Ana Sayfa Blog Sayfa 2

2024 Yılının Politik Kritiği, Atilla Yayla ile Röportaj

Röportaj Ömer Faruk Aydın

Geride bıraktığımız 2024 yılı seçimlerle, savaşlarla ve politik krizlerle doluydu. Gündemin bir an bile olsun durulmadığı bir yılı geride bıraktık. Yaşanan gelişmeleri hem ülkemiz adına hem de küresel çapta değerlendireceğiz. Bu bağlamda konuğumuz Liberal Düşünce Topluluğu’nun kurucusu, İstanbul Medipol Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla.

Sorularıma önce ülkemiz üzerinden başlamak istiyorum

Biliyorsunuz ülkemiz bir yerel seçimi geride bıraktı. Cumhuriyet Halk Partisi beklenmedik bir başarıya ulaşarak seçimleri 1. parti olarak seçimi tamamladı. Bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?

Her şeyden önce yerel seçimin sağlıklı ve demokratik bir ortamda yapılmış olması Türkiye için büyük bir başarı tabii ki. Bu Türkiye’de seçimlerle ilgili devamlı şüpheleri gündeme getiren ve seçimlerde hile yapıldığını öne süren kişilerin ve kesimlerin de yalanlanması anlamına geliyor. Eğer öyle dedikleri gibi olsaydı CHP’nin birinci parti olması söz konusu olamazdı. Ama CHP birinci parti oy yüzdesi olarak çıktı seçimden ve üç büyük şehirde de seçimleri kazandı.  Dolayısıyla CHP’nin başarısından önce bunu Türkiye demokrasisinin yeni bir başarısı olarak görmekte fayda var.

Ardından İyi Parti’de yerel seçim başarısızlığı sonrasında Meral Akşener istifa etti. Yerine Müsavat Dervişoğlu seçildi. Bu değişim İyi Parti’ye neler kattı ? İktidara tepkili milliyetçi kesimi İyi Parti nasıl ikna edecek?

Türkiye siyasetinde kötü bir özellik var. Kaybedenin gitmesi gerekir. Ama bizde kaybeden pek gitmiyor. Hatta seçimi kaybedenlerin yeri daha da sağlamlaşıyor, ilginç bir şekilde. Mesela Kılıçdaroğlu işte 10-12 tane seçim kaybetti. Genel başkanlıktaki yeri yine de sağlamlaştı.

İYİ Parti biraz bunun dışına çıktı sayılabilir. Meral Akşener seçimde istediği başarıyı elde edemediğinde siyaseti bıraktı aslında. Sadece genel başkanlıktan çekilmedi. Siyaseti de bıraktı ve onun yerine Müsavat Dervişoğlu geldi. İYİ Parti MHP geleneğinden gelen bir partidir. MHP eskiden Türk milliyetçilerini temsil eden yegâne parti olarak bilinirdi. Ülkece MHP eğilimleri bilinirdi. Şimdi İYİ Parti’nin ortaya çıkması MHP geleneğinde de bir farklılaşmaya sebep oldu. MHP Cumhur İttifakı’nın bir üyesi biliyorsunuz. İYİ Parti de işte Millet İttifakı’nın, altılı masanın bir üyesiydi.

Bu çerçevede daha seküler milliyetçilerin İYİ Parti’de toplandığını ve dindarlıktan etkilenmiş milliyetçilerin de MHP’de kaldığını söyleyebiliriz. Bu mesela en somut bir şekilde kendisini Suriyeli sığınmacılara karşı tavırlarda gösterdi. Aslında MHP tabanı da genel olarak sığınmacılara karşı olması gereken bir taban ama Cumhur İttifakı’nın olmasının tersiyle daha makul, mutedil bir çizgiyi takip etti. İYİ Parti ise dolu dizgin gidiyor bu konuda.

İYİ Parti’nin geleceği var mı peki?

Bana göre İYİ Parti’nin pek geleceği yok. Zaten parti dağılıyor biliyorsun. İstifalar oluyor ve parti küçülüyor.

Küresel siyasete geçmek istiyorum. Bizim onayımızla beraber İsveç’in NATO üyeliği tamamlandı. Bu gelişmeyi nasıl okuyorsunuz ve NATO-Türkiye ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

NATO Türkiye’nin eşit şartlarla üye olduğu tek uluslararası kuruluş. NATO’da eşit söz hakkına sahip Türkiye. Bu bakımdan önemli. İkincisi Türkiye bir Batı İttifakı üyesi olarak da NATO üyesi olmaktan faydalar sağladı. Mesela Türkiye demokrasisi de bu çerçevede güç kazandı diyebiliriz. Çünkü NATO ülkeleri genelde demokratik ülkeler ve demokratik standartlara uymaları bekleniyor. Bu bakımdan Türkiye’nin NATO üyeliği iyi bir şey. İsveç’in üyeliği meselesinde Türkiye bazı şartlar öne sürdü ve kısmen de bu şartlar kabul edildi. Bu da iyi bir şey. Şartların tamamında haklı olduğu söylenebilir mi? O bir tartışma konusu ama İsveç gibi bir ülkede PKK çizgisine fazlasıyla açık bir politika takip ediliyor. Bu da hem ittifak içerisindeki ilişkilere yakışmayan bir şey hem de Batı İttifakı’nın Türkiye’ye karşı önyargılarının yansıtıldığı bir şey. O bakımdan Türkiye’nin İsveç’in üyeliğine izin vermesi süreci başarılı bir politika olarak görülebilir.

Amerikan seçimlerine değinmek istiyorum. Trump Harris’e karşı kazanarak 2. kez Amerikan başkanı oldu. Trump Biden’dan farklı neler yapacak ABD politikalarını nasıl öngörüyorsunuz?

Trump öngörülemez bir adam. Cumhuriyetçi ama tipik bir cumhuriyetçi değil. Her politikacıda olduğu gibi Trump’ta da iyi şeyler de var, kötü şeyler de var. Mesela piyasaya verdiği önem demokratlara nispeten daha fazla. Bu onun iyi taraflarından birisi, ama diğer taraftan korumacı eğilimlere de sahip. Harris’e karşı kazandığı zafer Trump’ın da beklemediği kadar büyük bir zafer oldu. Çünkü Trump’ın seçimde kazandığı ilk seçim oranı 2016 seçiminde rakibi Clinton’dan daha az oy almıştı. Bu sefer ise 5 milyona yakın fazla oy aldı. İlk seçimde 3 milyon az oy almıştı. Ama ikici seçmenler heyetinde cumhuriyetçiler çoğunlukta olduğu için seçilmişti. Bu sefer kelimenin gerçek anlamında bir zafer kazandığı söylenebilir.

Amerikan siyaseti de tabii ki gitgide gerilimlerinin arttığı bir siyaset. Demokratlar ve cumhuriyetçiler arasında bir bloklaşma var Türkiye’deki siyasete benzer bir şekilde. Son terör olayları da mesela şüphe uyandıran olaylar. Bazı yorumculara göre Trump’a ve Elon Musk’a bir mesajdır bu olaylar. Ama Trump’ın dünya barışına katkıda mı bulunacağı yoksa en azından mahalli ihtilafları tahrik ve teşvik mi edeceği belli değil. Panama’yla ilgili sözleri, Kanada’nın Amerika’nın eyaleti olması gerektiğine ilgili ilişkin sözleri, kutuplara ilişkin Danimarka’ya laf eden sözleri pek de hoş sözler değil. Gazze konusunda da ne yazık ki Trump’ın Biden’dan farklı bir politika izleyeceğini zannetmiyorum. Gazze politikası genel olarak Batı’nın, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin, çifte standartlılığının çok açık yansıdığı bir vakalar serisi olarak boy gösteriyor.

İkinci Trump döneminde Türkiye-ABD ilişkileri nasıl olacak? Bizleri neler bekliyor?

Bu daha ziyade Trump’ın ne yapacağına bağlı. Bu çerçevede de mesela Suriye’deki YPG’ye karşı nasıl bir tavır alacaklar, bu önemli. YPG’ye destek mi verecekler yoksa Amerikan askerleri YPG’yi kendi kaderiyle mi baş başa bırakacak? Türkiye tabii ki ikincisini istiyor. Şam yönetimi de büyük bir ihtimalle ikincisini istiyor. En azından kısa vadede Pentagon’un bürokratik vesayetin mikro yansımalarından birisi olarak Trump’a direneceğini zannediyorum ben. Yani YPG’ye destek verilmeye devam etme politikasını takip edeceğini zannediyorum. Ama orta ve uzun vadede Trump’ın ağır basacağını ve Amerika’nın Suriye’nin kuzeyinden çekileceğini düşünüyorum. Bu da Türkiye-Amerika ilişkilerinin daha iyi gitmesi anlamına gelecektir.

Başka problemler de var tabii. F-35 problemi var mesela. O nasıl olacak? Bir diğer problem Fethullahçıların orada boy göstermiş olması. Fethullah Gülen’in ölümüyle bunun önemi azaldı ama hâlâ problem devam ediyor. Çünkü Gülenistlerin, Gülencilerin, FETÖ’nün ana karargâhı Amerika.

İsrail’in yıllardır Gazze üzerindeki zulmü malumunuz. Bunun yanında İran ve Lübnan’ın İsrail’e karşı sıcak çatışmaya girdiğini gördük. Ortadoğu’da İsrail’e karşı güç dengelerini nasıl yorumluyorsunuz?

Şimdi Orta Doğu’da İsrail’e karşı bir güç dengesi pek yok. Çünkü Ürdün ve Mısır gibi iki tane önemli ülke. Amerika’nın kontrolünde ve İsrail’e karşı en azından düşmanca bir politika takip etmiyorlar. Amerika onları bir şekilde kontrol ediyor. Amerika üzerinden de İsrail kontrol ediyor. Suriye’de rejim yeni değişti. Yeni rejimin kendisini tanıtması biraz zaman alacaktır. Dolayısıyla Suriye’den de İsrail’e yönelik bir ciddi tehlike ortaya çıkmayacaktır. Bu hususta en çok sesini çıkartan Türkiye oldu. Hem devamlı İsrail’in bir soykırıma olduğunu vurguladı, hem de Netanyahu’nun ve yakın adamlarının yargı önünde hesap vermesi gerektiğini söyledi. Aslında Gazze olayı Batı’nın liberal değerlerle ters düşmesi açısından da değerlendirilebilir.

Zaman zaman bazı sosyalist ve İslamcı yazarlar Batılı değerlerin çöktüğü yolunda yorumlar yapıyor. Bu yorum pek doğru değil. Çöken Batılı değerler değil. Daha ziyade çöken Batı ülkelerinin Batılı değerler denilen liberal değerlere bağlılık iddiası. Mesela Amerika’da ifade hürriyeti Filistin’e destek eylemleri söz konusu olunca kolaylıkla ihlal edildi. Üniversite öğrencileri tahakküm altına alındı.

Bazı üniversite hocaları görevlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Amerika başta olmak üzere Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de de benzer vakalar vuku buldu. Batı’nın ifade özgürlüğüne gerçeten inanmadığı ortaya çıktı. Aslında Batılı değerler değil, liberal değerler olan değerleri, dünyanın diğer kısımlarına karşı bir silah olarak kullanmakta istekli olduğu, ama kendisinin de bu değerler açısından yargılanmaya pek hazır olmadığı anlaşıldı. Bu zannediyorum ki teoride de tartışılacak bir mesele. Önümüzdeki yıllarda bununla ilgili makale ve kitaplar ortaya çıkacaktır. Ben küçük bir yazı yazdım ama daha fazlasını yapmak lazım. Bu değerlere sahip çıkmak lazım. Çünkü insan hakları belli bir coğrafya veya kültüre ait değildir. Bütün insanların ortak bir değeridir. Bu değerler açısından da yargılanmayı sadece Batı dışı dünya değil, Batı da hak etmektedir.

Yılın son aylarında Suriye’de 61 yıllık Baas rejimi çöktü. Beşar Esad devrildi ve ülkeden kaçtı. Yeni süreç Suriye halkına neler getirecek? Türkiye de bu sürecin bit parçası olarak gözüktü. Türkiye’nin politikaları nasıl devam etmeli ?

