Ana Sayfa Blog Sayfa 420

“Hürriyet, Adalet ve Barış” için

Yirmi yıl önceydi. 1990’ların başıydı.

Avukat Kazım Berzeg, Hacettepe Üniversitesi’ne gelip Atilla Yayla ile görüşmek istediğini söyledi. Kendisini “kıdemli, istikrarlı bir liberal demokrat” olarak tanımlıyordu ve elinde altmışlı yıllardan itibaren yazdığı makaleleri vardı. Atilla Hoca’nın “liberalizm” kitabını görmüş ve “kim bilir biri yine neler saçmalamıştır” diye düşünmesine rağmen kitabı eline alıp incelemiş, okudukça şaşırmıştı.

Kitaba kaygıyla yaklaşması boşuna değildi. Çünkü Tek Parti Döneminde üzerine beton dökülmüş bir düşünce geleneği olarak liberalizm, o yıllarda köklerinden kopmuş ve amorf bir kavram haline gelmişti.

Oysa Berzeg’in elindeki kitap, Türkiye’de liberalizmle ilgili olarak kaleme alınmış, bu düşünce geleneğini hem temel ilkeleri hem de ona katkı yapan başlıca düşünürleri üzerinden açıklayan ilk eserdi ve ciddi bir eserdi.

Kazım Berzeg, ilk defa yalnız olmadığını hissetmiş ve heyecanlanmıştı. Liberal Düşünce Topluluğu’nun (LDT) temeli, o günlerde atıldı. İki genç akademisyenin, Atilla Yayla ve Mustafa Erdoğan’ın öncülüğünde, Kazım Berzeg’ın kurucu başkanlığında 1992’de Ankara’da kuruldu.

İlkeleri “hürriyet, adalet ve barış”tı.

***

Prof. Atilla Yayla LDT’nin harcı oldu.

Zaman içinde topluluk, İhsan Dağı, Özlem Çağlar, Gülay Göktürk, Vahap Coşkun, Gözde Ergözen, Murat Yılmaz, Şenol Kaluç, Cennet Uslu, Bahadır Akın, Melih Yürüşen, Mustafa Acar ve Yusuf Şahin gibi isimlerle büyüdü ve Türkiye’nin en etkili fikir hareketlerinden biri haline geldi.

LDT siyasetin pratiğine her zaman mesafeli durdu. Atilla Yayla, “fikirlerin gücüne” duyduğu inanç ve “uzun vadede kalıcı olanın ancak fikirler olduğu” tespitinden hareketle bunda belirleyici bir rol oynadı. Ancak Kürt Sorunu, din ve vicdan özgürlüğü sorunu, azınlık hakları ve serbest piyasa ekonomisinin tesisi gibi konularda onun üyeleri çok net bir biçimde özgürlükçü tutum aldı ve hakları “ama”sız savunmayı başardı.

***

28 Şubat LDT için “kalkış anı” oldu. Bu dönemin yıldızı, yargı ve üniversite askerler tarafından brifinge çekilirken abidevi bir duruş sergileyip “Bir Brifing de Benden” “Kim Kimi Uyarıyor?” veya “Cumhursuz Cumhuriyet” yazılarıyla hukuksuzluğu teşhir eden Prof. Mustafa Erdoğan’dı.

O yıllarda LDT, muhtıraya çok net bir biçimde karşı durdu ve baskı altındaki dindar Müslümanlar için o bir sığınak oldu.

Şimdilerde liberalleri küçümseyen veya onların eleştirilerine tahammül edemeyen muhafazakarların ortalıkta görünmediği o muhtıra günlerinde, militarizme karşı sesini o yükseltti.

Topluluk, Türkiye’deki fikir atmosferinin değişmesinde, egemen devletçi, merkeziyetçi, jakoben fikirlerin

hegemonyasının kırılmasında çok etkili oldu. Liberalizmin Kemalizm tarafından dejenere edilmesini önledi; onu evrensel kökleri üzerinde yeniden yeşertmekte paha biçilmez bir rol oynadı. Liberal klasikler başta olmak üzere, 200’den fazla kitap yayınladı, yayınlıyor.

Üyesi olmaktan gurur duyduğum LDT 20. yılını kutluyor.

Çözümü desteklemenin zamanı

İlk defa bir hükümet, bu sorunu sadece şiddet boyutuna indirgemeden, yoksulların çocuklarının kanı üzerinden nutuk atıp “gerekirse şu kadar daha şehit veririz” edebiyatı yapmadan, çözüm için Öcalan’la görüşmeyi de içeren cesur bir adım attı.

Bu hükümet, sorunu sadece şiddet boyutuna indirgemeden çözmenin gereğini anlayan ilk hükümet değil belki; ama buna ilk fırsat bulan hükümet.

Roboski katliamı, eğer ona kurulmuş bir tuzak ise, bürokratlarına peşinen güvenerek ve bir özür bile dileyemeyerek bu tuzağın tahakkukunu bizzat kendi elleriyle sağlamış olsa bile.

Eliyle teslim ettiği bir hakkın getirisini, onu teslim ederken kullandığı diliyle çarçur etmiş olsa bile.

Şimdi ona, önceki yol kazalarından da ders alarak, çözüm için ne gerekiyorsa yapmak düşer.

Şimdi her kesimden çözüm isteyen herkese, bu konuda atılacak adımları desteklemek düşer.

Felaket tellallığının pirim yaptığı bir ülkede, adalet ve sulh için, gerekirse bir kez daha yanılma riskini de göze alarak desteklemek.

Star, 03.01.2013

 

Bir 28 Şubat Mağdurunun Arz-u Hali/2

 

Geçtiğimiz aylarda darbeleri ve muhtıraları araştırmakla görevli Meclis Araştırma Komisyonu 28 Şubat postmodern darbe sürecini araştırdı. O karanlık süreçte şu veya bu biçimde rolü olan, adı geçen, mağdur olan kişileri dinledi; bir dönemin kaydını tuttu; kapsamlı bir rapor hazırlayarak çok önemli bir iş yaptı, tarihe not düştü. Bunun bir dava konusuna dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmiyoruz. Benim tahminim eninde sonunda 28 Şubat sürecinin bir dava konusu olacağı yönünde. Nitekim Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından şu anda bu konuda yürütülen bir soruşturma var; iddianame henüz tamamlanmış değil; gelişmeleri hep birlikte bekleyip göreceğiz. Bu çerçevede, TBMM Araştırma Komisyonu’nun çok önemli bir iş yaptığını düşünüyor, böyle bir komisyonun kurulmasına öncülük edenlere teşekkür ediyor, Komisyon üyelerine yaptıkları zahmetli ama önemli hizmetten dolayı teşekkür ediyorum. Komisyonun, 28 Şubat sürecinin –üzerinden silindir gibi geçtiği- üniversitelerden daha çok mağduru dinlemesi iyi olurdu; ancak zaman kısıtı vs. nedeniyle bu yapılamadı. Henüz her şey bitmiş değil, belki yeni başlıyor. Hem bir 28 Şubat mağduru, hem de ülkenin demokratikleşme ve sivilleşme sorunuyla yakından ilgilenen bir akademisyen olarak, ben de bu konuda yaşadıklarımı ve düşündüklerimi kamuoyu ile paylaşmakta yarar görüyorum.

Bence 28 Şubat iki yönden önemli bir süreç; biri olumsuz, diğeri olumlu. Olumsuz yönü, sürecin doğrudan ve dolaylı zararlarıyla, yarattığı mağduriyetlerle ilgili. İlk bakışta şaşırtıcı gelebilecek olumlu yönü ise, sürecin aktörlerinin öngörmedikleri, niyetlenmedikleri dolaylı yararlarıyla ilgili.

