Ana Sayfa Blog Sayfa 47

Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü: İddialar ve Cevaplar

Prof. Dr. Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlüğüne atanması bazı çevrelerde adeta kıyameti kopardı. Bulu’ya ve onun üzerinden hükümete -özellikle cumhurbaşkanına- karşı bir yaylım ateşi başlatıldı. Bu çerçevede Bulu’nun atanmasının niçin yanlış olduğuna ve kendisinin neden rektörlüğü hak etmediğine ilişkin çok şey söylendi. Ayrıca, Bulu’ya yönelik olarak üniversite önünde ve içinde özellikle ilk günü itibarıyla polise karşı şiddet kullanılmasına ve polisin cevap vermesine varan protestolar da yapıldı. Bu vaka elbette çeşitli yönlerden büyük önemi haiz. Ben bu yazıda Bulu’nun atanmasına ilişkin iddiaları tek tek ele alarak değerlendirmek istiyorum.

İddia 1: Bulu “pat” diye, tepeden inme şekilde rektörlüğe atandı.

Cevap 1: Dünyanın değişik ülkelerinde değişik rektör seçme/atama sistemleri var (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/183257). Hiçbir sistem mükemmel değil. Her sistemin artıları ve eksileri mevcut. Ayrıca insanların kumaşı ve kalitesi de seçimlerde/atamalarda ve göreve gelen rektörlerin performansında etkili oluyor. Aralarındaki benzerlik ve farklılıklar ne olursa olsun dünyanın hiçbir yerinde rektörler bir anda, pat diye atanmıyor. Bu bir süreç sonunda gerçekleşiyor. Bu durum Türkiye için de geçerli. Türkiye, malûm, rektör atamalarında değişik sistemleri denedi. Şu anki sistem ise şöyle işliyor: Bir üniversite rektörlüğü boşaldığı zaman bu durum YÖK sayfasında ilan ediliyor ve ilgilenenler müracaat etmeye çağrılıyor. Tahmin edileceği gibi her boş rektörlük pozisyonuna çok sayıda müracaat oluyor. YÖK önce bu insanların dosyalarını inceliyor. Geçer not verdiklerini mülakata davet ediyor. Yani müstakbel rektörler bir YÖK heyeti önünde bir tür sınava çekiliyor. Bu sınavda elbette adayın “oturuş kalkışına” da bakılıyor ama aranan ana şeyler kişinin rektörlük makamını doldurmaya ehil olup olmadığını değerlendirmek ve aday olduğu pozisyonla ilgili görüş ve düşüncelerini okumak oluyor. Bunun pratik bir anlamı var. Adayların başvurdukları üniversiteyle bir şekilde bağlarının ve onun hakkında bilgilerinin olması gerekiyor. Üniversitelerin özgül durumlarını bilmeyen adayların iyi bir sınav vermeleri zor. Daha sonra YÖK bir liste yapıyor ve makama uygun olduğunu düşündüğü adayları cumhurbaşkanına sunuyor. Cumhurbaşkanı listeden seçim yapıyor ve atama gerçekleşiyor. Bu sürecin “pat diye atama” olarak görülemeyeceği aşikâr.

İddia 2: Boğaziçi’ne dışardan rektör atanması yanlış.

Cevap 2: Rektörün üniversite içinden de üniversite dışından da gelmesi elbette mümkün. Her ikisine ait örnekler mevcut. Her iki yöntemin de avantajları ve dezavantajları olduğu biliniyor. Üniversite rektörlerinin çoğu kendi üniversitesinden. Ancak, üniversitelere rektör seçilen havuzun genişlemesi de iyi bir şey. Böylece adaylar arası rekabet koyulaşır ve daha iyi adayı seçme imkânı olur. Daha geniş havuz doğal olarak daha fazla yetenek demektir. Ayrıca, dışarıdan atanma üniversite içindeki klikleşmelerin, dar görüşlülüğün ve tutuculuğun aşınması açısından da fayda sağlayabilir. Meslekî taassup ve tutuculuğun üniversitelerde eksik olmayan bir durum olduğu şimdiye kadarki akademik hayatını tek kurumda geçirmeyip, (şimdilik) yedi üniversite tecrübe etmiş biri olarak güven içinde söyleyebileceğim bir şey.

İddia 3: Melih Bulu Boğaziçili değil.

Cevap 3: Bu iddia bizi kurumsal aidiyetin nasıl tayin ve tespit edileceği sorunuyla yüzleştirir. Buna verilecek bir cevap ideolojik aidiyet olabilir. Bir üniversitede belli bir ideoloji hâkimdir ve o ideolojiye mensup olmayanlar dışarıdaki kişiler olarak görülebilir. Bulu’ya karşı Boğaziçi’nde en azından bazılarında böyle bir tavır olduğu söylenebilir. İkincisi ise o üniversitede öğrenci veya hoca olarak zaman harcamış olmakla ilişkili bir şey olarak görülebilir. Bir kimsenin bir üniversitenin ahalisi arasında sayılması için söz gelimi lisans eğitimini orada tamamlaması şartı aranabilir. Bu makul bir durumdur ama aidiyeti onunla sınırlamak anlamsız olur. Bulu ODTÜ mezunu. Daha sonra yüksek lisans ve doktorasını Boğaziçi’nde yapmış. ODTÜ’de 4 veya 5 yıl harcarken Boğaziçi’nde 8 yıl harcamış. Üstelik daha yetişkin olarak. Kurumsal aidiyetin oluşmasında kişinin bilinç durumu da önem taşır. Dolayısıyla Bulu Boğaziçili. Nitekim göreve başlamadan önce yazdığı mesajda bunun işaretlerini vermiş. Kafelerden, ortamlardan, üniversitenin kedilerinden bahsetmesi Bulu’nun rektör olarak döndüğü üniversitede nasıl zaman harcadığını ve onu ne ölçüde tanıdığını gösteren işaretler olarak yorumlanabilir. Bir başka mesele Bulu’nun düz öğretim üyeliğinden değil yine rektörlükten gelmesi. Bu da bir kariyer arayışı içinde olduğu yolundaki yorum ve değerlendirmeleri hükümsüz kılacak bir faktör. Bulu bir rektörlükten diğerine geçiş yapmış durumda (https://www.haberturk.com/son-dakika-haberi-yok-prof-dr-melih-bulu-diger-adaylar-gibi-rektorluk-basvuru-sartlarini-saglamaktadir-2927177).

İddia 4: Boğaziçi’nin rektörü Boğaziçililer tarafından seçilmeli.

Cevap 4: Yazının girişinde de belirtildiği gibi üniversite rektörü seçimlerinde ve atamalarında değişik yol ve yöntemler mevcut. Ancak her üniversite için düzenleme yapılamaz. Yapılabilecek şey her üniversiteyi kapsayan standart (veya standart olmaya yakın) bir yol belirlemek. Üstelik Türkiye gibi merkeziyetçi ve üniversitelerin çoğunun kamu parasıyla finanse edildiği ülkelerde rektör seçiminde ve atanmasında değişikliklere gitmenin önünde çeşitli sıkıntılar da var. Bu yüzden tüm devlet üniversiteleri için aynı düzenleme geçerli. Bulu’nun seçilmesi ve atanması da buna uygun olarak gerçekleşti. Ancak, Türkiye daha önce denediği rektörlerin üniversite içinde seçimle gelmesi yönteminden haklı veya haksız çeşitli nedenler yüzünden vaz geçti. Bu nedenlerin en azından bir kısmı ciddiye alınmayı hak etmektedir. Seçimler üniversitelerde hizipleşmeyi, gruplaşmayı teşvik etti. İkinci defa göreve gelmek için rektörlerin kendisine sadık olduğuna inandığı kişileri kadroya alma çabasına girmesine yol açtı. Bazı rektörler seçimlerde onun rakibine oy vermiş veya aleyhine çalışmış meslektaşlarına karşı yıldırmaya hatta onları tasfiye etmeye çalışma uygulamaları içine gidi. İşte bu ve benzeri sebepler yüzünden mevcut sisteme geçildi. Tabiî ki bu adıma FETÖ ve PKK gibi dünyanın artık hiçbir ülkesinde benzeri kalmamış vahşi terör örgütlerinin varlığı ve üniversiteleri alan olarak kullanma çabaları da katkıda bulundu. Seçim sistemi elbette yenilenebilir. Ama bu yapılana kadar cari sistem içinde işlem yapmak meşrudur. Belki de Türkiye tüm bu yaşananlardan ders çıkararak sistemi baştan ayağa yenileme veya ıslah etme yoluna girecektir.

İddia 5: Bulu Boğaziçi’nin rektörü olacak vasıfta değil.

Cevap 5: Bu iddia da iki bakımdan değerlendirilebilir. İlk olarak akademik bakımdan, ikinci olarak idarecilik yetenekleri bakımından. Akademik niteliklerle rektörlük arasında doğrudan bir ilişki yok. İyi akademisyenin iyi rektör olacağının garantisi yok. Öyle olsaydı başka kıstaslarla meseleye bakmak gerekirdi. Aslında iyi akademisyenlikle iyi yöneticilik nadiren bir araya gelen nitelikler. Bu yüzden “bir üniversitede rektör olmalı mı?” sorusu da çok anlamlı. Olacaksa da yetkileri tartışmaya açık. Bulu’nun profesörlüğü bilinen aşamalardan geçerek gerçekleşmiş. Devamlı sınava ve elemeye tabi akademik meslekte profesörlüğe kadar yükselmiş. İlaveten alanı yönetim ve organizasyon. Ayrıca iki ayrı üniversitede rektörlük tecrübesi de edinmiş.  Özel sektörde de idarecilik tecrübesi var. Babası Ankara Üniversitesi’nin eski profesörlerinden. Yani akademik havanın teneffüs edildiği bir ailede büyümüş. Kız kardeşi de ABD’de bir üniversitede iktisat profesörü. Bulu’nun Boğaziçi’nde yapmak istediğini açıkladığı şeyler de ona ortalama rektörlerden farklı bir hava veriyor. Elbette bekleyip performansa bakmak lâzım ama Bulu’nun akademik öncülük yapma yeteneğine sahip olmadığına dair bir işaret yok.

İddia 6: Bulu siyasî amaçlarla atandı.

Cevap 6: Bulu’nun siyasî hayatı ve siyasî görüşleri olduğu aşikâr bir gerçek. Kendisi Habertürk adlı televizyon kanalında katıldığı programda siyasete eski Ankara Belediye başkanlarından birinin seçim kampanyasında bir CHP’li ile başladığını açıkladı (https://www.haberturk.com/bogazici-universitesi-rektoru-prof-melih-bulu-dan-aciklamalar-2927092). Daha sonra Liberal Demokrat Parti’de gençlik kolları başkanlığı yaptı. Ardından, muhtemelen LDP’nin 2002 seçimlerinde aldığı kötü sonuçtan hemen önce veya sonra, AK Parti’ye yöneldi. Kendisi de bunları belirti. Ancak, bu konuda şunlar söylenebilir. Üniversite hocalarının siyasete girmemesinden şikâyet edip sonra da bir rektör siyaset bulaşmış diye şikayetçi olmak çelişkili. Akademide geçmişte veya günümüzde mesela CHP’de siyaset yapmış ve hâlen yapmakta olan insanlar da var ve onlar benzer tepkilerle karşılaşmıyorlar. Bu, siyaset yapmak CHP’li hocalara mahsus bir imtiyaz mı diye insanı düşünmeye itiyor. İkinci olarak Bulu’nun başından beridir sergilediği ılımlı, uzlaşmacı tavır kendisinin militan bir kişiliği olmadığını gösteriyor. Üniversite ortamındaki doğal siyasal çoğulluğun farkında ve çoğulluğu tek tipleştirmeye dönüştürmek için zorlamaya değil idare etmeye talip. Ayrıca Boğaziçi gibi uzun sayılacak bir geçmişe sahip bir üniversitede bir rektörden bu kadar korkmak da ilginç bir çelişki. Yerleşik üniversitelerde rektörlerin görevleri ister istemez yeni üniversitelerde olduğuna nispetle çok daha sınırlı. Bu yüzden Bulu’nu rektörlüğü döneminde Boğaziçi’nde şu veya bu yönde radikal değişiklikler beklemek yanlış.