Şimdi Baas rejimi çöktü. Baas rejimi tabii bir diktatörlüktü. Yarı otoriter, yarı totaliterdi. Ya da ağırlıklı olarak otoriter bazı bakımlardan totaliter bir rejim söz konusuydu. 61 yıldır süren bir rejimdi bu. Bu rejim çöktü. Hiç beklemedik bir anda çöktü. Buna şaşıranlar var. Pek şaşırmaya gerek yok.

Çünkü burada ahlaklı ve meşru olmak kazandı. Her ne kadar muhalifler Esad’ın güçlerine göre daha büyük bir güç değilse de daha ahlaklı bir pozisyondaydılar ve daha meşru bir pozisyondaydılar. Çöküşün ana sebebi budur bana göre. Zaten büyük ölçüde İran’ın ve Rusya’nın desteğiyle ayaktaydılar. İran sahada kendi elemanlarıyla muhaliflere karşı savaşmaktaydı. Rusya ise çok korkunç bir hava desteği vermekteydi. Bu destekler de ortadan kalktı.

Şimdi yeni rejim ne olacak? Yeni rejim tabii ki İslamcı bir yönelişten gelen insanların başını çektiği bir rejim. HTŞ Batı tarafından en azından çok yakın zamana kadar terör örgütü olarak kabul edilmişti. Ahmed El Şara’ın başına da ödül koymuştu Amerika Birleşik Devletleri bu ödülü kaldırıldı.

Türkiye’nin büyük bir rolü oldu tabii ki. Türkiye bir anlamda Suriye’deki rejimin değişikliğinin ana aktörüdür. Bu da Türkiye için bir başarı sayılabilir. İşler olağan çizgisinde giderse Türkiye ile Suriye bir anlamda kardeş ülkeler olarak ortak yol yürüyecekler. Türkiye Suriye’ye çeşitli bakımlardan yardımcı olacak. Burada önemli olan tabii ki Suriye. Suriye de Türkiye gibi çokkültürlü bir ülke. Yani Türkiye’de etnik çoğulculuk, dini çoğulculuk nasıl varsa Suriye’de de etnik ve dini çoğulculuk var. İşte Kürtler var mesela, Nusayriler var, Dürziler var, Hristiyanlar var. Önemli olan her kesimin rahatsız edilmeden temel hak ve özgürlüklerine sahip olması ve onları kullanması.

Suriye’de demokratik bir sistem oluşturulmalı ve demokratik siyasi süreçler herkese açık olmalı. Temennimiz ve umudumuz bu istikamette bir rejimin kurulması. Ama tabi ki bunun olacağının yüzde yüz garantisi yok.

Şu ana kadarki gidiş umut verici. Türkiye’nin de rejime devamlı telkinlerde ve tavsiyelerde bulunması ve rejimin önde gelenlerin de bu telkine tavsiyeler açık olması Türkiye için bir şans. Ama nereye gidileceği başka faktörlere de bağlı. Benim temennim Suriye’de demokratik, temsil kabiliyetine sahip, siyasi çoğulculuğa ve rekabete yer veren bir rejimin ortaya çıkması.

Hocam son olarak biliyorsunuz ki Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve Devlet Bahçeli’nin söylemiyle beraber Abdullah Öcalan’ın üzerinden bir “yeni çözüm süreci” diye adlandırabileceğimiz bir süreç başlatılmak isteniyor ve MHP ile DEM arasında bir görüşmeler söz konusu. Bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?

Siyasi yumuşama iyi bir şeydir. Devlet Bahçeli dışarıya genellikle sert gönderen ama özel hayatında makul ve mutedil olan, yumuşak olan bir insan, bildiğim kadarıyla. Hoş sohbet ve espritüel bir adam.

Hiç beklenmedik bir anda da bu çağrıyı yaptı. Öcalan gelsin, DEM grubunda konuşsun gerekirse ve örgütünün lağvedildiğini açıklasın dedi. Bu çağrı makul bir çağrı. Çok yerinde bir çağrı. Zamanlaması da ilginç. Ama bu çağrı diğer taraftan da şartların dayattığı bir hususa işaret ediyor. Çünkü PKK yurt içinde aşağı yukarı hiçbir eylem yapamaz hale getirildi. PKK’nın Türkiye’deki bütün bölgelerde egemenliği kırıldı. Fakat PKK militanları yurt dışında Kuzey Irak’ta ve Suriye’de de teşkilatlanmış vaziyette.

Türkiye’nin terörle mücadele politikasındaki bir değişiklik bu sürece girilmesine sebep oldu. Biliyorsunuz eskiden bekle saldırı olsun, saldıranları takip et şeklinde bir politikayı Türkiye takip etmekteydi. Şu anda ise terörist neredeyse orada bul ve imha et politikasını takip ediyor Türkiye.

Dolayısıyla, Kuzey Irak ve Suriye’de gerek TSK gerek MİT devamlı operasyon yapıyor. Suriye’deki değişiklikten ve Amerika’nın PKK’ya destek verip vermeyeceğinin belli olmaz bir hale gelmesinden sonra da YPG sıkışmış vaziyette. En makulü bu güçlerin silahları gömmeleri ve siyasete dönmeleri.

Aslında Türkiye tarihi bir iş yaptı. Mesela Avrupa ülkelerinin demokrasisinden daha ileri bir demokrasiyi gerçekleştirerek TBMM içerisinde ayrılıkçı bir partiye, etnik temsil iddiasında olan bir partiye var olma imkânı tanıdı. Bu harika bir gelişmedir Türkiye için. Ama demokratik siyasetle şiddet bir arada olmaz. Bu ikisi birbirini tasfiye etmeye yönelir. Birisi varsa diğeri tasfiye olur. Dolayısıyla, aslında DEM’in bu çağrı olmadan da Kandil’i insafa davet etmesi ve Kandil’i kendi kendisine lağvetmeye davet etmesi gerekirdi. Bu tabii ki Kürtlerin bütün taleplerinin hemen karşılandığı anlamına gelmiyor, ama her şey bir süreç meselesi.

Demokratik süreçlerle ilerlenmeli. Siyaset yaparak ilerlenmeli. Eğer o doğrultuda bir gelişme olursa Türkiye için bu harika bir gelişme olur. Kırk yıldır süren ve on binlerce insanın ölümüne, milyarlarca dolar paranın heba edilmesine sebep olan bir problem ortadan kalkacak demektir.

Fakat DEM çizgisinde meselenin tam bu şeyle kavrandığına dair şüphe duymamıza sebep olacak şeyler var. Bence Öcalan’ın açıklamaları da meseleyi tam olarak anlayamadığını gösteriyor. Hala bir tür pazarlık peşindeler. Halbuki demokraside pazarlık zaman içerisinde ve demokratik süreçlerle yapılır. Yani iki etnisite oturup karşılıklı pazarlık yapacak ve şu şunu veriyor bu bunu veriyor denilecek bir durumda değiliz. Umarım bu çizgiye de gelinir.

Temennim bu çizgiye gelinmesi. Bunun böyle olup olmayacağını anlamak için de biraz zamana ihtiyacımız var.

İslam ve Hürriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan 7. Din Şurası’nda yaptığı konuşmada “İslam varsa hürriyet vardır” dedi. Bu sözü nasıl okumak ve anlamak lazım?

Bu söz iki türlü anlaşılabilir. İlkinde bir yerde İslam’ın var olmasının oranın özgür olmasına sebep olduğu ve olacağı biçiminde. İkincisi ise bir yerde İslam varsa orada İslam’ın var olmasına izin veren bir hürriyet olduğu biçiminde. Daha kestirmeden söylemek gerekirse İslam’ın özgürlüğün sebebi ve kaynağı olduğu veya hürriyetin İslam’ın var olmasının ön şartı olduğu şeklinde. Daha da kestirmesi, iki okuma, İslam’ın özgürlük getirdiği veya İslam’ın özgürlük gerektirdiği biçiminde yapılabilir. Bu okumalardan hangisi doğrudur? Bu hususta teoriye ve tecrübeye dayanan cevaplar verebilecek durumdayız.

Önce bir noktanın altını çizmekte fayda var. Bir kimse bir kavramı-görüşü-teoriyi-ideolojiyi-dini çok sevebilir ama bu sevgi onun bütün iyiliklerin ve iyi şeylerin kaynağı olduğunu göstermez. Mesela ülkemizde bununla ilgili tipik bir örnek cumhuriyet kavramı üzerinden verebilir. Cumhuriyet severliği ‘cumhuriyetperestliğe’ çeviren bazıları hayattaki tüm iyiliklerin ve güzelliklerin cumhuriyetten kaynaklandığını ve cumhuriyetin asla yanlış ve kötü bir şey yapmayacağını var sayıyor. Bu yüzden, 29 Ekim kutlamalarında saçma sapan, akla, mantığa ve hakikate aykırı mesajlar verilebiliyor. Oysa, alana ve tarihe bakıldığında cumhuriyetlerin otoriter, totaliter ve demokratik olabildiği görülüyor. Dolayısıyla, otoriter ve totaliter cumhuriyetleri görmezden gelip cumhuriyetleri genellikle demokrasinin sonucu ve meyvesi olan iyiliklerle özdeşleştirme yoluna gitmek yanlış.

Benzer bir durumun İslam söz konusu olduğunda da ortaya çıkması mümkün. Dinler hayatın belli alanlarında hakikati temsil etme iddiasındadır. Bir alanda iki hakikat olamayacağına göre bütün dinler doğal olarak diğer dinlere karşıdır. Her din hakikatin kendisinde olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, dinler herkesin kendilerine inanmasını ve dediklerini yapmasını isterler. İslam ve Hristiyanlık tarihi buna şahittir. Bu bir çatışma sebebi olur. Sadece dinler arasında değil aynı dinin farklı yorumları arasında da bu hususta çok kötü, hatta korkunç kavgalar olmuştur. Dinlerin tarihi bir bakıma savaşların tarihidir. Bu savaşlarda insan kanı sel gibi akar ve binlerce insan diğer insan kardeşleri tarafından yok edilir. Tipik bir örnek olarak Avrupa’da vuku bulmuş olan din savaşlarına bakılabilir.

Bu ağır sorunun çözümü din özgürlüğünü öne çıkartarak bulunabilmiştir. Buna göre, herkesin dini kendisinedir. Din özgürlüğü sadece şu veya bu dine mensup olanların değil her dine mensup insanların hakkıdır. Başka bir deyişle, bir çerçeve değer olarak özgürlük farklı ve rakip dinlere mensup insanların önce var olabilmesi sonra da bir arada ve barış içinde yaşayabilmesi için elzemdir.

Özgürlük genel bir değer olarak hiçbir dinden türetilemez. Her din kapsayıcı bir şekilde beşerî dünyaya egemen olmak ister. Dinlerin çokluğu ve farklılığı bir çatışmaya varabilecek bir zıtlaşma sebebi olabilir. Bu yüzden, dinler özgürlük getiremez. Tam da tersine, dinlerin özgür olabilmesi için özgürlüğün önceden var olması gerekir.

Özgürlük tüm insanları kuşatan genel bir değerdir. Özgürlük tüm insanlara dil, din, cinsiyet, etnisite vs. farklarına bakılmaksızın tanınır. Ancak bu özgürlük ortamında insanlar din tercihlerini serbestçe yapabilir ve bu tercihlerinden dolayı rahatsız edilmez. Buna karşılık, şu veya bu dine bağlılık özel bir değerdir ve sadece o dine inananları ilgilendirir.

Dolayısıyla, İslam -veya başka herhangi bir din- hürriyet getirmez, bir yerde İslam’ın -daha doğrusu Müslümanların- var olabilmesi ve hür biçimde yaşayabilmesi orada hürriyetin var ve kurumsallaşmış olmasına bağlıdır.

Bir Yarım Almanak: 2025’e Girerken Bizim Meselelerimiz

2024 bitiyor. 2024 Türkiye için yine oldukça yoğun ve yorucu bir yıl olarak geçti. Güzel şeyler de oldu, maalesef çok üzüldüğümüz meseleler de.