Bu çerçevede 28 Şubat Süreci’nin Türkiye’ye verdiği zararların şu şekilde sıralanması mümkündür: demokrasinin kesintiye uğraması; askeri vesayetin tahkimi; yolsuzluklar ve banka soygunları; devlet eliyle haksız servet transferi; insan hakları ihlalleri ve ayrımcılık; özgürlüklerin budanması; ülkemizin insan kaynaklarının ziyan edilmesi; yatırımcıların ürkütülmesi ve ekonomik krizlere davetiye çıkarılması. Bu konudaki görüşlerimi 28 Şubat’ın onuncu yıldönümü vesilesiyle 2007 yılında yapmış olduğum ayrıntılı sayılabilecek bir değerlendirmede yazıya dökmüştüm (Bkz. http://acar.aksaray.edu.tr/agenda.asp?ShowDetail=Yes&AgendaId=100).

28 Şubat Süreci’nin dolaylı olumlu sonuçları arasında ise şunları zikretmek mümkündür: Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasette hızlı yükselişine vesile olması; demokrasi ve özgürlüklerin değerinin Türkiye kamuoyu tarafından daha iyi takdir edilmesini sağlaması; “İslamcı” kesimin özeleştiri yaparak kendileri dışındaki kesim ve dış dünya ile daha barışık hale gelmesine katkı yapması; 2000’li yıllarda şahit olduğumuz askeri vesayetin geriletilmesi sürecinin tohumlarını ekmesi. 28 Şubat Süreci’nin bireysel olarak çok mağduriyetini yaşamış bir akademisyen olarak, bana da dolaylı bir faydası olduğunu söyleyebilirim. Aşağıda, 20 Nisan 2012 tarihinde, sürecin onbeşinci yıldönümü vesilesiyle başladığım, “Bir 28 Şubat Mağdurunun Arz-u Hali”ne bu yazımla devam edeceğim. Daha önce konuya bir giriş yapmış, devamının geleceğini söylemiştim. (Sözünü ettiğim ilk yazı için bkz. http://www.hurfikirler.com/yazi2469/28-subat-sureci-universiteleri-nasil-ezdi-gecti-bir-28-subat-magdurunun-arz-u-hali-1.php) Önce uğradığım mağduriyetlere değinecek, daha sonra 28 Şubat’ın ağababalarının hiç öngörmedikleri dolaylı faydalarından söz edeceğim.

Askeri vesayete karşı çıkan, demokratikleşmenin ve sivilleşmenin hayati önemine inanan ve serbest piyasa ekonomisini savunan bir akademisyen olarak, tahmin edileceği üzere, 28 Şubat Süreci’nden çok çektim. Bu dönemde (2000-2008) kişisel olarak maruz kaldığım mağduriyetler arasında şunları sıralayabilirim: kendi üniversitemde kadro verilmemesi; başka bir üniversiteye geçmem için muvafakat verilmemesi; başka bir üniversitede yarı-zamanlı ders vermem için izin verilmemesi; Bakan Danışmanı olarak görev almama izin verilmemesi; bildiri sunarak katıldığım pek çok bilimsel etkinliğe maddi destek verilmemesi; Doçent ünvanım olduğu halde yazışmalarda “Yardımcı Doçent” ünvanının kullanılmaya devam edilmesi; ünvan alan emsallerime cüppe giydirilirken dışlanmam; yine Doçent olduğum halde, -YÖK Genel Kurulu’nun aksi yöndeki kararına rağmen- Yardımcı Doçentliğe yeniden atanırken Jüri raporları istenmesi… Bu anlamda yurtdışından doktorayı bitirip mecburi hizmet borcumu ödemek üzere döndükten sonra 11 yıl görev yaptığım üniversitemde sözkonusu 11 yılın yaklaşık sekiz buçuk yılı taciz ve psikolojik eziyet içinde geçmiştir. Kadro verilmemesinden kaynaklanan yüklü miktarda bir maddi kaybım da sözkonusudur. Maruz kaldığım bu eziyetlerden bazılarına değineceğim.

İlk eziyeti, yurtdışından döner dönmez, bizzat -28 Şubat’çıların uyduruk gerekçelerle görevden ayrılmaya zorladıkları kurucu Rektörümüzün yerine atanmış olan- Rektör tarafından ODTÜ ve Bilkent gibi üniversitelerden bizi tanıyan hocalardan “şifahi” referans getirmemiz talebiyle gördüğümüzü önceki yazımda belirtmiştim. Bu, aslında sadece üniversite yönetiminin değil, 28 Şubat zihniyetinin alameti farikalarından biriydi: masumiyet karinesini tersine çevirip, insanlara suçlu muamelesi yapmak, suçsuzluklarını ispat etmelerini bizzat suçladıkları kişilerden istemek.. Oysa hukukun temel iki temel prensibinden biri “suçluluğu ispatlanıncaya kadar kişinin masumiyetini” öngörür; diğeri ise “iddiasını ispat yükü iddia sahibinin omuzlarındadır” der. Biz peşinen suçluyduk; ama suçluluğumuzu kendileri kanıtlamak yerine, bizden suçsuzluğumuzu kanıtlamamızı bekliyorlardı. Üniversitenin 28 Şubatçı idaresinin gözünde eski Rektör zamanında üniversiteye intisap etmiş olmak “istenmeyen adam” damgası yemek için yeterliydi. Oysa ben, üniversiteye kurucu Rektör zamanında girmiş olsam da, o zamanki üniversite yönetiminin açmış olduğu sınavlarla değil, merkezi sınavla girmiştim. Bir özel bankadaki parlak bankacılık kariyerimi akademisyenlik uğruna yarıda bırakıp, yeni kurulan üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek üzere YÖK tarafından yapılan yurtdışı yüksek lisans ve doktora bursluluk (YLS) sınavını kazanarak ve merkezi yerleştirme ile üniversiteye intisap etmiştim. Ama olsun, 28 Şubatçıların gözünde “eski Rektör zamanında üniversiteye girmiş olmak” damgalanmak için yeter sebepti. Nitekim o yıllarda beni takiple görevli, yıllar sonra (emekli olup başka bir işe başladıktan sonra) yollarımızın kesiştiği bir şahsiyet bana bu gerçeği açıkça belirtecek, “hocam sizin suçunuz eski Rektörün adamı olmaktı” diyecekti…

Her neyse bu badireyi atlattıktan ve 7 ay gecikmeli de olsa yardımcı doçent kadrosu aldıktan sonra derslere girmeye başladım. Üniversitede çok sayıda asker kökenli hoca ve idarecinin varlığı dikkat çekiciydi. Dünyanın hiçbir üniversitesinde olmayan bir garabetti bu. Hayatları boyunca katı bir askeri disiplin altında yaşamış, düşünüş ve yaşayışları emir-komutaya alışmış, sıradışılık, çeşitlilik ve farklılıktan hazzetmeyen, tektipçiliği şiar edinmiş insanların üniversitelere hoca ve hele hele üst düzey idareci yapılması bir üniversiteye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Nitekim onların yönetimi altında bir üniversite askeri kışla gibi nasıl yönetilir, bunu gördük, bunun acı sonuçlarına katlanmak zorunda kaldık.. Özgür bir tartışma ortamı yok; doğru dürüst bir sosyal faaliyet yok; öğretim üyeleri üniversite kampüsüne eşleriyle birlikte gelemez; başörtülü öğrenciler cüzzamlı muamelesi görür; dersin ortasında kapı bile çalınmadan biri içeriyi kontrol etmek için başını uzatır; bazı öğretim elemanlarına sabah gelişte ve akşam giderken imza zorunluluğu konur,…

Bir gün, dönem sonunda son sınıf öğrencilerinin “bitirme tezi” savunmasına bir kız öğrenci türbanlı olarak gelmişti. Biz de başörtüsü yasağını anlamsız ve hukuksuz bir yasak olarak gördüğümüzden, ses çıkarmamıştık. Öğrenci tez savunmasını yapıp gitti. Ama olay orada bitmedi. “Askerler üniversiteye de el atmalı” diye düşünen, koyu Kemalist, sık sık hocaları idareye şikayet etmesiyle maruf bir öğretim üyesi yememiş içmemiş, bu olayı Rektöre aktarmış. Rektör bey hemen telefonla arayıp kızgınlığını dile getirmişti. Ben ise bu olayda bir yanlışlık görmediğimi söyleyince, öfkeyle telefonu kapatmıştı. İstihbarat birimlerinden hakkımızda ne tür bilgiler aldıklarını bilmiyorum; ama zaten “eski Rektörün adamı olmak” gibi bir suçun üzerine bir de bir kız öğrencinin bitirme tezi savunmasına başörtüsüyle girmesine müsamaha göstermek, bizim kara listeye alınmamıza yetmiş olmalıydı. Devam edeceğim.