Sonuç olarak Bulu’nun atanmasına yukarıda el alınan gerekçelerle itiraz edenlere söyleyeceğim şu: Biraz sabırlı ve makul davranın. Bırakın rektör işini yapsın. Böylece içeriden ve benim gibi dışarıdan gözlemciler onun başarılı veya başarısız olduğu şeklinde değerlendirmeler yapmalarına yardımcı olacak verilere sahip olsun…

Kaygı Boğaziçi’nin Kültürüyse Melih Rektör Biçilmiş Kaftandır!

Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan rektör ataması protesto ediliyor.

Protestoların iki motivasyon noktası görünüyor. Birincisi Boğaziçili öğretim elemanlarının ve öğrencilerinin üstünde durduğu kurum kültürüdür.  İkincisiyse daha geniş bir kesimin iktidara karşı “buradan bir ekmek çıkar” anlayışıdır.

İkinci gruptakilerin meşruluğuna gölge düşüren şey marjinal grupların protesto anlayışlarının şiddete başvurma noktasının ötesine geçememesidir. Bunlar Ruhi Su’nun bir bestesinin sözlerini değiştirerek ellerinde sapanlar diye halay çekip, “katil polis” diye slogan atanlardır. Eylemlere bu grup katılmaya devam ederse beste “ellerinde molotoflar, silahlar” diye değişir.

Bütün eylemcileri bu marjinal grup üzerinden değerlendirmek doğru olmasa gerek. Ancak bu marjinal grubun Gezi Protestoları sürecinde görüldüğü gibi filin züccaciye dükkanına girmesi gibi bir sonuca sebep olma potansiyeli yüksektir. Bunlar protestoların bütün meşruluğunu yok edebilirler. Bundan dolayı Boğaziçili öğretim elemanları ve öğrencileri bu marjinal gruplarla kendileri arasında net bir tavır koymalıdır. Kendi meşru yöntemlerini bunlara kurban etmemelidir.

Protestonun usulü esasından daha önemli midir?

Evet, önemli olduğunu düşünenlere katılıyorum. Bunun birçok sebebi sayılabilmekle beraber en önemlisi protestoda usulün meşruluğu esasın anlaşılması, kabul edilebilmesi, görünebilmesi veya gündemi belirlemesi açısından önemlidir. Yani esastaki muhtevanın başarısı belki de kaderi usule bağlı. Boğaziçi öğrencileri ve öğretim elemanları gördüğüm kadarıyla bu gruplardan rahatsızdır; ancak daha güçlü bir tavır koymaları gerekiyor.

Üstünde durulması gereken esas meseleyse ifade edilen Boğaziçi kültürü ve değerleridir. Medyaya yansıdığı kadarıyla bununla ifade edilen husus, özetle, Boğaziçi Üniversitesi’nin Türkiye’nin en başarılı üniversitelerinden birisi olduğu, üniversitenin en zor zamanlarda bile koruduğu çoğulcu ve özgürlükçü bir anlayışa sahip olduğu ve rektörün bu başarı ve değerlerin sürdürülebilirliğine katkı sunması gerektiğidir.

Kurumun kültür ve değerleri üzerinden atanan Melih Bulu Hoca’ya bakmak gerekiyor. Bu, eylemlerin ve rektöre karşı tutumun samimiyeti ve anlaşılması açısından gereklidir.

Öncelikle Bulu Bey’in akademik olarak başarılı bir CVsi bulunmaktadır. Sosyal bilimler alanında uluslararası tanınırlığı olan dergilerde çalışmaları bulunmaktadır. Kendi ifadesiyle kendi alanında Türkiye ve dünyada önemli akademik çalışmaları mevcut. İdareci olarak da akademik uzmanlık alanının yönetim ve organizasyon olması ve bireysel yönetim tecrübeleri onu başarılı bir idareci yapmaktadır. Biri kurucu rektörlük olmak üzere iki üniversitede rektörlük yapmış, bir üniversitenin İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesinin kurucu dekanlığını üstlenmiştir. Çeşitli özel şirketlerde yöneticilik ve danışmanlık yanında sivil toplum kuruluşlarında deneyimi de bulunmaktadır. Türkiye’nin başarılı bir üniversitesinde lisansını tamamlamış. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora eğitimi yanında aynı üniversitede öğretim elemanı olarak çalışmıştır. Bulu’nun katıldığı programlara ve onu tanıyanların ifade ettiği hususlara bakıldığında onun özgürlükçü ve çoğulcu değerlere önem verdiği anlaşılmaktadır. Cüneyt Özdemir ile yaptığı programda Bulu öğrencilerin kendisini eleştiri hakları olduğunu, bunu anlayışla karşıladığını ifade ettikten sonra eleştirmenin Boğaziçi geleneğinin ve öğrenciliğin bir parçası olduğunu, üniversite içerisine polis girmesi talimatı vermeyeceğini, üniversitenin daha da başarılı olması için projelerinin olduğunu ifade etmiştir.

Bütün değerlendirmeler bir arada düşünüldüğünde Boğaziçi’nin yukarıda ifade edilen kültür ve değeri olarak ifade edilen özgürlükçülük, çoğulculuk, akademik başarı hususunda samimiyseler Melih Bulu Hoca’ya karşı tutumlarını değiştirmeleri gerekiyor. Çünkü protestonun temelindeki kaygı Boğaziçi’nin bu değerlerinin sürdürülebilirliğiyse buna uyan ve bunu geliştirecek bir rektörleri vardır. Bu değerler temelinde bir rektör ilanına çıksaydılar buna uyan adaylardan birisi Bulu Hoca olsa gerek. Kaygıları gerçekten Boğaziçi’nin ifade edilen değer ve kültürüyse o zaman Bulu Hocayı hoşgörüyle karşılamaları gerekiyor.

Yeni Düzen, Sanal Para Sistemi ve Türkiye

Hayek’in 1976 yılında kaleme aldığı “Paranın Ulussuzlaştırılması” adlı makalesinin temelini attığı konu, sürekli işlenerek 2009 yılında Nakamoto’nun “Eşten Eşe Elektronik Nakit Ödeme Sistemi” makalesi ve kurduğu sistem ile sanal para sistemine dönüşmüştür. Nakamoto kurduğu sistemi, güvene dayalı olmayan, dijital imza ile, zincirleri kayıtlı, kullanıcıları ise anonim olan bir sistem olarak tasarlamıştır. Üretimi de kullanıcılarına bağlı olan bu sistem hiçbir fiziksel nesneye dayalı olmayan ödeme araçları/para birimleri ile yepyeni bir finans sisteminin kapılarını aralamıştır.

Sanal para sisteminin en önemli özelliklerinden birisi hiç şüphesiz bir merkeze bağlı olmaması ve bir yöneticisinin bulunmamasıdır. Bu sistemde bütün kullanıcılar aynı zamanda uygun (güçlü sisteme sahip) bilgisayarlarla madenci yani üretici olabilmektedir. Örneğin Nakamoto’nun kurduğu sistemde ürettiği bir para birimi olan Bitcoin, toplamda 21 milyon adet üretilebilecek şekilde ayarlanmıştır ve halen daha bitcoin üretmeye çalışan madenciler vardır. Kimi zaman tek bir Bitcoin madenciliği yılları bulabilmektedir.

Günümüzde bu para sistemi (SPB) daha çok bir yatırım aracı olarak değerlendirilse de pek çok ülkede kahve almak için bile kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum, bizler için geleceğe dair bir mesaj taşımaktadır: Sanal para sistemi insanlığın yeni ödeme sistemi olabilir.  Nitekim bu mesaja dair pek çok işaret ve sebep de vardır:

– Öncelikle Blockchain teknolojisi/sanal para sistemi dağıtık defter-i kebir sistemi ile birlikte her kullanıcının onayını alarak bir kayıt sistemi tutmaktadır. Bu teknoloji, mutabakata dayalı olan bu kayıtların bozulmasını neredeyse imkânsız hale getirmektedir.

– Bu sistem küreseldir, 7/24 işlem yapılabilen ve yüksek işlem hızına sahip bir sistemdir.

– Pek çok futbol kulübü kripto para zincirine bağlı kendi adlarına token adı verilen birimler üretmektedir. Bu birimler sanal para borsalarında ciddi işlem hacimlerine sahiptir.

– Bankaların önemli bir kısmı, güvenlik gibi nedenleri göstererek sanal para sistemi ile alışverişi yasaklamıştır. Bu durum bazı kimselere göre bankaların bu yeni finans sistemini rakip olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan bazı büyük bankalar ise bu sisteme ciddi yatırımlar yapmaktadır.

– Çin Yuan’a bağlı bir elektronik para birimi üretimi kararı almıştır.  DECEP adını verdiği bu para birimi tam olarak sanal para teknolojisine uymasa da önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Çin bu para biriminin dünyanın yeni para birimi olması hedefiyle yola çıkmıştır ve sanal para sistemindeki bazı problemleri (vergilendirme gibi) çözme iddiasındadır.

– Sanal para sistemi elektronik ticaretten ayrı düşünülemez. Elektronik ticaretin pandemi sürecindeki gelişimini de gözettiğimizde sanal para sisteminin de kullanıcı sayısının artacağı tahmininde bulunulabilir.

– Merkezi olmayan, devletlerin politikalarından bağımsız olan bu sistem hem ciddi bir anonimlik sağlamakta hem de bir noktada bağımsızlık hissiyatı ile insanları kendisine çekmektedir.

Bunlarla birlikte, sanal para sistemi kendi içinde başlı problemleri de barındırmaktadır. Bana göre sanal paralarla ilgili en büyük problem henüz hukuki bir zemine oturtulamamış olmasıdır. Hızlı yükselip hızlı düşebilen bu sistemdeki para birimleri bir merkezin müdahale edememesi nedeniyle de spekülasyonlara oldukça açıktır. Zincir sistemi ile para akışı ve işlemler takip edilebilse de kullanıcı kimliklerinin anonim olması para aklama, terör örgütlerinin finanse edilmesi, terör örgütlerinin paralarını saklamaları gibi önemli problemleri beraberinde getirmektedir. Devletler açısından ise en önemli sorunu hiç şüphesiz vergilendirilemiyor oluşudur.

Sanal para sistemi ile ilgili ülkemizdeki duruma baktığımızda ise ülkemizde bu sistemin bir yatırım aracı olarak yaygınlaşmaya başladığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu noktada, ülkemizde kurulan pek çok sanal para borsası bulunmaktadır. Bu borsalar aslında bir nevi yatırım fonu şeklindeki şirketlerdir. Ülkemizde sanal para sistemi ile ilgili veya bu paraların alım-satımının gerçekleştiği borsalarla ilgili herhangi bir özel kanuni düzenleme ise yoktur; sanal para sistemi ile ilgili doğabilecek problemlerde Türk Ticaret Kanunu, Türk Borçlar Kanunu ve Türk Medeni Kanunu hükümleri ile hukuki işlemler gerçekleşecektir/gerçekleşmektedir.