Türkiye 2024’ün ilk aylarına bir seçim atmosferinde girdi. 31 Mart seçimleri yaşandı. Mayıs ve sonrasında halkın genel beklentisi ekonomiye yönelik olsa da ekonomide beklenen düzelme gerçekleşmedi. Bir yandan erişim engellerini, tören düzenini ihlâl eden teğmenleri, hakaret davalarını, TUSAŞ terör saldırısını, kayyımları, sosyal krizi açıkça ortaya koyan birtakım toplumsal olayları konuştuk. Gazze’de soykırım sürmeye devam etti. İyi şeyler de oldu. Suriye’de zalim bir diktatör çok şükür ki devrildi. İlk kez bir Türk uzaya çıktı ve 8 Haziran’da ikinci Türk de uzaya gönderildi. Türkiye okçulukta ve atıcılıkta madalyalar kazandı. Yusuf Dikeç bir marka haline geldi, Türkiye’yi epey tanıttı. Akciğer kanseri aşısı 7 ülkeyle birlikte Türkiye’de de denenmeye başlandı. Yapay zeka kullanımı arttı. Daron Acemoğlu Nobel Ödülü kazandı.

2024’e veda ederken belli aralıklarla yazılar kaleme aldığım bu mecrada, bir almanak mahiyetinde olmasa da belli başlı hususları değerlendirmek ve fikirlerimi ifade etmek amacıyla bu yazıya niyetlendim. Öyleyse başlayalım:

Her şeye rağmen Türkiye büyük bir güçtür ve gelecek 25 yılda bölgenin lideridir.

Daha evvel yazdığım yazılarda Türkiye’nin önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde bölgenin tartışılmaz otoritesi, başat gücü olacağını ancak bunun için belli adımları atması gerektiğini yazmıştım.

“Geriye dinamik nüfusu ile artan askerî teknolojisi, NATO’nun en büyük 2. kara ordusu, istikrarlı demokrasisi (aynı partinin kazanmasından bahsetmiyorum, güvenli ve demokratik şekilde tekrarlanan seçimlerden bahsediyorum), Gabar civarında çıkan petrolü, yenilenebilir enerji yatırımları, Kalkınma Yolu Projesi, Afrika’da gerçekleştirdiği hamleler ile Türkiye kalmaktadır. Türkiye, kısa-orta vadede bölgede ve ilerleyen süreçlerde küresel ölçekte hegemon güç olmaya adaydır ancak dört önemli sorunu çözmesi gerekmektedir: Ekonomik İstikrarsızlık, Kürt Sorunu, Tarım-Hayvancılık Sorunu ve Düzensiz Göç Sorunu.” (“Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri”)

Aynı yazıda henüz Bahçeli’nin söylemleri ortada yokken ve çözüm süreci tartışılmıyorken Erdoğan’ın milliyetçileri ikna etmesi halinde Kürt sorununun çözümü için adımlar atılabileceğinden bahsetmiştim:

“Erdoğan hükümeti, eğer milliyetçileri ikna eder ve milliyetçilerle birlikte, askerî operasyonların ardından yeni bir süreç başlatırsa, Özal döneminde konuşulan bazı teorileri (kesinlikle federatif yapıdan bahsetmiyorum) hayata geçirebilir. Bu durumda sınır güvenliği sağlanmış, Kürtlerle sorun yaşamayan Türkiye ve muhtemelen Kürtlerle artarak sorun yaşamaya devam eden Suriye-İran tablosu görebiliriz.”

Bütün bunların ardından Suriye’de de önemli gelişmeler yaşandı.

İsrail’in Hizbullah saldırıları sonrasında sahada oldukça zayıflayan Esat yönetimi Türkiye’nin muhalifleri örgütlemesi, desteklemesi ve yönlendirmeleri ile çok şükür ki devrildi. Ancak Suriye’de olan bitenleri ikiye ayırmalıyız; Esad’ın devrilmesi zaferdir lakin Suriye’nin geleceğine dair endişe duymak için de pek çok sebep vardır. Umut edelim ki Suriye’de birlik sağlanır ve demokratik bir yönetim oluşturulabilir. Ancak vaka şudur:

  • Türkiye artık İsrail ile neredeyse komşudur ve her an tehdide dönüşebilir.
  • Suriye’de güçlü bir Kürt bölgesi vardır ve bu bölgede ağır silahlara sahip, kısmen eğitimli, kısmen nizami bir grup bulunmaktadır.

Bu iki hususu değerlendirmek gerekir. Bazı hususları anlamak içinse biraz tarih biraz geleceğe ilişkin gelişmelere bakmak gerekir:

Post Vestfalyan sistemin çatlamaya başladığı günümüzde, enerjinin merkezi Ortadoğu ve Asya’da istikrar önemlidir ancak güç savaşları da daha şiddetli yaşanacaktır.

Bir yanda ABD içerisindeki güç savaşları, bir yanda Çin bir yanda güç kaybetmekte olan Rusya ve Avrupa dururken Avrupa’dan kaderini ayıran İngiltere etkisini artırmaya ve güçlenmeye devam etmektedir. Öte yandan dünyamız çok hızlı şekilde değişirken, ulus üstü şirketler ve yeni teknolojik gelişmeler Vestfalyan Düzeninin devletlerini de değiştirecek ve dönüştürecektir.

Bazı temel gerçekler ise her daim sabittir: Enerji hatlarının güvenliği ve istikrarı önemlidir. Ortadoğu ve Orta Asya önemli bir pazardır. Türkiye ise önemli bir jeopolitik konuma sahiptir ve Ortadoğu’nun demokratik, istikrarlı neredeyse tek ülkesidir.

Türkiye’nin temel dış tehditlerine bakıldığına tablo özetle şu şekildedir: Ege’de Yunanistan’ın çıkardığı sorunlar, Kıbrıs’ta Türk Devleti’nin tanınmaması, Irak-Suriye’de yaşanan istikrarsızlıklar, Karadeniz’de Rusya-Ukrayna Savaşı’nın yarattığı istikrarsızlık, İran üzerinden gelen göç ve uyuşturucu/kaçak ticaret, Ermenistan ile kapalı sınırlar ve sözde birtakım iddialar ile mücadele etmeye çalışmaktadır. Diğer yandan terörle mücadele için ciddi bir bütçe ayırmıştır ve ayırmaktadır.

Bunların dışında Türkiye’de adeta kronikleşmeye eğilimli bazı sorunlar da bulunmaktadır.

Bunları diğer yazılarımda da dile getirmiştim: 1- Ekonomik istikrarsızlık ve kırılganlık 2- Kürt Sorunu 3- Göçmen ve uyum politikalarında yetersizlik ve düzensiz göçe yönelik tedbir alınmaması 4- Temiz ve güvenilir tarım-gıda sorunu

Bu sorunlara birazdan değineceğim ve bazı önerileri yine, yeniden sunacağım.

Soğuk savaş sonrasında Asya ile ilişkilerini güçlendiren, 21. yüzyılda ise Erdoğan’ın önce “Yeni Osmanlıcılık” sonra kısmen milliyetçi ve halihazırda daha özgün olmaya dönmesi zorunlu olan dış politika stratejisi ile Türkiye hem Orta Asya’da hem de Ortadoğu’da etkinliğini artırmaktadır.

Gelinen noktada, Türkiye Suriye’de bir manevra alanı yakalamıştır. Ancak bundan sonrasında Suriye’yi imar etme yoluna gidilirken ve Suriye’de yeni yönetim kurulurken Türkiye’nin yeni adımlarını da iyi kurgulamak gerekir.

Bu noktada, bana kalırsa Türkiye’nin, öncelikle Deng Xiaoping’in Çin’e 1990larda öğütlediği, “sessizce büyümek, kimseyi ürkütmemek” veya “sessiz, derin, mütevazı” şekilde ilerlemek şeklindeki tavsiyelerini bir süre uygulaması gereklidir.

Türkiye dış politikada etki alanını genişletip, güvenliğini ve Ortadoğu’da istikrarı sağlamaya yönelik yeni adımları atmadan evvel 10-20 yıllık bir iç dönüşüme girmeyi hesap etmelidir.

Bu iç dönüşüm için öncelikle ülkede güven ve huzur ortamının sağlanması, bunun için de ilk olarak hukukun üstünlüğüne yönelik adımların atılması ve adalete olan inancın onarılması şarttır. Adaletin hızlandırılması, infaz rejiminin değiştirilmesi, sürekli gündeme algıyı otoriterleştirmeye dönüştüren “hareket” gibi basit suçlardan ötürü göz altı ve tutuklulukların veya adli tedbirlerin önlenmesine yönelik kanuni düzenlemelerin sağlanması bu yazıda anabileceğim birkaç öneridir. Bu hususta daha evvel Türkiye’nin Hukuk Problemi başlıklı yazımda detaylıca öneriler ele almıştım.

İç dönüşüm ve sağlamlaştırma yapılırken bir yandan ekonomide kırılganlık giderilmeli, zayıf olduğumuz noktalar güçlendirilmelidir. Vergi alanında artık adil bir düzen sağlanmalı, vergiler düşürülerek daha çok vergi toplanması sağlanmalı ayrıca vergi toplama maliyetleri de düşürülmelidir. Uzay sanayi, yapay zeka gibi alanlarda AR-GE çalışmalarında devlet öncü olarak üretim modelleri de bu iç dönüşüm sürecinde değiştirilmelidir. Bunların yanı sıra özellikle sahil kesiminde kaynağı belirsiz para ile mücadele daha da artırılmalıdır.

Bu iç dönüşümün bir diğer ayağı tarım ve hayvancılık hususudur. Gıdası temiz, helal ve sağlıklı olmayan bir milletin kalkınması mümkün değildir. Bedenimizin ve zihnimizin yakıtı gıdadır. Hatta yediğimiz-içtiğimiz gıdalar ruhumuza dahi etki eder. Öyleyse sağlıksız katkı maddelerine ilişkin yasal düzenlemeleri yeniden gözden geçirmeli, “güvenli sınır” kabul edilen miktarlar, kanuni hak olmaktan çıkarılmalı, en azından izin verilen miktarlar daha da düşürülerek daha az maruziyet sağlanabilmelidir. Yine ülkemizde en çok tüketilen beyaz ekmekteki tuz ve beyaz un oranı değiştirilse dahi önemli bir adım atılabilir.

Sağlıksız gıdalar hem bireye hem de topluma yüktür. Bu gıdaların tüketilmesinin önüne geçmek için düzenli olarak propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yapılmalı, imkânlar ölçüsünde kısıtlamalar uygulanmalıdır.

Öte yandan sağlıksız gıdalara yönelik “sağlığı tehdit vergisi” konularak ve bu vergiden elde edilen gelirler SGK bütçesine aktarılarak bu gıdaları tüketenlerin sağlık sistemine ve bütçeye olan yükü bir nebze olsun azaltılabilir.

Örneğin margarin ve sağlıksız yağlara, sigara ve alkole, kola, gazoz gibi gazlı ve bol şeker şuruplu içeceklere, belli bir düzeyin üstünde şeker şurubu gibi doğal şeker içermeyen ürünlere (güvenli ve izin verilen miktarda olsa dahi) “sağlığı tehdit vergisi” konulabilir.

Diğer yandan benim başından beri vurguladığım tarım-hayvancılık sorunu elbette bu önemli hususları içerse de asıl olarak dünyanın yakın gelecekte yaşayacağı gıda krizine ilişkindir. Türkiye bir an evvel tarım arazilerini ıslah etmeli, nitelikli, temiz ve teknolojik tarıma geçmeli, çiftçiler bilinçlendirilmelidir.

Dünya bir gıda krizi yaşayacaktır ve Türkiye bu gıda sorununu çözmeye aday ülke olmalıdır.

(Bir diğer aday ise Rusya’dır.)

Bu konuda bir hususu daha burada dile getirmek istiyorum. Tarım Bakanlığı’nda görev yapan üst düzey bir bürokrat tanıdığımla otururken Sudan’da kiralanan arazileri sormuştum. Ne yazık ki istenilen verimin alınamadığını ve stratejik bir hata yapıldığını söylemişti. Örneğin Romanya’dan tarım arazileri alınmasının daha doğru ve işlevsel olabileceğini belirtmişti. Bunu da burada bir eleştiri mahiyetinde kaleme almak istedim. Türkiye’nin çeşitli ülkelerde tarım arazileri ile tarım yapması önemli bir vizyondur ancak öncelikle ülkemizdeki kuraklaşma, bilinçsiz tarım uygulamaları, çiftçinin ekonomik olarak zor durumuna çözüm bulmak gerekir.