 

Devlet eğitimden elini çekmeli

Göktürk 2 uydusunun fırlatılma töreni sırasında Başbakan’ı protesto bahanesiyle ODTÜ’de yaşanan olaylarla ilgili tartışmalar devam ediyor. Polisin orantısız güç kullandığını, Başbakan’ın öğrenciler ve ODTÜ yönetimine dair ifadelerini eleştirenlerin yanısıra öğrencilerin molotof kokteylli gösteri biçimlerini de eleştirenler var. Kuşkusuz demokratik teamüllere uygun bir biçimde toplantı yapmak ve gösteri düzenlemek temel haklardan birisidir. Ne var ki resmi ideolojinin okulu, öğrenciyi ve öğretmeni kutsallaştırıldığı bir ülkede işler biraz karmaşıklaşıyor. Her halükarda öğrenci eylemleri; içinde şiddet öğeleri barındırsa bile basın tarafından kamuoyuna meşru ve masum gösterilmeye çalışılıyor. Diğer taraftan hükümetin ve polisin tavrı da eleştiriden uzak bir biçimde ele alınıyor. Oysa meselenin daha genel bir biçimde devletçi eğitim sistemi çerçevesinden bakılmaya ihtiyacı var. Çünkü gerek ilk ve orta öğretim ve gerekse üniversite öğretiminin doğurduğu temel sorunlar dikkate alınmadan yaşadığımız hadiselere vakıf olamayız. Ve sahici bir çözüm önerisi sunamayız. Bu yüzden üniversiteler -önceki yıllarda olduğu gibi- farklı ideolojilerin ve parti temsilcilerinin bugün ODTÜ yarın başka bir üniversite üzerinden birbirleriyle hesaplaştığı mekânlar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

1933’TE BAŞLAYAN SORUN

Türkiye’de genel manada eğitim sorununun 1924 yılında yürürlüğe sokulan Tevhidi Tedrisat Yasası’yla başladığını ifade edebiliriz. Bu çerçevede yükseköğretim sorununun da 31 Mayıs 1933 tarihli ‘İstanbul Darülfünu’nun ilgasına ve Maarif Vekalati’nce yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun’ la başladığını görmekteyiz. Bilindiği gibi Cumhuriyet döneminin ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi yeni rejimin taleplerine cevap veremediği ve devrimlerin bekçisi olamadığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Dönemin Maarif Bakanı ve aynı zamanda ‘Andımız’ yazarı Raşit Galip; ‘Memlekette büyük inkılâplar oldu Darülfünun bunlara karşı bitaraf kaldı. Hukukta radikal değişiklikler oldu, yeni bir tarih telakkisi ve milli bir hareket halinde tüm ülkeyi sardı, harf inkılâbı oldu, öz dil başladı, Darülfünun hiç tınmadı. Bu yüzden inkılâplardan bu kadar uzak duran bir müesseseye daha uzun bir müddet tevdi edilemezdi…’ diyerek kapatılma gerekçesini beyan etmiştir.

Bakıldığında siyasal iktidarın üniversitelerden beklediği bilim ve özgün düşünce üretmeleri değil inkılâpları muhafaza etmeleri ve resmi ideoloji doğrultusunda faaliyet yürütmeleridir. Türkiye’de üniversitelerin aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş, ilerici laik ve Kemalist nesiller yetiştirme yolunda dizayn edildiğini görmekteyiz. Üniversiteler toplumsal plüraliteye uygun, bireysel özgürlüklerin gelişmesine imkân tanıyan, eleştirel düşüncenin geliştiği, bilimde sanatta ve teknolojide yeni buluşlar sergileyen mekânlar olmak yerine siyasetin ideolojik manevra alanı olarak tasarlanmıştır. Bu yüzdendir ki kırılgan dönemlerde üniversitelerde öğrenciler üzerinden ciddi hareketlenmeler baş gösterir.

ORDU, DEVLET VE ÜNİVERSİTE

Ordu -üniversite ilişkisi de üniversitelerin bir diğer önemli sorununu teşkil etmektedir. Örneğin 28 Şubat sürecinde Genelkurmay İkinci Başkanı olarak görev yapan Orgeneral Çevik Bir’in ‘İmam Hatip Liselerinin şube açmasını’ engellemek amacıyla Mesut Yılmaz başkanlığındaki 55. hükümete uyarı yazıları gönderdiğini biliyoruz. Çevik Bir, 14 Temmuz 1998 tarihli Yüksek Öğrenim Kurumu’na (YÖK) gönderdiği yazıda; ‘İrticai grupların istismarı’ için ÖSS sisteminde değişiklikler yapılmasını istemiş, Kemal Gürüz başkanlığındaki YÖK ise yıllardır uygulanan ve tüm meslek liselerinin önünü tıkayan bir uygulamayı başlatmıştır. Üniversiteler askeriyenin ve siyasal iktidarın rejimi kontrol altında tutmak uğruna yönlendirildiği kurumlara dönüşmüştür.

DEVLETÇİ EĞİTİMİN SONU

Temel sorun Türkiye’de eğitimin nasıl ve ne için olacağına dair kararları kimin vereceği sorunudur. Bugün kamusal eğitim aşırı merkeziyetçidir. Sözümona ücretsiz bir hizmetmiş gibi takdim edilir dolayısıyla devlet eğitimi tekeline alır ve eğitim kurumlarını kendi bildiği yoldan tasarlar. Finansmanını temin ettiği ve tek elden kumanda ettiği, yol haritasını çizdiği eğitim kurumlarından da kendine sadık birer vatandaş yetişmesini bekler. Bugün devletin üniversitelerden beklediği gençlik-çok şükür kırılmaya başlandı ama- bürokrasiye itaatte kusur etmeyen ve resmi ideoloji doğrultusunda bir yaşam anlayışı geliştiren bir gençliktir. Bu manada gerek siyasi partilerin ve gerekse diğer ideolojik kesimlerin gözü hep eğitim kurumlarında olmuştur. Herkes eğitim kurumları üzerinden iktidar hesabı yapma gayreti içerisindedir. Bu bakımdan yer yer üniversiteler üzerinden gençlik harekete geçirilir ve onlara elden gidilmesinden korkulan bir şeylerin olduğu telkin edilir. Oysa bugün eğitim serbest piyasa şartlarında işlev görmüş olsaydı ne ODTÜ’de ne de diğer üniversitelerde bu türden hadiselerle karşı karşıya kalmayacaktık.

