreç de var.

Gelelim benim en sevdiğim son üç atıştırmalığa… Yazık ki bu gitmemde sadece birini yiyebildim. İki gün bile kalacak olsam, bu üçünü yemeden İzmir’den ayrılmazdım halbuki.

Kömürde karışık sandöviç

İzmir dışında birkaç yerde daha rastladım ama İzmir’de her yerde, hem de çok güzel yapılır. Özel bir âletle çiçek gibi açıldıktan sonra ızgarada iyice pişirilmiş sosisler, sucuk, kaşar ve ince dilimlenmiş kornişon turşu ile doldurduğun kızarmış ekmeğin içini mayonez ve ketçaba bulamak. Var mı daha ötesi?

Midye dolma

Bir diğer lezzet, midye dolma. Kuşkusuz İstanbul’da, hatta denizi olmayan şehirlerde bile var. Fakat bu kadar taze, temiz, lezzetli ve ucuz değil. Boy boy midyeler. İçleri dopdolu. Sıcak sevmem, fakat ılık, hatta taze olmak kaydıyla soğumuş (soğuk değil) bile olabilir. Bilhassa sıcak yaz aylarında çabuk bozulabileceği düşünülerek güvenilir yerlerden almaya çalışmalı.

Söğüş

Söğüş deyince umumiyetle domates, biber, salatalık türü yaz sebzelerinin bir arada ve çiğ olarak yenmesi akla gelir. Fakat İzmir’de söğüşün anlamı başkadır.

Adına söğüşçü dediğimiz zevat dil, yanak ve beyni ayrı sularda haşlayıp soğumaya bıraktıktan sonra buzdolabına alır. Müşteriye servis etmeden hemen önce bir taraftan bu malzemeleri, diğer taraftan maydanoz ve kelle soğanı ince ince kıyıp üzerine tuz, biber, somak ve bolca kimyon ekerek harmanlar. Sonra bu karışımı tercihinize göre bir ya da iki lavaşın arasına sarar. İki lavaş kullanılmasını istediyseniz çift-dürüm yaptırıyorsunuz demektir. Öyleyse içine az miktarda domates de ekletebilirsiniz. Fazlaca eklenmesi halinde lavaşınız ıslanıp yırtılır, ona göre…

Söğüş, tamamen İzmir’e has bir yiyecek ve saydığım bütün atıştırmalıklar içinde en beğenerek yediğim. Sakatat sevenlere ya da yiyebilenlere hararetle tavsiye ederim.

Kapitalizm Demokrasiyi Kurtarabilir mi?*

Önce Yunanistan’da arkasından İtalya’da başbakanlar istifa etti ve teknokratlardan oluşan geçiş hükümetleri kuruldu. Bunun sebebi, her iki ülkenin de çok ağır bir kamu borç yükü altında bulunması ve bu sorunun çözümünün seçmenlerin hoşuna gitmeyecek köklü ve kapsayıcı tedbirler almayı gerektirmesi. Seçmen tepkilerinden korkan iktidar partileri, tedbirlerin sorumluluğunu yalnız başlarına üstlenmek yerine millî geçiş hükümetleri yoluyla bütün partilerin taşın altına elini koymasını temin etmeye çalışıyor. Bu korkunun büsbütün temelsiz olduğu söylenemez, zira hem Yunanistan hem İtalya’da, seçmenlerin yoğun tepki gösterdiği ve hatta zaman zaman şiddet sergilenmesine sahne olan sert protesto gösterileri gerçekleştirdiği görülüyor.

Bazıları istifaları ve teknokrat hükümetler kurulmasını kapitalizme fatura etme çabasında. Kapitalizm hakkındaki bütün bilgileri anti-kapitalist yazarların kitaplarından öğrendikleri hurafelerden ibaret olan ve aynı zamanda kapitalizme marazi bir husumet besleyen bu kimselere göre, kapitalizm, demokrasiye saldırıyor. Seçmen iradesini hiçe sayıyor. Kâr peşinde koşma acımasızlığıyla halkın hayat şartlarını ağırlaştırıyor. Dar gelirli emekçileri eziyor. İnsanları ekonomiye kurban ediyor (bu benim en çok sevdiğim saçma!). Bu tür görüşler yerli akademisyen ve gazeteciler yanında, Zizek gibi sıradanlığıyla ters orantılı bir şöhrete sahip yabancı yazarlarca da dile getiriliyor ve şaşırtıcı olmayacak şekilde epeyce ilgi de çekiyor.

Ne oluyor? İddialar gerçeğe mi tekabül ediyor yoksa hayal dünyasında yaşayan bazılarının halisülasyonlarını mı yansıtıyor? Lafı dolandırmadan söyleyeyim; liberal kapitalizm demokrasiye ve fakirlere saldırmıyor, onları kurtarmaya çalışıyor. Krizden çıkış ve demokrasinin ayakta kalması liberal kapitalizmin ilke ve değerlerine uyulmasına bağlı. Bu olmazsa hem Yunanistan ve İtalya’yı hem de başka bazı ülkeleri ve muhtemelen bütün dünyayı daha ağır ekonomik ve siyasî krizler bekliyor. Bunu görebilmek için ezber tekrarından kurtulup somut olgulara ve arkalarındaki sebeplere bakmak/bakabilmek gerekiyor.

Avrupa’da gün geçtikçe ağırlaşan kriz, kamu borçlarının çevrilemez hâle gelmesinden kaynaklanıyor. Avrupa devletleri istikrarlı, âdil ve sürekli vergileme yoluyla elde edebilecekleri kaynaklardan daha fazlasını kullanıyorlar. Bir başka deyişle, aynen hovardaca harcamayı seven bireyler gibi, gelirlerinden daha fazlasını harcıyorlar. Devletler elbette bunu yapabilme bakımdan bireylerden daha avantajlı bir konumda. Bireyler ancak borçlanarak veya çalarak böyle yapabilir; ancak bunun bir sınırı vardır. İflas veya ödeme vakti eninde sonunda gelecektir. Devletlerse hem borçlanma hem çalma bakımından bireylerin sahip olmadığı bazı yol ve yöntemleri kullanabilir. Yeni vergi salabilir, mevcut vergileri artırabilir, para basabilir ve geniş borçlanmalara gidebilir. Fakat bunun da bir sınırı vardır ve devletler de kaçınılmaz sonuçla yani iflasla veya ödeme vaktiyle karşılaşır. Tarih devletlerin iflasından habersiz değil. Birçok devlet defalarca iflas ilan etmiş ve altına girdiği borçları ödememek suretiyle halkını dolandırmıştır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, devletlerin hangi saiklerle aşırı harcama yaptığıdır. Mutlak monarklar egemenliklerini sürdürmek, yönetim ağında bulunanları ve sosyal tabanlarını mutlu etmek, yeni toprakların işgalinde kullanılacak dev ordular beslemek, haksız ve lüzumsuz savaşlara girişmek gibi yollarla para harcamaya hep teşne olmuştur. Demokrasiye geçilmesi devletlerin bu para harcama saiklerini ortadan kaldırmamış, yenilemiş ve çeşitlendirmiştir. Hatta, sorumluluklar kolektifleştiği, para karşılıksız kâğıda dönüştürüldüğü ve vergi-haraç toplama ve harcama süreçleri ortalama insanın algılayamayacağı kadar karmaşıklaştığı için azdırmıştır. Bugün demokrasinin önemli bir parçası, kamu kaynaklarıyla oy satın almadır ve bütün partiler bunda yarış hâlindedir.

Lâkin bunun olması, bir vericinin olması yanında bir alıcının da olmasına bağlıdır. Verici belli, devlet, alıcı kim? İşte meselenin bamteli burada. Alıcı çeşitli halk kesimleridir. Seçmen tabakalarıdır. Yani bugün Yunanistan ve İtalya’da mecburen alınan daha az harcama (kamu harcamalarında tasarruf yapma) kararlarından etkilenenler veya etkileneceğini hissedenlerdir. İyi ama, bu kimseler, devletler tarafından kendilerine olmayan veya piyasa şartlarında elde edemeyecekleri kaynaklar/gelirler/imkânlar aktarılırken hiç itiraz ettiler mi? Olmayan işlerde çalışmaktan, hiçbir şey üretmedikleri hâlde maaşa bağlanmaktan şikayetçi oldular mı? Elbette hayır. Hepsi bu durumdan memnundular, politikacılar da memnundu. Partiler kim seçmen tabakalarına daha fazla verir yarışındaydı. Seçmen kitleleri de üretmeden nasıl daha fazla pay kaparız arayışındaydı. Sonuçta iki tarafın arzusu ve gayretli çalışmalarıyla çevrilmesi imkânsız bir kamu borç yükü ortaya çıktı.

Liberal kapitalizmin demokrasiye saldırdığını zannedenler yanılıyor. Tam da tersine liberal kapitalizm demokrasiyi kurtarmaya çalışıyor. Onun temel ilkelerine ve disiplinine uyulmaması hâlinde, ekonomik iflas kaçınılmaz. Ekonomik iflasın vuku bulduğu yerde yaşama şansı olan rejim ise, demokrasi değil sol veya sağ diktatörlükler. Liberal kapitalizm (piyasa ekonomisi) demokrasinin yozlaşma yollarını tıkayarak, devleti sınırlandırarak, zenginlik ve refah yaratarak, sivil toplumu güçlendirerek demokrasinin üzerine oturabileceği zemini sağlar ve sağlamlaştırır. Uzun vadede istikrarlı bir demokrasi ancak böyle bir zeminde yaşayabilir. Borç krizindeki ülkeler, ancak ve ancak liberal kapitalizmin ekonomik üretkenlik ve verimliliği sayesinde diktatörlüğe sürüklenmekten kurtulup demokrasilerini koruyabilirler. Yunanistan ve İtalya’da ülkeyi iflasa getiren partiler, liberal kapitalizmin disiplinini hayata aktarma mecburiyetini seçmen kitlelerine kabul ettirmenin zorluğunu ve sorumluluğunu, ulusal hükümetler kurma yoluyla aralarında paylaştırmakta ve muğlaklaştırmakta.

———————————————————————–
* Eski tarihli, yayınlanmamış bir yazım.

 

 

 

12 Eylül, Militarizm, Kemalizm, Sosyalizm

12 Eylül 1980 Türkiye’nin yakın tarihindeki, en azından son yarım yüzyılındaki, en karanlık dönemi temsil eden bir tarihtir. 40 yıl önce bugün ordu yönetime el koyarak seçimle işbaşına gelmiş sivil hükûmeti devirdi, ulusal egemenliğin tek doğrudan temsilcisi olan parlamentoyu feshetti, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri kapattı, parti liderlerini, milletvekillerini ve binlerce insanı tutukladı, onlarca insan idam edildi, onlarcası insanlık dışı işkenceler altında öldürüldü, binlerce insan on yıl kadar yurt dışında mülteci olarak yaşamak zorunda bırakıldı.