Konuyla ilgili genel ve özet bilgi vermek amacıyla yazdığım bu yazıyı sonlandırırken bazı temennilerimden de bahsetmek istiyorum. Türkiye, geleceğe dair ciddi bir yatırım yapmak istiyorsa sanal para sistemine önem vermeli ve bu meseleyi ciddiye almalıdır. Ülkemizde, sanal para sistemi ile ilgili hukuki ve ekonomik çalışmalara ağırlık verilmesi için teşvikler sağlanmalıdır. Öte yandan, Türkiye, yeni düzende kaçınılmaz olarak kullanmak zorunda kalacağımız bu sistemin öncü ülkelerinden birisi olmak istiyorsa adeta Çin gibi sistemini kurma çalışmalarına başlamalıdır. Eğer sağlam bir sanal para birimi kurabilirsek ve sanal para sistemine uygun mevzuatlar geliştirip, sanal para sistemine ilişkin çalışmaları arttırırsak Türkiye yeni düzenin finans sisteminde oldukça önemli bir konumda olabilir.

Haldun BARIŞ, Stajer Avukat
barishaldun@gmail.com

Devleti Şeffaflaştırmak

0

Bireyin güvenliği ve şeffaf siyaset

Liberalizmin yaşam düşüncesinin merkezinde birey vardır. Birey, birey için siyaset yapar ve bireyin kendi iyiliğidir, amaç. Bireyin özgürlüğü, güvenliği ve refahı perspektifinde siyasal olaylara bakar, liberalizm. Bu yaklaşım ve düşünce ahlaki bir olgu olduğu kadar gerçekçi ve faydalıdır da. Eğer liberalizmin bu son derece olumlu yanları ile yaşam devam ettirilmek isteniyorsa bu alanda bireyin yaşamı ve özgürlükleri karşısında nelerin olduğunu veya olabileceği üzerine düşünmek gereklidir. Bireysel özgürlük, güvenlik ve refah düşüncelerinde ve yaşantılarında kritik noktaların isabetli tespitleri, bir süreç olan siyasette bireyin önünü hem açık tutar hem de sağlıklı siyasal koşulların oluşmasını sağlar. Bireyin önünde veya çevresinde oluşturulacak duvarlar – ki biz bunlara siyasal şeffaflığı ortadan kaldıran faktörlerden bazıları diyebiliriz – bireyin birey olarak devamlılığını son derece sıkıntıya sokmuştur ve sokabilecektir. Liberalizmin sahip olduğu düşünsellikle bu duvarların etkisizleştirilmesi veya güçsüzleştirilmesinin kritikliği üzerinden yapılan veya yapılacak siyaset ile bizim burada daha çok üzerinde durmak istediğimiz güvenlik durumu sağlanabilir. Eğer bu güvenlik sağlanmış ise garanti altına almaya çabalanabilir.

Belirli bir alandaki en yüksek siyasi otoritedir devlet. Dolayısı ile kendi içinde güç ihtiva eder. Gücünü uygular, kullanır veya elinde tutarak kendisi için kritik gördüğü noktalarda çıkarlarını tamamlar. Devletin bu gücünün güvenlik amaçlı kullanılması liberalizm içinde de meşru kabul edilir. Fakat bu güç birey için bireyin güvenliğini sağlamıyorsa, orada çok ciddi tehditler vardır, birey için. Devlet, özellikle liberal demokrasilerde, bireyin temsil edildiği yer olmaktan uzaklaştıkça kendi gündemini oluşturur ve uygular. Bu noktada çok önemli bir yere gelinir: Devletin denetlenmesi. Bunun için öncelikli koşullardan bir tanesi de devletin ne olduğunun bilinmesidir. Liberal demokraside, bireyi temsil etmekten gittikçe uzaklaşan devletin içinde olabileceği bu siyasetin etkisizleştirilmesi son derece önemlidir. Devlet bir kapalılık siyaseti üzerinde durdukça ve devletin uyguladığı siyasetin kaynağı ve yapılışı bilinmezliklerin arkasına saklandıkça birey için yaşamsal sıkıntılar oluşur veya artar. Bilinebilir olanın açıklığı onun kontrol edilebilirliğine de katkı sunar.

Devletin şeffaflıktan uzak olmasını neler meşrulaştırabilir ki?

İster Türkiye örneğinde olsun ister diğer ülkelerden bilebildiklerimizde, gücü eline geçiren “devlet idarecileri” gitgide kendileri için otonom bir yapılanmayı şekillendirmeye çabalaması ve yer yer bunu başarması, karşılaşılmamış durumlar değildir. İktidardaki yönetici ve ona eklemlenmiş veya ondan türemiş olan görece azınlık olabilecek siyasal kesimler için kapalılık ve gizlilik önem kazanmıştır. Bu tip siyasetin “üstün çıkarlar için gerekli” olduğu da bu kesim tarafından tekrarlanır durur. Çok çeşitli siyasetlerin neden yapıldığının cevabı liberal demokrasiyi oluşturacak herkesten kaçırılır. Öyle durumlar olur ki, bireyin devlete ödediği vergi bireye karşı kullanılır. İçeriği belirsiz söylemler ve göstermelik çıkarların neleri ihtiva ettiğinin üstü kapatılıp siyaset yapılır. Propaganda yolu da bu siyaseti meşru hale getirmek için kullanılan son derece kullanışlı bir yöntemdir.

Devlette kalması gereken “bilgiler” kimi zaman “uluslararası mücadele” adı altında-sebebiyle saklanır. Ortada bir siyaset vardır ama, kendisi için siyaset yapılması gereken bireyin çıkarları ortada yoktur. Özellikle Türkiye’de artık bıkkınlık getiren söylemiyle devlet, iç-dış düşmanlar tarafından – sürekli bir saldırı içindedir ve “devlet olarak siz istihbarat hassasiyeti temelli gizlilik siyaseti üzerinden stratejik adımlarınızı atmazsanız kaybedersiniz” denilir. Burada Türkiye açısından çok önemli bir nokta ise, maalesef özellikle günümüzde muhalefetin de büyük oranda devletin şeffaflığından yana olmamasıdır. Kendi gizlilikleri farklıdır sadece, iktidarın gizliliklerinden. Gizlilik veya şeffaf olmamak stratejik bir adım olarak kabul edilir. Hatta bu tip siyaset “beceriklilik” olarak bile görülür. “Devlet adamı” devleti için “gereğini” yapar. Dün, Türkiye’de devlet için toplum vardı ve “devletin” yaptıkları kapalı kutular içinde saklanırdı, bugün, insanı yaşat ki devlet yaşasın söylemi içinde kapalı kutuların renkleri değişti.

Açık toplum ideali

Liberallerin çokça önem verdiği bir konudur açık toplum. Devletin şeffaflaştırılması için de kullanılabilir, devlet şeffaflaştıkça daha da güçlü bir şekilde var olabilir. Açık bir siyasal yapıda, ekonomik olarak yürüttüğünüz devletin sizin için neler yaptığını veya “yapmadığını” bilebilmeniz mümkündür. Devlet sürekli olarak kontrol altında tutulmaya çabalanır. Devlet kendisini siyasalın özneleri olarak bireylerden tamamıyla soyutlamayı ve içinde bulunduğu durumu “belirsiz ve karanlık” noktalara çekmeyi tamamıyla başaramayabilir. Burada tabii açık toplum idealinin güvenlik altında yaşayan birey için eldeki tek faktör olarak kullanılması mutlak ve kalıcı bir çözüm sağlar da diyemeyiz. Siyasetin doğasının içerdiği süreç kavramı ve hali, siyasal olguların ve olayların çok boyutlu yapıları bize bu durumu daha açık bir şekilde anlatır.

Projektörlerin ışıklarının devletin üzerinde durması hayatidir. Burada gizlilikten ve kapalılıktan yana olan devlet yöneticilerinin bu ışıkları söndürme isteği dün de olmuştur, bugün de varlığını devam ettirmektedir. Bu durum, siyasal yapı olarak devletin doğasında var mıdır? Her koşul ve yerde bu ortaya çıkar mı? Bu sorular da işin teorisinin içindedir. Devletin varoluşsal gerçekleri ve içerikleri siyaset literatüründe işlenmemiş konular değildir ancak bir yandan da devletin bu durumun karşısında siyaset yapması da gerçekleşmemiş bir durum değildir. Dolayısı ile, aynı zamanda, içinde bulunduğumuz dönemin devletin şeffaflığı konusunda yeni getirdiği koşullar da mevcuttur. Özellikle siyasal iletişim ağları üzerinden konuyu düşünmeye-yazmaya devam etmek gerekiyor. Onu da belki bir başka yazıda gerçekleştiririz.

Ahlaki, İmmoralist ve Makyavelist Siyaset Yapmak

0

Tartışma ve irdeleme

Bu yazıda daha çok moralizm-ahlakçılık-immoralizm-hiççilik-makyavelizm gibi kavramlar arasında karşılaştırmalar, açıklamalar, tartışmalar yapmak üzerinde durmak istiyorum. Tartışmak-irdelemek istediğim immoralizm ve makyavelizmin kavramsal içeriklerinden de kaynaklanıyor olabilir bu. Siyaseti doğal olarak bir süreç olarak kabul edersek, bu kavramlar üzerine düşündüğümüzde ister istemez bir irdeleyeci-tartışmacı pozisyonun içinde buluruz kendimizi. Bu yöntemin faydalı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer amaç var ise, bu amacı tamamlamak ve gerçekleştirmek açısından doğruya bir adım daha yaklaşmanın iyi olduğunu ortaya koyabiliyoruz. Keskin sınırları olduğunu iddia edebileceğimiz veya iddia etmek isteyeceğimiz immoralizm ve makyavelizme bir çeşitlilik ve esneklik kazandırmak da istiyor olabiliriz. Elbette bu kavramları genişletmek sadece bireysel çabalar ile olmayabilir. Fakat meselenin bir noktasından hareket etmeye başlamanın da – pragmatik bile olsa – fayda içermesi önemlidir.

İmmoral bir siyaset mümkün müdür?

İdeolojiler konusu siyasalın önemli bölümlerinden bir tanesi. Siyasal yaşamı tanımlamada, açıklamada ve anlamlandırmada gerekliler. Soğuk savaş sonrasında “geçersizleştiği” kimilerince savunulsa da bence önemlerini koruyorlar. Kendim de sıkça yaptığım açıklamalarda onlara başvuruyorum. Hatta ideolojisiz bir siyasetin ve daha da ötesinde insani yaşamın nasıl olabileceğinin ise hayalini kurmakta “zorlanıyorum”. İnsan değerlerinden bağımsız olamazsa, ideolojiler de onunla beraber olacaktır. Bir bakıma doğada olan “varlıklardır”. İdeolojilerin varlıklarını böylelikle kabul ettikten sonra onların içeriklerinin nasıl olduğunu da bir bakıma bilmekte fayda vardır. Değerler; insanın doğruları-yanlışları, iyileri-kötüleri olarak metafiziksel yanını oluşturuyorlar. İnsan böylece değerler üzerinden diğer insanlar ve doğa ile olan ilişkisini belirliyor-oluşturuyor. Bu değerlerinde moralizmi-ahlakı bütünde oluşturduğunu görebiliyoruz. Moral bir yaklaşımda siyasalın içeriği oluşuyor böylece. Değersizlik-immoralizm bile acaba bir çeşit pozisyon, içerik sahibi bir kavram – değersizlik ve immoralizm iki farklı kavram mı? – olarak değerlendirilemez mi?