Özetle, Türkiye’nin olası senaryolarda sıklıkla zikredilen tarım ve gıda krizine ilişkin çözüm gücü olma fırsatını değerlendirmesi ve bunun için tarım sorununu çözmesi gerekmektedir.

Bir diğer sorun ise göçmenlere yönelik politikasızlığımızdır. Yabancılar hukuku alanında faaliyet gösteren bir avukat olarak belirtmem gerekir ki Göç İdaresi Başkanlığı’nın bir iç disiplini, bir iç işleyişi, bir iç politikası maalesef yoktur. Kurum inanılmaz derecede yavaştır. Kurumun uyum süreçlerine ilişkin bir çalışması var mıdır bilemiyorum ancak hiç duymadığımı ifade etmeliyim.

Göç sorunu, göçmenleri geri gönderme mevzusu değildir. Türkçe öğretebilme, uyum sağlatabilme, katkı sağlatabilme mevzusudur.

İnsan hakları ihlali derecesinde kötü koşullara sahip Geri Gönderme Merkezleri ile veya yapılan başvurulara seri ret vererek veya en ufak adli şikâyette bir yabancıyı deport ederek bu iş çözülemez! Türkiye’nin artık uyum sürecini gündemine alması gerekir.

Ve bir diğer önemli sorun ise Kürt sorunudur. Türkiye’nin bu soruna ilişkin önünde önemli bir dönem bulunmaktadır: Suriye’deki Kürtler.

Türkiye’nin bu iç dönüşüm ve iç sağlamlaştırma sürecinde Yavuz Sultan Selim döneminde İdris-i Bitlisi tarafından uygulanan “te’lif-i kulûb-i Ekrad” yani Kürtlerin kalplerini ülkeye ısındırma politikasını uygulaması Suriye’den bağımsız olarak mühimdir.

Ancak burada İdris-i Bitlisi’lere ihtiyaç olduğu da aşikârdır. Vurgulamak isterim ki bir İdris-i Bitlisi değil birden fazla İdris-i Bitlisi’ye ihtiyaç vardır. O dönemde olduğu gibi bugün de Kürtler’in bir birliği yoktur. Dolayısıyla Kürtler’in tamamına hitap eden bir lider veya otorite de yoktur. Mevcut otoritelerin önemli bir kısmının Türkiye’nin yanına çekilmesi, Kürt grupların Türkiye ile ortak hareket etmesi, Anadolu ve Bölge’de Türklerle Kürtlerin kader ortaklığı yaptığı gerçeğinin artık konuşulması ve işlenmesi önemlidir.

Daha da açık ifade etmem gerekirse Kürt gruplardan tesirli olan hiçbir gücü İsrail’in etkisine bırakma riskine girmemeliyiz.

Türkiye, dünyanın en büyük ordulardan birine sahip bir ülke olarak gerektiğinde askeri operasyonları yapar ve yapacaktır da. Bu durum otorite tarafından en doğru şekilde belirlenecektir. Ancak barış, huzur ve selamet ortamının her kesime fayda sağlayacağı açıktır.

Hatırlayalım, Efendimiz (sav), Mekke’nin fethinden 2 yıl kadar evvel kendilerini Mekke’ye sokmayan müşriklerle, kılıçları yarıya kadar kınından çekilmiş olan ve müşriklerden şeksiz, şüphesiz kat be kat güçlü olan ordusunu, geri çekmiş, savaştırmamış, hatta bazı Müslümanların tedirginliklerine rağmen aleyhe gibi görünen Hudeybiye Barış Andlaşmasını akdetmişti.

Bu oldukça cesurca ve bir o kadar stratejik bir hamleydi. Nitekim Peygamber Hudeybiye’de yapılan ve aleyhe gibi görünen barış antlaşmasından yalnızca 2 yıl sonra, savaşsız şekilde teslim edilen Mekke’de insanların birçoğu, devletimize biat ettiler. Zaten tüm bu olanlardan evvel de Peygamber Mekkeliler’e yardım yolluyor, Ebu Süfyan’a jestlerde bulunarak Mekkelileri bu fethe hazırlıyordu.

Bugün, yanı başımızda yepyeni bir süreç yaşanıyorken, örneğin DEAŞ’ın hapishanesinin güvenliğinde zorlanan birtakım Kürt gruplarının varlığı bu noktada hesaplara katılabilir, mesele bir de bu zaviyeden incelenebilir.

Burada şunu da vurgulamak isterim: Türkiye’nin bir bölünme riski de yoktur, Allah’ın izniyle hiç kimse Diyarbakır ile Elazığ arasına sınır çizilmesinden bahsedemez, buna en başta bölge insanı, İstanbul’da yaşayan milyon kadar Kürt vatandaşı itiraz edecektir. Öyleyse bu kadim ortaklığı yeniden canlandırmak, tuzak kuranların tuzağına düşmemek gerekir.

Öte yandan bu iç dönüşüm ve değişim sürecinde Türkiye’nin bölgede artık vekil kuvvetlerini oluşturması, gerçek manada yapılandırması, güçlendirmesi ve eğitmesi gerekmektedir. Türkiye’nin vekil kuvvetleri bölgede yaşayan Türkmenlerdir. Irakeyn’de, Lübnan’da, Filistin’de ve daha pek çok yerde bulunan akraba topluluklarımız için kuvvetli bir yapılanma kurup hem kültürel hem ekonomik hem siyasi hem de askeri olarak gerçek manada bir destek vermek boynumuzun borcu olduğu kadar stratejik vizyonumuz açısından da elzemdir.

Bu hususu Türk Milliyetçiliği’ni özgürlükçü, serbest piyasacı ve evrensel değerler zaviyesinden de ele alarak fakülte yıllarımda (2015-2020) ele almış ve Mavi Türk Kuşağı Projesi adını verdiğim projeyi hayata geçirmiş hatta bu kapsamda küçük bir adım olması açısından Türkmen çocukların daha eğitimli ve donanımlı olması, akademik başarılarının iyileşmesine destek olabilmek amacıyla Türkmen Çocukları Eğitim Atölyesi’ni de hayata geçirmiştim. Yine Ankara Hukuk’ta okurken bu proje kapsamında ben ve o dönem bir düşünce kuruluşundaki arkadaşlarımla Türk’ün Dünyası başlığıyla pek çok etkinlik yapmış idik. Bu etkinliklerde Kerkük’ü, Kaşgar’ı, Karabağ’ı, Kıbrıs’ı, Kudüs’ü ve diğer çözüm bekleyen bölgeler üzerine kafa yormuş, etkinlikler düzenlemiştik. Yeri gelmişken burada bir etkinliğimizde “Gençler Konuşuyor” bölümümüzde Kıbrıs’tan Kıbrıs Türk Devleti tezini savunan bir genci bulmakta çok zorlandığımı genel bakışın AB üyesi olan Kıbrıs Rum Kesimi ile birleşmek yönünde olduğunu ve orada ciddi bir dezenformasyon faaliyeti ile 5. kol faaliyetlerinin sürdürüldüğünü de ifade etmem gerekir. (Bkz: Mavi Türk Kuşağı Projesi)

Kıbrıs’ı ve Kıbrıs’ta yaşanan acılarımızı, tıpkı Bosna’daki hassasiyetimiz gibi ele almalıyız. O dönemlere ilişkin kaliteli yapımcılara belgeseller, filmler çektirmeli oradaki milli bilinci yeniden diriltmenin yollarını aramalıyız.

Sonuç Yerine

Birbirleriyle bağlantılı bu yazıları kaleme alırken çatlarcasına inandığım Türkiye’ye dair birtakım meseleleri en azından kıymetli okurlarımın gündemine taşımak istiyorum. Bu yazıları yazarken aklıma her köşesi cennet olan ülkemizin hak ettiği gibi bir ülke olması için üzerimize düşen sorumluluk duygusu ve Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde formülleştirilmiş olan “Güçlü Düşünce, Yüksek İşler, Yüce Girişimler, Sağlıklı Hayvancılık, En İyi Tarım, Kaliteli Kumaş, Temiz Vicdan, Yeni Fikirler, Mekanik Başarı, Müreffeh Millet!” ifadeleri geliyor.

Biliyorum ki değişimi ve dönüşümü iliklerimize kadar yaşadığımız şu günlerde ve yakın gelecekte Vestfalyan Düzenin en büyük eksiği olan “ahlâkî vizyon”; pek çok farklı adla, pek çok farklı formülle, ama öyle ama böyle, eksiğiyle fazlasıyla, kimi zaman nizam-ı alem denilerek, kimi zaman adil düzen denilerek, kimi zaman diriliş düzeni denilerek, kimi zaman K. Tahir’in kerim devleti, kimi zaman Doktor Kıvılcımlı’nın sosyalist Müslümanlığıyla, kimi zaman Kızıl Elma ile kimi zaman dilde-işte-fikirde birlik sözleriyle ifade edilerek, ezcümle her cuma camilerinde yüksek sesle evvel emir “iyiliğin emredildiği, kötülüğün nehyedildiği” bu topraklardan yeni düzene kazandırılacaktır. Her şeye rağmen umudumuzu diri tutmak gerektir.

Haldun Barış, Aralık 2024

Bir temenni, bir sonnot: 2025’e girerken umut ediyorum ki 2025 yılı ülkemizin gastronomiyle, kültür festivalleriyle, müzikle, resimle kısacası sanatla, hayata umut aşılayan alanlarla anıldığı bir yıl olur. 2025 ülkemiz için dünya çapında umut vaat eden işlerin yapıldığı bir yıl olarak tarihe dolu dolu geçer. Elbette bu öncelikle bizlerin çabasıyla mümkündür. Umut edelim ve çaba gösterelim! Unutmayalım, değişim yalnızca küçük bir adımdır.

Türkiye’nin TIMSS Başarısı

0

TIMSS 2023 (Trends in International Mathematics and Science Study, Uluslararası Matematik ve Fen Çalışmalarında Eğilimler) Sonuçları tüm dünyada aynı anda açıklandı (4 Aralık, 2024). Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi Türkiye büyük bir başarı elde etti. Bu satırların yazarı da geçen neredeyse bir aylık sürede eğitim camiasının yorumlarını, mutluluklarını görmek için bekledi… Boşuna beklediğim anlaşılıyor. Okul yöneticilerinden, öğretmenlerden, eğitim konusu ile ilgilenenlerden bir şey çıkmadı… Oysa eğitimde ıvır-zıvır her konu için sayfalarca yazı yazanların kalemleri lal oluverdi.

TIMSS 2023

Uluslararası Eğitim Başarılarını Değerlendirme Kuruluşunca (IEA) dört yıllık periyotlarla yapılan, 4. ve 8’inci sınıf düzeyindeki öğrencilerin matematik ve fen alanlarındaki başarılarının değerlendirildiği ve Türkiye’nin 1999’dan beri katıldığı TIMSS araştırmasının 2023 yılı sonuçları, dünyayla eş zamanlı olarak açıklandı. Türkiye’de TIMSS 2023 nihai uygulaması 8. sınıflar için 2-5 Mayıs 2023, 4. sınıflar için 22-26 Mayıs 2023’te bilgisayar tabanlı gerçekleştirilmiştir. Türkiye, TIMSS 2023 döngüsüne 4. sınıf düzeyinde 141 okuldan 4541 öğrenci ve 8. sınıf düzeyinde 141 okuldan 4925 öğrenci ile katılmıştır. Türkiye TIMMS 2023’e müfredat uygunluğu nedeniyle 4. sınıflar yerine 5. Sınıflar ile teste katılmıştır. Sonuç olarak 282 okuldan 9.466 öğrenci teste katılmıştır. TIMMS İçeriği:

2 Ders: Matematik ve Fen Bilimleri
2 Sınıf: 5. ve 8.sınıflar
3 Alan: Bilme, Uygulama ve Akıl yürütme

Matematik ve Fen Bilimleri derslerinde yapılan test, çocukların 3 temel alan (Bilme, Uygulama ve Akıl Yürütme) beceri ve yetkinliklerini ölçmektedir. Uygulama bilgisayar üzerinden yapılmıştır. TIMSS’de görüldüğü gibi, iki ana ders ve çok kritik üç alanda çocuklar test edilmektedir. Dolayısıyla sonuçlar ülkeler hatta bölgeler için son derece önemlidir.

