Seçilmişin vesayet yönetimi olmaz
Sivil vesayet hepsi laf. Halkın oyuna dönmek önemli. Şimdi bak asker-sivil bürokrasinin vesayeti çöktükten sonra sadece seçilmişlerin vesayeti olabilir mi? Hiçbir iktidar sonsuz değildir. Ama asker sivil bürokrasinin vesayeti öyle değildi. Halkla ilgili bir meselesi yoktu. Ama seçilmişin var. Bundan sonra hiç kimse memlekette canının istediği gibi davranamaz.
Başbakan haklıydı kriz teğet geçti
Türkiye küresel ekonomik krizi hakikaten teğet geçti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirdiler ama hakikaten kriz teğet geçti. Türkiye’ye yabancı kaynak giriyor. Neden geliyor? Bir; çok genç bir nüfus var, iki; iyi bir tüketim yeri. Çin, Hindistan, Brezilya hemen arkasından Türkiye düşünülüyor dünyada. Yabancı uzmanların hepsi diyor ki, Türkiye’nin önü açık.
İstanbul-Anadolu ayrımı kalkacak
TÜSİAD böyle bir ayrıma çok kızıyor ama böyle bir ayrım var. Bu sosyolojik, objektif vakadır. Niye MÜSİAD var, niye TUSKON var, niye Anadolu Kaplanları diye bir kavram çıktı. Anadolu sermayesiyle İstanbul sermayesi kaynaşacak. Bundan sonra olacak şey şu: Ne TUSKON kalacak, ne MÜSİAD kalacak ne de TÜSİAD. Yani daha başka bir yapı oluşması gerekecek.
Can Paker, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) en radikal isimlerinden. Halen Haysiyet Divanı üyesi. TÜSİAD’ın kurduğu Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) ise Başkanı. 1990’lı yıllardan beri hazırladığı raporlarla, yaptığı açıklamalarla Türkiye’nin askeri vesayetten kurtarılması gerektiğini savunuyor. 1997’de Prof. Dr. Bülent Tanör’le birlikte hazırladığı Demokrasi Raporu ise TÜSİAD’da ilk kırılmaya neden olmuş, bazı üyeler tarafından vatan hainliği ile suçlanmıştı.
Paker, 12 Eylül’deki anayasa referandumunda ‘evet’ oyu vereceğini açıkça ilan etti. Böylece üyesi olduğu dernekle bir kez daha ters düştü. Referandumda çıkan yüzde 58’lik sonuçtan da memnun. Türkiye’nin demokrasiye geçişi açısından önemli bir eşiğin aşıldığını söyleyen Paker, Türkiye’de siyasi partilerin oy yarışının bundan sonra başlayacağını düşünüyor. Paker, “AK Parti’nin sahiller konusunda, CHP’nin ise başörtüsü konusunda yaptığı açıklamalar bunun sinyallerini veriyor. Bu değişim Türkiye için çok önemli. İktidara gelmek isteyen, halkı memnun etmek durumunda kalacak” diyor. Bugüne kadar askeri vesayete karşı çıkan aydınların bundan sonraki mücadelesini ise “Toplumda talep edilen özgürlüklerin takipçisi olmak” diye açıklıyor.
Paker, Türkiye’nin sosyo ekonomik tabanının da değiştiğini vurgularken, “Anadolu sermayesi, İstanbul sermayesi ayrımı TÜSİAD kızsa da var. Bu sosyolojik, objektif vakadır. Niye MÜSİAD var, niye TUSKON var, niye Anadolu Kaplanları diye bir kavram çıktı. Ama bu sosyo-ekonomik dinamik bu ayrılığı kaldıracak. Böyle bir ayrım yakında kalmayacak” diyor. Paker’in Türkiye’deki değişime ilişkin görüşleri şöyle:
Uzun yıllardır Türkiye’nin siyasi sorunlarına ilişkin raporlar hazırladınız, bu sorunların çözümü için açık tavır aldınız. Türkiye ne yönde değişti?