O günleri hatırlayınca, bir süre önce kendilerine “aksaçlılar” diyen bazı kişilerin Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma ilişkin sözlerine “Görüp geçirdiklerimize dayanarak söylüyoruz: Ülkemiz bugüne kadar böylesine koyu bir karanlık, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, toplumsal doku çürümesi, dünyada yalnızlaşma, itibarsızlaşma yaşamamıştı.” diyerek başlamalarını insan nasıl yorumlayacağını bilemiyor doğrusu. Herhalde burada birçok faktör ve oldukça karışık duygu durumları söz konusu. Siyasi nefretin insanın gözlerini kör etmesi, hafızasını dumura uğratması, sağduyusunu yok etmesi ve akıl sağlığını bozması ilk akla gelen oluyor. “Görüp geçirdikleri” 12 Eylül askeri diktatörlük döneminde yaşananlar ile günümüzün kıyas kabul etmez olduğunu aslında (herhalde) gayet iyi bildikleri halde muhtemelen böyle söylemeyi “gerekli ve kabul edilebilir” bulmaları, onların (en azından ezici çoğunluğunun) bağlı oldukları Kemalist ve Marksist ideolojilerin ve siyasetlerin önemli ve ayrılmaz bir unsuru olan göreceli ahlak anlayışının bir sonucu olsa gerek. Fakat sonuç korkunç: 12 Eylül’ün o zifiri karanlık dönemini sağ salim atlatabilmiş bu insanlar, yaşlarının kendilerine kazandırmış olması gereken olgunluktan böylesine uzak, böylesine düşüncesizce ve fütursuzca bir ifadenin işkenceler altında öldürülen, sakat kalan birçok arkadaşlarının, yoldaşlarının anısına hakaret olduğunun muhtemelen idrakinde bile değillerdi herhalde 251 vatandaşımızı katleden darbecilerin ve teröristlerin bile “susma hakkımı kullanıyorum” diyebildiği günümüzde Türkiye’nin 12 Eylül döneminden daha karanlık bir dönemi yaşadığını söylerken…

12 Eylül 1980 darbesinin 40. yıl dönümünde önemle not edilmesi gereken noktalardan biri de bu ülkenin siyasal yaşamında askeri darbelerin kapısının 27 Mayıs 1960 darbesiyle açıldığı gerçeğidir. Halkın oylarıyla seçilmiş başbakanın ve iki bakanın idam edildiği bu darbe – ve onun dikte ettiği 1961 anayasası marifetiyle– Türkiye’de asker-sivil bürokratik oligarşinin diktasının hüküm sürdüğü, sivil siyaset üzerinde ordu-yargı bürokrasisinin vesayetinin tesis edildiği, güdümlü bir parlamenter rejime geçildi. Bizzat kendilerinin de açıkça söyledikleri üzere, bu sistemde seçilmiş meclis ve hükûmet üzerinde Milli Güvenlik Kurulu’nun konumu Doğu Bloku ülkelerindeki komünist parti politbürosunun konumuna benziyordu.

Bu ülkede uzun bir Tek Adam – Tek Parti Diktatörlüğü döneminden sonra 1946-50’de yeniden başlayan çok partili demokrasi hayatında karanlık bir dönüm noktası oluşturarak askeri darbeler geleneği başlatan ve militarist vesayet rejimi tesis eden 27 Mayıs askeri darbesinin ve 1961 anayasasının Marksistlerin, sosyalistlerin, komünistlerin büyük bölümü tarafından “ilerici” özellikler taşıdığı söylenip bunun öne çıkarılması da ilginçtir. Burada herhalde bir yandan Kemalist ve Marksist ideolojilerin ve siyasetlerin halkın çoğunluğunun iradesini temel almak yerine silahlı darbelere bel bağlamak gibi bir ortak paydaya sahip olmaları, bir yandan da başta Türkiye Komünist Partisi (TKP) olmak üzere Marksist, sosyalist ve komünist hareketin 1920’lerden beri Kemalist iktidar tarafından sık sık “kullanışlı budalalar” olarak kullanılması söz konusu.

Özünde egemenliğin Osmanlı aristokrasisinden (hiç de millete değil) Osmanlı bürokrasisine geçtiği Kemalist Cumhuriyet yöneticileri I. Dünya Savaşı’nın galibi Batılı devletler ve özellikle Britanya ile pazarlıklarında dışarıda Bolşevik Rusya ile ilişkileri bir koz olarak kullanırken, bu uluslararası ilişkilere paralel olarak, içeride Türkiye Komünist Partisi’ne karşı bazen “kötü polis”, bazen “iyi polis” şeklinde davranıp komünistleri, sosyalistleri yeri geldiğinde acımasızca katletmiş (örneğin, 1921’de Mustafa Suphi ve arkadaşları, 1948’de Sabahattin Ali) ya da zindanlarda çürütmüş (örneğin, Türkiye’de ömrünün çoğu cezaevlerinde geçen Nazım Hikmet), yeri geldiğinde çeşitli şekillerde ve derecelerde “tolerans” göstermiştir. Kemalizm karşısında “kötü polis” rolünde gördüğü zamanlarda komünistler, sosyalistler ona “faşist diktatörlük” deyip mücadele etmeye çalışmış, “iyi polis” rolünde gördüğü zamanlarda ise “ilerici, anti-emperyalist” yanlarından bahsetmeye başlayıp ve bunu ön plana çıkarıp ona yaranmaya çalışarak yandaş olmuşlardır. Marksistlerin, komünistlerin, sosyalistlerin bu şekilde Kemalizm tarafından “kullanışlı budalalar” olarak kullanılmasının örneklerinden biri, Şeyh Said ve Dersim gibi “Kürt isyanları” sırasında bunları “ilericilik–gericilik” meselesi olarak görmek suretiyle o sırada “ilerici, anti-emperyalist” olarak tanımladıkları Kemalist rejimin katliamlarını destekler konuma düşmeleridir. Fakat sonradan bunun hata olduğu sonucuna varmaları onların Kemalizm tarafından “kullanışlı budalalar” olarak kullanılmaya devam etmesine daha sonra da mani olmamıştır.

II. Dünya Savaşı sona ererken oluşan yeni uluslararası düzende Türkiye’nin yerini ABD’nin başını çektiği Batı Bloku ve NATO olarak belirleyenin CHP’nin Tek Adam – Tek Parti iktidarı olduğu; Kore’ye asker gönderilmesinin, TKP’ye karşı “1951 tevkifatı” vb. anti-komünist kampanyaların işbaşındaki hükûmetin CHP ya da DP olmasına bağlı değil, bu “devlet kararı” sonucu olduğu belli olduğu halde; Türkiye Komünist Partisi’nin, Nazım Hikmet gibi komünistlerin, sosyalistlerin “Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı mücadele” şeklinde bir söylem tutturarak 27 Mayıs askeri darbesini destekler ve dolayısıyla bir kez daha Kemalizm için “kullanışlı budalalar” konumuna düşmesi işte bu uzun zincirin bir halkasından ibarettir.

27 Mayıs darbesinin sonucunda getirilen 1961 anayasası ile bir yandan sivil siyaseti güdümü altına alan bir militarist vesayet rejimi tesis edilirken, bir yandan da Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) gibi örgütler vb. ile Marksist, sosyalist, komünist çevrelere görece özgürlük tanınmış olması da Kemalizmin duruma göre “kötü polis” ya da “iyi polis” rolü oynayarak bu kesimi “kullanışlı budalalar” olarak kullanması ile örtüşmekte olup 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca böylesi bir işlev görmüşe benzemektedir. Nitekim 1961 anayasası ile “verilen hak ve özgürlükler” sayesinde sosyalist hareketlerin güçlenmesi (elbette başka şeylerin yanı sıra) objektif olarak demokratik istikrarın sağlanmasını güçleştirip sivil siyasetin hep kırılgan olması, dolayısıyla asker-sivil bürokratik oligarşinin sistemin en güçlü unsuru olarak gerek duyduğunda kolayca darbe yapılabilmesi için kullanılmıştır. 12 Mart 1971 darbesi öncesinde TİP yönetimi bu oyuna gelmemeye çalışırken, TKP’nin Kemalizme daha yakın duran bir kesiminin gayretleriyle gençlik hareketi (Fikir Kulüpleri Federasyonu) bu partiden koparılıp Dev-Genç adını alarak askeri darbe oyunlarına alet olmuş, bu yolda yarı-Marksist, yarı-Kemalist gençlerin kanları ve canları adeta askeri mühimmat gibi harcanmıştır.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde ise bu kez TKP’nin yurt dışındaki kadroları ülke içinde doğrudan örgütlenme yoluna giderek, özellikle DİSK aracılığıyla, 1960’lı yıllardaki TİP benzeri bir güç kazandığında bu durum değişmeyip  siyasi istikrarsızlık artmış, şiddet ve terör olayları iyice tırmanmış ve böylece 12 Eylül 1980 askeri darbesi için elverişli koşulların oluşması mümkün olmuş, üstelik bu kez ülkede 1971’dekinden çok çok daha fazla sayıda insanın hayatına mal olan bir terör ortamı yaratılmıştır.

20. yüzyıl boyunca bu şekilde defalarca tekrarlanan bu “Kemalizmin kullanışlı budalaları” olma halinden söz konusu kesimin büyük bölümünün hala bir türlü ders çıkaramamış olması da ilginçtir. Kemalizm ile “Stockholm Sendromu” benzeri bu ilişkiyi sürdürmekte ısrarlı bu kesimden üstelik 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunda “Evet” oyu kullanan eski yoldaşlarına, yol arkadaşlarına çeşitli vesilelerle “Yetmez Ama Evetçi Kullanışlı Budalalar” suçlaması yöneltilebilmektedir.

Oysa 10. yıl dönümünde olduğumuz 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu bu ülkede askeri darbeler geleneğine nihayet bir son verilmesinde tarihi bir dönüm noktası oldu. 12 Eylül 1980 darbesini yapanların yargılanması dahil, bir dizi demokratik değişimin yanı sıra, bu referandumla başlayan süreç sonucunda bugün Türkiye, ordu üst bürokrasisinin hakim olduğu Milli Güvenlik Kurulu’nun devletin yasama, yürütme ve yargı organlarının üzerinde konumlandığı, genelkurmay başkanının basın toplantısı düzenleyerek seçilmiş sivil hükûmete parmak sallayıp talimatlar verdiği, çeşitli meslek gruplarının temsilcilerini (yargı, akademi, basın vb.) toplayıp “brifing” adı altında hizaya soktuğu, dolayısıyla ülke vatandaşlarının genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının isimlerini ezbere bildikleri noktadan demokrasinin gelişmiş olduğu tüm ülkelerdeki gibi ordunun siyaseti siyasetçilere bırakıp kışlasına (asli görevine) çekilip Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığı ve doğal olarak ülke vatandaşlarının artık bırakın kuvvet komutanlarını, genelkurmay başkanının ismini bile ezberlemek durumunda kalmadığı bir noktaya geldi.

Yine 12 Eylül Anayasa Referandumu ve onu izleyen demokratikleşme ve sivilleşme süreçlerinin sayesindedir ki 15 Temmuz 2016 darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Elbette zamanlamasının erkene alınmasına yol açan gelişmeler, öncesinde elverişli zemin hazırlanmasındaki görece zayıflık, yeterli toplumsal destek bulunmaması ve “emir-komuta zinciri” içinde olmaması gibi bir dizi faktörün yanı sıra (ki bunların harekat saati dışındaki tümü 27 Mayıs 1960 darbesi için de söylenebilir), bu son darbe girişiminin başarısız olmasında belirleyici etken, karşısında seçilmiş sivil iktidarın kararlı duruşunu ve canı pahasına sokaklara dökülüp direnen halkı bulmasıydı ve 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunun ve onu izleyen süreçlerin bunda büyük payı vardı.