Sonuçlar   

4. Sınıf Düzeyi, Matematik ve Fen Puanları:

TIMSS, 2023’e göre, Türkiye 4. Sınıf düzeyinde 2015’den beri süren trendi devam ettirmiş son derece iyi bir sonuç almıştır. Ayrıca, puan değişim eğrisinin düzenli olarak yükselmesi, yani inişli çıkışlı olmaması başarının tesadüfî faktörlere bağlı olmadığını göstermektedir.

 

 

 

 

8. Sınıf Düzeyi, Matematik ve Fen Puanları:

TIMSS, 2023’e göre, Türkiye 8. Sınıf düzeyinde Matematik’te 2015’ten beri süren trendi devam ettirmiş son derece iyi bir sonuç almıştır. Fen’de ise 2011 trendi devam etmiştir. 8. sınıf çağındaki gençler ergenliğin tam ortasında fırtınalı bir dönemden geçmektedirler. Bu negatif faktöre rağmen test sonuçlarındaki başarılı sonuçlar her türlü takdirin üstündedir.

 

 

 

 

 

Bir şekilde kamuoyunda eğitim sisteminin çok kötü olduğu, hatta geriye gittiği algısı oluşturuldu. Ben ise; “eğitim sistemimizin ağır ve emin adımlarla ileriye gittiğini, Millî Eğitim Bakanlığı’nın her alanda büyük çabası olduğunu, okullarımızın çok daha efektif yönetildiğini ve çok iyi öğretmenlerin artık fark yarattığını” çeşitli mecralarda ifade etmeye çalıyordum. TIMSS 2023 Sonuçları nezdinde haklı çıkmanın gururunu yaşıyorum. Özellikle eğitim camiasından, işlerini kaliteli yapmalarını, sorumluluk almalarını talep ediyor ve başarımızı kutlamaya davet ediyorum. Onlardan, çocukların ve gençlerin hayatlarında fark yaratmalarını beklemek hakkımız diye düşünüyorum.

Tüm eğitim camiasını yürekten kutluyorum.

Kaynak: TIMSS, 2023 Türkiye Raporu, (MEB,2024).

Öcalan Hazırmış: Ya Destekçileri!

Nihayet! Beklenen Öcalan-DEM Parti görüşmesi gerçekleşti.

Kısaca hatırlatalım: Devlet Bahçeli, kimsenin beklemediği bir çağrıyla, Öcalan için umut hakkından bahsetmiş ve Öcalan’ın örgüte silahları bırakma çağrısında bulunmasını istemişti. Bu tartışmaların ardından DEM Partisi’nden bazı kişilerin Öcalan ile görüşmesi gündeme gelmişti.

DEM grubundan Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, İmralı Adası’nda 28 Aralık 2024 tarihinde Öcalan ile görüştü. Görüşme sonucunda DEM’in yaptığı açıklamada, özetle, Öcalan’ın sürece destek olmaya hazır olduğu belirtilmektedir. Öcalan’a göre devir, Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir.

Böyle cümleler ne kadar hızlı ve kolayca kurulabiliyor: Devir barış, demokrasi ve kardeşlik devriymiş. İyi de, hangi devir böyle bir devir değildir ki?

Bu cümleye ve cümlede geçen herhangi bir kavrama kimsenin itiraz edecek hali yok. Ancak bu çağrıyı ve bu kavramları anlamlandırmak için, iki önemli soruyu gündeme getirmek gerekiyor. Birincisi: KCK-PKK ve DEM başta olmak üzere, bunlara yakın duran “sivil toplum” kuruluşlarının, gazetelerin ve televizyonların, yani bir bütün olarak bu çevreler, barış, demokrasi ve kardeşlik çağrısının arkasında durabiliyor mu? Bu bağlamda, Öcalan’ın kendisi, kendi çağrısının arkasında durabiliyor mu?

İkincisi: Bir bütün olarak bu insanların sahip olduğu anlayışla barış, demokrasi ve kardeşliğin kurulması mümkün mü? Yani, örgütsel yapıları ve sahip oldukları ideolojik anlayışlar, barış, demokrasi ve kardeşliğin gelişimine uygun mu?

Geçmiş deneyimler, bu soruları cevaplandırmak ve çağrıyı anlamlandırmak için önemli veriler sunmaktadır. 2013 yılında başlayan çözüm süreci, yaşananlar ve tutumlar önemli bir referans kaynağıdır. Nihayetinde, Öcalan ile görüşen DEM’li heyet dahil yeni sürecin aktörleri, aynı aktörlerdir.

Öcalan, 2013-2015 çözüm süreci döneminde, şu an görüşmeye giden Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla kamuoyuna bir mesaj göndermiştir. Bu mesaj, 2013 Newroz’unda Diyarbakır’da toplanan kitleye okunmuştu. Tarihi bir an olan bu mesajda, fırsat, demokrasi, barış, kardeşlik gibi kavramların bolca geçtiği bir çağrı yapılmıştı. Öcalan, örgüte silahların bırakılması çağrısında bulundu.

Pervin Buldan çağrıyı Kürtçe, Sırrı Süreyya Önder ise Türkçe okudu. Buldan’ın okurken zorlandığı ve anlaşılmayan mesajı, Önder’in Türkçe okumasıyla daha net bir şekilde anlaşıldı.

Ancak, ne Türkçesi ne de Kürtçesi, bir kesim tarafından anlaşılmadı. O kesim de, yukarıda anılan KCK-PKK, DEM ve çevresiydi.

Bu yüzden, büyük tartışmalarla başlayan Kürtler ve Türkiye için kritik öneme sahip çözüm süreci çöktü. İki sebepten dolayı çöktü: Birincisi, Öcalan’ın çağrısına, kendi arkadaşları, yoldaşları sahip çıkmadı. İkincisi, sivil siyaseti güçlendirecek, buna değer veren, koruyan bir yapılanma ile karşı karşıya değildik. Nihayetinde, o dönemde Pervin Buldan aracılığıyla Öcalan’a, Demirtaş bir not göndermişti. Notta, demokratik siyasetin örgütün baskısından dolayı gelişmediği anlatılmaktaydı.

Öcalan’ın 2013 mesajı net ve anlaşılırdı. Ancak KCK-PKK silahları bırakmak istemedi. O dönemde barış ve demokrasi için söz verenler, Öcalan’a KCK-PKK’yı şikâyet eden Demirtaş dahil olmak üzere, örgütün çağrısının yanında oldular. El birliğiyle, Kürtler için tarihi bir an, fırsat ve imkânlar sabote edildi ve terörize edildi.

Örgüt silahları varoluşsal bir değer olarak görüyor. Demokrasi, çoğulculuk, barış ve siyaset gibi kavramlar, örgütün zihinsel yapısında bir yer tutmuyor. Aksine, bu kavramlar, böylesi yapılar ve anlayışlar karşısında korunması gereken değerlerdir. Yani, bu kavramların tehdit altında olduğu bir yerde, böylesi yapılanmalar var demektir.

Bu noktada, Öcalan’ın yeni süreçte de ifade ettiği tarihi an, demokrasi, barış ve kardeşlik temalı mesajları geçmişte karşılık bulmadı. Yeni süreçte karşılık bulacağına dair iyimser bir düşüncede değilim. Gerçi Demirtaş, bu sefer sahip çıkacağını belirtti. Ancak zaman, ne kadar tutarlı ve samimi olduğunu gösterecektir.

Bugün, yeni bir çözüm süreci için ortam olgunlaşmışken, geçmişin hatalarından ders çıkarılmadığı sürece, Öcalan’ın söyledikleri yine boşa gidebilir. Çünkü bu süreç sadece Öcalan’ın çağrısıyla ilerleyemez. Örgüt ve onun çevresindeki yapılar da değişmeli. Sadece siyasi irade değil, aynı zamanda bu yapılar, barış ve demokrasiyi içselleştirerek bu sürece destek olmalıdır. Bu bağlamda, Öcalan’a destek verenler de, bu çağrıyı içtenlikle sahiplenmeli ve sadece kelimelerle değil, eylemleriyle de doğrulamalıdır.

Sonuç olarak, KCK-PKK ve kendisini bu yapılanmanın dışında görmeyen DEM gibi yapılanmaların şiddete bakış açıları değişmediği ve sivil siyasete inanan bir değeri geliştirmedikleri müddetçe, Öcalan’ın demokrasi, barış, kardeşlik, tarihi an gibi söylemlerinin bir anlamı olmayacaktır.

Geçmişte, Öcalan’ın çağrısına kendi arkadaşları sahip çıkmadı. Yeni süreçte, ben iyimser olmamakla birlikte, sahip çıkmalarını dilerim.

Should The Lesser Evil Be Chosen?

0

In the Quran, the story that begins with the phrase “And mention David and Solomon” is narrated in verses 78-79 of Surah Al-Anbiya. The story concerns a vineyard that has been ravaged by a person’s sheep, and the plaintiff has come to Prophet David to seek compensation for the damage. Prophet David rules that the sheep should be taken from the defendant and given to the plaintiff as compensation for the damaged vineyard. At this moment, Prophet Solomon, who is estimated to be only 12 or 13 years old, states that this judgment reflects relative justice and explains: “The vineyard will recover, it will flourish, and it will produce grapes again. Until the vineyard is restored, let the sheep be taken from the defendant and given to the plaintiff, so that the plaintiff can benefit from the sheep until his field is restored and his loss is compensated; this is absolute justice.” In my view, this decision embodies a profound understanding and remarkable intelligence that encompasses a culture of consensus and reconciliation, reflecting the concept of gaining without causing loss, which we should aim for even in modern law today. I want to reiterate and emphasize that in this story, I see the culture of reconciliation that permeates the ruling, the great respect for property rights, and the reflections of modern concepts like collateralization and yield management, all while compensating the other party without causing them harm. This ancient ruling has greatly affected and made me think deeply as a young lawyer. The Quran states regarding this matter, “We had taught judgment to Solomon. Indeed, We had given each of them sovereignty and knowledge”. (1)

While explaining this story in different sources, I would like to mention the concepts of ‘‘Absolute Justice (Adalet-i Mahza)’’ and ‘‘Relative Justice (Adalet-i İzafiye)’’ in this article.

Relative justice (adalet-i izafiye) means imperfect, incomplete justice. Absolute justice (adalet-i mahza) means perfect, complete justice. The right of a single individual in the absolute justice cannot be violated even if there are general interests. While relative justice and absolute justice are being discussed, the subject turns around and definitely comes to the discussion of public interest. Because the rights of individuals are ignored or violated because it is often against the public interest. Such a thing is unthinkable in absolute justice (adalet-i mahza). The right of an individual is neither less nor more than the public nor the right of another individual; it cannot be sacrificed. This topic is rather deep and very hard to come to a conclusion.

When I was thinking about this story and these two concepts, the Mary and Jodie case, also known as Siamese twins or conjoined twins that lawyers know and often discuss about, came to my mind, and I wanted to put this case at the basis of this article. (2)

Mary and Jodie are Siamese twins born conjoined. If they are not separated with an operation, both of the babies will die in a few months. When they have the operation Mary will definitely die, and Jodie will be able to live a normal life.  Even though the doctors decided to start the operation as soon as possible, the Catholic family refused the operation, saying that this is the will of God. Upon this, the doctors asked the court for a determination decision in order to perform the surgery. Although the local court determined that the surgery should be performed, the family appealed the decision. However, the Supreme Court of United Kingdom rejected the appeal request, found the decision of the local court correct. Thus this case, which was seen in the 2000s, opened the door to many discussions.

In summary, the fundamental questions discussed in this case are ‘‘In whose interest is this case?’’, ‘‘Are Mary and Jodie separate individuals?’’, ‘‘Is Mary’s right to live one day less important than Jodie’s right to live longer?’’. From the doctors’ perspective, when the surgery is performed, there should be no liability. Despite the family’s decision to reject the operation, the decision to perform the operation was made within the ‘‘best interests, legal interests’’ discussion.