Bugün üniversiteler dâhil tüm eğitim kurumları kısmen özelleştirilmiş olsaydı eğitim merkeziyetçi yapılanmadan ve Tevhidi Tedrisat kıskacından kurtulmuş olsaydı nasıl bir birey olunması gerektiğini kamusal eğitim aracılığıyla devlet değil bireyin kendisi karar verecekti. Dolayısıyla parasını ödediği kuruma karşı ne molotof kokteylli saldırıda bulunabilecekti nede üniversite yönetimi özel mülkiyetine karşı böyle bir ortama müsaade edecekti. Siyasiler ve hükümet yetkilileri ise doğrudan üniversite gençliği üzerinden bir hesaplaşmaya gidemeyeceklerdi. Üniversiteler özelleştirildiğinde ve öğrencilerini kendilerinin belirlediği bir sınav sistemiyle almaya başladıklarında milyonlarca mezunun sırf diploma uğruna bedava eğitim almaları engellenerek kaynak israfının da önüne geçilmiş olunacaktır. Üniversitelerin özelleştirilmesi ve paralı hale getirilmesi fakir ailelerin aleyhine olacak bahanesiyle karşı çıkanlar olabilir. Bunun için özellikle fakir ailelere dönük etkin bir burs sistemi geliştirilebilir. Öğrenimleri boyunca ve mezun olduktan birkaç yıl sonra ödemeleri karşılığında onlara uzun vadeli ve sıfır ya da çok düşük faizli kredi seçenekleri sunulabilir.

EĞİTİM NEDEN ÖZELLEŞMELİ

Newcastle Üniversitesi’nde eğitim politikaları profesörü James Tooley’in ‘En Fakir Ülkelerdeki Özel Okullar’ araştırması bizlere; özel okulların mutlu azınlığa hizmet etmediği bilakis düşük maliyetle ve yüksek kaliteyle en çok fakir halkın eğitim taleplerini karşıladığını göstermektedir. Bugün Türkiye’de eğitim kurumları kendi aralarında rekabet etmekten uzak tekdüze bir eğitim anlayışıyla işlev görmektedir. Bu da ekonomik, siyasi, politik ve ideolojik birçok sorunu doğurduğu gibi kalite düşüşlerini de beraberinde getirmektedir. Bugün üniversitelerde yaşanılan olaylar ideolojik grupların siyasi iktidarla hesaplaşma uğruna başlattıkları bir operasyon olmasının ötesinde asıl mesele devletçi eğitim sisteminin doğurduğu sorunlardır. Bu tekelci sistem her zaman siyasi oluşumların iştahını kabartacak ve bir cazibe merkezi olmaya devam edecektir. Bu bakımdan eğitimde özelleştirmeyi gündemimize almalıyız.

Yeni Şafak, 01.01.2013

CHP halkla barışırsa iktidar şansı olur

Yıllardır SHP, CHP gibi sol/sosyal demokrat düşünceye sahip siyasi parti ve anlayışlar iktidar olamamayı liderlere ya da kendileri dışındaki sol partilere bağlamışlardır. 12 Eylül sonrası HP+SODEP=SHP’nin başında bulunan Sayın Prof. Dr. Erdal İnönü, kendi tabanınca pasif, heyecanlı konuşamayan, bağırıp-çağırmayan lider olarak görülürdü.

Sert, bağıran çağıran bir lider ile SHP’nin dolayısıyla da ‘sol’un iktidar olabileceği hep savunulurdu. SHP+CHP birleşmesinden sonra liderliğe gelen Deniz Baykal’ın bağıran-çağıran bir lider ve iyi bir hatip olması nedeniyle CHP’yi iktidar yapabileceği savunuluyordu. İktidar olma umuduyla partinin başına getirilen Baykal, CHP’nin tarihinde ilk defa Meclis dışında kalmasına da liderlik ediyordu. Baykal’a karşı olanlar, hizipçi kimliği nedeniyle eleştiriyor, CHP’yi iktidar yapamadığı için gitmesi gerektiğini savunuyorlardı. Hatta CHP’nin başına, Baykal’ın yerine herhangi biri geçirilse dahi CHP’nin kesin iktidar olacağı hayalleri kuruluyordu.

Baykal’ın malum nedenlerden dolayı CHP Genel Başkanlığı görevini bırakması, yerine Kılıçdaroğlu’nun gelmesiyle birlikte parti içerisinde iktidar olabilme umudu ve rüzgarı esmeye başladı. 12 Eylül Referandum ve 2011 Genel Seçimler sonucunda CHP umduğu ve beklediği oyu alamadı. Bütün bunlarda gösteriyor ki CHP’nin iktidar olamaması sadece lider kaynaklı değildir.

NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

CHP’nin en büyük sorunlarından biri CHP hala 1923’ün dünyasında gezinmeye devam etmektedir. 1923’den günümüze çok şey değişti. Bugün içinde yaşadığımız dünya 1923’lü yılların dünyasından çok farklıdır. 1923’lü yıllarda içe kapalı ekonomi, siyaset ve toplum modelinden. Bugün, küreselleşen dünya ile entegre olan, bir çok ülkeyle ithalat-ihracat yapan, uzaya kendi yaptığı uyduyu fırlatabilen bir duruma gelinmiştir.

CHP’de bir paradigma değişimine ihtiyaç vardır. CHP kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşmeden ve hesaplaşmadan iktidar alternatifi olamaz. Böyle bir yüzleşme ve hesaplaşma yapmak CHP’nin tarihsel misyonu açısından hiç de kolay görünmemektedir. CHP’nin büyümesi iktidar olması böyle bir depremi yaşamasını da kaçınılmaz kılmaktadır. Ne kadar ötelenirse ötelensin, öncü sarsıntılar yaklaşan depremin büyüklüğünü ve şiddetini bizlere hissettirmektedir. Önemli olan depremi en az kayıpla sonuçlandıracak tedbirleri alabilmektir.

Özgürlükçü CHP’yi savunanlar şimdilik istendiği şekilde etkin olamaslarda ileleyen günlerde parti içerisindeki durumları daha netleşeçektir. Sarıgül’ün CHP’ye geçip/geçmemesi bu anlayışın şekillenmesinde önemli bir basamak olacaktır. Ve bu mücadele sonucunda CHP’nin topyekün bir arada durması zordur. CHP bir yol ayrımına gelmiştir.

İKTİDAR OLABİLMENİN YOLU

Demokratikleşmeden yana, halka inanan, demokrasi dışı yöntemlere yönelmeyen siyaset anlayışı solda ve siyasette bir rüzgar yaratabilir ve iktidar alternatifi olabilir.

Rejim korkusu üzerinden oy devşirmek artık iflas etmiştir. ‘Yeni CHP’ yeni politikalar üretmelidir. ‘Yeni CHP’ iktidar olmak istiyorsa, Kuruluşundan bu yana tabulaştırdığı ideolojik paradigmasından/prangalarından kurtulmalıdır. İçselleştirdiği ilkelerini yeniden gözden geçirmeli ve değiştirmelidir ve bunun sonucunda da demokratik bir partiye doğru dönüşmelidir.

‘Yeni CHP’, ‘eski CHP’ ile yüzleşmeli ve hesaplaşmalıdır. Temel hak ve özgürlüklerin önemsendiği, bireyin ön plana çıktığı, insan onuruna saygının güçlendirildiği, farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği, bedenlerin, sermayenin ve düşüncenin özgürce dolaşacağı, inançlara saygılı, insan haklarına dayalı ‘açık toplum’dan yana liberal politikalara ve ‘liberal düşünce’ye açık, yeni siyaset anlayışına ihtiyaç vardır. Böyle bir bakış acısı CHP’nin ve ülkenin normalleşmesi için önemli bir başlangıç olacaktır.