Bazıları hiç değişmese de Türkiye bugün artık çok değişmiş, demokrasisi de tüm sorunlarına ve eksikliklerine rağmen geçmişe göre çok daha gelişmiş durumda. Sembolik bir örnek olarak, 1990’lı yıllara kadar komünist partinin yasak olduğu, Ş harfini orak çağrışımı yaptıracak şekilde yazan birinin komünizm propagandasından içeri atıldığı bu ülkenin 81 il merkezinden birinde, Dersim’de halkın seçtiği komünist belediye başkanı görev yapmakta. Tabii gerek PKK gerekse FETÖ gibi terör örgütleriyle ilişkisi olduğu gerekçesiyle bazı belediye başkanlarının görevden alınıp yerine kayyum atanması gibi, Mayıs 2013’teki Gezi Olayları, Temmuz 2015’te PKK’nin “devrimci halk savaşı” adını verdiği terör eylemlerine yeniden başlaması ve Temmuz 2016’daki FETÖ askeri darbe girişimine bağlı olarak klasik güvenlik-özgürlük ikileminde yaşanan ağırlık kaymasına bağlı sorunlar Türkiye’de demokrasinin arzu edilen düzeyin hala gerisinde olduğuna işaret ediyor. Nasıl bardağın sadece dolu tarafını görmek de, sadece boş tarafını görmek de doğru değilse, 12 Eylül 1980 darbesinin 40. ve 12 Eylül 2010 anayasa referandumunun 10. yıl dönümünde Türkiye’de demokrasinin durumunu da böyle görmek ve bir yandan kat edilen yolu takdir ederken, bir yandan bu yolda yürümeye devam etmek gerekiyor.

Sadi Yumuşak
12 Eylül 2020

Neden Liberalim?

Liberal Düşünce’nin yayınlanmasına yaklaşık 8 ay önce karar verildi. Liberal Düşünce Topluluğu’nun benim gibi “yeterli hazırlık yapmadan riske girmeme” tereddüdü içinde bulunan bazı mensuplarına rağmen çalışmalar yapıldı. Teorik anlatımlardan ziyade, kısmen de olsa “neden liberal olduğumuza” yer veren bir “ilk sayı” ile yola çıkma düşüncesi toplulukta daha çok taraftar buldu. Böylece elinizdeki ilk sayı hazırlandı. Hayırlı olsun.

On sekizinci yüzyılın son çeyreğinde, Amerikan bağımsızlık hareketi ve anayasası ile “liberal anayasacılık çağı”nı başlatan, insan hak ve özgürlükleri temelinde “demokratik hukuk devleti” modelinin gelişmesine esas olan “liberal siyasi doktrin”, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru entelektüel ve siyasi alanda etkinliğini yitirmiş, yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, rahmetli hocam S. S. Onar’ın ifadesiyle, “aydın sayılabilmek için az veya çok sosyalist olmak” koşulu dünyada genelleşmişti. Hayek, Popper gibi çağımızın liberalleri, geçmişin anılarını aşamayan hayalperestler olarak görülüyorlardı. M. Friedman, 1960’lı yılları, “Devletin genişlemesi, refah devleti ve Keynesci düşüncelerin zafere ulaşması yüzünden özgürlük ve gelişmemizin tehlikeye düşeceğinden kaygı duyan küçük bir gruptuk. Aydın meslektaşlarımızın büyük çoğunluğunun eksantrikler olarak gördüğü kuşatılmış bir azınlık” ifadeleriyle anlatır.

Türkiye’de tek partili dönemin daima beslediği devletçi-sosyalist düşünce, çok partili düzene geçişle bir ölçüde arka planda kalmış, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, entelektüel alanda tekrar kesin hakimiyet kurabilme olanağı bulmuştu. Ekonominin 1961 Anayasası ile tümüyle merkezi planlamanın direktiflerine bağlanmasına karşı görüş belirtenlere “pilavcılar” deniyor, cahil ve gerici olarak görülüyorlar, ayıplanıyorlardı. Bankacılığın, dış ticaretin, madenlerin, ağır sanayinin, sağlık hizmetlerinin, hatta avukatlığın tümüyle devletleştirilmesi, tarım kooperatifler yoluyla bürokrasinin denetimine verecek bir toprak reformunun yapılması, kendilerini “aydınlar” olarak tanıtan grupların ittifak ettikleri ve basında yaygın propagandasını yaptıkları konulardı. Türk aydınının devletçi-sosyalist eğilimi Batıdaki “türdeş”lerinden çok daha tavizsiz ve baskıcıydı. Devletçi-sosyalist projelerin gerçekleşmesine demokratik yöntemleri engel görenler anarşi ve terör yoluna sapıyor, sol anarşi ve terör buna fiilen katılmayan aydın çoğunluğunca da fikren destekleniyor, haklı bulunuyordu. Bu; daima ve her yerde olduğu gibi, sağ radikalizmi ve sağ terörü de üretiyor, teşvik ediyordu. Tabiatıyla, dünyada “küçük, eksantrik azınlıklar” olarak da olsa varlığını sürdüren liberallerin Türkiye’de açıkça taraftarlığını yapabilenler kalmamıştı. “Sola karşı sağın birleşmesi” sloganıyla giderek radikalleşen sağcı grupların gündemini de, düşüncelerini de sosyalist propaganda belirliyordu: Solun ak dediğine kara, kara dediğine ak demek.

Otuz İki Yıllık Liberal Çizgi

Dünya ve Türkiye’nin bu fikri ve siyasi ortamında, ilk yazılarımı Forum dergisinin 15 Mart 1964 tarihli sayısından itibaren yayınlanmaya başladım. Baştan itibaren, devletçi-sosyalist aydın cephesine karşı çıktım. Sağcılara da katılmadım.

O yıllarda, dünyada da, doğru adı “liberal demokrasi” olan, batı demokrasisini savunanlar, bu modelin teorik temellerinden bahsetme cesaretini kaybetmiş, çareyi, demokrasinin tamamen deneysel-empirik gelişmenin ürünü olduğunu savunmakta bulmuşlardı.  Demokraside liberal temellerin varlığını elden geldiğince koruyabilmek gayretinde olanlar, sosyalistlerin gelecekte tamamen sosyalist bir dünya olacağı yolundaki inançlarına karşı, aynen bugün sosyalizmde direnenlerin yaptıkları gibi, gelecekte yalnız sosyalizm değil, sosyalizmle liberalizm karması bir orta yolun hakim olacağını, çoğunlukla liberalizm adının da telaffuzuna pek cesaret etmeksizin ifadeye çalışıyorlardı.

Entelektüel alanda sosyalist-aydın baskısının daha yaygın ve çok daha az bağnaz olduğu Türkiye’de ferdiyetçi-liberal görüşleri ılımlaştırmadan, taviz vermeden ifade edebilmek çok zordu.

Bu zorluğa rağmen, mesela Forum’un 15 Mayıs 1964 tarihli sayısındaki bir yazımın sonucu şöyleydi. “Kalkınmanın nihai tatbikatçısı, yeteneği ile istihsale katılacak fertler olacaktır. Biz insanların siyasi otoritenin zoru ile sevki esasına dayanan politikaların başarılı olacağına inanıyoruz.”

Yine 1 Ağustos 1964 tarihli Forum’da “Demokraside Devletçilik” başlığıyla yayınlanan yazımda, demokrasinin John Locke’un tabiî hukuktan kaynaklanan insan hak ve özgürlükleri düşüncesine dayandırdığı teorik temeline kısaca temas edildikten sonra, “devletçi bir ekonomik yapıda, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmalarının mümkün olmadığı, insanlara ekmeğini veren, çalışma ve geçim şartlarına hükmeden siyasi gücün özgürlükçü demokrasi için tehdit oluşturduğu, bu sebeple demokrasinin özel teşebbüse muhtaç olduğu, Türkiye’deki devletçi eğilimlerin demokratikleşmeyi tehlikeye düşürdüğü ifade edilmişti.

Bugün çok olağan, hatta ılımlı ve tavizkâr görülebilecek bu ifadeler, otuz yıl öncesinin fikri ortamında, çok istisnai, olağandışı hatta Don Kişotça ifadelerdi. Bir “aydın”ımızın, “Forumda bu yazılara nasıl yer verildiğini anlamadığına” ilişkin şaşkınlığı kulağıma gelmişti. O zamanlar “açık oturumlar” modası da vardı. Katıldığım bir açık oturumdaki konuşmam nedeniyle, bir gazete acele ilave baskı yapmış ve beni eleştiren ilave baskısı Ankara-Kızılay’da halka dağıtılmıştı.

Friedman, Türkiye’de Nobel kazandığı 1976’dan sonra tanındı. 1962’de yazdığı ünlü “Kapitalizm ve Hürriyet” başlıklı makalesi de, Türkiye’de ilk defa 1980’de Yeni Forum’da yayınlandı. Okuyanlar, benim 1965’te “Demokraside Devletçilik” başlığıyla yazdıklarımla Friedman’ın makalesinde yazılanların çok benzeştiğini söylüyorlardı. Bu benzerlik nedeniyle, Sedat Toprak müstear adıyla yazan genç akademisyen dostum, beni Friedman’ın 1690’lı yıllardaki “küçük, eksantrikler olarak görülen kuşatılmış azınlığına” Türkiye’den sürekli katılan “öncü yazar” olarak tanımlama lütfunda bulundu.

Aslında, o günün düşünce modasına çok aykırı olsa da, yazdıklarımız çok basit, mantığın zorunlu kıldığı düşüncelerdi. Kısaca, insanların ekmeğini, işini devlet, siyasi güç veriyor veya devlet kredileriyle, teşvikleriyle insanlar zengin oluyor, bunları sağlayamayanlar fakir kalıyorsa, orada özgürlük de olmaz, demokrasi de olmaz. Bu kadar basit ve kolayca ulaşılabilen mantıksal sonucu yazmak da marifet sayılmaz.  Asıl şaşırtıcı olan, aksini düşünebilmektir. Ekonomide devletçilikle, özgürlüğün, demokrasinin bağdaşamayacağını ifade eden siyasi düşüncenin adı da, yine Friedman’ın hatırlattığı gibi liberalizmdir.

Ben yazarlığı sürekli meslek edinmedim. Ancak, otuz iki yıldır, zaman zaman yazdığımda, kararlı, istikrarlı, teorisine saygılı bir liberal olarak kaldım. Forum’dan sonra yazılarım, 32 yıl boyunca, Dünya, Zafer, Son Havadis, Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Yeni Şafak, Zaman, Akit, Her gün, Türkiye Günlüğü, Polemik, Yeni Forum, Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Ankara Barosu Dergisi, Nehir gibi gazete ve dergilerde yer aldı. Türk Tarım ve Toprak Reformu adlı kitabım 1972’de, Hukuk Başlangıcı ve Aynı Haklar adlı kitabım 1978’de, Liberalizm Demokrasi Kapıkulu Geleneği adlı kitabım 1993’te yayınlandı. Neden, korodan ya da sürüden ayrılmak, günün modasının dışında, yalnız kalmak pahasına liberalizmi benimsedim?