Bir parantez arası: İmmoral siyaset: anlamsızlık ve ahlaki olmayan bir yaklaşım

Mutlak anlamsızlık ve ahlaksal değer taşımama çizgisi de insani düşünselliğin içinde yerini alıyor. Bu durumun olabilirliği tartışma konusu ve bu tartışmanın süreç olarak işlemesi faydalı da. Bu tanımlanmada ve tartışmada hiççilik – burada pek kullanmak istemesem de nihilizm – felsefede ve doğal olarak felsefe türevi olarak siyasette istenilen bir kavram olarak da yer alıyor. Bu noktada düşünmeden ve sorgulamadan duramıyorum. İçeriği olmayan bir insani hal veya düşünsellik nasıl olabilir? Hatta nasıl gerçek içinde yer alır? Benim sorularım burada kalmaya devam etsinler. Bu soruların sorulabilir olmaları bile mutlak anlamsızlık ve ahlaki olmayanın duvarının üzerinden aşmayı geçerli kılıyor sanki. Unutmamak da gerekir ki felsefi açıklamalar ve içerikleri, net olarak görülseler bile siyaset yapan kimi kesimlerce yok sayılabiliyorlar. Bazı düşünceler bilinilir olsa bile bilinmez olabilir-sayılabilir! Böyle bir olgusallığı kurgulayan siyasetin durumu ilginç ve üzerine düşünülmeye değerdir. Bireysel olarak bir müddettir böyle bir çaba içinde olduğumu söylemeliyim.

Moral siyasetin karşısında yine moral siyaset mi? Moral siyasetin karşısında immoral siyaset mi?

Ben siyasal yapımında ve düşüncesinde ahlaktan türeyen bir düşüncenin eğer bir karşıtlık bulacaksa yine ahlakilikten kaynaklanan bir düşünsellikten oluşmasını isterim. Bunun ister güncel-aktüel siyaset içinde, ister düşünsellik üzerinden karşılıklı siyaset yapanların fikirselliklerinde pek bir karşılığı yok demek istiyorum. Karşısında olduğu siyasal tutumu, pozisyonu veya davranışı fikir bazında etkisizleştirmektense, bu siyasetin kendisini ortaya koyamaz hale getirmek siyasal eylem ve tutum olarak hem dün hem bugün varlığını sürdüren bir yaklaşım. Bu yolla siyasette tek başına kalmanın liberalizm dışındaki ideolojiler ve onların “somut” siyasetlerinde çokça yer aldığını söyleyebiliriz. Burada önemli bir nokta olarak, siyaset yapımında rekabetin neden ve ne kadar isteneceği de var. Pragmatik faydacılıkta bir siyasetin önündeki engellerin sıfırlanmasını istemesi en azından “anlaşılır”. Peki bu tutum onlara utiliteryan faydacılığı da kullanmalarını beraberinde getirir mi? Bu sorunun yanıtı olumsuz olmaya meyilli. Tabii liberalizmin buradaki yeri farklı. Onun içeriğinin barışçıl düşünsellikten kaynaklanıyor olması liberal siyaset içinde çoğulcu bir moralist siyasete alan tanıyor. Aynı zamanda sana kaybettiren moralist siyasetin neleri getireceğinin, ideolojiler arası karşılaştırmalı siyasette bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.

Hukuk ve parlamentarizm makyavelist araçlar olduklarında

Bu iki siyasal kavram da neredeyse kutsallaştırılmış halde. 20.y.y’ın çok zarar verici savaşlarının sonucu olarak da özellikle “Batı”da çokça değer görmekteler. Bunu belirttikten sonra, bu iki kavramın da ideoloji bağımsız olamayacağını söylemek durumundayım. İçeriklerinin temsil ettiği siyasetin yapımı var ve bu siyaset yapımı bu iki kavramı siyasetin dışında bırakarak da siyaset yapma isteğini içinde barındırıyor. Hukuk ve parlamentarizm beraberinde immoralist bir makyavelizmi meşrulaştırma aracı olarak kullanılabiliyor. İyiyi ve doğruyu gözden kaçırarak siyasal sonuçlar elde etmenin araçları oldukları gösterilebiliyor. Fakat bu iki kavramı kendi tanımladıkları ve kendi kendilerine meşrulaştırdıkları siyaset içinde de moralist gören siyasetin yapıldığı zaten görülüyor. Eldeki siyasal aygıtı ile totaliter bir siyasal kurmak ve kurgulamak isteyenlerin iyileri ve doğruları üzerine düşünmek siyasal bakış açılarını genişletebilir. Genişlemiş bir siyasal bakış açısından dünyayı daha iyi anlamak sonucuna ulaştığımızı bilebiliriz.

İmmoral bir makyavelist siyaset ile elde edilen iktidar sonrası yaşamın katı ahlakçılığı

Araçsallaştırılmış kavramlar üzerinden elde edilen gücün de manaları var, tabii ki. Katı ahlakçılığa karşı hiççilik ile bir pozisyon al, gücü eline geçirdikten sonra yeni tip bir katı ahlakçılığı işlet. Makyavelizmin etkinliğini bu cümle açıklayabiliyor. Bu durum reel-fiili siyasette etkin olarak kullanılan bir yöntem olmasa belki hala bu durumu konuşuyor olmazdık. Tabii katı ahlakiliği eleştirip, gücü elde ettikten sonra katı ahlakiliği benimseyenleri siyasetlerinin de katı ahlaki bir muhalefeti karşısında göreceğini söyleyebiliriz. Bu süreklileşmiş türeve benzetilebilir. Bu noktada limit noktasının neresi olacağı önemli. Ben bazen gerçekten günümüzdeki, özellikle otoriter rejimlerin bu konuda ne kadar daha ileri gidebileceklerini merak ediyorum. Tabii bir yandan da siyasetin bir süreç olduğu düşüncesinden yola çıkıyorum ve bu noktayı unutmuyorum. İstikrarlı bir halde liberal değerler barındıran siyasetin-siyasetlerin ahlaki-moral siyasetin önünü açık tuttuğunun da farkına varabiliyorum.

Kürenin içinde aynı anda var olmak

 Ahlaki-moral olanla immoral arasındaki ayrımlardan ve karşıtlıklardan anlamlar çıkararak düşünürken, özellikle günümüz dünyasının uluslararasılığını da konuya ekleyerek, aynı zamanlarda bu iki siyaset tarzının reel politik üzerinden değerlendirilebilir olmasını da gerekli buluyorum. Uluslararası ilişkilerdeki realizmin diğer UA teorilerine üstünlüğü moral-immoral siyasetin değerlendirilmesine açıkça çeşitli boyutlar katıyor. Gücün, iyi ve doğru karşısındaki üstünlüğünün olduğu iddiasındaki teorisyenlerin haklı çıkıp çıkmadıklarının göreceliliği üzerine sıkça düşünüyorum. Aynı kürede iki yaklaşımın açıklayıcılığının devamlılaşması acaba moral siyasete avantaj sağlıyor olabilir mi? Yoksa gün sonunda böyle bir karara varmaya çalışmamız yanıtsız mı kalıyor? Moralizm-immoralizm-makyavelizm karşılaştırmalarına bireysel ek olarak moral siyasetin hiççilik karşısında etkin olmasının siyasete derinlik katacağını düşünüyorum. Daha uzun, özgür ve refah içinde yaşamaya yapacağı – hatta yaptığı – olumlu etkileri olduğunu da belirtiyorum. Üstelik ana başlığın bir de “güzel” olan üzerinden boyutlandırılması var. “Güzel” üzerinden olanın kapsadığı alanın dünyada önemli miktarda yer ettiğini düşünmek için yeterince neden var.

Erdoğan’ın “diktatörlüğü” ve CHP’nin Çelişkileri

0

Siyasette tarafların birbirine ağır sözler sarf etmesi bilindik ve şu veya bu ölçüde anlaşılır bir tarz. Ancak, aşırıya kaçıldığı da ender görülmeyen bir durum. Sözün şehvetine kapıldığında ağızlar sınır tanımıyor. İnsanlar birbirlerine onların ileride birbirinin yüzüne bakmasına engel olacak kadar sert sözler sarf edebiliyor. İtiraf etmek gerekir ki hiçbir siyasî parti bu tutumdan muaf değil. Başka bir deyişle iktidar kanadı da muhalefet kanadı da aynı çizgide ilerleyebiliyor. Bu çerçevede en çok dikkat çeken tavır, iktidar kanadının kimi olağan siyasî adım ve yorumları bile bazen yerlilik ve millilik parantezine hapsederek muhalefeti yerli ve millî olmamakla veya beşinci kol olmakla suçlaması. Muhalefetten iktidara yönelik benzer bir tavır ise Erdoğan’ın -tek adam olmakla suçlanmanın çok ötesine geçecek şekilde- diktatör olmakla suçlanması. Nitekim CHP sözcülerinden Özgür Özel önceki gün yaptığı açıklamada Erdoğan’ı İspanyol diktatörü Franko’ya benzetti ve “diktatör bozuntusu” olmakla suçladı. Şüphe yok ki, bu, “tek adam” suçlamasının çok ötesine geçen bir suçlama, etiketleme, taşlama teşkil etmekte.

Özel’in suçlamasının çok ağır olduğu açık bir gerçek. Ancak, sadece CHP’lilere mahsus değil. Meselâ ömürleri proleterya diktatörlüğü peşinde koşmakla geçen sosyalistler de aynı kafada ve çizgide. Yani kendi diktatörlüklerini savunurken başkalarının sözüm ona diktatörlüklerine karşı çıkmakta. Totaliter KCK bünyesinde PKK ile birlikte yer alan, terörle alenî ve ispatlanmış bağlarına rağmen Türk demokrasisinin eşine az rastlanır şekilde hoşgörü gösterdiği HDP de Erdoğan’ı diktatör olarak görmekte. Bana öyle geliyor ki bu şekilde devam edilirse kavram anlamını tamamen kaybedebilir. Ancak, benim bu yazıda asıl yapmak istediğim CHP’nin bu konudaki pozisyonunu değerlendirmek.

Aslında CHP’nin -gerek siyasî parti gerekse toplumsal muhit olarak- başkalarını diktatörlükle suçlamada çok isteksiz ve ihtiyatlı olması lâzım. Zira CHP’nin hâlâ reddetmediği ve özeleştirisini yapmadığı tarihi diktatör olduğu iddia edilmeyen tescil edilmiş olan CHP’li diktatörlere şahit ve sahne olmuş vaziyette. Tek parti yönetiminin bir diktatörlük olduğu tüm ciddiye alınabilecek tarihçilerin üzerinde uzlaştığı bir husus. Buna rağmen CHP söz konusu dönemden diktatörlük olarak bahsedilmesinden büyük rahatsızlık duymakta ve CHP’nin toplumsal uzantıları bunu dile getirenleri bu devirde bile -evet bu devirde bile- linç etmeye yönelmekte. Ellerinde iktidar aparatı olsa böylelerine neler yaparlardı, Allah bilir.