In this case, the judges of the Supreme Court of United Kingdom, although proceeding by different paths, reached the same conclusion and decided that the surgery should be performed. The judges also stated that the twins should be separated for the sake of Mary’s physical integrity and dignity, as they are two separate individuals. This surgery is in Jodie’s best interest according to all 3 judges, but it is not in Mary’s best interest according to the other 2 judges expect one. Still, separation surgery should be performed to ensure Mary’s body integrity.

One of the judges stated that Mary slowly killed Jodie and that the surgery was self-defense, another stated that the surgery was not about Mary’s death but about her body integrity, and another stated that there was a state of necessary.

On the other hand, the judges did not find it right to make a value comparison between the two lives. According to the judges, this comparison is not mandatory for this case.

At this point, the words of one of the judges regarding this incident, ‘‘the lesser of two evils should be preferred’’ touches upon a subject that has been thought about and discussed for centuries within the framework of the concepts of relative justice (adalet-i izafiye) and absolute justice (adalet-i mahza).

This issue also found a place in the laws and principles written in the Mecelle-i Ahkam-ı Adliye (Mecelle) commission, which convened in the Ottoman Empire to update and unify the law as a result of the modernism debates. In the Mecelle, which is actually unfinished, article 29 says:

“The lesser of two evils is chosen.” (Mecelle article 29)

This rule, that is, if it is necessary to make a choice, the rule that the least bad among the bad ones should be chosen, while it has a place in the ancient rules, it can also be included in modern legal texts today. In fact, as a reflection of this rule, even some individual rights that cannot be violated can sometimes be violated. For example, the state’s expropriation of an individual’s property is an example of this. Or, the unlawful evidence described by the principle of ‘‘the fruit of the poisonous tree becomes poisonous”, which is one of the most basic criminal law principles, cannot be taken as a basis. An exception to the non-justice rule in the German doctrine has generally appeared as ‘‘unlawful evidence can be evaluated if the social benefit in revealing the crime is more important’’ to be used in terrorist crimes.

On the other hand, there are also many people who reject the principle of ‘‘the lesser of two evils’’ in principle, such as Arendt. The main basis here is that the evil is evil and should not be preferred.

Another example where this issue is discussed is the ‘‘Trolley Problem’’. Rather, there are those who prefer ‘‘the lesser of two evils’’ on this issue, which is discussed on the moral-ethics axis.

Nowadays, legal professionals must develop and explore ways to achieve better while implementing existing, legitimate law. Just as in the Mary-Jodie case in 2000, we should think about what we should do in the matters that may appear at any time, we should be able to ask the right questions, discuss the basic principles while reaching the conclusion accompanied by logical and consistent answers, and investigate ways to make absolute justice even more applicable. (3)

Lawyer Haldun Barış, April 2023

Turkish to English translation: Feyzanur Öner

  • ‘‘And ‘remember’ when David and Solomon passed judgment regarding the crops ruined ‘at night’ by someone’s sheep, and We were witness to their judgments.’’ Al-Anbiya, 78

‘‘We guided ‘young’ Solomon to a fairer settlement,’ and granted each of them wisdom and knowledge. We subjected the mountains as well as the birds to hymn ‘Our praises’ along with David. It is We Who did ‘it all’.’’ Al-Anbiya, 79.

  • When we were students, we discussed the Mary-Jodie case in detail in Sociology of Law course at Ankara University Faculty of Law. Saim Üye was the teacher of the course. You can access the teacher’s article on the subject, which I also benefited from for this article, from the following link: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/398602
  • In this article, I wanted the concepts of relative justice (adalet-i izafiye) and absolute justice (adalet-i mahza) come to our minds in the context of the story in the Qur’an, Mary-Jodie case and the principle of ‘‘the lesser of two evils is chosen’’, rather than reaching a conclusion.

Liberal Düşünceyle Tanışmam

Geçtiğimiz Pazar, Liberal Düşünce Topluluğu’nun (LDT) kuruluş yıldönümü münasebetiyle toplandık. Şiddetli yağmura ve soğuk havaya aldırmadan gelenler Alim Yılmaz, Ömer Çaha, Bekir Berat Özipek ve Atilla Yayla’yla eski günleri yad eden bir sohbetin tadını çıkardı. Gelemeyenler, internetten izleyebilir.

LDT fiilen 26 Aralık 1992’de kurulmuş. Hükmî şahsiyet kazanması ise 1 Nisan 1994. O tarihlerde ben, başrolünü Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın oynadığı ‘Hastane’ dizisini izlemekten müthiş keyif alan bir öğrenciydim.

‘Hastane’ dizisinde parayı çok seven, para için her türlü dümeni çeviren hasta bakıcı Hakkı karakterini tarif için ‘liboş’ kelimesi kullanılırdı. Bu tür yayınların da etkisiyle bizim nesil, liberal veya liberalizm kavramlarıyla tanışmadan çok önce “liboş” kelimesini duydu, öğrendi.

O zamanlar liboş kelimesi “paraya tapan, kolayca satın alınabilen, çıkarından başka hiçbir şeye değer vermeyen insan” anlamında liberalleri tarif ve tahkir için kullanılıyordu. Sonraki yıllarda okuduğum Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında da kötü insanlar hep liberal partide toplanmıştı. Liberaller kötü ve seciyesiz insanlar olmalıydı.

Liboş kelimesinde tebarüz eden küçümsenme ve aşağılanma hâli, uzun yıllar liberallerin üstüne yapıştı kaldı. Pazar günü Berat Özipek hocanın da işaret ettiği üzere, bu yanlışın tashihine ve liberal kelimesinin otantik (doğru) anlamıyla kullanılmaya başlamasına en büyük katkıyı, yaptığı yayın ve faaliyetlerle LDT verdi.

Batılı hayat tarzına sahip, toplumuna yabancı, seküler tipler vardı bir de. Liboş denilen bu tiplerin hem en etkilisi hem de en meşhuru Ertuğrul Özkök’tü. Liboş veya liberal deyince Özkök, Mehmet Altan ve Serdar Turgut gibi isimlerin akla geldiği 90’lı yıllar ve 2000’lerde, ana gövdesini muhafazakârların oluşturduğu bir toplumun liberallerden ve liberalizmden ifrit olması için yeterince sebep mevcuttu.

Teyz’oğlunun, ondan çok benim kullandığım küçük bir kütüphanesi vardı. Mihri Belli, Emin Çölaşan, Duygu Asena, Oral Çalışlar gibi isimlerin kitaplarını ilk defa orada görmüştüm. O kütüphaneden okuduğum kitaplardan biri de, Ahmet Emin Yalman’ın hatıralarıydı.

Adını ilk kez duyduğum bu gazeteci, tek parti döneminden Demokrat Parti’nin kuruluşuna ve bir darbeyle devrilişine kadar uzanan dönemde yakinen şahit olduğu hadiseleri anlattığı hatıralarında, Dünya Liberaller Kongresi’ne birkaç kez katıldığından iftiharla bahsediyordu. Liberalizmden ve liberallerden iyi bir şey gibi bahsedildiğine ilk defa bu hatıralarda şahit oluyordum. Galiba lisedeydim.

Liberalizmden sitayişle bahsettiğini duyduğum ikinci isim, üniversitede kamu maliyesi dersimize giren Coşkun Can Aktan’dı. Locke ve Hume’un adını ilk kez Coşkun Hoca’dan duydum. Ne anlama geldiğini bilmediğim ‘sınırlı devlet’ diye bir şeyi savunur, Lord Acton’ın “güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır!” sözünü sık sık tekrarlardı.

Birkaç kez odasına gittim, beni hep hoş karşıladı fakat sürekli meşguldü. Göz teması kurmazdı. Belki aklına gelmediğinden, belki bende ışık görmediğinden, belki o dönem liberalizmle ilgili Türkçe kaynak eksikliğinden herhangi bir kitap tavsiyesinde de bulunmadı. O günleri, liberalizme teğet geçtiğim dönem olarak hatırlıyorum. Hayatıma en az bir on yıl kadar daha bir ‘demokrat’ olarak devam edecektim. O yıllarda kendimi öyle tanımlıyordum çünkü.

O dönem pek revaçta olan e-gruplarda tartışmalara katılıyor, üzerinden kaç yıl geçtiği halde 28 Şubat’ın bütün kesafetiyle hüküm sürdüğü bir iklimde kaleme aldığım bildiri ve yazıları gazetelere, gazetecilere, dergilere, siyasetçi, parti ve derneklere e-posta ile gönderiyordum. Bunların bir kısmını arşivlemişim. Dönüp baktığımda, LDT ile ilk temasımı bu sırada kurduğumu fark ettim. AB ile ilgili yazılarımdan birini sitelerinde yayınlamışlar.

Kendini liberal olarak tanımlayan Gülay Göktürk’ün Yeni Yüzyıl, Sabah, Ilıcakların Tercüman’ı ve Bugün gazetelerindeki yazılarını uzunca bir süredir takip ediyordum. Hayranı olduğum bu yazarla sonraki dönemde LDT vasıtasıyla tanışacak ve çok sevecektim.

Tercüman gazetesi vasıtasıyla keşfettiğim bir diğer isim Mustafa Erdoğan’dı. Sonradan öğrendiğime göre LDT’nin kurucuları arasında imiş. LDT camiasından, gıyaben de olsa, tanıdığım ilk kişi olan Mustafa hocayla her ikimiz de farklı şehirlerden İstanbul’a taşındıktan sonra birkaç defa aynı mekânı paylaştık. Kısa bir sohbet ve hal hatırdan ileriye geçemedik.

İstanbul’a geldikten sonra, kendini 3H olarak adlandıran bir gruba tesadüf etmiştim. Nasıl ve nereden haberdar olduğumu hatırlamadığım bu grubun, sanırım, sadece iki toplantısına katıldım. Kerem Tibuk’un Akaretler’deki yazıhanesindeki son toplantıda, Taksim tarafında bir yerde Atilla Yayla’nın Hürriyet Mektebi adı altında vereceği bir seminerden bahsetti ve muhakkak katılmamı önerdiler. Atilla Yayla ismini ilk defa o gün, orada duymuştum. Buna çok şaşırdılar. Dediklerine göre çok önemli biriymiş. O kadar önemli olsa ben de duyardım diye geçirmiştim içimden. Yine de tavsiyelerini tutup seminere katıldım ve çok memnun kaldım.

Atilla hocayı ilk defa bu seminerde tanıdım. Çıkışta üç-beş kişilik bir grup halinde Gümüşsuyu’na doğru yürürken bana nerede oturduğum, ne iş yaptığım, nereden mezun olduğum gibi şeyler sordu. Bunun dışında iki şey kalmış aklımda: 1) Benim telefonum sende var mı? Yok. Kaydet o zaman, mesaj at ki ben de seni kaydedeyim. 2) Şemsiyen var mı? Yok. Benimkini al, hava yağacak sanki. Siz ne yapacaksınız? Benim evim yakın. Nasıl geri vereceğim peki? Bir dahaki görüşmemizde getirirsin. Sende de kalabilir, dert etme.

İlk defa gördüğü birine telefon numarasını ve şemsiyesini veren bu zat, Marquez’in romanlarındaki liberallere hiç mi hiç benzemiyordu. O güne kadar tanıdığım profesörlerin kahir ekseriyeti gibi burnu havada bir tip de değildi. Şaşırmıştım.

Atilla hoca ile münasebetimiz biraz yavaş, fakat istikrarlı bir şekilde gelişti. Haftalık seminerler başlayınca daha düzenli görüşmeye başladık. LDT çevresindeki çoğu kişiyi bu seminerlerde ve Atilla hoca vasıtasıyla tanıdım.

Pazar günkü paneli yöneten Alim Hoca’yla LDT’nin Fındıklı’daki ofisinde tanıştım meselâ. Dostane tavırları ve güven veren kişiliğiyle, felsefecilerle ilgili önyargılarımı zaman içinde yıktı. Bilgi ve tecrübesine güvendiğim, yanında en rahat ettiğim hocalardan biri olarak, geçen süre zarfında desteğini hiç esirgemedi benden. Alim hocanın gönlümdeki yeri bir başkadır.