İnsanların dünyaya bakış biçimini, tercihlerini bazı özellikler etkiliyor. Evvela, her insanın yaradılışından kaynaklanan veya “tabula rasa” olarak yeryüzüne geldikten sonra oluşan düşünce, idrak ve mahkeme özelliği var. İkinci önemli unsur, insanın içinde doğup yetiştiği sosyal çevrenin geçmişinden gelen tecrübe birikimi. Buna kısaca yakın çevre kültürü de denilebilir. Üçüncü etken, insanın kendi hayat tecrübesi ve gözlemleri. Son olarak da, insanın siyasi tarihten, düşünce tarihinden, hukuktan, ekonomiden vs.den oluşan geniş evrensel kültür alanından edinebildiği evrensel kültür unsurları. Bunların hepsi birlikte insanın dünyaya bakışını da, siyasi tercihlerini de belirlemesinde etkili oluyor.

Ben, insanı en yüksek değer olarak gören, insana güvenen, doğal ve ilahi düzenin üstünlüğünü kabul eden düşünce ve idrak biçimini, edindiğim çevre kültürüyle, şahsi hayat tecrübemle ve edinebildiğim kadarıyla evrensel kültür unsurlarıyla birleştirip uzlaştırmak suretiyle liberal siyasi düşünceyi tercih ettim. Bu yazı çerçevesinde, sanırım, etkisinde olduğum yakın çevre kültürü ile şahsi hayat tecrübemden, gözlemlerimden kısaca bahsetmek daha açıklayıcı olacak.

Samsunlu Olmak

Hatırlanacağı gibi, Samsun’da 1930’da, Atatürk’ün tasvibi ile, yakın arkadaşı, eski başbakanı ve politikada daima liberal eğilimiyle yer almış olan Ali Fethi Okyar’ın, liberal siyasi ve ekonomik programla kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın, katıldığı tek seçimde, belediye başkanlığını kazandığı tek il merkezidir. Daha sonra, 1946’da tekrar başlayan çok partili dönemde, liberal gelişmeyi temsil eden Demokrat Partiye en güçlü desteği veren ve bunu adalet Partisi, ANAP çizgisinde istikrarlı bir biçimde sürdüren illerimizden birisidir. Samsun’un bu özelliği, tarihi ve Samsunluların geçmişteki tecrübeleriyle bağlantılı.

“Tevhid-i Tedrisat”ın beyin yıkama operasyonundan kendilerini kurtarabilenlerin görebilecekleri gibi, Osmanlı’nın son yüzyılı, kapsamlı bir yenileşme, çağdaşlaşma, yeniden yapılanma çabalarıyla geçti. Çağdaşlaşma, on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde Batıda hakim siyasi doktrin liberalizm olduğu için, ister istemez, devlet düzeninin liberalleştirilmesi yönünde gelişti. On dokuzuncu yüzyılın başında 1808’deki “Sened-i İttifak”tan 1876 anayasasına ve “Birinci Meşrutiyet”e uzanan süreç bunun delilidir.

Bazı ansiklopedilerde de yazılı olduğu gibi, Samsun bu dönemde çok hızlı bir gelişme yaşadı. Önemli bir ticaret, iş, sanayi merkezi oldu. Dünyaya açıldı. Ekonomik gelişme, sosyal ve kültürel gelişmeye öncülük etti. Toplumsal Tarih dergisinin Aralık–1994 sayısında “Osmanlı’nın Son Döneminde Ekonomik Gelişme ve Samsun Örneği” başlıklı yazımı bu konuya tahsis ettiğim ve aynı konuyu sonradan Yeni Forum’da tekrar yazdığım için, burada kısaca özetleyeceğim. Osmanlı’nın son yıllarında Samsun, bugün yüz milyonlarca dolar olarak hesaplanabilecek yolcu ve yük taşıma yatırımına sahip Müslüman denizci ailelerin iş merkeziydi. Samsun-Çarşamba arasındaki 39 kmlik demiryolu hattı bir başka Müslüman aile tarafından, özel yatırım olarak inşa edilmişti. Dünyanın bütün büyük sigara firmalarının Samsun’da tütün işletme atölyeleri, pek çok devletin konsoloslukları vardı. Fransız rejisi Samsun’da büyük bir sigara fabrikası kurmuştu. Çiftçisi ürettiğini satabiliyor, işçisi kolayca iş bulabiliyordu. Dünyayı tanıyan burjuvazisi oluşmuştu. Modern şehircilik ilke ve standartlarını uygulayan belediyesi vardı. Merzifon Amerikan Koleji mezunu pek çok ev hanımına rastlamak mümkündü.

Cumhuriyet Dönemi’nin baskıcı tek parti rejimi ve devletçi ekonomi politikası, Samsun’u kısa sürede, her yönüyle geriletti. Bu gerileme hâlâ sürüyor. Böylesine bir tarihi tecrübeye sahip olduğu için de, Samsun halkı her fırsatta, daha liberal politika vaad eden siyasi partiler etrafında toplanıyor. Benim ailem bir buçuk asra yakın süredir Samsun’un yerlisi. Etkilendiğim yakın çevre kültürü içinde Samsunlu olmanın da önemli payı var.

Demokrasiye Geçiş

Amerika Birleşik Devletleri, 18. Yüzyıl sonlarında “klasik liberal siyasi doktrin”i uygulayan bir siyasi model haline getirerek kurulmuştu. Monreo doktrini ile 1823’ten itibaren de, Amerika kıtası dışındaki siyasi gidişata karışmama politikasını benimsemişti. Uyguladığı klasik liberalizm, Amerika’yı kısa sürede dünyanın en büyük ekonomik ve teknolojik gücü haline getirdi. Avrupa’da, 1878 Berlin Konferansı’ndan itibaren, kıta sorunlarına Amerika’nın katılımını da sağlamak ihtiyacı belirdi.  Birinci Dünya Harbi’nin son safhasına Amerika bu şekilde katıldı. Harpten sonra tekrar Monreo doktrinine sadık kalma eğilimi Amerika’da hâkim oldu. İkinci Dünya Harbi’nin başlarında Amerika, yalnızca faşizmin saldırılarına uğrayanlarına mali ve silah yardımı yaptı. Başlangıcından iki yıl sonra Japonların Pearl Harbour baskınıyla harbe bütün cephelerde katıldı. Büyük gücüyle harbin sonucunu belirledi.

İkinci Dünya Harbi’nin sonu göründüğünde, Amerika, 1944’ten itibaren, Dumbarton Oaks, Bretton Woods, San Francisco konferanslarıyla, klasik liberalizmin ilkelerine bağlı “Yeni Bir Dünya Düzeni”nin hazırlıklarına koyuldu. Liberal siyasi edebiyatın bilinen 1. Kant, T. Paine gibi ünlü isimleri, barışçılık, adalet, ahlâk, serbestlik ve demokrasi ilmelerine dayalı bir dünyanın hayalini kurmuşlardı. Birleşmiş Milletler Şartı, teşkilatı başta GATT olmak üzere diğer milletlerarası anlaşmalar, Amerika’nın öncülük ettiği “liberal hayal”in ürünleridir. Milletlerarası mutabakatın sağlanabilmesi için ihtiva ettiği tavizlerle de olsa, “Başlangıç”ından itibaren Birleşmiş Milletler Şartı, onu takip eden 1948 “Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi”, liberal siyasi doktrinin dünyada hakim kılınmasının yirminci yüzyıldaki ilk denenmesidir.

İkinci dünya harbi sonunda Sovyetler Birliği, Yalta Konferansı’ndaki taahhüdünün aksine, Amerika’nın tasvip ve yardımıyla işgal ettiği Avrupa ülkelerinde, Kızılordu hâkimiyetinde kukla komünist rejimleri zorla kurdu. Kızılordu bütün Avrupa için büyük bir emperyalist tehdit haline geldi. Demir Perde oluştu.

Harbin sonunda Türkiye, yalnız doğuda değil, Bulgaristan’ı işgal sebebiyle batıda da Kızılordu tehdidi altına girmiş, Yunanistan’da Sovyetler Birliği destekli yaygın bir Marcos isyanı başlamıştı. Bu ortamda Sovyetler Birliği, Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı ve Boğazlar’da ortak askeri kontrolü talep etti. Türkiye, varlığını korumak için Amerika’nın ve Birleşmiş Milletler’in himayesine girmek ihtiyacını hissetti. Bu himayenin ön şartı, Türkiye’nin çok partili liberal demokrasiye geçmesiydi. İsmet Paşa, tek partili totaliter, otoriter rejimin en öndeki sembolüydü. Atatürk’ten sonra kendisi için Duçe, Führer benzeri “Milli Şef” unvanını resmileştirmişti. Ancak, kuşağının bütün öncüleri gibi, her şeyden önce vatanperverdi. Türkiye’nin geleceğinin güvenceye alınması için, iktidardan düşme ihtimalini de göze alarak, çok partili düzene geçme kararını verdi. Amerika, bu kararı Sovyetler Birliği’ne gözdağı verecek biçimde ünlü Missouri zırhlısını İstanbul’a göndererek destekleri ve çok partili düzenle, Türkiye Sovyetlere karşı, dünyanın o zaman tek askeri gücü olan Amerika’nın himayesini sağlamış oldu. Çok partili düzen, Türkiye halkının ihtiyacı idi. Ancak, bunu başlatan dış şartları evimizde endişeyle konuşulan çocukluk anılarım arasında hatırlarım.

Demokrat Parti’nin “1946 Ruhu”

Yaşar Kemal’in ifadesiyle, Türk halkı, 1950 seçimlerinde kendisini 700 yıldır ezen bürokrasiyi oylarıyla yönetimden uzaklaştırdı. Yaşar Kemal’e göre, Türk halkının bürokrasiden çektiğini, dünyanın hiçbir halkı yönetimden çekmemişti. Anadolu halkı tarihin en büyük zulmü altında inlemiş ve fırsat bulur bulmaz, 1950 seçimleriyle bürokrasiyi devirmişti.

Tabiatıyla, 1950 seçimleri başlangıç değil, son idi. Bu sonucu mümkün kılan, 1946-1950 arasındaki çok önemli bir hazırlık süreci var. Bu sürecin, bütün Türkiye’de, her şeyini ve daha önceki tecrübelere bakıldığında canını da ortaya koymuş binlerce isimsiz kahramanı, kademe kademe öncüleri var. Hayatının dört yılını yalnızca “kanun hâkimiyetini sağlamak ve milleti zulümden, sefaletten kurtarmak” için yaşamış olan, binlerce, belki on binlerce “insan hakları ve demokrasi havarisi” var. Bunlar Demokrat Parti’yi teşkilatlandırıp, televizyonun, radyonun, telefonun, yolun, aracın olmadığı yıllarda halkı bu teşkilat etrafında toplayanlar. Özgürlük ve demokrasi mesajını dağ başındaki çobana kadar, ayağına gitmek suretiyle ulaştıranlar.

Samsun’da Demokrat Parti, Serbest Fırkaya da seçim kazandırmış olan, Samsun’un görgü, eğitim ve halka verdikleri güven yönünden gerçek “elit”i tarafından kurulmuştu. Müteşebbis il başkanı olan Şefik Avni Bey, Kurtuluş Savaşı’nda Tümen komutanlığı yapmış, askeri akademi öğrenimini Almanya’da tamamlamış, Batılı düşünceyi iyi bilen ve izleyen, Samsun lisesinde sürekli “fahri Almanca hocalığı” yapan, düşüncelerini yaymak için Samsun’da Aksiseda gazetesini yayınlayan, saygın, çağdaş bir emekli subaydı. Samsunlu demokratların baş parolaları da Hayek’in “kanun hakimiyeti” formülüydü.