CHP’nin kendisine rakip siyasileri diktatörlükle suçlaması sadece ve ilk defa Erdoğan’a karşı vuku bulmuş değil. CHP aslında kendisi dışında her partinin iktidarını diktatörlük olarak görme eğilimleri sergilemekte hiç de cimri davranmayan bir parti. Örneğin rahmetli Turgut Özal da CHP ve medyası tarafından diktatörlükle, tek adamlık peşinde olmakla suçlanmıştı.  Daha eskilere gidildiğinde de Menderes ve Demirel’e benzer suçlamaların yöneltildiği görülecektir.

Özel’in sözlerinin kendi içindeki çelişkileri de ayrıca dikkati çekmekte. Konuşmasında hem Erdoğan’ı diktatör olmakla suçlamakta hem de ilk seçimde halkın kendisine sandıkta ders vereceğini söylemekte. Yani diktatörlük ile etkili ve sonuç veren (yani iktidar değişikliğine neden olabilen) seçimleri bir araya koymakta. Oysa bir diktatörlükte bu mümkün değil. İktidarı barışçıl yollarla değiştirebileceğimiz bu tür seçimler yapabildiğimiz sürece, iktidar temerküzünün hangi boyutlarda olduğu iddia edilecek olursa olsun, diktatörlük doğmayacağından emin olabiliriz. Benim demokrasinin usul kuralları ve özellikle âdil ve serbest seçimler yapma imkânının korunması üzerindeki ısrarlı vurgumun anlamı da sebebi de bu. Ayrıca, Franko gibi bir diktatörün bulunduğu bir ülkede iktidarı ikide bir diktatör olmakla, hem de alenî ve canlı yayınlanan bir şekilde, suçlamak imkânsızdır. Bir diktatörlükte bunu yapan kişinin neyle karşılaşacağı tam olarak bilinemez bile. Son olarak, söz Franko’dan açılmışken Franko için yaşarken ve ardından taraftarlarınca yapılanların söz gelimi taraftarlarınca Mustafa Kemal için yapılanlara benzediği de açık bir gerçek. Ancak, bu konuda yazmak ve konuşmak tehlikeli. O yüzden bu konuya giremeyeceğim…

Diyeceğim o ki, CHP kanadının ikide bir Erdoğan’ı diktatör olmakla suçlamasına ne CHP çizgisi yürek soğutan ne de iktidar kanadı aşırı sert tepki gösterilmesi gereken bir olay olarak bakmalı. Zira, diktatörlük suçlaması ne kadar çok kullanılırsa kendi kendisini o kadar fazla yalanlamakta.

Sivil İtaatsizlik Kavramı ve Memur-Sen’in Sivil İtaatsizlik Kararı

Demokratik toplumlarda bazı dönemlerde bazı yasalar, insanların vicdanını yaralayacak türden olabilir. Usulüne uygun yürürlüğe konmuş uluslararası sözleşmeler veya yüksek yargı içtihatları da bu noktada kimi durumlarda istenilen sonuca ulaştırmayabilir. Nitekim usulüne uygun çıkarılmış yasalar, örneğin ülkemizde anayasal bir denetime tabi tutulsa bile -ki anayasa demokratik toplumlarda temel hak ve hürriyetlerin garantisi konumundadır- bu her zaman yeterli olmayabilir. Ülkemizde yıllarca başörtüsü yasağının kanunî dayanağı buna rahatlıkla örnek verilebilir.

Başörtüsü yasağı, temellendirmesinde devletin laik olduğu argümanı ile desteklenip adeta bireyleri ve bireylere dair olanı kamu hizmeti ifa ederken yok saymanın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bu durumu savunanlar, kamu hizmeti alanlarında, kişiliğinizi ve bireysel özelliklerinizi bir kenara bırakıp kollektif bir şekil içerisine girmemiz gerektiğini savunuyordu. Kamu görevinde bulunan bir kişi bir dinin sembolünü taşıyamazdı. Hizmeti ifa ederken dinini de yaşayamazdı elbette. Bu kendisi gibi olmayanlar için ayrımcılık tehdidi teşkil edebilirdi. Bunları şimdi yazınca bana komik geliyor, okurken size de komik geliyordur eminim. Eskiler “biz nelerle uğraşmışız” diyeceklerdir. Bizim nesil ise sanıyorum “canım ülkemde neler oluyormuş” diyordur. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki halen daha bu olgunluğa erişemeyen çok kişi var. Hukuk camiasında bile “müstekar Danıştay kararlarına aykırıdır” “laikliğe aykırıdır” diyebilenler var.

Bu duruma inanmakta zorluk çekebilirsiniz, ben de duyduğumda zorluk çekmiştim. Bu muhabbete tanıklık ettiğimde 2019’du ve bu durumu “yargı kararları” ile aklamaya çalışan hukukçular görmüştüm. Ancak bu durum bir hususu da bana hatırlattı: Hukukî olan her şey doğru değildir. Pozitif hukuka uygun olan her mevzu, her yasa, her içtihat veya her sözleşme mutlak bir doğruluk ifade etmez, edemez. Bu noktada özellikle hukukçuların bu gerçeğin farkında olması oldukça önemlidir.

Öte yandan yukarıda tarif ettiğimiz durumlarda, yani yasaların, hukukî yolların, ısrarla size hakkınızı teslim etmemekte direndiği durumlarda, “itaatsizlik” etmek gibi bir durumun varlığı da söz konusudur. Bunun kavramsallaşmış hali ise “sivil itaatsizlik” terimi ile ifade edilmektedir. Bu yazıda da ele almak istediğim konu sivil itaatsizlik kavramı ve ülkemizdeki sayılı örneklerinden biri olan Memur-sen’in sivil itaatsizlik kararıdır.

Sivil itaatsizlik; demokratik toplumlarda, yasaların ciddi hak ihlali oluşturduğu ve hukukî yolların çare olmadığı durumlarda, anayasal düzeni tehdit etmeden, şiddet içeriği olmadan ve öngörülebilir-aleni bir biçimde, yaptırım ihtimalini de göze alarak yapılan itaatsizlik eylemidir. Tarihte ilk örneği, (tam olarak modern anlamını karşılamasa da) Sokrates’in itaatsizliği olarak görülmektedir. Gandhi, Thoreau, Martin.L. King gibi isimler sivil itaatsizliğe birer örnektir. Tanımda, unsurlarına da yer verdiğim sivil itaatsizlik, Dworkin, Habermas, Rawls, Arendt gibi düşünürlerin üzerine kafa yorduğu ve şekillendirdiği bir çerçeve ile anılmaya başlamıştır.

Sivil itaatsizliğin en önemli unsurlarından biri ise hiç şüphesiz şiddetsiz olmasıdır. Şiddet içermeyen ve anayasal düzeni tehdit etmeyecek şekilde aleni ve öngörülebilir olan bir itaatsizlik şeklidir, sivil itaatsizlik. Toplumun bir kesiminin hak ve hürriyetlerini ciddi biçimde ihlâl eden bir durumun varlığı da gerekmektedir. Yani tek bir kişinin çıkıp “ben bu yasaya uymuyorum.” demesi bu anlamda bir sivil itaatsizlik örneği teşkil edemez. Arendt’e göre bu durum  “kör olmayan, her göze batan, taşlaşmamış ve fesada uğramamış her yüreği isyan ettiren adaletsizlik” şeklinde bir durum olmalıdır.

Günümüzde ülkemizde halen devam etmekte olan bir sivil itaatsizlik eylemi ise Memur-Sen tarafından yürütülmektedir. Memurlar için kılık-kıyafet yönetmeliğine uymama şeklinde yürütülen bu eylem, yönetmeliğin, çağ dışı şartlar taşıdığı gerekçesi ile sürdürülmektedir. Örneğin ülkemizde halen daha bir memurun sakal bırakması veya kravat takmaması veya etek boyu disiplin yaptırımına konu teşkil etmektedir. İşte bu durumun değişmesi için Memur-Sen üyeleri bir sivil itaatsizlik girişiminde bulunmaktadır.

Bu eylemin genel olarak sivil itaatsizlik unsurlarını taşıdığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Memur-Sen; hukukî yolların tükendiği, ciddi sayıda bir kesimin rahatsızlık duyduğu, mağduriyetlerin yaşandığı bir konuda anayasal düzeni tehdit etmeyen ve gayet aleni-açık-öngörülebilir bir biçimde düzenlenen bir eylem ile bu durumu protesto etmekte ve ilgili yönetmeliğe itaat etmemektedir. Öte yandan bu eylemle ilgili burada eleştirmem gereken bir durum ise Memur-Sen’in sivil itaatsizlik çağrısına uyan üyelerinin yaptırım ile karşılaşsa bile yargı yolu ile bu yaptırımların, “memurun  sendikanın çağrısına uyarak sendikal hak kapsamında eylem yaptığı” gerekçesi ile iptal edilmesidir. Bana göre bu durum, yani yüksek yargı kararları ile cezasızlık durumu, ne yazık ki bu yönetmeliğin kaldırılmasının önüne geçmektedir. Yaptırım olmayınca, bu eylem de bir noktada anlamını yitirmektedir. Dolayısıyla yönetmeliğin değişmesi yoluna gidilmesi için gereken sivil baskı da oluşmamaktadır. Danıştay bugün bu yönde karar veriyor olsa da yarın tersi istikamette kararlar da verebilir ve memurlar yeniden “Atatürk ilke ve inkılaplarına uygun, her gün sakal tıraşı olarak, kravat takarak, etek boylarına müdahale edilerek vs.” işe gelmek zorunda kalabilirler. Bu nedenlerle hem sivil itaatsizlik mantığına uygunluk açısından hem de sonuca ulaşabilmek açısından bu durum yeniden sorgulanmalı ve cezasızlıktan dolayı bu çağ dışı yönetmelik kesinlikle kabul edilmemeli, değişebilmesi için çabalamaya devam edilmelidir.

Haldun BARIŞ

Stj. Avukat

 

Sorunun Ne Olduğu Değil; Çözümün Ne Olduğu Önemlidir – 2

Sorunun Ne Olduğu Değil; Çözümün Ne Olduğu Önemlidir – 1

“Sorun ne olursa olsun Kürt güçlerine düşen tek şey var: Çözümü diyalogda aramak! Sorunun ne olduğu önemli değil, çözümün ne olduğu önemlidir.” Cümlesinin geçtiği bir konuşma yapmıştı, 10 Kasım 2020 tarihli meclis grup toplantısında HDP Genel Başkanı Mithat Sancar. Sorundan ziyade çözümün ne olduğunun vurgulandığı bu konuşmayı önemli kılan şey konuşmasında “Kürt güçleri” olarak ifade ettiği öznenin bir tarafında aslında KCK (PKK) olması idi. HDP sosyal medya hesabında (inanılması güç değil elbette) kendi başkanının tek çözüm olarak ifade ettiği diyalog ve müzakere vurgusundan “tek çözüm” ibaresini kaldırarak paylaşmış olsa da yine de bu tespit önemlidir. Çünkü PKK’nın başvurduğu şiddet her aklı başında insanın gördüğü gibi “Kürt siyaseti”nin önünü tıkamakta, alanını daraltmakta ve nihayetinde çözümün değil; sorunun bir parçası olmaktadır. Yani Kürtlerin bir “gıdım” ilerlememesini isteyen birisinin yapacağı ne varsa KCK bunu layıkıyla yapmayı başarmaktadır. Bu durumda özellikle Kürt siyasetçilerinin bunu görüp PKK’nın şiddeti her fırsatta “başka yol yok” ya da “şiddetsiz varlık olmaz” ile ifade ettiği yani şiddeti varoluşsal bir değer olarak görme politikasını eleştirmesi gerekiyor. HDP ise böyle bir tutumdan kaçınmakta ve KCK ile organik ilişkileri olduğu görünümünden de kurtulamamaktadır. “Görünüm” kelimesinin kimisine göre gerçekçi olmadığının farkındayım; zira HDP’nın KCK sisteminin bir parçası olduğu görüşüne ben de katılıyorum. Bu görüşe göre bu ilişki bir görünüm olmayıp gerçekliğin kendisidir.