Yeni Şafak, 31.12.2012

Ali Aydın – Üniversite, siyaset ve öğrenci olayları

0

 

Başbakan Erdoğan’ın ODTÜ yerleşkesinde bulunan TÜBİTAK tesisini, Türkiye’nin “Göktürk 2” isimli uydusunun uzaya fırlatılmasını izlemek maksadıyla ziyareti esnasında yaşanan olaylar, geçen haftadan beri çeşitli tartışmalara konu oldu. Siyasi çevrelerin, akademik camianın ve medyanın olayları ele alma biçimine rengini veren asıl unsur; tartışmaya katılan tarafların politik kabulleri ve söz konusu olayın aktörleri olarak gördükleri öğrencileri ya da Başbakanı politik kabullerin neticesinde yapmış oldukları tercihe göre desteklemek ya da eleştirmek biçimindeydi.
 
Polis ve öğrenciler arasında gerçekleşen çatışmanın görüntülerini söz konusu olayı tartışmak için bir vasat olarak kabul edenler de oldu. Bu noktada odaklanılan ise; polis panzerleri, biber gazları ile atılan taş ve molotoflardı. Oysaki hem bu olayın hem de tarihi tecrübenin gösterdiği ve kolektif hafızada canlı duran pek çok olayın bizlere hatırlattığı gibi çatışma; belirli kabuller üzerinden işleyen bir sürecin çoğu zaman kaçınılmaz, mukadder sonucu olmaktadır. Dolayısıyla bir sonuç olarak ortaya çıkan çatışma ve çatışma görüntülerinin ötesinde meseleyi kendisine yatırım yapılan, yapılandırılan bir sürece ve bu süreçte farklı politik grupların konumlanışları ile dayandıkları zihinsel formasyona çevirmek çok daha açıklayıcı olabilir.  
 
Türkiye’de bu tür tartışma başlıkları ortaya çıktığında kendisini sürekli doğrulayan gerçek Türkiye’nin Soğuk Savaş mantığından henüz çıkamadığıdır. Soğuk Savaş dönemi boyunca “evrensellik” iddiası ile kendisini “mutlak” bir hakikat olarak dayatan ideolojiler ve bu ideolojilerin mensupları “iktidar odaklı” ve kendi politik cepheleri için “güç temerküzünü” esas alan mücadele ve örgütlenme anlayışlarıyla karşıt pozisyondaki aktörlerle karşı karşıya geldiler. Mutlak bir hakikatin taşıyıcısı ve temsilcisi olduğu önkabulüne yaslanan ve bu yaslanmışlığın güveni ile şiddeti de kutsayan ve bayraklaştıran keskin bir duruşun kendisi için meşrulaştırdığı en vahim durum; kendisi dışındakileri yahut kendisine benzemezliği ile var ve görünen olanı, her türlü aracı da kullanarak görünmez hâle getirmekti.
 
Türkiye’nin siyasal iklimine hâkim bir atmosfer olarak karşımızda duran ve bir şekilde esaslı bir biçimde hesaplaşılması gereken asıl mesele tam da bu noktada kaim. Öyle ki bu politik tecrübenin dayandığı arka plan olarak muhkem bir biçimde belirleyiciliğini koruyan zihniyet ve bu tür bir zihniyetten neş’et eden vasat; ne hükümetin ne bir siyasi partinin ne de politik grup ya da cemaatin üstesinden gelebileceği ya da başa çıkabileceği bir durum değildir. Kendi hakikatini “bilimsellik”, “millilik”, “kutsallık” gibi kavramlarla haleleyen ve karşıtı olarak gördüğü, bildiği ile teması, iletişimi sıfırlayan; kendi sübjektif duruşu içine kendisini hapsederek bu duruşun dışarıda bıraktıklarına hiçbir biçimde alan açmaya razı gelmeyen; dolayısıyla tamamlanmış ve her türlü eksiklikten kendisini münezzeh gören söylemler ve eylemlilikler çok daha derin ve esaslı sorgulamalara bizleri mecbur etmektedir.
 
12 Eylül’e giden süreçte revaçta olan “kurtarılmış bölge” isimlendirmesinin aşikâr kıldığı ve vaat ettiği şey; ele geçen ve ele geçirilen yerde, kurtaranların dışında artık kimsenin olamayacağıydı. Kurtarma ise, adeta dogmatik bir biçimde bir “şeytan çıkarma” ayini icra eder gibi içine şeytan girdiği düşünülene rağmen gerçekleştirilmekteydi. 28 Şubat’ta ise yaşananlar bir “cadı avı” idi. Üniversitelere sokulmayanlar bu sefer başörtülü kız öğrencilerdi. ODTÜ’nün duvarlarında başörtüsü sembolü altında kapıyı gösteren afişler asılıydı. Ankara’da Gazi Üniversitesi denilince ülkücüler, ODTÜ denilince solcular üniversitenin maliki olarak beliriyordu. Bugün de bu durumun değiştiği söylenemez. Bu anlamda üniversiteler düşüncelerin çeşitliliği içinde renk renk çiçeklerin açtığı bir özgürlük bahçesi değil; yerine göre bahçıvanının değiştiği bir budama ve öğütme platformu işlevindedir. En son Akdeniz Üniversitesinde Morfoloji Bölümü binasına bir mescit açılması ile ilgili yaşanan gerginlik ve üniversitelere inançları da sokmak istemeyen ve üniversiteyi “aydınlanma” sembolü olarak bir mücadele aracı olarak okuyan bazı öğrenci ve öğretim görevlilerinin yapmış oldukları eylem de bütün bu sözünü ettiklerimiz içerisinde bir yere oturmaktadır. Üniversitelere hâkim olan örgütlü grubun sağ ya da sol olmasının pek de önemi bulunmamakta. Zira temelde birleştikleri nokta birbirlerine karşı yürüttükleri yok etme siyasetidir.
 
Öğrenci olaylarına gençlik, delikanlılık, aidiyet nosyonları üzerinden bir meşrulaştırma girişiminde bulunulabilir. Lakin bu tür bir girişim öteden beri “ötekini” baskı altına alma eylemliliği üzerine oturmuş ve bir inanç olarak benimsenmiş ve bu doğrultuda bilenmiş olan bir politik mücadele anlayışının varlığını ortadan kaldırmaya yetmez. Yine bu tür olayları meşrulaştırma girişimi üniversitelerin ve Türkiye’nin siyasi tarihi içerisinde öğrenci olaylarının bir iktidar mücadelesi içerisinde ne türden siyasi manipülasyonların aracı kılındıkları gerçeğini de ortadan kaldıramaz. Böyle bir meşrulaştırma girişimi hükümetle hesaplaşmalarını entelektüel ve siyasi olarak mümkün kılamayanların öğrenci olayları üzerinden siyaset üretmeye çalışmalarını da görmemizi engellemeye yetmez.
 