Babam, rahmetli İhsan Bey de Samsunlu ilk DP kuruluşunu gerçekleştiren öncüler arasındaydı. “Senin sonun darağacıdır” tehditlerine, Samsundaki evimizin sürekli gözetim altına alınmasına, Ada çiftliğine jandarma basınları düzenlemesine rağmen, şahsi işlerini bırakıp, dört yılını hak, özgürlük, demokrasi uğruna harcayan, bütün maddi varlığını buna tahsis edenlerdendi. Samsundaki 1946 öncüleri gururlu insanlardı. Bu yüzden, çoğunluğu, halk kendilerine siyasi mevki hazırladılar kanaatine varmasın düşüncesiyle 1950 seçimlerinde aday olmadılar. Bu belki DP’nin de şanssızlığıydı. Zira, 1950 seçimleri aday kadrosuyla, DP, 1946 öncülerinden kopmaya başladı.

Çocukluk yıllarımda, yoğun biçimde izlediğim DP hareketi, beni etkileyen çevre kültürünün bir başka unsurudur.

1946’nın Land Lord Benzeri Whig’leri

Çağımızın profesyonel, tarihi bir bilim alanı olarak gören tarihçileri, Marksist ve Marksist olmayan tarih görüşleri ayrımını yaparlar. Marksist tarih görüşünün tarihin belgeli gerçeklerine ve bilimsel düşünceye aykırı olduğunu kabul ederler. Marksist tarih formülü, bilindiği gibi, hâkim üretim biçimlerine göre tarihi, Asya tipi üretim çağı, klasik antik çağ, feodal orta çağ ve kapitalist burjuva çağı olmak üzere dört ana bölüme ayrılır. Birinden diğerine devrimlerle geçildiğini, kapitalizm çağını da liberal burjuva devriminin başlattığını varsayar. Son dört yüz yıl boyunca gelişimin öncülüğü İngiltere’de olduğundan, devrim formülünü İngiltere’ye yerleştirmeye çalışır.

İngiltere’nin belgeli, gerçek tarihine baktığımızda ise, parlamentoda, 1680’de kralın yetkilerinin kısıtlanması tartışmasında beliren mutlakiyetçi Torry’lere karşı özgürlükçü, liberal Whig’lerin feodal kökenli land lordlar olduğunu görürüz. Mutlakiyetçi Torry’ler ise, kozmopolit kraliyet bürokrasisinin temsilcileridir. İngiltere’de özgürlükçü, demokratik gelişmenin öncülüğünü, 1215 tarihli Magna Carta Libertatum’da da, feodal land lordlar yapmışlardır.  Pierre Gaxotte’a göre Fransız ihtilali gerçekte, 1789’da değil, 1787’de, Fransız soyluları tarafından başlatılmıştır.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca İngiltere’de, liberalleşmenin, demokratikleşmenin öncülüğünü, Whig kanadındaki land lordlar sürdürmüşlerdir. Kısaca, gerçek, Marksist tarih formülünün tersidir.

Demokrat Parti hareketini içine sindirmeyen “devletçi-sosyalist-aydın” gruplar, kurucuları arasında Menderes, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu gibi büyük çiftlik sahiplerinin varlığına, çiftçiyi topraklandırma kanunu tartışmalarına dayanarak, DP’yi “toprak ağalarının hareketi” olarak da kötülemişlerdir. Oysa, DP kastedilen manada, marabalı, yanaşmalı toprak ağalarının olduğu bölgelerden değil, Türkiye’nin gelişmiş batı bölgelerinden daha çok oy almıştı.

On dokuzuncu yüzyıl, Osmanlı ekonomisinin dünyaya açıldığı, yakın zamanlara kadar klasik ihraç ürünlerimiz olan tütün, pamuk, üzüm, incir, fındık gibi tarım ürünlerinin dünya pazarlarına tanıtıldığı dönem olmuştur. Bu gelişme, Anadolu’da, tarımı pazar için “ticari bir iş gibi” yapan işletmelerin, çiftliklerin ve çiftlik sahipleri kesiminin doğmasına yol açmıştır. Çiftlik sahipleri, genellikle köylerde ikamet eden ağalardan farklı, tarım kesimindeki halkla ücretli hizmet ilişkileri kuran, land lord benzeri bir kesim olarak belirmiştir. Bu kesimdeki aileler, zamanla Osmanlı camiasının eğitimli entelektüel kadrosuna dâhil kuşaklar yetiştirmişlerdir. Tarım kesiminde işletmecilik yaptıkları için de, halkın çoğunluğunu en yakından tanıma ve sorunlarına en gerçekçi biçimde vakıf olma olanağını ellerinde tutmuşlar, halkın yaşamını en ziyade paylaşan elit özelliğini kazanmışlar, halka güven vermişlerdir. Menderes, Aydın’da Çakırbeyli çiftliğinde halkın içindedir, ancak İzmir Amerikan Koleji mezunudur. Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da halkın içinde çiftçidir, ancak, Osmanlı’nın entelektüel camiasının bazı önde gelenlerinin de mensup olduğu ailedendir.

Bunların, 1945’te, Bulgaristan’da kurulan komünist rejim uygulamasını örnek alan Toprak Kanunu tasarısına karşı çıkmaları, ekonomik ve teknik yönlerden ileri görüşlülük idi. Zira bugün artık anladık ki, tarım alanlarının küçük mülklere bölünmesi veya devlet işletmelerine verilmesi, tarım işletmeciliğinin ve ekonomisinin ilkelerine aykırıdır. Tarımın içinde bulunan Menderes, Karaosmanoğlu gibi çiftlik-işletme sahipleri, Türkiye’nin kalkınmasına, gelişmesine aykırı olduğunu bildikleri için, Türkiye’ye hizmet için Toprak Kanununa karşı çıkmak zorundaydılar. Bu görevlerini yaptılar.

Samsun’da da, DP’yi kuranlara çiftlik sahipleri katılmıştı. Bunlardan hatırladığım ikisi İ. Ü. Hukuk Fakültesi’nde, birisi İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim görmüşlerdi.

Benim ailem de, 1946’da, dedelerden kalma, Havza’da Kavakçıyurt ve Elmalıca, Samsun merkez ilçede Ada Çiftlikleri’nin sahibiydi. Büyük dede evimizden, Trabzon Sultanisini bitirdikten sonra ilk üniversite öğrencisi, 1908’de İstanbul’da Mektebi Mülkiye’ye gönderilmişti. On yıl sonra bir büyük amcam, İstanbul’da, Fransız Sen Josef Lisesi’nde okumaya başlamıştı. Babam, dedemin erken ölümüyle Samsun Lisesi’ni terk etmişti. Ancak üç amcam da üniversite mezunuydu. Türkiye’de de, İngiltere’deki Whig’ler gibi, hak ve özgürlük, demokratikleşme çabalarının öncüleri arasına, çok sayıda çiftlik sahipleri de katıldı. Ancak, bunlar solcu aydınların tarif ettikleri toprak ağalarından çok farklı kimselerdi. Ben çocukluğumdan itibaren binlerce dönüm çift sürdüm. Çobanlar bayram tatili yaptığında veya hastalandığında, davar ve sığır güttüm. Böylece çobanlığın zor ve üstün beceri isteyen bir meslek olduğunu öğrendim.

Mehmet Akif’i de, Nazım Hikmet’i de, çocukluğumda rahmetli annem Naile Hanım’dan öğrendim. Hala ezbere bildiğim şiirleri, annemin okuduklarındandır. Bu sebeple, siyasi görüşlerine bakmaksızın her ikisini de üstün sanatçı yönleriyle daima sevdim, saygı duydum. Benim tanıdığım DP öncüleri arasına katılan Samsunlu çiftlik sahiplerinin hepsi, 1946-50 arasında, mülklerini kısmen satıp, demokratikleşme çabasına harcadılar. Sonradan da hiçbir maddi, manevi karşılık aramadılar. Benim yakın çevre kültürümün bir boyutu da bunlardır.

İnsanlar, yalnızca “Homo Economicus” değildir. Özgür kalabildikleri nispette insaf, adalet, merhamet, diğer-gamlık duygularına da sahiptirler. Çoğu gelenekler de bu duygularla oluşur. Tek parti rejimi boyunca, özellikle İkinci Dünya Harbi yıllarındaki uygulamalarla köylü nüfus arasında açlık yaygınlaştığında, devlete rağmen “yeniden dağıtımcılık” görevini, kendiliğinden, çiftlik sahipleri üstlenmişler, ambarlarını karşılıksız aç kalan, işçi-işveren ilişkisiyle de olsa beraber çalıştıkları komşularına açmışlardır. Bu, kuşaklardan gelen geleneğin de gereği idi. Bu durum, CHP’yi tutan orta ölçekli mülk sahibi “köy ağaları”na karşı, fakir köylünün, binlerce dönüm mülke tasarruf eden “çiftlik beyleri”ne yaklaşması ve onlara güvenmesine ortam hazırlamıştır. Çiftlik beyleri, köylü sefaletine en yakından vakıf ve ekonomik olanaklarıyla en çok bağımsız ve özgür kalabilmiş unsurlar olarak da DP’yi desteklediler. Fakir köylünün DP’yi tutmasında, bu yolda cesaret kazanmasında en etkili rolü oynadılar.

Babam, rahmetli İhsan Bey, yaradılışı itibariyle gelenekçi, taviz vermez, bu sebeple politikayla uzlaşması zor bir insandı. Başka bir sebeple değil, yakından şahidi olduğu zulme, sefalete karşı tam bir isyan duygusuyla DP’ye katılmış, Samsun’da, sanırım en çok uçak-bucak teşkilatı kuran, köylerde en çok kitlesel katılımı sağlayan birkaç kişiden birisi olmuştu. Bu sebeple de, başlangıçta CHP’yi tutan bürokrasinin en çok tehdit, taciz ettiği hedefti. Samsun’da evimizi sürekli gözetim altına alan “sonun darağacıdır” mesajları gönderen Ada Çiftliğimize jandarma baskınları düzenleyen Vali’ye de bürokrasiyi de çok yakından tanıyordu.

1950 seçim sonuçlarını evimizde de büyük bir bayram gibi yaşadık. Kısa süre sonra, ilk DP hükümeti kuruldu. Samsun’dayken koyu bir CHP partizanı olan Vali, başka bir ile atanmış, oradan DP milletvekili seçilmiş ilk DP kabinesinde bakan olmuştu. Gazetede hükümet listesini okuyan babam, şaşkınlığını şöyle ifade etmişti: “Bizimkiler amma da adamlar bulmuş be.. Böyle giderse sonumuz iyi olmayacak.” Gerçekten de, 1950 seçimleriyle, DP 1946 kurucularından uzaklaşmaya başlamış, daha bu seçimlerde, son anda yön değiştiren “açıkgöz bürokratlar” DP meclis grubunda önemli bir pay almışlardı. Sonraki seçimlerde bu paylarını çok artırdılar. DP geleneğine bağlı rahmetli Prof. Dr. Mehmet A. Köymen, 24 Mart 1980 tarihli Son Havadis ’teki bir yazısında, DP’nin liberal-demokrat çizgiden sapmasını ve bu yüzden giderek halk gözündeki itibarını yitirmesini, doğru bir tespitle “Adnan Menderes’in etrafını bürokratların teşkil ettiği bir dalkavuklar çevirmiş” olmasına bağlamıştı.