Sancar Hoca’nın grup konuşmasında ifade ettiği tek çözümün diyalog ve müzakere olduğu tespitini sadece KCK’nin Barzani güçlerine saldırması konusunda değil; aynı zamanda KCK’nin özellikle Türkiye’de de tek çözüm olarak gördüğü şiddeti eleştirmesi ve benzer bir çağrı yapması gerekiyor.[1]

Sancar’ın aynı konuşmasında grupta alkışlanan şu cümlesi de vardı: “Kürt halkına, yazarlara, sanatçılara, alimlere, rûsipîlere çağrı yapıyoruz; Kürtler arası her türlü sorunun tek çözüm yolunun diyalog ve müzakere olduğunu sizler de haykırın, daha yüksek sesle bütün siyasi güçlere söyleyin. HDP bu konuda üzerine düşen görevi yapmaya hazırdır.

Bu cümle tek başına değerlendirildiğinde anlamlı görülmekte ve tebriği hak etmektedir. Ancak HDP’nin pratiğiyle değerlendirildiğinde içi boşalıyor. Bunun sebebi kendi tutum ve yaklaşımlarıdır. HDP söz konusu KCK politikalarına eleştiri olduğunda üzerlerinde tek bir sorumluluk görmekteler: KCK’yi savunmak. Bu nedenle bu cümlenin bir samimiyeti kalmıyor ve içi boşalmış oluyor.

HDP’nin üstüne düşen sorumluluğu yapması için Kürt halkı, yazarlar, sanatçılar, alimler ve saire neden bir çağrı yapsın? Böyle bir çağrı olmaksızın HDP Kürtlerin desteklediği en büyük siyasi parti olması münasebetiyle KCK’ye “yanlış yaptığını” ifade etme hakkına sahip değiller mi? HDP’nin zaten böyle bir misyonu olması gerekmiyor mu? KCK’ye varsa bir diyecekleri, bunu çıkıp söylemelerini engelleyen ne var!

Kürt halkı ve aydınları KCK’ye yönelik eleştirilerini yükselttiğinde HDP ne yapmıştır? Bu sorunun cevaplandırılması iki şeyi açıklığa kavuşturur: Birincisi Sancar Hoca’nın Kürtlere yaptığı çağrının ne kadar içi boş olduğunu açıklar. İkincisi HDP KCK ilişkisinin organik bir ilişki olduğunu açıklar. Bunu uzatmadan birçok örnek olmakla beraber HDP içinden, HDP kapısında ve HDP seçim çevresinde yükselen örnekler ile cevaplandırmakta fayda var.

Birincisi içinden bir ses olarak HDP’de iki dönem milletvekilliği yapmış olan Altan Tan’a bakalım:

Altan Tan hem partisinin çeşitli politikalarını hem de KCK’nin şiddetini eleştiren önemli bir siyasetçidir. Tan partisini “demokratik özerklik”, “BDP’den HDP’ye geçiş” gibi kararlarının merkeziyetçilik, zamansızlık gibi açılardan eleştirirken diğer taraftan KCK’nın şiddet politikalarını da eleştirmiştir. HDP Tan’ın eleştirileri KCK’nin şiddetine yönelince Tan’ı aralarında görmek istemediler. Bir tv programında HDP eş başkanı Pervin Buldan’a Tan ile ilgili bir soru sorulduğunda Buldan yemeğinde sinek çıkmışçasına yüzünü ekşiterek ondan bahsetmek istemediğini ifade etti. Kürtler arasında sevilen sayılan önemli bir Kürt siyasetçinin sesine tahammüllerinin sınırı KCK şiddetine olan yaklaşma olarak tezahür etti. Tan şiddeti eleştirmekten vazgeçmeyince HDP kendi vekiline sahip çıkması bir tarafa onu linç eden taraf oldu. Tan kendi seçim bölgesinde polis korumaları ile dolaşmak zorunda kalmıştı.

İkincisi HDP’nin en yüksek oy aldığı yerlerden KCK’ye yönelik halkın eleştirisi olduğunda HDP’nin ne yaptığına bakalım:

2015 yılında “Hendek Olayları” diye bilinen çatışmalarda KCK Diyarbakır, Mardin ve Şırnak gibi çeşitli yerleşim yerlerinde güvenlik güçleriyle çatışmalara girdi. Bu çatışmaların arka planında ve çatışmalar sürecinde KCK bu politikasında yerel halktan destek bulamamış aksine eleştirilmiştir. Evlerine el konulan, sokağında hendekler kazılan, mayınlar döşenen, tüneller kazılan vatandaşlar KCK’yi eleştirip buralardan kaçınca o dönem HDP halkın yanında durup onlara destek olacağına tam aksine halkı eleştirmiştir. Örneğin o dönem Pervin Buldan şehri terk edenleri eleştirmiş, “dönüp yüz bulamayacaksınız” diye tweet atmıştır. KCK’nın yöneticileri Hendek sürecindeki başarısızlığı halkın desteğinin sağlanmadığı üzerinden değerlendirmiştir.[2] Bugün bu itirafa bakıldığında o dönem HDP’nin neden sokaklardan kaçan halkı eleştirdiği de daha fazla açıklığa kavuşmaktadır. Nitekim o dönem çatışma yerlerinde HDP’nin içinde olduğu, aslında örgütlediği ve milletvekillerinin içinde olduğu birçok yürüyüş gerçekleştirilmiştir. Her şeye rağmen günün sonunda HDP Diyarbakır’da toplanıp yeteri kadar destek olamadılar diye özür dilemiştir.

Üçüncüsü Diyarbakır HDP il binası önünde yani kapılarının önünde yükselen sese bakalım:

Kapılarının önünde toplanan ailelerin KCK’den çocuklarını istemesi olayı Kürt halkının en anlamlı tepkilerinden birisi olsa gerek. Bu aileler “anne/baba yüreği” gibi duygusal bir içeriğe indirgenemez. Bu ailelerin çocuklarını istiyor olması KCK’nın karşılaştığı en önemli politik bir eylem aslında. Bu aileler şiddeti eleştiriyor. HDP aracılığıyla KCK’ye katılan çocuklarını istiyor. Kürt siyasetini tıkayan, onun alanını daraltan, imkân ve fırsatları sabote eden şiddete en önemli eleştiri aslında. Gerçekten de bu ailelerin talepleri de adresleri de yerinde. HDP ilk olarak bu girişimin büyümesini istemedi. Bunu engellemeye çalıştı. Milletvekilleri düzeyinde bu ailelere saldırıp hakaretler ve tehditler edildi. İtibarsızlaştırılmaya çalışıldı. En sonunda görmemezlikten gelip binanın arkasına kapı bile açtı.

Ezcümle Sancar Hoca’nın tek çözüm yolunun diyalog ve müzakere olduğunu haykırmasını istediği Kürtler zaten haykırıyor. Öyle uzaktan haykırmıyor. HDP il binası önünde haykırıyor. HDP içinde haykırıyor. HDP’nin en çok oy aldığı seçim çevresinde haykırıyor. Bunlar ilk defa olan şeyler de değil. HDP bu konuda üzerine düşen görevi yapmaya hazırdır, diyen Sancar Hoca ne yapacaksa yapsın o zaman!

KCK’ye yönelik eleştiri söz konusu olduğunda HDP’nin şimdiye kadar yaptıkları yapabileceklerinin teminatı ise HDP’nin üstüne düşen görevi birkaç başlıkta toplamak mümkündür: Görmemezlikten gelmek, itibarsızlaştırmaya çalışmak, partiden uzaklaştırmak, linç etmek, tehdit etmek…

Bu hali ile Sancar Hoca’nın meclis grubunda yaptığı konuşma tek başına değerlendirildiğinde anlamlıdır. HDP’nin pratiğiyle değerlendirildiğinde içi boşaltılmış, insanlarla alay ediliyor izlenimi bırakmanın dışında bir anlam ifade etmiyor. KCK sistemini bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. HDP’nin ise bu bütünlük içinde kendisine düşen görevin ne olduğu yukarıdaki örneklerde yeteri kadar açıktır.

 

[1] Bu konuyu önceki yazıda ele almıştık. Merak edenler şu linkten görebilirler: “Sorunun Ne Olduğu Değil, Çözümün Ne Olduğu Önemlidir -1” , HurFikirler.com

[2] “PKK Elebaşı Karayılan İtiraf Etti: Kaybettik”, Akşam , 13 Aralık 2020.

Regülasyonları Azaltmadan Üretim Ekonomisine Geçilemez

Son dönemde sıkça kullanıldığını fark ettiğim bir kavram var. Üretim ekonomisi. Sanırım bu kavramdan çoğunluğun anladığı şey, bol mal ve hizmet üreten, istihdam yaratan dinamik bir ekonomiye sahip olmak. Ekonomi yetkililerimizin, güvenilir limanlar arayan yatırımcıları, küresel markaları Türkiye’ye davet eden açıklamaları çok güzel. Fakat Türkiye üretim ekonomisi için uygun bir habitat sunuyor mu acaba?

The Heritage Foundation’ın 2020 yılındaki ekonomik özgürlük endeksine göre Türkiye 180 ülke arasında 71. sırada. Cato Institute’un 2018 yılındaki insanî özgürlük endeksine göre ise 162 ülke arasında 95. sırada. Eski doğu bloku ülkesi olan bölgemiz ülkelerinden Bulgaristan, Romanya, Gürcistan, Arnavutluk gibi ülkeler bu sıralamalarda üzerimizdeler. Bu komşularımız, dünyadaki en zengin ülkelerin, ekonomik özgürlük sıralamalarının en tepesindeki ülkeler olduğunu iyi analiz edebiliyorlar olsa gerek ki, eski kötü alışkanlıklarını bırakarak, girişimcilere iyi bir iş yapma ortamı sunmaya çalışıyorlar. Bugün Bulgaristan’da kurumlar vergisi oranı % 10, gelir vergisi sabit oranda % 10. Romanya’da kurumlar vergisi oranı % 16, gelir vergisi sabit oranda % 10. Arnavutluk’ta kurumlar vergisi oranı % 15, gelir vergisi oranı sabit oranda % 15. Karadağ’da kurumlar vergisi oranı % 9, gelir vergisi oranının ise en yüksek dilimi % 11. Bu ülkeler zenginliğe ulaşmak yolunda çok yolları olduğunu bildikleri için en akıllıca politikayı izleyerek şirketlere iş yapılması en kolay ortamları sunmaya çalışıyorlar. Türkiye’de kurumlar vergisinin % 22, gelir vergisinin en yüksek diliminin oranının % 35 olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin şirketlere bu ülkelere göre astronomik bir vergi yükü  sunduğunu söyleyebiliriz. Zaten pek çok yerli şirket bu ülkelere kaçıyor. Ekonomik özgürlük endekslerinde vergi yükü çok önemli bir faktör olmakla birlikte tek faktör değil. Bu yazının konusu da vergi yükü değil. En az vergi yükü kadar problemli olan, şirketlere ve halkımıza çok yüksek ama ölçülmesi çok kolay olmayan maliyetler getiren, adeta gizli bir vergi niteliği taşıyan aşırı regüle etme hastalığı, bu yazının konusu.