Türkiye’de yıllarca içe kapalı bir ekonomi vardı. İşadamları gümrüklerle korunuyordu. Türk siyaseti de buna göre şekillendi. Bu ne demekti: İki seviyeli bir siyaset vardı. Alt seviye, üst seviye. Üst seviyeyi tamamen asker sivil bürokrasi işgal etti. Gerçek siyasete onlar karar verdi. Kürt meselesi, Kıbrıs meselesi, din meselesi gibi. Alt seviye ise ekonomiyle ilgili kaldı. Siyasi partiler sadece o alanda yer aldı. Toplumun büyük bir kısmı köylüydü ve onun için de bu yukarıdan aşağıya gelen ve milliyetçiliğin de ağır bastığı sistem tuttu. Ancak Sovyetler Birliği yıkıldı ve Türkiye dışa açıldı, Turgut Özal’la birlikte liberal ekonomi dönemi başladı. Sermaye girişi hızlandı. Anadolu’da sanayi bölgeleri kuruldu. ‘Anadolu kaplanları’ denilen yeni bir sermaye sınıfı doğmaya başladı. Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısı değişti.
Nasıl bir değişim oldu bu?
Eski iş dünyasının, bizler de ona dahiliz, açıkçası rasyonalitesi kavramsal bir rasyonalite. Yani mektepte fizik, kimya, matematik okursun, onlardan beliren bir rasyonalitesi vardır. Bu durum dini günlük hayattan uzaklaştıran bir laikliğe yol açıyor. Halbuki Anadolu’daki orta sınıfın rasyonalitesi pratik rasyonalitedir. Yani o deneyerek yanılarak öğrenir. Dolayısıyla onun dinle ilgili hiçbir sorunu yoktur. Ama sermaye sahibi oldukça modernleşme ortaya çıktı. Modernleşince de işte o alttan bağlamalı başörtüsü yerine türban takmaya başladı. Yani türban kesinlikle modernizasyon göstergesidir. Bu nedenle din sosyal hayatta yer almaya başladı. Beş yıldızlı otellere gitmeye, dışarda yemek yemeye başladılar. Ona göre bir ekonomik sistem doğdu.
Bu yeni girişimci sınıfın farkı neydi?
Bu girişimci sınıfın önemli bir özelliği devletin koruması olmadan iş dünyasında yer almalarıydı. Dolayısıyla daha çok kendilerine güvenerek, daha çok ayaklarının üstünde durarak ve daha çok kapitalist rekabet şartlarına uyarak çıktılar. Türkiye’nin sosyal yapısı bu iken buna paralel siyasi yapısı da AK Parti ile doğdu. Bu değişim sonucu yeni çıkan bu orta sınıf özgürlükleri talep etmeye başladı. Ayrıca Türkiye köylülükten uzaklaşmaya başladı. Bu da ekonomik alanda farklılaşmak demek. Bu da farklılıklarını yaşayacağı özgürlükleri talep etmek demek. Onun için geliyor bu talep.
Referanduma uzanan süreç bu yoldan mı geçti?
Anayasanın 12 Eylül’de değişmesinin temel nedeni sosyolojik tabanın kaymış olmasıdır. Yoksa AK Parti niye 2002’de iktidara geldiğinde değiştirmedi? Çünkü sosyolojik taban daha bu kadar olgunlaşmamıştı. Bugün değişti. Bu referandumla Türkiye’de asker-sivil bürokrasinin siyasetteki ağırlığı anayasal olarak, hiç olmasa teorik olarak son buldu. Türkiye artık Ergenekon gibi siyasi iktidarı zorla uzaklaştırabilen yapılanmalardan kurtulacak. Artık Yargıtay’da, Hâkimler Savcılar Kurulu gibi kurullarda kast sistemi ortadan kalkacak. Daha önemlisi devleti korumak görevini üstlenen CHP bunu artık yargı yoluyla yapamayacak. CHP’nin artık tek bir çözümü kaldı, halk. Türkiye’de büyük değişim buradadır. Halka dayanan bir muhalefet veya iktidar olma yoluna mecburen girmiştir. Yani başka çaresi kalmadı. Türkiye için de bu çok önemli.