Ömer Çaha’yla, ağırlıklı olarak LDT çevresinin katıldığı bir doğa yürüyüşünde karşılaştık diye hatırlıyorum. Edebiyatçı ve seyyah yönü de olan Ömer hocanın akademisyenliği mi, sanatkâr yönü mü daha kuvvetli diye hep düşünmüş, işin içinden çıkamamışımdır. Nezaketi, olgunluğu ve kaleminin kıvraklığıyla benzemeyi en çok istediğim insanların başında gelir.

Berat Özipek’le Gaziosmapaşa Üniversitesi’ndeki odasında tanıştık. O sırada Star gazetesinde yazıyordu yahut yeni bırakmıştı. Üniversite santrali üzerinden arayarak Tokat’ta olduğumu ve kendisiyle tanışmak istediğimi söylediğimde ertesi gün öğleden sonraya randevu verdi. Odası kolilerle doluydu. Gaziosmanpaşa’daki son günüymüş meğer. Sıkı bir liberalle, iyi bir akademisyenle tanıştığımı düşünmüştüm o gün. Zamanla anladım ki dünyanın (en azından benim küçük dünyamın) en âdil, en vicdanlı insanlarından biriyle de tanışmışım.

Sonsöz yerine

Bu yazının ilk kısmında liberal fikirlerle nasıl tanıştığımı ve yolumun LDT ile nasıl kesiştiğini anlattım. Daha kısa tutmaya çalıştığım ikinci kısımda ise pazar günkü söyleşinin konuşmacılarıyla nerede, nasıl tanıştığımdan bahsettim. Tanıdığım, sevdiğim ve bahse değer bulduğum liberaller, şüphesiz, bu isimlerden ibaret değil. Fakat çizgiyi bir yerden çekmek gerekiyordu.

Tanımaktan memnun olduklarım yanında, memnun olmadığım, bir türlü sevemediğim liberaller de var. Yani liberal olmak, başlı başına bir değer değil. Önemli olan iyi insan (Atilla hocanın tabiriyle “mayası sağlam”) olmak. Bu memleketin kendisini yetiştirmiş, mayası sağlam liberallere ve hangi görüşten olursa olsun iyi insanlara ihtiyacı var.

Statükoyu Değiştiren Ülke: Türkiye

Türkiye desteği ile Suriye sahasında muhalifler uzun yıllardır devam eden durumu değiştirdi. İçeride ise hemen komple teorileri kendini gösterdi. “Bu durum İsrail’e yarar. Türkiye böyle bir hamleyi yapamaz.” Cümleler hemen her akşam TV programlarında dillendirildi. Elbette bu bakış açısı 20 yıl önce hemen yanı başında dahi olan olaylara ses çıkaramayan Türkiye gerçeklerinde oluyordu. Fakat şimdi kabullenmemiz gereken bir durum sahada tezahür ediyor. Türkiye 2017 yılında dış politikada benimsediği proaktif politikaların meyvesini alıyor. Türkiye, Libya’dan Karabağ’a kadar gelişen olaylarda ve takındığı tavır ile çıkarımıza göre mevcut durumları oluşturma değiştirme güç ve kapasitesine sahip olduğunu gösterdi. Suriye’de ise devrimin başında göstermiş olduğu görece yanlış politikalardan dönerek akılcı ve tutarlı bir politika izlemeye başladı. Bununla birlikte Türkiye zaten Suriye’de kendi güvenliğini tehdit eden bir duruma karşı müdahil olacağını söylüyordu. Nitekim bunu terör koridorunun oluşturulmak istendiği hatlara Barış Pınarı, Zeytin Dalı gibi harekatları yaparak gösterdi.

Bunların ardından da gelinen durumda rejime sağlanan dış desteğin azaldığı bir dönemde Türkiye yıllardır devam eden sıkışmış ve bir statüko oluşturmuş Suriye sahasını değiştirmeye muktedir oldu. Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu ve diğer muhalif gruplar Halep, Tel-Rıfat, Hama ve Humus’ta yürüyüşünü devam ettirirken Türkiye’de Esat’tan daha tedirgin ve endişeli bir grup oluştu. Bu grup özellikle yazımın başında belirttiğim gibi günlerdir Suriye’de olup bitenlerin ardında İsrail ve ABD ülkelerinin parmağını arıyor. Fakat rejimin özellikle havalimanı ve enerji hatları gibi yerlerden çekilirken yerlerini PKK/PYD terör örgütüne bırakması aslında sahada işbirliği içerisinde çalıştıklarını gösteriyor. Hemen bunun ardından İsrail’in stratejik silahların muhaliflere geçmemesi için silah depolarını vuracaklarını söylemeleri de yine sahada PKK/PYD, Esad Rejimi ve İsrail ortaklığını bizlere gösteriyor.

Burada kabullenmemiz gereken durum Türkiye’nin artık milli çıkarları doğrultusunda mevcut durumları değiştirme gücü mevcuttur. Bundan sonraki durum tartışılabilir. Ortaya yeni bir statükodan çıkması ve buradan çıkan durumu muhafaza edilmesi daha sonra ise bölünmeden bir Suriye inşa etmek en önemli meselelerden biri olacaktır. Türkiye bunu başarabilir mi? Masada ne derecede istediğini alabilir? Bütün bu konuları tartışabiliriz. Fakat mevcut durum mutlak bir Türkiye destekli muhalefetin ve diğer silahlı grupların başarısıdır. Amerika’da Trump’ın 20 Ocak’ta göreve gelmesi, Rusya’nın Ukrayna bataklığına saplanması ve İran’ın Hizbullah gücünün artık neredeyse yok olmasıyla Türkiye, çevresindeki bu güç boşluğunu doldurmaya muktedir olmuştur.

Türkiye bu sinyalleri yazının başında belirttiğim üzere Libya, Karabağ ve yeri geldiğinde Suriye’de mevcut operasyonları ile veriyordu. Bundan sonra bölgede Türkiye’nin gerçek ve sahici bir aktör olduğunu İran’ın gücünün yıprandığını anlamamız gerekiyor. Bu saatten sonra Türkiye’nin bölgesel gücünün nereye evrileceğini Türkiye’nin kendi politikaları hamleleri belirleyecektir. Dünyada süper güç denilen devletlerin daha çok kendi iç meseleleri ile uğraştığı veya farklı sorunlarla boğuştuğu bir dönemde Türkiye’nin gerek bölgesel gerekse küresel anlamda önemi daha da artacaktır. Türkiye yeri geldiğinde Libya’da statükoyu korurken yeri geldiğinde Suriye’de statükoyu bir haftada değiştireceğini ortaya koydu.  Bundan sonrası ise bölünmeyen, toprak bütünlüğü sağlanmış olan bir Suriye inşa etmek olacaktır. Bölünmüş bir Suriye veya PKK/PYD gibi terör örgütlerine alan açılmış yeni bir durum bu sefer Ankara’ya da farklı tehditler oluşturacaktır.

Hukuk ve Mantık Üzerine

0

Geçtiğimiz günlerde ofisteki çalışma arkadaşlarıma bir X gönderisinde gördüğüm soruyu yolladım. Soru “bir ikiden büyükse, iki de üçten büyüktür” ifadesinin doğru mu yanlış mı olduğuna ilişkindi.

Sorunun akabinde ekip arkadaşlarıma klasik mantığı anlattım ve üzerine tartıştık. Sonrasında da önümüzdeki birkaç hafta boyunca klasik ve alternatif mantık üzerine okumalar yapmalarını, özellikle de çıkarımlar mantığını, dedüktif ve indüktif akıl yürütmeyi ve kıyası anlamalarını istedim. Hatta -kendimi de dahil ettiğimi hissettirerek- ileride kapıya “bu hukuk ofisine mantık bilmeyen giremez” yazdıracağım diye de bir şaka yaptım.

Her ne kadar ben bu son sözü şaka olarak söylemiş olsam da mantık bilmek bir hukukçu için elzemdir. Uçsuz bucaksız bu deryada klasik mantık ve alternatif mantığın birkaç çeşidinden ne kadar bilinse ve ara ara ne kadar meşgul olunsa hukuki nosyon ve istidadımıza o kadar faydalı olacaktır.

Üzücü olan ise hukuk fakültelerinde ve hatta ne baro derslerinde ne de Adalet Akademisi’nde bu derse yer verilmemesidir. Şahsen lisede gördüğüm mantığın üzerine Ali Nesin ve ekibi tarafından çıkarılan Matematik Dünyası’nı ve diğer kaynakları taradığımı ve Farabi’den mantık üzerine okumalar yaptığımı hatırlıyorum; mantık bilgimin temeli buradan geliyor. Ve ayrıca şanslıydım ki 2015 girişli Ankara Hukuklulara hukuk başlangıcı dersini Prof. Gülriz Uygur hoca vermişti ve felsefe/hukuk metodolojisi ile irtibatımızı uyandırmıştı. 3. sınıfta ise hukuk felsefesinde mantık hatalarını öğretmişti. O dönemde de mantık üzerine çalışmalar yapmıştım. O gün bugündür ara ara mantık ve alternatif mantık üzerine okumalar yapıyor, kendimce çalışmalar yapıyorum. Çünkü bana göre hukukçuların mantık, oyun teorisi ve olasılık bilmesi pek çok açıdan hukukçulara ve hukuk sistemine katkı sağlayacaktır. Tekraren belirtmem gerekir, özellikle hukukçuların mantığı bilmeleri mühim değil ehem de değil elzemdir.

Bu yazıyı da bu düşüncelerle, hukukçu meslektaşlarımın gündemine bu hususu taşıyabilme arzuyla kaleme aldım. Dilerseniz kısaca mantık ve alternatif mantığa giriş mahiyetinde yazıya başlayalım:

Mantık Nişanyan Sözlüğe göre, Arapça nutk ve Yunanca “logos” kelimesinden türemiştir. Logos; “söz, kelam/söz söyleme eylemi ve kapasitesi/anlatı, bilim, yasa” anlamlarına gelmektedir. Herakleitos “logos” kelimesini, “evrendeki zıtlığın, uyumsuzluğun, çatışmanın, savaşın, oluşun kısaca her şeyin gerisindeki uyum ve düzen” olarak açıklamıştır. (1)

Mantık denince akıllara ilk olarak Aristotales’in sistematikleştirdiği ve kurucusu sayıldığı “klasik mantık” gelse de pek çok farklı mantık çeşidi bulunmaktadır. 20. yüzyılda “mantığın sembolleştirilmesi” ile modern mantık, Russel, Whitead gibi matematikçi ve filozofların çalışmaları ile kurulmuştur. Popper ise “doğrulanabilirlik” ilkesi üzerine çalışmalar yaparak “yanlışlanabilirlik” ilkesini kabul ettirmiştir. Diğer mantık çeşitleri de “alternatif mantık” çatısı altında toplanmaktadır. Günümüzde “çok değerli” mantık şemalarına sahip olan alternatif mantık çeşitleri yapay zekadan hukuka kadar pek çok alanda kullanılmaktadır. Hukukçular için ise alternatif mantık çeşitlerinden deontik mantık ve paraconsistent mantık özellikle önemli olup bilinmesi gerekmektedir.

Mantığın temeli sayılan ve düşünmenin kılavuzu diyebileceğimiz klasik mantık; özdeşlik ilkesi, çelişmezlik ilkesi, üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi, yeter-sebep ilkesi olmak üzere 4 ilkeden oluşmaktadır. Bu 4 ilkenin anlaşılması mantığa giriş için oldukça önemlidir. Bu 4 ilkenin kısaca açıklaması şu şekildedir:

  1. Özdeşlik ilkesi, her bir kavramın kendisi ile özdeş olmasını ifade eder. Örneğin X, X kavramıyla özdeştir.
  2. Üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi klasik mantığın düşünce sınırları içerisindeki şeylerin “doğru veya yanlış” olmasından ibarettir.