Aşırı regülasyon aslında dünyadaki tüm ekonomilerin güncel problemi. Trump, ABD’de başkanlığa ilk geldiğinde her yeni regülasyon için iki tane eski regülasyonun kaldırılması hedefini bildirmişti. Regülasyonlar dünyanın her yerinde yeni bir işletme açmanın ya da mevcut işletmeyi devam ettirme çabasının karşısında en önemli engellerden biri oluyor. Kimse tarafından seçilmemiş, başka bürokratlar tarafından atanmış bürokratlarca hazırlanıyor çoğu regülasyon. Herhangi bir regülasyona uyum için harcanmış her kuruş, şirketlerin ilave bir istihdam yaratma, kâr ederek sermaye birikimi elde etme ve bunu yüksek teknolojili yatırımlara dönüştürme gibi topluma çok faydalı eylemlerinin önüne geçiyor. Yani burada iki yönlü bir darbe var ekonomiye. Bir taraftan regülasyon yapan ve uygulayan bürokrat ordusu sebebiyle vergiler verimli serbest piyasadan verimsiz bir alana kayıyor. Diğer taraftan da şirketlerin regülasyonlara uyma gayreti sebebiyle kârları azalıyor ya da zarar ediliyor. Regülasyonlar neticede tüketiciye de fiyat artışı olarak yansıyor. Prensip olarak insan sağlığı ve kişilik haklarının korunmasını hedefleyen düzenlemelerin haricindeki regülasyonlar çoğunlukla gereksiz, faydasız, hatta zararlıdır. Regülasyondan kastım yönetmelik, tüzük, yönerge ve hatta kanun. Piyasada iş yapan insanların kaderini derinden etkileyen konularda hazırlanan regülasyonlar seçilmişler tarafından değil, konuyu siyasetçiye göre nispeten daha iyi bilen (ama müteşebbise göre daha az bilen) fakat herhangi bir sorumluluğu bulunmayan bürokratlarca hazırlanıyor. Belki işin ruhunda bu var. Siyasetin tüm konulara detaylı bir şekilde hâkim olması mümkün değil. Mevzuat metinleri bürokratların elinden çıkmak zorunda. Mevzuatı onlar yazar. Bu konuda siyasetçiye düşen, herhangi bir ekonomik konuda bir mevzuat yazılırken o sektörde faaliyet gösteren işletmelerin sürece katılmasını sağlamak ve bürokrasinin devamlı büyüme ve hâkimiyet alanını genişletme eğiliminin farkında olarak ekonomik hayatı gereksiz mevzuattan korumak olmalı. Ludwig von Mises, Bürokrasi adlı şaheserinde, “Her gün bürokratların nüfuz ve kudreti biraz daha artmaktadır. Yakın zamanda memleket idaresi tamamıyla onların eline geçecektir. Bürokrasi sisteminin antiliberal, antidemokrat, anti-Amerikan olduğuna, anayasanın ruhuna ve lafzına tam manasıyla aykırı olduğuna ve Stalin ile Hitler’in totaliter metotlarının kopyası olduğuna hiç şüphe yoktur” demektedir.

Aşırı regülasyona örnek vermek gerekirse, Türkiye’de bir otelde odalarda bulunması gerekli olan yatak, yastık, yastık kılıfı, çarşaf, pike, yorgan, yatak başucu sehpası, priz, tuvalet masası vb gibi eşyaların sayısı, kaç metrekare odanın kaç kişilik olması gerektiği, süit odanın özellikleri, odaların aile odası ya da süit oda olarak düzenlenebilip düzenlenemeyeceği, apart odaların toplam yatak sayısına oranı, hangi katta müşteri odası yapılıp yapılamayacağı, devre tatil hakkının hangi tesislerde olabileceği, hangi tesiste nasıl bir asansör bulunması gerektiği, kaç yıldızlı otelde hangi hizmetlerin verilmesi gerektiği gibi bilgiler ve daha yüzlerce detay yönetmelikle belirlenmektedir. Bir butik otelde “üstün kaliteli, özel tasarım seri üretim, sanatçı tarafından tesise özel olarak tasarlanarak üretilmiş veya antika ürünlerden oluşan tefriş, dekorasyon, donanım ve servis malzemeleri bulunması gerektiği” gibi bir madde, yönetmelikte yer alan yüzlerce gereksiz detaydan sadece bir tanesidir. Bir kişi tüm bu detayların gerekli olduğunu düşünebilir. Oysa bir turizm işletmesinin sahibi, müşterilerini mutlu edebilmek için odada kaç yatak, kaç yastık vs bulunması gerektiğini, bir butik otel sahibi ise antika ürünlerden oluşan tefriş malzemelerini kullanıp kullanmayacağını, bu yönetmeliği yazan ve uygulayan bürokrattan çok daha iyi bilmektedir. Bir otel sahibi, müşteri odasına koyduğu TV’yi ya da klimayı yönetmelikte yazdığı için değil, müşteriyi memnun etmek için koymaktadır. Bir başka sektörden örnek vermek gerekirse, Türkiye’de bir dil kursu, 1 kanun, 4 yönetmelik, 3 yönerge, 1 usül ve esas olmak üzere toplam 241 sayfa ve 258 maddeden oluşan Milli Eğitim Bakanlığı mevzuatına tabidir. Bu mevzuatta odaların, dersliklerin kaç metrekare, kapı genişliğinin ve koridorların kaç santim olması gerektiğinden tutun, öğretmenler ve disiplin kurulu kararları, nöbet defterleri, gelen-giden evrak dosyaları, resmi yazı bittikten sonra imzanın kaç santim aşağıya atılması gerektiği vb. yüzlerce konu en ufak detayına kadar regüle edilmektedir. Türkiye’nin eğitim alanındaki başarılarına bakınca bu şekilde regüle etme sevdasının da pek bir işe yaramadığı ortadadır. İngiltere’de ise bir dil kursu herhangi bir mevzuata tabi değildir. Bir şirketin dil öğretme maksadı ile ticaret odasına kayıt olması yeterlidir. İngiltere’ye her yıl dünyanın dört bir yanından milyonlarca öğrenci dil öğrenmeye gider. Eğitimiyle, konaklamasıyla, yayınıyla dev bir gelir kapısıdır bu ülke için. Ülkemizdeki mantıkla baktığımızda bu sektörü regüle etmek için çok gerekçe vardır. Fakat regüle etmemeyi tercih etmektedirler. Doğru kararı müşteri verir, müşteri iyi kurumu kötü kurumdan ayırmasını bilir, kötü hizmet veren işletme yaşayamaz düşüncesi vardır. Müşteriye yapılan en ufak bir yanlış sosyal medyada ses getirir. Bugün işletmelerin müşterilerine iyi mal ve hizmet vermelerini sağlayan faktör regülasyon değil sosyal medyadır.

Son dönemde tüm dünyada insanların hayatına giren bir regülasyon da kişisel verilerin korunması hakkındaki kanunlardır. İnsanların hassas kişisel verilerinin bu verileri saklayan şirketler tarafından iyi bir şekilde korunması, bununla ilgili teknik ve idarî önlemlerin alınması, zamanı geldiğinde imha edilmesi vb. gibi önlemlerin alınmasının istenmesi yanlış değildir. Fakat burada da kantarın topuzu kaçmış gibi gözükmektedir. Kişisel verilerin korunması, esasen teknoloji devlerini ilgilendirmektedir. Bu konuyla ilgili tedbirler, bir müşterisine gerekli izinleri almadan mesaj atan bir doktorun ya da berberin 50.000 TL ceza alması için düzenlenmemiştir diye tahmin ediyorum. Çoğu küçük işletmenin bu kanun hakkında danışmanlık alabilecek bir maddi imkânı da, onca mevzuat ve iş yükü arasında bunu araştırıp kendi kendine öğrenme ihtimali de yoktur. İşletmenin müşterisinin isim ve telefonunu saklama ihtiyacı duyduğunda doğru şekilde düzenlenmiş aydınlatma metni ve açık rıza beyanı imzalatılması, eğer bu bilgileri dijital ortamda saklıyorsa başta güvenlik duvarı ve ağ geçidi olmak üzere ancak uzman bir bilişimcinin yardımıyla anlayabileceği gerekli teknik tedbirlerin alınabilmesi, işletmeye internetten gelen bilgi alma formlarında yine açık rıza beyanı ve aydınlatma metinlerinin dijital olarak imzalatılıp zaman damgalı loglarla saklanması, kişisel verilerin kâğıt olarak ya da dijital ortamda saklandığı ortamın kilit altında tutulması, bu ortamdaki giriş çıkış kayıtlarının muhafaza edilmesi, eğer kamera kullanıyorsa kamera ile ilgili ayrı metinler hazırlanması, personelin özlük dosyası gibi dosyaların kilitli ortamda tutulması, personele ayrıca bir takım metinler imzalatılması, verilerin bir süre sonra kimsenin ulaşamayacağı şekilde silinmesi ya da anonim hale getirilmesi gibi çoğu işletmenin kolay kolay altından kalkamayacağı, burada saymanın mümkün olmadığı pek çok detay bulunmaktadır. Küçük bir işletme sahibinin bu detayları bilmesini beklemek doğru değildir. Dünya devi teknoloji şirketleri kanuna uymakla ilgili her türlü maddî imkâna sahipken küçük işletmeler başlarına ne gelebileceğinin bile farkında değildir. Kanun, en çok bu konuda danışmanlık yapan şirketlere yaramış gözükmektedir.

İşletmelerin uymak zorunda olduğu mevzuat toplamı binlerce maddeden oluşmaktadır. Hiçbir çalışanına en ufak bir yanlış bile yapmayan bir işletme bile, özlük dosyalarını muntazam hazırlamadığı, bordroları imzalatmadığı, giriş çıkış föyü kullanmadığı gibi “suç”lar yüzünden ceza yiyebilmektedir. Yine küçük işletmelerin patronlarının iş kanunu ile ilgili teferruatları bilip yerine getirmesi çok mümkün değildir. Bir insan kaynakları uzmanı da istihdam edemezler. Elli ayrı müşteriye yetişmeye çalışan malî müşavirin de bu işin altından kalkması imkânsızdır. Takip etmeleri gereken tek kanun iş kanunu da değildir. İşletmeler harfiyen uymalarının imkânsız olduğunu bildikleri binlerce maddelik farklı farklı mevzuatla karşı karşıyadırlar. Winston Churchill’in dediği gibi, “eğer on bin regülasyon yaparsanız kanuna duyulan tüm saygıyı yok edersiniz”.