Protesto, demokratik bir haktır. Protesto, muayyen bir biçim ya da zamanlama ile kayıt altında değildir. Dolayısıyla protestoların yöneticilerin arzu edecekleri bir kıvamda yapılması diye bir ön şarta bağlanması da mümkün değildir. Lakin baskı, şiddet kimden gelirse ve kime karşı yapılırsa yapılsın eleştirilmelidir. Hükümetin icraat üzerinden takdir bekleyen ve muhalif her türden kıpırtıyı absürt olarak gören tutum alıştan vazgeçmesi gerekmektedir. Öğrenci olayları üzerinden Başbakan’ın hocalara yaptığı sitem meseleyi öğrenci-öğretmen ilişkisinin bir sonucu olarak okuma girişimi maalesef yukarıda betimlediğimiz durum dikkate alındığında son derece sıkıntılıdır. Zira zımnen eğitim-öğretimin öğrenciyi öğretmenin elinde şekillendirilmeyi bekleyen nesne olarak gören bir eğitim anlayışını ve yaklaşımını da dışa vurmaktadır. Oysaki karşılaştığımız durum konuşamaz hâle gelmenin sızısı ile malȗl ve anlaşılamadığı takdirde derin yaralar açması mukadder bir meseledir. Bu noktada, Türkiye’de politik grupların kendilerini de dâhil edecekleri esaslı sorgulamalara ihtiyaç vardır.
YeniŞafak /31.12.2012
Ali Aydın, Özgür Eğitimsen Genel Örgütlenme Sekreteri

 

Emin Çölaşan’ın şantajcılığı mahkemece tescillendi

Biliyorsunuz Emin Çölaşan “namus timsali” bir gazeteci…
Nerde bir yolsuzluk, hırsızlık varsa üstüne gider, laik cumhuriyeti ve Atatürkçülüğü korumak için göğsünü siper eder… Şahsi menfaatlerini hiç düşünmez,hep vatanını düşünür… Bu “namus timsali” Çölaşan ile ilgili Nagehan Alçı bir seri yazı yazmıştı geçen yıl. Nagehan’a göre Çölaşan “Vatan millet bahane, şantajdan götürülen paralar şahane” ideolojisine mensuptu…
Çölaşan’ın minik kuşu Uzanların yaptığı soygunları belge belge önüne koyuyordu ama Çölaşan masa altına saklıyordu…
Uzanların çifte hesap tutarak dünya dolandırıcılık tarihine geçen şekilde İmar Bankası’nın içini boşaltma belgeleri önüne geliyordu… O belgeler de “özel arşiv”e giriyordu…
Aynı şekilde Karamehmet’le ilgili minik kuşunun getirdiği PamukBank-Yapı Kredi belgeleri de aynı arşive giriyordu…
Ve Çölaşan ne zaman patronu bu iki grupla kavga halinde olsa, ne zaman o grubun gazetelerinde sabah akşam Doğan ailesine küfredilse başlıyordu yaygaraya… “Uzanlar bana 500 bin dolar önerdi, geçiyorum oraya…” Gelsin 500 bin dolar Çölaşan “özel kasa”sına… Yolsuzluk belgeleri “özel arşiv”lerde saklı dururken şantaj paraları da “özel kasa”lara giriyordu… 

Yazının devamını Sabah Gazetesi‘nden okuyabilirsiniz.

Acıdan Süzülmüş Metanet

0

Diyarbakır Barosu’ndan 30 avukat arkadaşla birlikte Roboski’ye gitmek üzere gün ağarmadan yola çıkıyor, İpek Yolu’nda ilerliyoruz. Karşıda el attığınızda yakalayacağınız, bağırdığınızda sesinizi duyuracağınız kadar yakın bir mesafede Suriye’nin kentleri görünüyor. Sınırdaki dikenli teller ve mayınlı sahalar, ulus-devletin yapaylığının bir nişanesi gibi. 

Mardin’e kadar herhangi bir sıkıntı yaşamıyoruz. Nusaybin’den sonra ise Roboski’ye varıncaya değin tam 10 kontrol noktasından geçiyoruz. Bir gün önce bazı grupların Roboski’ye gitmelerine engel olan jandarma ve polis, bu kez oldukça nazik; kimliklerimize bakmakla yetiniyorlar. 

Yol boyunca mükemmel bir doğa eşlik ediyor size. Geniş ovalar, derin vadiler, yarısı karla kaplanmış ama diğer yarısı ışık huzmeleriyle yıkanmış sarp dağlar muazzam bir görsel manzara sunuyor. Bu güzelliğe şahit olduğunuzda, bu coğrafyanın yaşadığı kadere daha çok kahroluyorsunuz.

Roboski, Kürtlerde derin bir travma yarattı. Son bir yılda katıldığım neredeyse her etkinlikte konu ne olursa olsun cümleler bir şekilde gelip bu katliama bağlanıyordu. Ondan kaçmanın veya onu unutturmanın imkânı yoktu. 

Roboski üzerine birçok yerde yazdım, konuştum. Ama daha önce Roboski’ye hiç gelmemiştim. Birkaç kez niyetlenmiş ama katliamın acısını taşıyanlarla yüzleşmeye cesaretim yetmemişti. Medyadan yakından takip ediyordum elbette ama onlarla birebir görüşmem olmamıştı. Onların karşısında dilimin lâl olmasından korkuyordum. 

Ekimde Mazlum-Der’in bir toplantısında Narin Ant ile tanıştım. Katliamda kardeşi Adem’i kaybetmiş olan Narin’de beni en çok etkileyen taraf, metaneti olmuştu. Dün Roboski’de aynı metaneti gördüm. Metanetin altında, bu coğrafyanın sakinlerinin yaşamlarının acılarla bezeli yaşamları olsa gerek. Sınır ticareti ile iştigal eden bir yer burası; patlayan yakınlar insanların en sevdiklerini ellerinden almış, insanları sakat bırakmış. Aileler sürülmüş, köyleri evleri yakılmış. Gençler çatışmalarda son nefeslerini vermişler; kâh PKK’li, kâh korucu olarak. Metanet; ölümlerden süzülmüş, acılardan damıtılmış bir ruh hâli burada. 


Roboski katliamı, şüphesiz, diğer ölümlerle kıyaslanamaz. Roboskililer acıya gark olmuş hâldeler, devletin üç kuvvetine de öfkeli ve kızgınlar. Doğru dürüst bir rapor hazırlayamadığı için Meclis’e, aradan bir yıl geçmesine rağmen bir tek kişiyi bir sorgula(ya)mayan yargıya, kendilerine hakaret etmeyi âdet edinmiş hükümete kızgınlar. Ama bu “dünya yıkılsın” tarzı bir öfke değil; metaneti elden bırakmıyorlar; olayın nasıl meydana geldiğini, başlarından nelerin geçtiğini ve neler beklediklerini anlatıyorlar. 

Farklı kesimlerden gelen çok sayıda insanla karşılaştım; BDP ve HDK’yı oluşturan partiler de, Azadî İslami İnisiyatifi ve Öze Dönüş Platformu gibi dindar kesime seslenen yapılanmalar da oradaydı. Samimi bir ortamdı; birbirlerini ilk kez görenler sanki eskiden tanıyorlarmış gibi davrandıkları bir hava vardı. El ve başla selamlar verilip alınıyor, benzer ifadeler dile getiriliyordu. 

Kalabalıkta karşılaştığım Gültan Kışanak, evladını kaybeden bir annenin söylediklerini aktardı. Anne, önündeki traktörü göstererek “Bununla biz erzaklarımızı taşırdık. Ama oğlumun parçalanmış bedenini de bununla taşımak zorunda kaldık. Buna dayanamıyorum” demişti. 

Zannederim Roboskililerin hissiyatını anlamak, bu annenin hemderdi olmakla mümkün. Bu anneyle hemhal olmadığınızda ve onun acılarını samimi bir şekilde paylaşmadığınızda, dünyanın tüm imkânlarını ayaklarına seferber etmeniz bir kâr etmez. 

Roboskilileri en çok rahatsız eden husus “tazminat” meselesi; herkes net bir şekilde bilmeli ki; para falan istemiyorlar. Sorunun “tazminat”a sıkıştırılması iki yönden zararlı: İlki, bu, Roboskililer açısından onur kırıcı bir durum. Çocuklarının paramparça edilmiş bedenleri orta yerde dururken paradan bahsedilmesini ayıp karşılıyorlar. İkincisi, sürekli tazminatın gündemde tutulmasının, katliamı gözden uzaklaştırdığını ve Türkiye’nin geri kalanının kendilerini anlamalarını zorlaştırdığını belirtiyorlar. Bu itibarla, hükümetin maddiyata odaklanan dilinden vazgeçmesi yapacağı en hayırlı iş olacak. Ali Akel’in dediği gibi, hükümet özür dilemekte çok geç kaldı; bundan sonra ise aslında önünde tek bir yol var: Olayın tüm çıplaklığıyla açığa çıkartılması için gerekli iradeyi göstermesi, ama öncelikle Roboskililerden af dilemesi ve onların kendilerini bağışlamasını beklemesi. 