Bürokratlık, hiyerarşiye, emir kumandaya bağlılıktır. Bu geleneğin içinde yetişmiş kadrolarla, gerçek anlamda demokratik parlamento oluşmaz. Bürokratların etkin olduğu siyasi parti, ister istemez, bürokratik hiyerarşi ve emir kumanda ile yönetim zihniyeti içine girer. CHP’nin bürokrasiye geleneksel bağımlılığı, DP meclis grubunun 1950’den itibaren bürokrat egemenliğine girmiş olmasının yanında, AP de bürokrasiden gelen Sayın Demirel’in genel başkanlığı ile bu görünümü kazanmıştır. Türkiye’de, parti içi demokrasinin olmamasının, lider sultasının nedeni, partilerin bürokrat tasalludu altında bulunmasıdır. Bu da kişisel gözlem ve deneyimlerimdendir.

Bizim Köy

Türkiye’de gerçekçi köylü, köy yazarlarının öncüsü Mahmut Makal’dır. Makal, 1950’li yılların ünlü kitabı Bizim Köy’ü, ilk defa hatırladığıma göre 1949 veya 1950 başlarında yayınlamış ve bu kitap DP’nin gözde bir propaganda aracı olmuştu.

Makal, sanırım, sonradan modaya uyarak siyasi tavır benimsedi ve sosyalist aydın grubuna katıldı. Bizim Köy’ü ortaokul öğrencisiyken, 1952’de, Kavakçıyurt Çiftliği’nde okumuştum. İlk yayınlandığı haliyle, siyasi ve ideolojik mesaj içermeyen,  doğru ve dürüst çekilmiş bir fotoğraf gibiydi. Benim tanıdığım çevre köyler de Bizim Köy’den çok farklı değildi.

O zaman nüfusumuzun %75’i köylüydü. Bizim Köy’de, tek parti dönemi sonunda, ortalama Türk Köyü’nün bugün akıl almaz olarak vasıflandırabileceğimiz fakirliği ve sefaleti sergileniyordu. Yıl kurak gittiğinde, köy halkının yalnızca, bazen arpa, çavdar, yulafın karıştırıldığı katıksız ekmeği de yetmiyordu. İnsanlar mutlak açlık tehdidiyle karşı karşıya idiler. Bu yüzden, yeni hasadın öncesinde birkaç ay, çadırda, merada ot toplayıp kaynatıp yemekle geçirilebiliyordu. Buna Bizim Köy’de cacık toplama deniyordu.

Özellikle, İkinci Dünya Harbi yılları, devletin köylünün mahsulünü götürü verim tahminlerini esas alarak toplaması ve bunun teknik esaslara uyulmaksızın yığıldığı yerlerde çürütülmesi yüzünden yaygın bir açlık dönemi olarak yaşanmıştı. Tek parti döneminin siyasi şartlarında insanların açlıklarını çevreye de duyurmaları da mümkün değildi. Mesela bir Ordu valisinin köylerdeki açlığı valiliğe bildirdiği için kaymakamı görevden almasına benzer olayları herkes biliyordu. Halkın 1950 seçimleriyle gerçekleştirdiği demokratik devrim, en azından Türkiye’de aç kalanın bu durumunu duyurma, yardım dileme olanağını ortaya koydu. Demokratik usullere uyularak yapılan 1950 seçimleri Türkiye’de sanılandan çok daha fazla şeyi, olumlu yönde değiştirdi.

Bugün Türkiye’de siyasi tartışmaya katılanlara, mutlaka, ilk yayınlandığı şekliyle “Bizim Köy”ü bulup okumalarını tavsiye ederim. Bunu yaptıklarında belki de yeni düşüncelere ulaşacaklardır. Bizim Köy, tek parti döneminin sonucunda ulaşılan ekonomik gerçektir. Bizim Köy’ü şahsi hayat tecrübemi yansıtan önemli belgelerden birisi olarak daima hatırlarım.

Liberal Çizgide Hürriyet Partisi

Demokrat Parti, dünya siyasi konjonktürünün demokratikleşme hedefi bakımından olumsuzlaştığı bir dönemin iktidar olmuştu. Sovyetler Birliği ve oluşturduğu Demir Perde’nin askeri tehdidi, 1948’den itibaren artmış, bu Batıda da, 1950’de NATO’ya ulaşan savunma bloku oluşturma çabalarına yön vermişti. İki kutuplu dünya dengesi ve  “Soğuk Savaş” dönemi, 1950’de başlamış bulunuyordu. Artık dünyada 1945’in demokratikleşme hedefinin önüne, 1950’de komünist emperyalizme karşı korunma düşüncesi geçmişti. Dünya siyasi konjonktüründeki bu durum, Amerika’da, Mc Carthy’ci akımı geliştirdi.

Çok partili düzen tecrübesizliğinin yanında, bu siyasi tablosu da, 1954 seçimlerinden sonra DP iktidarının liberal demokrasi ilkelerine aykırı uygulamalara sapmasını kolaylaştırdı. DP’nin antidemokratik uygulamalarına en şiddetli tepki, yine DP içinden ve bir bölüm kurucudan “İsbat Hakkı” bayrağıyla geldi. Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Prof. Dr. Fethi Çelikbaş, Ekrem Alican, Prof. Dr. Turan Güneş, Prof. Dr. E. Hayri Üstündağ, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, İbrahim Öktem, Enver Adalan, Raif Aybar, İrfan Aksu ve arkadaşlarının oluşturduğu, liberal demokrasi ilkelerine bağlı, kurucular ve idealistler grubu, önce parti içinde “19’lar” muhalefetini oluşturdular, sonra ayrılarak 1955’te “Hürriyet Partisi”ni kurdular. Parti programı açıkça “liberal demokrat” ve 1946’ya bağlı bir programdı.

Türk siyasi tarihinin bu tanınmış, saygın ve idealist grubu, belki bir büyük siyasi yanlışlığı CHP ve CMP ile “güç birliği” arayışlarıyla yaptılar. Gerçi, CHP, 1950’de muhalefete geçmesiyle kadrosunu yenilemiş ve tamamen “liberal demokrat” çizgide bir muhalefeti benimsemişti. Bu çizgideki CHP muhalefeti, İsmet Paşa’nın, ilhamını John Locke’dan aldığı kuşkusuz olan ünlü “yarın eşkıyanın ne yapacağı belli olmaz” sözü benzeri yönlendirmesiyle, 1960’a kadar sürdü. Ortanın soluna, sosyal demokrasiye transfer 1960’tan sonradır. Demokrat Parti’ye oy veren halk kitlesi içinde büyük sempati ve itibara sahip olan bu kadronun CHP ile güç birliği düşüncesi, halka ister istemez tek parti döneminin hatıralarını canlandırdı ve sempatinin oya dönüşmesini önledi. Hürriyet Partisi, yalnızca 1957 seçimlerine katıldı, %4 oy alabildi. Yalnızca Burdur’dan 4 milletvekili çıkarabildi. Aldıkları %4 oyun azlığından ümitsizliğe kapılan Hürriyet Partililer, ikinci büyük yanlışlığı 1958’de partiyi feshetmek suretiyle yaptılar. Kadronun büyük bölümü, davet üzerine ve üst kademesinde görev verilerek CHP’ye katıldı, bir kısmı bağımsız kaldı. CHP’ye katılanlar da tabiatıyla CHP’ye yeni bir hüviyet kazandıramadılar. Böylece Türkiye, bu idealist kadroyu, gerçekte 1946-1950 DP çizgi ve ruhunu temsil edenleri siyasi alanda kaybetti. Sonradan 1961’de Ekrem Alican’ın liderliğindeki YTP de bu kadroyu toparlayamadı. Türkiye’nin büyük şanssızlığı kuşkusuz 27 Mayıs 1960’ta başlayan askeri müdahalelerdir. Ancak, Hürriyet Partisi 1960 sonrasına varlığını korusaydı, askeri müdahalenin zararlarını hukuksuzluklarını asgariye indirebilir, hatta 1961 seçimlerinde halktan en çok oyu alan parti olurdu. Türkiye’nin Hürriyet Partisi kadrosunu kaybetmesi, gençliğimde üzülerek izlediğim bir süreç olmuş ve şahsi anılarımda daima önemli yer almıştır.

Adalet Partisi Genel Merkezi’nin 1963’te Talan Edilmesi

Rahmetli babam, particiliği yalnızca 1946-50 arasında yapmış, 1950 seçimleriyle görevinin tamamlandığı düşüncesiyle siyaseti bırakmıştı. DP teşkilatı kısa sürede 1646’nın idealistlerinden 1950 sonrasının fırsatçıları eline geçti. Samsun’da 1946’nın kurucu il başkanı Şefik Avni Bey’le birlikte babam 1955’te DP’den istifa etti. Esasen, 1954 seçimlerinden sonra DP’de Türk halkına kazandırdığı pek çok şeye karşın, 1946 ruhundan, liberal-demokrat ilkelerden uzaklaşmaya başlamıştı. Bu sebeple, ben de 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine üniversite öğrencisi olarak ve tarafsızlaşmış bir aile ortamında ulaştım. Müdahale Türkiye’nin şanssızlığıydı. Zira, en geç 1961’de seçim yapılacak, 1957 seçim sonuçları doğrultusunda, büyük ihtimalle halk oyuyla iktidara gelmiş olan DP ilkelerinden saptığı için, yine halk oyuyla iktidardan düşmüş olacaktı. Bu suretle Türkiye’ye halkoyuyla gelip gitme geleneği yerleşecekti. Askeri müdahale, anayasaya aykırı haksız ve kanunsuzdu. Müdahaleciler Yassıada Mahkemesi gibi, haksızlıklarını pekiştiren pek çok şeyi yaptılar. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı haksız astılar.

Askeri kadroların himaye ve desteğinde iktidarı halka kaptırmak husumetini yaşatan “devletçi aydınlar” veya “zinde kuvvetler” D.P.’ye oy vermiş halk kitlesine karşı hukuk dışı, haksız tahkir ve psikolojik baskı kampanyası başlattılar. D.P.’ye oy verenlere “düşükler, kuyruklar” adlarını taktılar.

Adalet Partisi 1961’de, tahkir edilen, baskı altına alınan DP’li kitleyi tekrar siyasi planda temsil etmek, haklarını korumak amacıyla kuruldu. AP Samsun senatörü olan rahmetli Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığı adaylığının tehditle önlenmesinden sonra, AP de sürekli, fiili baskı altında tutuldu.  O günün koşulları, AP’yi zorunlu olarak “insan hak ve özgürlüklerini” savunan parti haline getirdi.

Ankara’da, 1963’te yedek subaylık görevimi yaptığım günlerde, Kızılay’da sabah erken saatlerde, baştan aşağı tahrip edilmiş bir binanın önünün çöpçülerin temizlediğini gördüm. Sorduğumda binanın AP Genel Merkezi olduğunu ve bir gün önce “zinde kuvvetler” tarafından basılıp, baştan aşağıya tahrip edildiğini, içerdekilerin sopayla, taşla dövülüp yaralanarak dışarı atıldıklarını öğrendim.

AP’de halktan 1961 seçimlerinde % 35’ten fazla oy almıştı. Zinde kuvvetlerin, devletçi aydınların halkı temsil eden bir siyasi partiye, kendi düşüncelerine karşı olanlara ve halk iradesine böylesine tahammülsüzlüğü, bu tahammülsüzlüğün sonucu binanın harap hali, bende politikayla ilgilenme kararlılığı yarattı. Kısa süre sonra, Forum dergisinde yazılarım yayınlanmaya başladı. Askerliğim bittikten sonra 1967’de AP’ye üye oldum. Profesyonel particiliğe pek ısınamadım. Zaman ve imkân bulduğumda, liberal demokrat düşüncelerden sapmadan bugüne kadar yazdım.