Bu noktada belirtmek gerekir ki klasik mantıkta bir şey ya doğrudur ya da yanlıştır. Bu kavramlar ise günlük hayatta bildiğimiz “doğru-yanlış” kavramlarından farklı olarak klasik mantık çerçevesinde anlaşılır. Matematiksel olarak 1 veya 0 değerleri ile sembolize edilir. Günümüzde ise önermeler mantığına ilave olarak ara değerleri de ifade eden anlayış gelişmiştir. Örneğin Lütfi Aliasker Zade tarafından temelleri atılan ve “bulanık mantık” adı verilen mantık sistematiğinde “kısmen doğru” veya “kısmen yanlış” kavramları da bulunmaktadır. Özellikle klasik mantık, normatif kurallar söz konusu olduğunda pek çok açıdan yetersiz kalacağından alternatif mantıktaki diğer mantık alanları yardıma koşar. Çünkü örneğin cezadaki makul şüphe kavramı klasik mantıkla açıklanamaz. Bu gibi durumlarda örneğin bulanık mantık kullanılır.

3. Diğer iki mantık ilkesi ise çelişmezlik ilkesi ile yeter-sebep ilkesidir. Bu iki ilkeden çelişmezlik ilkesi mantıktaki en önemli ilkelerden biridir ve tutarlılığı ifade eder.

4. Yeter-sebep ilkesi ise Leibniz tarafından geliştirilmiş olup bir şeyin olması için yeterli sebebin varlığının gerekliliğine işaret eder:

“Akıl yürütmelerimiz iki büyük ilkeye dayanırlar: Birincisi çelişmezlik ilkesidir… İkincisi yeter-sebep ilkesidir. Bu ilke gereğince yeter bir sebep olmadıkça hiçbir vakıanın doğru ya da mevcut, ifade edilen hiçbir yargının hakiki olamayacağını, vakıanın niçin böyle olup da başka türlü olmadığını dikkate alırız. Halbuki bu sebepler çok zaman bizce belli değildir.” (Leibniz, Monodoloji, çev: S.K. Yetkin, İstanbul, 1935, s.28 alıntı yapılan kaynak Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Sentez Yayınları, Ankara, 2021, s.32,)

Bu dört ilke klasik mantığın temelinde bulunmakta olup nasıl düşünmemiz gerektiğinin yolunu bizlere çizmektedir. Diğer yandan günümüzde hukuksal düşünce için farklı mantık çeşitlerini de mutlaka öğrenmek şarttır. Örneğin deontik mantık, Yunanca zorunluluk kelimesinden türetilen ve normatif önermeleri inceleyen mantık çeşididir. Bu mantık çeşidinde özellikle Ross Paradoksu da incelenmeye değerdir. Bu mantık çeşidi robot etiği, yapay zeka gibi alanlarda kullanılmakta; bir şeyin yapılması zorunluluğu söz konusu olduğunda hiçbir şeyi yapmamayı seçenek olmaktan çıkarmaktadır. Böylece önemli bir problem çözülmüş olmaktadır. Deontik mantık sayesinde normatif ifadelerin doğru anlaşılması sağlanmıştır. Veyahut paraconsistent mantık adı verilen ve çelişkilerin ele alındığı mantık çeşidiyle de örneğin makinalara normlar hiyerarşisi öğretilebilmiştir.

Günümüzde otonom cihazların, yapay zeka araçlarının ve robotların kullanımının yaygınlaşmaya başladığı göz önünde bulundurulduğunda mantık hukukçular için daha da önemli hale gelmektedir. Özellikle yapay zeka, robotlar veya otonom araçlar gibi alanlara ilişkin etik tartışmaların ve regülasyonların mantık bilmeden tartışılamayacağı açıktır. Bu sebeplerle hukukçuların mantığa ilgisi artmalı ve hem baroların hem Adalet Bakanlığı’nın hem de hukuk fakültelerinin bu alana yönelik eğitimleri de artırması önem arz etmektedir.

Av. Haldun Barış, 05.12.2025

 Sonnotlar

(1) Alıntı yapılan kaynak: Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Sentez Yayınları, Ankara, 2021, s.18.

  • Konuya ilişkin Serozan hocanın Hukukta Yöntem adlı eserinin okunmasını tavsiye ederim. Mantık üzerine dersler dinlemek isteyen okuyuculara Mantık Derneği’nin Youtube sayfasındaki dersleri tavsiye ederim.
  • Hukuk ve mantık denilince muhakkak okunması gereken eserlerin başında bana göre Sn. Ahmet Haluk Atalay Hocanın kaleme aldığı ve sonrasında da özeleştiri yazdığı “Bir Hukuk Mantığı Var mıdır” makalesi ile özeleştiri yazısıdır. Kaynaklar kısmında linki de mevcuttur.
  • Okuduğunuz bu yazı hukuk ve mantık ilişkisine merak uyandırmayı amaçladığım ve mantığa dair amatörce bilgiler içeren bir yazıdır. Bir hukuk profesyoneli olarak ve mesleğim gereği hukukun pratiğini çalışan bir hukukçu olarak hem şahsımın hem ekip arkadaşlarımın ve stajyerlerimizin hem de meslektaşlarımın hukukun teorik yönüyle de ilgilenmesi gerektiği inancıyla kaleme aldığım bu yazının faydalı olmasını umuyorum.

Kaynaklar

Aslan, Yavuz Can, “Mantık ve Hukuk”, Kadir Has Üniverstesi Hukuk Bülteni,  8 Ocak 2024.

Atalay, Ahmet Haluk, “Bir Hukuk Mantığı Var mıdır?”, Hukuk Kuramı c. 2 s. 6 Kasım-Aralık 2015.

Atalay, Ahmet Haluk, “Bir Hukuk Mantığı Var mıdır?’ın Yeniden Basımı Üzerine Özeleştirel Bir Not”, Hukuk Kuramı, c.2, s. 5, Eylül-Ekim 2015.

Çilingir, Lokman, Normatif Yargıların Mantıksal Statüsü, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı: 68, Kış 2018, ss. 24-38,

Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Sentez Yayınları, Ankara, 2021

Güler, İsmail Hakkı, İslam Hukuk Düşüncesi ve Bulanık Mantık Üzerine Bir Değerlendirme, İslam Tetkikleri Dergisi, cdn.istanbul.edu.tr

“Ben” ile “Biz”i Kullanma Kılavuzu… Aytekin Yılmaz

Toplumumuz genel olarak pederşahi biat toplumu olduğu için, bazen kendimize “Ben” diyemiyoruz. “Ben” dediğinizde sizi egolu biri sanıyorlar. “Biz” dediğinizde ise mütevazı alçakgönüllü olmuş oluyorsunuz. En ucuz alçakgönüllülük bizde dağıtılıyor. Gerçekte ise böyle bir şey yok. “Ben” bendir, “ Biz” de bizizdir.

Siyasi bir partide faaliyet yürütüyorsanız, pek haklı olarak yaptığınız faaliyetleri (Başkalarıyla birlikte yaptığınız için) “Biz” yaptık diyebilirsiniz. Ama tek başıma bir sanat icra ediyorsam, (şarkı söylemek, resim yapmak ve öykü yazmak gibi) bunu “Ben” yapmışımdır. İnsanları öyle bir hale getirdiler ki, “Ben” kelimesini kullanmamak için her türlü evirip çevirmek zorunda kalıyorlar. Geçen gördüm, birinin yeni kitabı çıkmıştı. “Kitabımız çıktı” yazmıştı. “Kitabım çıktı” yazsa kendini egolu biri sanacak. İnsanlar yanlış hayatları doğru sana sana dil bozumuna uğradılar. Kendimden biliyorum, kavramları doğru kullandığım için beni egolu sananların sayısı az değil. Normalde ezberini bozup biraz dil bilgisi çalışsa yanıldığını anlayacak.

Sağ, sol, dinî, laik fark etmez örgütlü yapılarda bir süre kalmış kişilerde bu dil bozumu daha yoğun yaşanıyor. Kişilik parçalanmasına uğratıldıkları için kendilerine yabancılaştırılmış ve özgüvensizdirler. “Ben” kelimesi onlara çok ağır gelir. Çünkü örgütlü hayatı boyunca hep ya örgüte ya da liderine  itaat etmiştir. Yaptığı çalıştığı ürettiği ne varsa kendinin değil, örgütünündür. “Ben”lik bilincini yitirdiği için “Biz”in içinde eritmiştir kendini. Bizim gibi toplumlarda bireyin özgürleşmemesinin en önemli sebeplerinden biri, örgütlü yapı içinde “Benlik” bilincinin sıfırlanmasıdır. Bu kişiler kendilerini sıfırladıkları için normal hayata hep 2-0 yenik başlarlar.

PKK Totalitarizminde Liberal olmak

Kendi deneyimimden biliyorum, daha iktidar olmadan PKK gibi radikal sol örgütler totalitarizmin en kaba biçimini iç yaşamlarında uyguluyorlar. Hapishanede 50 kişi kaldığımız koğuşta, bir süre sonra tek kişi kaldığımızı fark etmiştim. Aşırı kaba ideolojik yaşam herkesi aynılaştırmıştı. 50 kişilik koğuşumuzda 25 sorumlu vardı. Her şeyin bir sorumlusunun olduğu bir yerde, haliyle birey olarak kendinize ait hiçbir şeyinizin olmadığını fark ediyorsunuz. Sorumluluk bilinci birey olmayı geliştirir diye düşünebiliriz, ama bu sorumluluk bireyin insiyatif alması için değil, aksine bu kadar yoğun ve aşırı hiyerarşik örgüt bürokrasisinin içinde, bireyin kaybolmasıyla sonuçlanan bir düzenin inşa edildiğine tanık oluyoruz. PKK gibi totaliter örgüt işleyişi ve disiplini içinde yaptığınız her pratik etkinlik yapanın adıyla değil, örgütün adıyla çağrılıyor. Daha sade bir anlatımla, örgüt içinde yaptığınız yapacağınız her “iyi” şey örgütün oluyor, eğer etkinliğiniz başarısız “kötü” olursa bunun sebebi örgüt değil, örgüte layık olamamış, kendini yeterince geliştirememiş bir “kişilik” oluyorsunuz. Buna benzer nedenlerden dolayı örgüt içinde ağzınızla kuş da tutsanız, ölmedikçe, “iyi partili” olma şansınız bulunmamaktadır. Örgütün bu konudaki tavrı şöyleydi, “İyi yapılan işler partinin, kötü yapılan işler partileşmemiş kişiliklerindir.” Burada beklenir ki iyi yapılan işler yapanın adıyla çağrılsın ama öyle olmuyor, örgüt içinde kişilere tanınmış böyle bir ayrıcalık yok.

PKK gibi totaliter örgütlerde kişilik erozyonu, örgüt içi eleştiri mekanizmasıyla sağlanıyor. Örgüte adımınızı attığınız andan itibaren eleştiri mekanizması aleyhinize de başlamış oluyor. Günlük haftalık aylık ve yıllık olmak üzere yüzlerce eleştiri – özeleştiri toplantılarının içinde buluyorsunuz kendinizi. Örgüt ideolojisini ve yaşam tarzını içselleştirene kadar eleştirilerin hedefinde oluyorsunuz. Eğer günlük yaşamda yeterince örgüt disiplinine uyum sağlayamıyorsanız, alacağınız ilk eleştiri “Arkadaşta liberalleşme eğilimi var.” olacaktır. PKK gibi totaliter sert örgütlerin kabullenmediği, şeytanlaştırdığı ilk şey örgüt yaşamında liberal olmaktır. Liberal olmak o kadar şeytanlaştırılmış olmalı ki, hapishanede örgüt tarafından bu eleştiriye maruz kalanların oturup bir köşede ağladığına tanık oldum. Hakkari’nin, Kars’ın bir köyünden örgüte katılmış, hayatında ilk kez duyduğu liberalliğin çok kötü bir şey olabileceğini düşünen insanlar bunlar. O yıllarda bazılarımız, keşke hem örgüt sorumluları hem de bu eleştirilere maruz kalan köylü insanlar liberal olmanın ne anlama geldiğini bilseler dediğimizi hatırlıyorum. Tam trajik komedi bir durum vardı orta yerde. Üzülüyorsunuz, ama neye üzüldüğünüzü bilmiyorsunuz. PKK totalitarizmi insanları çok kötü durumlara soktu. Benzer şey halen devam ediyor. Abdullah Öcalan bir yazısında, “Benim militanlar beni anlamıyorlar, ama benim için ölüyorlar.” Bu kafkaesk durum tam da PKK’nin ruhsal dünyasının özetidir.