Roboskililer bu beklentiyi karşılıksız bırakmayacaktır. 

Taraf, 30.12.2012

Özgürlüğün fikriyatı

Türk siyasi hayatında hem bu kadar hedef alınan hem de saygı duyulan; hem dışlanmaya çalışılan hem de asla vazgeçilemeyen; marjinalmiş gibi gösterilen ama bu kadar etkilenilen bir fikir hareketi olmamıştır herhalde…

Liberalizmden söz ediyorum; dostunun da düşmanının da dilinden düşüremediği; atıf yapmadan duramadığı; tıpkı her sağlam fikir hareketi gibi, cüssesiyle kıyas kabul etmeyecek kadar büyük bir etki gücüne sahip olan liberal hareketten…

Bu yazıyı Türkiye’de liberalizmin uzun bir aradan sonra yeniden doğuşuna analık eden bir kuruluşun; Liberal Düşünce Topluluğu’nun 20. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla yazıyorum.

Bundan tam 20 yıl önce, Aralık 1992’de özgürlüğün değerini hem yüreklerinde hem de beyinlerinde hisseden birkaç öncü adam, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan, Kazım Berzeg ve Melih Yürüşen bir araya gelerek “özgürlüğün fikriyatını” daha iyi anlamak ve anlatmak üzere bir topluluk oluşturdular. Liberal Düşünce Topluluğu böyle doğdu.

Kolektivizmin her çeşidine karşı tek başına 

Liberalizm elbette büyük bir düşünce geleneğidir; Mustafa Erdoğan’ın deyişiyle “akıllı birkaç kişinin bir araya gelip kurguladıkları bir ideoloji değil, 300 küsur yıllık uzun bir düşünme serüveninin muhassalasıdır” ama o birkaç akıllı -ve gözüpek- adamın 1992 yılındaki buluşması olmasaydı, 300 yıllık o düşünme serüveninin birikiminin Türkiye’de hayat ve güç bulmasının ne kadar gecikeceğini asla bilemeyiz.

Gözü pek deyişim boşuna değil.

“Ben” demenin ayıp sayıldığı, “ben”i silmenin bir insanın gerçekleştirebileceği en ahlaklı davranış kabul edildiği bir kültürde, insanları “ben”i keşfetmeye çağırmak gibi zor bir işe kalkışmak yürek isterdi gerçekten…

Devletten fazla devletçi bir halkı, devlet babanın himayesinden kurtulmuş bir hayatın daha güzel olabileceğine inandırmak; üretmenin ve kalkınmanın devletini değil, halkın işi olduğunu anlatmak; jakoben bir yönetici eliti eğer fırsat verirlerse halkın pekala kendi başının çaresine bakabileceğine; kendisi için en iyi olanı ancak onun bilebileceğine ikna etmek zordu.

Adaletin hep devlete ilişkin bir kavram olarak kullanıldığı, devletin vatandaşına bahşettiği bir lütuf sanıldığı bir ülkede hukukun üstünlüğünü kabul ettirmek ne kadar büyük bir gayret istiyordu.

Ve nihayet, liberal çizgiyle hiç tanışmamış, zihni kolektivizmin çeşitli türlerinin yıllar süren hakimiyetiyle zehirlenmiş bir aydın sınıfını, bildiğini sandığı her şeyi yeniden sorgulamaya ikna etmek hepsinden çetindi.

Liberal Düşünce Topluluğu’nun 20. yılı

İşte Liberal Düşünce Topluluğu bu hal ve koşullar altında Türkiye’nin en köklü zihni takıntılarına karşı tek başına mücadele etmek üzere kuruldu.

Bu gerçekten de büyük bir meydan okumaydı. Böylesine güçlü ideolojik tecrit koşullarında böylesi zor bir meydan okumayı fikri olarak ayaklarını çok sağlam yere basanlar yapabilirdi. LDT bunu hakkıyla yaptı.

Özellikle benim gibi totaliter eğilimlerin kol gezdiği alanlarda, üniversitelerde, basında kendi başına özgürlük mücadelesi vermeye çalışan liberaller için LDT, en zor zamanımızda kendimizi yalnız hissetmememizi sağlayan, gerektiğinde “lojistik” destek aldığımız, kendimizi test edip doğruladığımız bir adres, en yoğun saldırılarda sığındığımız bir limandı.

O limanda hep beraber hem soluklandık hem öğrendik hem de dertleşip birbirimize destek olduk.

20 yıl nasıl da geçti… İkinci 20 yılı görebilir miyim, bilmiyorum. Ama insanlığın en temel davası olan Özgürlük Davası’nın daha nice 20 yıllar süreceğinden, Liberal Düşünce Topluluğu’nun da güçlenerek devam edeceğinden kuşkum yok.

Bu Dava Bitmedi

0

Her şey, 2009’da adli bir hükümlünün, Cizre’de tanık olduğu bazı olaylar hakkında bilgiler vermesiyle başladı.

Bilgilerin önünde duran bazı dosyalardaki olaylarla benzeştiğini gören Savcılık araştırma başlattı. Aynı tarihlerde Cizre İlçe Jandarma Komutanlığı’nda oluşturulan “sivil infaz ekibi”nin içinde yer alan iki PKK itirafçısı da “gizli tanık” sıfatıyla ifade verdiler. Deliller birleştirildi ve sanıklar hakkında 1993-1995 yılları arasında 20 sivili keyfî şekilde öldürdükleri gerekçesiyle dava açıldı.

Sanıklar; dönemin Cizre Jandarma Alay Km. Albay Cemal Temizöz, Belediye Başkanı Kamil Atak ve ikisi Atak’ın yakını, üçü de PKK itirafçısı olmak üzere toplam yedi kişiydi. Hepsi tutuklandı. Dava sürerken; infaz ekibinin başı olduğu belirtilen “Yavuz” kod adlı Burhanettin Kıyak da yakalandı, hakkında iddianame düzenlendi ve davası ana davayla birleştirildi.

Önemli bir davaydı, bu.
 Zira kirli savaşta işlenen faili meçhullerin aydınlatılmasına giden yolu açma potansiyeline sahipti. Mahkeme salonu, en yakınının zalimane bir biçimde öldürüldüğünü görenlerin yürek kanatan öyküleriyle çınlıyordu. Mağdurlar, bir dönem astığı astık kestiği kestik olan kişilerin yüzlerine karşı gerçeği haykırıyor ve onlardan hesap soruyorlardı.

Mağdurların anlatımı sadece yapılan eziyetin boyutunu göstermiyor ve tarihe not düşmüyor, aynı zamanda bugüne taşınan travmaları üreten sistemin çarkının on yıl boyunca nasıl döndüğüne dair bilgi de veriyordu. Dolayısıyla bugün onu tasfiye etmek için nereden neşter vurulması gerektiği hakkında da.

Lakin yüzleşme ve arınma için olağanüstü önemli olan bu dava hak ettiği ilgiyi görmedi. Son duruşmada Atak tahliye edildi, davaya bağlanan umutlar azaldı. Halen 300 civarında silahlı gücü olan ve sık sık devlete tehditler savuracak kadar kendini güçlü gören Atak’ın tahliyesinin, müdahiller ve tanıklar üzerindeki tehdidi arttıracağı ve onların üzerinde büyük bir psikolojik baskı yaratacağı açık.

Ancak bu durum moralleri bozsa da “davanın sonu” olarak görülmemeli.