Bu da unutamadığım kişisel gözlem veya anılarımdır.

Onu Biz Diktük, Biz İndirecektük

Samsun ve Havza’da 1970 öncesini AP teşkilatı ile ilişki içinde geçirdim. DP’den gelen teşkilat kadrosundan çok şey öğrendim. Uzun yıllar, muhtar, delege, kurul üyesi ve partiye hizmet eden üye olarak çalışanlar, politikanın müsbet manada gerçek okulunun siyasi partiler olduğunu anlamama imkân verdiler. AP Havza teşkilatında sözü geçenler arasında, DP’den itibaren politikaya kendisini vermiş bir muhtar vardı. Muhtar, 1968’den itibaren, Sayın Demirel’in genel başkanlığına karşı çıkan Havza’daki bir partili grubunun öncüsüydü. Aynı yönde düşünen, bütün Türkiye’de etkin ve Demokratik Partililer gibi AP’den ayrılmayı düşünmeyen bir AP’liler grubunun Havzadaki temsilcilerindendi. Amaçları, Sayın Demirel’in yerine, henüz tespit edilmemiş bir başkasının genel başkan olmasıydı. İşimi Ankara’ya 1970 sonunda naklettim. Kısa süre sonra 12 Mart 1970 müdahalesiyle Sayın Demirel Başbakanlıktan uzaklaştırıldı. Havza’ya bir gittiğimde, A.P. ilçe başkanı arkadaşımın mağazasında otururken, Sayın Demirel muhalifi, AP’li muhtar geldi. Sordum: “Demirel’in genel başkanlığını istemiyordun. Ordu Demirel’i başbakanlıktan indirdi. Şimdi ne diyorsun?” Muhtarın cevabı, Türkiye’de demokrasiyi, lider diktatörlüğünü tartışan herkese çok açık bir ders gibiydi: Muhtar, Sayın Demirel’i kastederek: “Onu biz diktük. Biz indirecektük. Orduya ne oluyor? Bundan Sonra Demirel’in peşinden beni hiç kimse ayıramaz.” Sayın Demirel, Sayın Ecevit ve diğerleri, mutlaka Türk politikasına hizmet ettiler. Ancak, bugün hâlâ Türkiye’yi yönlendirme konumunda olmaları, “Onu biz diktük, biz indirecektük. Orduya da ne oluyor? Bundan sonra beni Demirel’in peşinden kimde ayıramaz.” düşüncesinin sonucudur.

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünya çok hızlı bir siyasi değişim süreci yaşıyor. Türkiye de çok değişti. Dünyayı çok daha iyi tanıyan, izleyen yeni kuşaklar yetiştirdi. Türk politikası, partileri, siyasi kadroları dünyanın da, Türkiye’nin de çok gerisinde kaldı. Seçimler, istikrarsızlığı artırıyor, umut vermiyor. Türkiye, siyasi alanını yenileyemediği için gereksiz şekilde zaman kaybediyor. Bu olumsuzluğun sorumlusu da, kuşkusuz vatanperverce duygu ve endişelerle, ancak gelenek icabı mutlaka “kurucu rasyonalist” dürtülerle yapılmış olan askeri müdahalelerdir. Askeri müdahaleler olmasaydı, Sayın Demirel’i, Sayın Ecevit’i ve diğerlerini demokratik usullerle “dikenler”, yine demokratik usullerle çoktan “indirilecekler”, partiler içindeki demokratik süreç sürekli siyasi kadroları da, liderleri de yenileyecekti. Türkiye bugün, dünyanın “yeni çağdaşlık çizgisi”ne ve Türkiye’nin ihtiyacına çok daha uygun siyasi partilere, kadrolara, liderlere sahip olacak, liderler diktatörlüğü veya oligarşi doğmayacaktı. Muhtar’ın “Onu biz diktük, biz indirecektük. Orduya da ne oluyor? Beni bundan sonra Demirel’in peşinden kimse ayıramaz” sözü, politikayla ilgilenen, Türkiye’nin bugünkü durumundan şikâyet eden herkese duyurmak istediğim şahsi anılarımdandır.

Türkiye’de İnsan ve Hakları

Bir yazımda, “dünyada resmi otorite karşısında Türk insanı kadar ezik, çaresiz insan kalmadı” cümlesini kullanmıştım. Bu cümle, dünyada gözlemleme olanağını bulduğum başka yerlerle yaptığım karşılaştırma sonucu vardığım kanaati ifade ediyordu. Türkiye’de insana, hayatına, kişiliğine, emeğine, yeteneğine, inancına, duygusuna, düşüncesine, mülküne, özgürlüğüne, sağlığına v.s. değer verilmiyor.

Basit bir karşılaştırmalı örnek vereyim. Dolaştığım dönemde, Bulgaristan’ın ana karayolu ağının teknik standardı, Türkiye’de 1950’den sonra geliştirilen ana karayolu ağından daha düşüktü. Ancak Bulgaristan’da insan hayat ve sağlığını ilgilendiren trafik işaret ve tedbirleri daima Türkiye’den çok daha dikkatle takip ediliyordu. Mesela bizde silinen yol çizgileri uzun süre öylece kaldığı halde, Bulgaristan’da çizgisi silinmiş yola rastlanmıyordu. Komünizmin en baskıcı örneğinin uygulandığı Bulgaristan veya Sovyetler Birliği’nde, insanların en azından bazı alanlarda Türk insanından daha cesur davrandıklarına rastladım.

On yıl kadar önce, Irak’ta Saddam rejiminde, 1930’lu yıllarda Türkiye’ye yerleşip Türk uyruğuna geçmiş bir ailenin mülklerinin Hille Belediyesi tarafından kamulaştırılmasıyla ilgili bir dosya avukatlık büroma getirildi. İncelediğimde, Saddam rejiminde dahi insanların mülkiyet haklarına ve genel olarak hukuka daha çok değer verdiklerini öğrendim. Özel mülkiyetin olmadığı Sovyetler Birliği’nde Keban baraj gölü altında kalan köyler halkının hatıralarına saygı dolayısıyla, uzun süre, insanlar tatmin edilene kadar su tutulmadığını o civardaki bir sohbette öğrendim. Raporlarını temin ettiğim, Hindistan’daki Narmada vadisi kamulaştırmaları da beni imrendirmişti.

Suudi Arabistan’da çağdaş hukuk ilkelerine uyulmaksızın tesis edilen idam cezalarının kılıçla infazı, kuşkusuz insanlığın yüzkarasıdır. Ancak ben yine yıllar önce büroma gelen bir Erzincanlının getirdiği dosyadan başka şeyler de öğrendim. Bir Avrupalı müteahhidin iş yerinde, iş kazasında ölen bir Türk işçisinin Türkiye’deki mirasçılarının hakları, Suudi resmi makamlarınca, Türkiye’de emsalini göremediğimiz bir titizlik ve düzeyde güvence altına alınmıştı. Biraz da şaşırarak imrendim.

Okurlarım, neden daima karşı olduğum komünist rejimlerden, geri olduğu sanılan Hindistan’dan Saddam ve Suudi rejimlerinden örnekler verdiğimi herhalde anlarlar. Biz, bu alanlarda batı demokrasilerinden henüz çok, çok uzaklardayız. Çok farklı kategorilerdeyiz. Türkiye’de yüzyıllardan beri siyasi otorite, insanı insan yerine koymuyor. Demokratikleşme yolunda birkaç adım atıldığında, askeri müdahalelerle tekrar geleneksel, eski çizgiye çekiliyoruz.

Demokratikleşme, çağdaşlaşma şamatamıza rağmen, tarihten gelen düşünce biçimimiz, belki de şuuraltımız, insanı hayat hakkı dâhil, hiçbir alanda insan olduğu için, asli hak sahibi olarak görmemize imkân vermiyor. Batı siyasi düşüncesinin, uygarlığının ve demokrasinin temeli olan “tabi hukuk” telakkisi hâlâ bize çok yabancı. Kafamıza yerleşmiş düşünceye göre, tek asli hak sahibi devlet. Her şey gibi insanlar da devlet patrimuanının unsurları. Batı’dan aldığımız hukuku da bu doğrultuda yorumlayıp uyguluyoruz. Bize göre insan, tek asli hak sahibi olan devletin müsaade ve müsamaha ettiği nispette yaşayabilir, sağlığını koruyabilir, düşünebilir, inanabilir, kişilik, onu sahibi olabilir. Devlet (veya kamu) menfaati gerektiriyorsa, bunlar sorgusuz, sualsiz insanın elinden alınabilir. Devlet patrimuanı içindeki insan da, gerekiyorsa abusus, asus, fractus kuralları uyarınca, tüketilebilir, kullanılabilir, semerelerinden yararlanılabilir. Böyle olduğu için devlet gerektiğinde “yargısız infaz”da uygulayabilir.

Bu yüzden mahkemelerimiz yalnızca çağdaş hukuk sistemlerinde pek az benzeri olan “devlete karşı işlenen suçları ciddiyetle takip ve tahkik eder, her davada önce devletin maddi çıkarlarını gözetir, “nef’i hazine” yargının asıl amacıdır. Tevarüs ettiğimiz geleneğe göre, insan hakları, insanlar arasında adaletin tesisi teferruattır. Olsa da olur olamasa da.

Sanırım, bu “her şey devlet için” zihniyeti, Osmanlı’nın devşirme yönetimi geleneğinden geliyor. Bilindiği gibi, daha İkinci Murat döneminde Osmanlı yönetimi, devşirme sınıfının eline geçmişti. Devşirme kapıkulları, padişahı da Kanuni’den itibaren kendi Yeniçeri Ocaklarının “bir numaralı neferi” haline getirdiler. Niyazi Berkes’e göre devşirmeler “vatansız, milliyetsiz, ana-toplumsuz,  başka yerde eşi görülmedik makine-adamlar” sınıfıydı. Bu sınıfın yönettiği devletin padişahı tahta çıktığında evvela bütün kardeşlerini boğduruyordu. Padişahın kardeşlerine de hayat hakkı tanımayan, makine-adamların elindeki devlet geleneğinin, tab’aya, diğer insanlara hiçbir hak tanımaması olağandır. Bu gelenek yüzünden, on dokuzuncu yüzyılın çağdaşlaşma zorunluluğunu kabul eden Osmanlıları, Batıdan yalnızca Jakobenizmi aldılar. Bilindiği gibi Jakobenlerin en büyük marifeti de sorgusuz sualsiz on binlerce insanı giyotinle kesmeleriydi.

Ben, başka meslektaşlarım pek üzerinde durmadıkları hatta bir bakıma devletin insanların mülklerini kamu yararı gerekçesiyle gasp etmesi geleneksel düşünce biçimimize pek de aykırı görülmediği için, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nden, Paris Şartı’na kadar temel insan hakları arasında yer verilmiş olan “mülkiyet hakkı” üzerinde de durdum. Bu alanda Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na Türkiye’den ilk başvuruları götürdüm ve ilk “kabul edilirlik” kararlarını aldım.