Regülasyonlar en çok yeni kurulmuş şirketlere zarar verir. Sektörde yıllardır faaliyet gösteren ve yerini sağlamlaştırmış firmalar bazen regülasyon taraftarı olurlar. Çünkü artık maddî olarak kuvvetlidirler, yıllar önce uyamadıkları regülasyonlara uymak artık onlar için daha kolay hâle gelmiştir. Regülasyonlar yeni şirketlerin sektöre girerek rekabet yaratmasının önündeki en büyük yapay engeldir çoğu zaman. Küçük işletmeleri regülasyonlarla boğmak ekonomiye ve topluma çok zararlıdır. Küçük işletmeler toplumdaki en vasıfsız insanlara istihdam sağlarlar. Bugün ülkedeki toplam özel sektör istihdamının yaklaşık yüzde sekseni küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından sağlanmaktadır. Fakat bu şirketler ya kısa zamanda batmakta ya da büyüyememektedir. Zaten büyük ölçüde kısa vadeli borç ile kurulan bu işletmeler, zorlu geçen ilk birkaç yıllık maceralarında vergi ve regülasyonlarla batırılmaktadır. Bunları regülasyon ve vergiye boğarak yok etmek yerine ülke ekonomisini yatırım ve girişim dostu bir ekonomi haline getirmek gerekmektedir. Üretim, istihdam ve kâr, vergiden çok daha faydalıdır. Ludwig von Mises Bürokrasi’de şöyle demektedir: “Bugün iş dünyasında durum budur. Yalnızca bir örneğe bakalım, gelir vergisi. Geçmişte becerikli bir yeni gelen (işletme) yeni bir proje başlatmıştır. Mütevazı bir başlangıçtır; fakirdir, fonları azdır ve çoğu borçtur. İlk başarı geldiğinde, tüketimini artırmamış, ancak kârın çok daha büyük bir kısmı ile yeniden yatırım yapmıştır. Böylece işi hızla büyümüştür. Kendi kulvarında lider olmuştur. Tehditkâr rekabeti, eski zengin firmaları ve büyük şirketleri, yönetimlerini onun müdahalesinin getirdiği koşullara uymaya zorlar. Onu göz ardı edemezler ve bürokratik ihmallere kapılamazlar. Böylesine tehlikeli yenilikçilere karşı gece gündüz tetikte olma zorunluluğu altındadırlar. Kendi işlerinin yönetimi için yeni gelenle rekabet edebilecek bir adam bulamazlarsa, kendi işlerini onunla birleştirmek ve liderliğine teslim etmek zorunda kalırlar.

Ancak bugün gelir vergisi, yeni gelen böyle bir işletmenin ilk kârının yüzde 80 veya daha fazlasını yutuyor. Sermaye biriktiremeyecek; işini genişletemeyecek; teşebbüsü asla büyük bir iş hâline gelemeyecek. Eski müesseseler kıyasıya rekabet tehlikesinden kurtulmaktadır. Eski şirketler zaten azımsanmayacak bir sermayeye sahiptir. Gelir ve kurumlar vergileri, eski şirketlerin daha fazla sermaye biriktirmesini engellerken yeni gelen şirketin sermaye birikimini tamamen engeller. Yeni gelen, sonsuza kadar küçük işletme olarak kalmaya mahkûmdur. Zaten var olan işletmeler, yeni gelen becerikli şirketlerin tehlikelerine karşı korunaklıdır. Rakipleri tarafından tehdit edilmiyorlardır. İşlerini geleneksel çizgilerde ve geleneksel boyutta tutmakla yetindikleri sürece sanal bir ayrıcalığın tadını çıkarırlar. Elbette ki daha fazla gelişmeleri kısıtlanmıştır. Kârlarının vergiler tarafından sürekli olarak tüketilmesi, işlerini kendi fonlarından genişletmelerini imkânsız kılar.”

Türkiye’de yakın geçmişte bürokratik oligarşiye karşı verilen mücadeleden çok bahsedildi. Bürokratik oligarşi kavramı ağırlıklı olarak yargı bürokrasisine karşı kullanılageldi. Bugün ise bürokratik oligarşi dendiğinde, 657 gibi dünyada eşi benzeri bulunmayan bir memuriyet statüsüne sahip, devamlı büyüyen ve hâkimiyet alanını genişleten, hemen her alana yayılmış  bürokrasi anlaşılmalı. Türkiye’nin aşırı regülasyon hastalığını yenebilmesi için devletin sınırlarının yeniden belirlenmesi şart.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Halit Ayarcı saatleri ayarlama enstitüsünün faydalarını şu sözlerle anlatır: “Bu demektir ki iyi ayarlanmış bir saat bir saniyeyi bile ziyan etmez. Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki günde elli bin saat kaybediyoruz. Hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. Çıldırtıcı bir kayıp. Çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıp. Şimdi anladın mı Nuri Efendi’nin büyüklüğünü, dehasını. İşte biz onun sayesinde bu kaybın önüne geçeceğiz. İşte enstitümüzün asıl faydalı tarafı.”

 Türkiye eğer gerçekten üretim ekonomisi dönemine geçmeyi hedefliyor, yatırım ve girişim dostu bir habitat yaratılmak isteniyorsa, her şeyden önce ülkede iş yapmayı daha kolay hale getirmek gerekiyor. Bunun için büyük bir zihniyet devrimi şart. Saatleri ayarlama enstitülerinin ortadan kaldırılması ve regülasyonların azaltılması en az vergilerin düşürülmesi kadar önemlidir.

 

Küçük Bir Mülkiyet Meselesi

21. Yüzyılı yaşıyoruz, insanlığın büyük çabası sonucu mülkiyet hakkı önemli bir kazanım olarak hayatımızın bir parçası oldu. Dünya’da pek çok yerde hâlâ ciddi mülkiyet ihlâlleri yaşanmaktadır. Mülkiyet hakkı gaspı genellikle devletler üzerinden okunurken ben farklı bir açıdan mülkiyet hakkı tehdidine değinmek istiyorum

2016 Model bir otomobilimiz var, biz bayiden sıfır olarak değil bir yaşında iken ikinci sahibinden satın aldık. Otomobil henüz garanti kapsamındaydı, 3 yaşını doldurana kadar garanti şartlarını sağlamak için yetkili servise bakımları yaptırıldı. Daha sonra, özel serviste ilgili kilometre veya zaman aralığı gelince düzenli bakımları yapıldı. Buna rağmen otomobilde zaman zaman bazı uyarı lambaları, yani arıza göstergeleri ikaz ışıkları yanıyordu. ‘Servis zamanı yetkili servise götürün vb.’ Bu ve benzeri pek çok şey var, bizleri belli hizmetleri, belli yerlerden almaya zorlayan; bana bu durum; mülkiyet hakkına müdahale gibi geliyor.

Otomobildeki bu tür ikaz işaretleri, gerekli tüm bakımı yapsanız bile sönmüyor, daha zorlayıcı olan; yetkili servis dışında kimse bu durumu ortadan kaldıramıyor. Yetkili servise gitmeye kalktığınızda yeni yapılmış bakıma rağmen “servis tarafından bir bakım daha yapılacağını” ifade ediyorlar. Yani, sizi ek bir parasal külfete mecbur bırakıyorlar… Sadece söz konusu otomobil değil, elinizdeki cep telefonlarına bakın, bataryasını kendiniz değiştiremezsiniz, geçen gün tv kumandasına gözüm takıldı, pillerini benim değiştirmem mümkün değil zira pillerin bulunduğu kısım kapalı… Evdeki 5 yaşından büyük ocağın bir gözünün çakmağı çalışmıyor, konu ile ilgili görüştüğüm servis, ‘abi biz onu yapamıyoruz sadece yetkili servis yapıyor’ dedi. Bütün bunlar, parasını ödediğimiz ürünün mülkiyet hakkının tam olarak bizde olmadığını gösteriyor. Bize ait olan şey çeşitli gerekçelerle tam olarak bize ait değildir aslında… Farklı yollarla ürün ile ilgili tasarruf hakkımız elimizden alınmış vaziyettedir. 21. yüzyılda farklı bir kaynaktan dolayı mülkiyet hakkımız tehdit altındadır.

Mülkiyet hakkı, monarşi karşısında burjuvazi sınıfının bir kazanımı olarak doğdu. Mülklerin, sahip ya da varislerce istendiği gibi tasarruf hakkının elde edilmesi uzun ve zorlu bir yolculuk ile elde edildi. Türkiye gibi ülkelerde hâlâ ciddi mülkiyet sorunları var. Özellikle tek parti döneminde oluşan mülkiyet hakları ihlalleri hâlâ tazmin edilmiş değil. Azınlıklar daha yeni yeni, okullarına, kiliselerine kavuşabiliyor. Onlar bu konuda bizlerden biraz daha şanslı, Anadolu’da yaşayan yerli halk, hâlâ ciddi mülkiyet hakkı ihlalleri ile yaşamaya devam ediyor. Bütün bunların yanında yeni bir tür post- modern mülkiyet hakkı ihlalleriyle karşı karşıya geliyoruz. Bu hak gaspçısı devlet değil, bu kez özel tüzel kişiler, şirketler mülkiyet hakkımıza müdahil oluyor. Mal ve hizmetlerde bilişimin katkısı arttıkça mülkiyet hakkına tecavüz de kolaylaşıyor. Basit bir cıvata için yetkili servis şartı karşınıza dikiliyor. Peki ne olmalı?

Ürün ve hizmetleri kabaca üçe ayırmak gerekiyor.

  1. Mekanik ürün/mal veya hizmetler. Otomobil esasen mekanik bir gereçtir. Dolayısıyla çeşitli yazılımlar kullanılarak yetkili servise yönlendirilmesi, mülkiyet hakkına müdahaledir. Yazılım ve bilişim donanımları elbette kullanılmalı, buralardaki arıza, güncelleme için ise geniş yetki ağı, (özel servislere satış, kiralama vb.) yetki verilmelidir. Yağ değişimi, vb. mekanik işler için yetkili servis zorlamaları kesinlikle mülkiyet hakkına müdahaledir. Cep telefonu bataryası vb. mekanik işler için tüketici rahatlıkla yapabilmelidir, bu gibi işlerin servise zorlanması doğru değildir. Mekanik işlerde yetkili servis, özel servis veya kişinin tamir, bakım onarım değişim gibi işleri yapabilmesi mülkiyet hakkının bir gereğidir.
  2. Hibrit ürün/mal veya hizmetler: Burada yazılım vb. yapılar ile mekanik yapıların birlikte iş üretmesi söz konusudur. Çamaşır makinası, buzdolabı kısmen mobil telefon bu gruba dâhil edilebilir. Yazılım vb. ürün ve hizmetlerde mekanik ürünlerde olduğu gibi geniş değil kısmi mülkiyet sınırlaması olabilir. Güncelleme, yazılım yükleme değiştirme gibi hizmetlerde belli servis hizmetine yönlendirme olabilir. Ancak tamamen mekanik işlerde zorlama mülkiyet hakkına müdahaledir. Mobil telefonunuzun bataryasını kendimiz rahatça değiştirebilmeliyiz.
  3. Bilişim / yazılım ürün / mal veya hizmetler: Bilgisayar programları, yazılım programları vb. bu gruptaki ürünler için biraz firma veya kişinin yanındayım. Şifre kırmak, kırık program ile ürünün birçok kişi tarafından bedava kullanılması bu kez ürünün sahibinin mülkiyet hakkının gaspı olacaktır. Burada, bakım, güncelleme ile ilgili aralıkların makul sürede olması yetki verilmiş, sertifikası olan bayi, temsilci vb kişi ve kurumlara bu hakkın verilmesi gerekir.

Yeni bir tür mülkiyet problemi ile karşı karşıyayız. Bu kez karşımızda kral/padişah veya devlet yapısı yok. Mülkiyet hakkımızı tehdit eden, şirketler devasa büyüklükte kurumlar var. Arıza ışıkları var… Elimizde batarya var ama onu takamıyoruz cep telefonumuza… Belki de yanılıyorum bütün bunlar mülkiyet hakkına müdahale filan değildir. Ama basit bir ilkeden hareket ediyorum: ‘ Bana ait olan şeyden istediğim gibi tasarruf etme hakkım vardır’ !!!

Ne dersiniz !!!