Çünkü daha yargılama devam ediyor ve dolayısıyla adaletin tahakkuku mümkün. Nitekim Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, yeni yakalanan Burhanettin Kıyak’ın sorgulanacağını ve başka soruşturma dosyalarında da gelişmelerin olabileceğini belirterek ümidini koruyor.

Öte yandan hukuk sadece yasaların gereğinin yapılmasıyla tamamlanacak bir süreç değil; hukukun işlemesi ve adaletle sonuçlanması bakımından ciddi bir toplumsal izleme hele Türkiye’de çok önemli.

Unutmamalı ki, geçmiş, sadece adliye koridorlarında gün yüzüne çıkartılamaz. Hakikate varma yolunda adli ve idari bürokrasinin ayak diremelerini aşmak için siyasi irade ve toplumsal destek lazım.

Bu, hepimizin adalete ve her duruşma günü mahkemede yerlerini alan Cizreli kadınlara karşı sorumluluğudur. Avukat arkadaşlarımdan birinin vurguladığı gibi:

“Onları hayal kırıklığına uğratmaya hakkımız yok; onlar adaleti arıyorlar, bize düşen ise yenilgiyi kabul etmek değil, artık daha fazla çalışmak.”

Gürültülü bir mekân

“Hep değişken, sonsuz derecede çeşitli, bazen kavgalı ve zorlukların sınamasına tâbi olduğu için de her şeyden daha değerli.”

Jimmy Carter, demokrasi deneyimini, hayatın kendisinden hareketle böyle tanımlıyordu. Gerçekten de demokrasiler, herkesten farklı bir sesin çıktığı gürültülü rejimler.

Türkiye’de, birçok aktörün omuz verdiği bir demokrasi mücadelesi yürüyor. Taraf, bunların arasında müstesna bir yere sahip. Seveni de nefret edeni de çok onun; asla bir araya gelmez denenler ona sempatide veya antipatide ortaklaşıyor.

Kimsenin itiraz edemeyeceği husus ise, onun çok gürültülü bir yer olduğu. Demokratik bir mecra Taraf; zıt ideolojik geleneklerden gelen ve farklı rüyalar gören insanlar var burada. Onu güçlü kılan asıl etken tam da bu: Yani, Türkiye’nin demokratik bir ülke olması hedefinde buluşan bir çeşitliliği barındırması. Bu sayede, cirminden çok yer yaktı, hem kurulu düzenin sahiplerinin hem de onun muhalifiymiş gibi yapanların tepkisini çekti.

Ama tam da bu yüzden bu sesin korunması gerek. Ben de karınca kararınca bu gürültüye katkı yapmak için artık bu serbest mekânda olacağım.

Beklerim.

Taraf, 28.12.2012

ODTÜ’de ve Türkiye’de neler oluyor?

0

İktidar ve muhalefet kendi aralarındaki kavgaya üniversiteyi ve öğrencileri alet ediyor. Bu hiç doğru değil; sonuçta olan öğrencilere olacak.

 

Filler tepinirken onlar ezilecek. Mesele ne öğrenciler aslında ne de üniversiteler. Başbakan meseleyi uzatarak tabanını yeniden toparlamaya çalışıyor, muhalefet de tükenmişliğini gizlemeye.

Önce muhalefetten başlayalım. Onlar Türkiye siyasetinin etkisiz elemanları. Sadece adları var. İktidar için siyaset stratejisinden, alternatif fikirlerden, etkili sosyal ağlardan yoksunlar. ‘Varlık’larını dışa vurmakla rahatlatıyorlar kendilerini ODTÜ’deki olaylara bu ‘fırsat penceresi’nden bakıyorlar. Gençlerin dinamizmini, cesaretini ve ‘direnişleri’ni arkalarına alarak birlikte ‘poz vermek’ istiyorlar.

Ancak bilmeleri gereken şu; demokrat, kapsayıcı ve yaratıcı bir muhalefet dili ve platformu geliştirmek yerine radikal öğrencilerin arkasında saf tutmak sadece muhalefeti ‘marjinalleştirmiş’ olur. Ayrıca, Başbakan’ın amacının tam da bu olduğunu söyleyelim.

Başbakan konuşarak, konuşmalarında ağır sözler söyleyerek konuyu gündemde tutuyor. Muhalefetin ‘radikal sol öğrenciler’ olduğu bir tabloda bütün ‘sağ’ taban AK Parti’ye yönelir. Başbakan bunu gayet iyi biliyor.

Türk sağında bir ‘üniversite ve gençlik fobisi’ olduğunu unutmayın. Üniversitelerde öğrenci gösterileri olarak başlayan olayların sonunda askeri bir darbeye doğru evrileceğine ilişkin bir korku var. ODTÜ’deki olay bu korkuyu yeniden canlandırıcı bir işlev görüyor.

Dahası ‘ODTÜ gündemi’ni son günlerde Başbakan’ın ‘derin devlet hâlâ tasfiye edilemedi’ ve ‘beni de dinliyorlar’ açıklamasıyla birlikte düşünmek gerek.  Görünen o ki Başbakan ODTÜ olayları üzerinden ‘sağ’ın üniversite-gençlik-darbe korkularını depreştiriyor, safları sıkılaştırıyor. Muhalefet ‘gençlik ve radikalizm’e indirgenerek marjinalleştirilirken, iktidar arkasındaki geniş sağ destek pekiştiriliyor. Ancak bu siyasal hesapların sonunda Türkiye biraz daha geriliyor.

Olaylara gelince… Öğrencilere karşı ölçüsüz ve orantısız güç kullanıldığından kuşku yok. Sert ve güvenlikçi açıklamalarıyla bilinen İçişleri Bakanı bile, bir öğrencinin ağır yaralanmasıyla sonuçlanan olayın ardından yaptığı açıklamada polisi ‘gereğinden fazla güç kullanma’ konusunda uyardı.

Gösteriye katılan öğrencilerin öğrenmesi gereken en önemli husus, ‘meşru’ protestonun sınırının şiddet olduğu. Kendilerinin protesto özgürlüğü kadar başkalarının da toplantı yapma ve konuşma özgürlüğüne sahip olduklarını unutmamalılar. Başbakan’ın bütün ODTÜ öğrencilerini ve öğretim üyelerini suçlayıcı tondaki konuşmaları ise hiç şık değil.

Herkesin bilmesi gereken bir gerçek de şu; ne öğrenciler ne üniversite tek sesli, tek fikirli bir bütün. Kimse üniversite veya öğrenciler adına konuşamaz. Herkes kendini temsil eder sadece.

Hem ODTÜ hem de ODTÜ’ye karşı diğer üniversiteler bildiri yayınladı olaylar hakkında. Beyler, artık herkes bildirisinin altına sadece kendi imzasını atsın, kimse bütün üniversiteyi bağlayıcı beyanlarda bulunmasın. Öğretim üyelerinin ağzı laf yapar, elleri kalem tutar. Onlar adına konuşmayı bırakın artık. 28 Şubat’ta da çok gördük bunlardan; bir yerlerden gelen işaretle üniversite bildirileri yayınlanırdı. Şimdi de ODTÜ’yü ve gösteri yapan öğrencileri kınayan bildiriler yayınlandı diğer üniversitelerden. Bunlar bana doğrudan 28 Şubat’ta, bu defa içeriğinde ‘cumhuriyetin kazanımları, aydınlanma, gericilik’ vs. geçen bildirileri hatırlattı.

Maalesef siyasetin kavga ve çekişmeleri kampüsten içeriye sokuldu. Aman gençler dikkat! Ne arkanızda duranların ne de karşınıza dikilenlerin üzerinizden siyaset yapmalarına izin vermeyin..

Zaman, 28.12.2012