Türkiye’de “insanı insan yerine koymayan” ve tek asli hak sahibi olarak devleti gören, bu sebeple de Türk insanını dünyanın otorite karşısında en ezik, en çaresiz insanı haline getiren zihniyetin, mülkiyet hakkı alanında da teşhir edilmesine imkân veren “kabul edilirlik kararları”nı kişisel tecrübelerin arasında ifade edebilirim.

Hukuk Devleti ve Milletlerarası Hukukçular Komisyonu

“Anayasal Devlet” modelinin yerleştiği son iki yüzyıllık dönemde, modern, çağdaş, devletin temel vasfının hukuk devleti olduğu kabul edilmiştir. Esasen devlet de bir hukuki vakıadır. Hukuk devleti temeli modern devletin meşruiyet şartıdır. Çağdaş hukukun ilklerini benimseyen hukuk devletinde, demokratikleşmeyle, laiklikle, sosyallikle v.s. ulaşılmak istenen hedefler de, hukukun üstünlüğünün sağlanabilmesi nispetinde gerçekleşir. Bu sebeple, doğru adı liberal demokrasi olan batı demokrasisi, örneğin Sartori gibi çağdaş, saygın teorisyenlerce “önce hukuk devleti sonra katılım” formülüyle tanımlanır.

John Locke’un üç yüzyıl öncesinden, sonraki çağları yönlendirmiş formülüne göre “devlet insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almak için kurulur, bu amaçtan saparsa meşruiyetini yitirir”. Bu formüle göre, devlet hem yargı denetimine tabi olacak, hem de insanların diğerlerininkiyle sınırlı olan hak ve özgürlüklerini, saldırı ve ihlallerden koruyacaktır. Bu formül aynı zamanda hukuk devleti formülüdür.

Çağdaş anlayışa göre, şu veya bu tanım uyarınca demokratik sayılmayacak bir monarşi, şayet hukuk devleti ilkelerine uyuyorsa meşru bir devlettir, uymuyorsa meşru devlet değildir.  Bilinen tanıma göre “hukuku olmayan devlet, devlet gibi teşkilatlanmış eşkıyadır.”

Hukuk devleti düşüncesinin dünyada halen en etkin biçimde uygulandığı yerler de İngiltere ve Amerika’dır. İngiltere, genelde yazılı olmayan hukuk ve anayasa sistemi, içtihat hukukuna dayandığı ve içtihat hukukunun oluşturduğu anayasa sistemini uyguladığı için, bu özelliği nedeniyle temelde hukuk devletidir. Amerika ise, bağımsızlık beyannamesi ve anayasası ile baştan hukuk devleti olarak kurulmuş, 1803 tarihli Marbury ve Madison emsal yargı kararından itibaren, icranın, idarenin, parlamentonun bütün faaliyetini yargı denetimine tabi kılan bir sistemin dünyada öncülüğünü yapmış ve uygulamıştır. Bu sistemi, nedeniyle Amerika için, özellikle 1935’ten öncesi uygulama biçimiyle “Hâkimler Diktatörlüğü” tanımı da yapılabilmiştir.

Hukuk devleti düşüncesi, çok geniş idrakli, yetenekli, çok iyi yetişmiş hukuk tatbikatçılarının, hakim ve avukat olduğu ülkelerde gerçekleştirilebilir. Bu modelde, hukuk tatbikatının temeli de hakimlik değil, avukatlıktır.

Bu yüzden, Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğunun mesleği avukatlıktır. Roosevelt örneğinde olduğu gibi, üst düzey politikaya başlayabilmek için, geçim şartları zorunlu kılmasa da, bir süre avukatlık yapmak avantaj ve sistem mantığı içinde güvenilirlik sağlar.

On yedi yıl önceki bir yazımda da üstünde durduğum gibi, Türkiye’de, uzun süre, Hukuk Fakülteleri, başka yüksekokullara giremeyen gençlerin toplandığı bir depo olarak görülmüş, hukuk tatbikatçısının yetiştirilmesinde hiçbir özen gösterilmemiş, dünyayı tanıyıp öğrenmesine olanak verme yolunda hiçbir kapı açılmamıştır. Devlet, mühendisinden, astsubayına, bütün başka meslek grupları için, Avrupa’da, Amerika’da eğitim olanakları sağlamış, bunu yalnızca hukuk tatbikatçılarından esirgemiştir. Oysa Türkiye’nin çağdaşlık iddiaları, evvela Avrupa’dan aktarılan kanunlara dayandırılmıştır. Bu kanunlar, kaynak ülkelerle hiçbir ilişki kuramayan tatbikatçıların eline verilmiş, bu yüzden de, kaynak ülkelerdekinden çok farklı uygulanmıştır. Türkiye, halen, bu durumun henüz üzerinde durulmayan ancak incelendiğinde çok kolay anlaşılacak büyük sıkıntılarını ve zararlarını yaşamaktadır. Bu yüzden Türkiye’de hukuk devleti ilkesi uygulanamamaktadır.

Bir yolum düştüğünde, dünyanın en saygın NGO’larından, Sayın Prof. Dr. Münci Kapani’nin Birleşmiş Milletler, UNESCO ve Avrupa Konseyi’nin resmen “DANIŞMAN STATÜSÜ” verdiklerini hatırlattığı “Uluslararası Hukukçular Komisyonu”nun Cenevre’deki merkezine uğramıştım. Uluslararası Hukukçular Komisyonu, dünyanın önde gelen hukuk tatbikatçılarını üyeliğe kabul ediyordu. Üyeleri arasında, Kuveytli Mısırlı ve başka Arap ülkelerinden, Kenya’dan ve diğer Afrika ülkelerinden tanınmış hukukçular vardı. Ziyaret ettiğim  1989 yılında, tek bir Türk üyesi yoktu. Bu durum, Türk hukuk tatbikatçısının dünyaya ne kadar kapalı ve çağdaş dünyadan ne kadar uzak bırakıldığının örneklerindendir.

Bu yüzden Türkiye’de, yargılama icranın herhangi bir görevi ile kıyaslanmakta, hakim tapu müdürü, bayındırlık müdürü, kaymakam, vali, karayolları bölge müdürü gibi, herhangi bir devlet memuru olarak görülmektedir. Kararların başına “Türk Milleti Adına” ibaresini de koyan ve koyması gereken sulh ve asliye hakimi sıradan bir devlet memuru olarak görüldüğü, kendisi de bu konumu benimsediği sürece Türkiye’de hukuk devleti ilkesi sahipsiz kalacaktır.

Gerek 1961, gerekse 1982 anayasalarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel vasfı, yazılı anayasacılık geleneğine uygun şekilde “HUKUK DEVLETİ” olarak belirtilmiştir. Bu yazı yeterli değildir. Evvela Türk hukuk tatbikatçıları, hakim ve avukatları da, ifa ettikleri görevin, milletvekilinden, genel müdürden, müsteşardan, bakandan, komutandan, kaymakamdan, validen çok daha farklı ve önemli olduğunu idrak etmek ve kendilerini, psikolojileriyle, bilgileriyle, görgüleriyle, yeniden donatmak zorundadırlar. Türkiye Cumhuriyeti de çağdaş devlet olma hedefini lafta bırakmayacak, bu hedefi samimi olarak benimseyecekse, hukuk tatbikatçılarının, psikolojik, kültürel, mesleki donanımlarını geliştirmek, bunun için, mühendisten, subaydan, idareciden çok önce, hukuk tatbikatçısının eğitim, bilgi ve dünya görgüsü düzeyini artırmak, üstün konumunu hatırlatacak her türlü tedbiri almak, bu yoldaki masraflara çekinmeden, kısıntı düşünmeden katlanmak zorundadır.

Türk hakimleri ve avukatları, Milletlerarası Hukukçular Komisyonunda da kabul görecek şekilde kendilerini yenilemelidirler. Aksi halde, Türkiye, hiçbir zaman hukuk devleti ilkelerini gerçekleştiremeyecek, çağdaşlaşamayacaktır. Bir Batı dilini iyi bilmeyen, Türkiye dışına adım atmamış kadrolarla hukuk devleti, demokrasi vs. olmaz. Bütün vatandaşlar şunu öğrenmelidir: Çağdaş uygarlık evvela hukuk ve yargı uygarlığıdır. Liberal demokrasi de her şeyden önce “Hukuk Devletidir”. Avukat olarak otuz dört yıllık meslek hayatımı bu düşünce ve idealle yaşadım. Bunu da beni yönlendiren şahsi hayat tecrübem arasında ifade etmek gerekir.

Sonsöz

Okuyucular neden daha çok eski anılardan bahsettiğimi sorabilirler. Türkiye 12 Eylül 1980 askeri müdahalesiyle çok gerilere götürüldü. Bu sebeple ben de, bu yazıda gerilere gitmeyi uygun buldum. Yürürlükteki 1982 anayasası, son değişiklikleriyle de, insan hak ve özgürlükleri alanından 1924 anayasasından daha geride, Yazıcı anayasacılık geleneğine de aykırı olarak, insan haklarını ve özgürlüklerini güvenceye almak için değil, kısıtlamak için yazılmış. Başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere, 12 Eylül rejiminin diğer mevzuatı da aynı, Türkiye’de bir “Vitrin Demokrasisi” kurulduğunu, bunun Marksist-resmi ideolojiye bağlı olmak kaydıyla çok partiye izin veren bazı komünist diktatörlüklerinden pek farklı olmadığını, fiili iktidarın gizli, sorumsuz kuruluş ve güçlerin elinde bulunduğunu 1987’de yazmıştır.

Türkiye’de, 1960 öncesinde, anayasa kuruluşu olarak Milli Güvenlik Kurulu yoktu. Genel Kurmak Başkanı Milli Savunma Bakanı’na bağlıydı. Tek parti döneminden çok partiye geçilirken, iktidarın aklına, partileri “veto” eleğinden geçirmek gelmemişti. Tek parti döneminde “Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun” benzeri kanunlarla bazı diller yasaklanmış, konuşana hapis cezaları tertiplenmişti. Kısaca Türkiye, 1980’den sonra, bırakalım dünyadaki değişime uymayı, kendi geçmişinden de daha geriye götürüldü. Yalnızca rahmetli Özal, bazı alanlarda çağdaş düşünceyi uygulamaya çalıştı. Akıl dışı kambiyo rejimini değiştirdi. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Divanı’na şahsi başvuru yolunu açtı. Dünyada komünizm bittikten sonra TCK 141 ve 142. Maddeleri, şart koşulduğu için de 163. Madde değiştirilebildi. Özal’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle çağdaşlığa doğru değişim durdu, hatta geriledi.

Dünyada gelişen teknolojinin kazandırdıkları var. Örneğin özel televizyonlar, buna bağlı olarak radyolar. Ancak, hatırlayalım ki, ilk özel televizyonumuz yurt dışından yayına başlamıştı. Bu ve benzeri konularda yapılan düzenlemeler, teknolojiye karşı çıkılamayacağı için, fiili durumun hukukileştirilmesinden başka şey değildir. Türkiye, gecikmeden, bir an önce çağdaş siyasi düşünceyi yakalamak, benimsemek zorundadır. Aksi halde boş yere zaman ve güç yitirir. Çağdaş siyasi düşüncenin temeli liberalizmdir. Ben de bu sebeple, ama siyaseti düşünmeye, yazmaya başladığım 32 yıl öncesinden bu yana liberalim.

Liberal Düşünce, Cilt: 1, Sayı: 1, Kış 1996, ss. 15 – 27.