Askeri vesayet bitti ama hayır diyenlerin korkusu yüzde 58’lik evet oyunun şimdi de sivil vesayete yol açması. Eski sistem değişiyor ama yerine demokrasi gelmeyecek kaygısı var. Bu kaygıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Yüzde 42 hayır oyunun ne kadarının sivil vesayet korkusu, ne kadarının anti AK Parti, ne kadarının biraz önce söylediğim sınıfsal çekişmenin sonucu olduğunu ciddi olarak araştırmak gerekli. Bence hayırın büyük ağırlığı sınıfsal çekişmenin getirdiği bir şeydir. Yani ben şuna bakıyorum. Esas mesele sınıfsal çelişkidir. Sadece ekonomik değil bu aynı zamanda yaşam tarzı sürtüşmesi. Ben orada korku olduğuna inanmıyorum. Bence yabancılaşma var. Yani ben bunlarla beraber yaşamayacağım, ben bunlarla yaşamak istemiyorumun düşüncesinin daha ağırlıklı olduğunu düşünüyorum. Yani gelecekler bizim başımızı örteceklerden daha fazla, ben bunlarla böyle bir ortamda yaşamak istemiyorum tepkisi var. Geri kalan yüzde 15 ile yüzde 17’de dinsel faktörler var.
Yani o korkuları yaratacak açıklamalar, tavırlar yok mu, olmadı mı? Siyaset meselesi öyle bir şey ki biz yani siyasi olmayan ve siyaseti düşünenler daima maksimalist düşünüyoruz. Daima en idealist düşünüyoruz. Şimdi siyasetçi ise maksimalist düşünmüyor, optimal düşünüyor. Optimal ne demek bugüne kadar hangi kitleden rey alıyorum? Bu kitlenin reyini kaybetmeden veya en az kaybederek başka kitlelerin reyini nasıl alırım. Referandum sürecinde bunlar oldu. Ama şimdi durum değişiyor. CHP’ye bakalım. Artık istiyor ki başörtülülerin de reyini alsın. Öbür taraftan da kendi oyunu kaybetmek istemiyor. Ne demeye başlıyor saçının bir kısmı gözüksün, hepsini kapatmasın. Şimdi buna insanlar gülüyor ama ben bunu çok siyasi bir davranış olarak görüyorum.
Devletin kendine yakın sermayeyi kollaması bitti mi sizce? Henüz değil tabii. Bugün kalmadı dersek yanlış bir şey olur. Ama bu gidiş devletin belirli zümreleri koruma gücünün azaldığını gösteriyor. Çünkü dünya ekonomisiyle entegre oluyoruz, resme böyle baktığımız zaman Türkiye’nin geleceği fevkalade parlak. Çünkü çok dinamik bir toplum, çok girişimci bir toplum, çok risk alan bir toplum. Toplum özgürlükleri yeni yaşadığı için onun keyfi, heyecanı içinde. Onları daha çok talep ediyor.
Özgürlükler konusundaki sorunları da çözülmeye başlayacak mı? Şu resme baktığım zaman, artık bu özgürlükler bundan sonra çözülecek konular haline geliyor. Çünkü artık Türkiye’de herşey açık açık tartışılıyor. Şimdi 12 Eylül’de yapılan referandumun en önemli getirdiği şey her konunun tartışılır hale gelmesi. Referandumda hayır çıksaydı dahi bu referandum yararlı olacaktı. Çünkü Türkiye’de çok önemli bir dönem yaşandı. Her konu tartışıldı. Tabu kalmadı. Mayınları asker kendi mi döşedi? Heronları kim düşürdü? Öbür taraftan Fethullah Gülen cemaati ne kadar devletin içinde vardır, ne kadar etkilidir, ne kadar değildir tartışıldı. Yani bütün mesele artık o tartışılamaz tabuların ortadan kalkması.
Gerçek muhalefet ve iktidar başlıyor
Siyasi söylemlerdeki yalpalamalar çekirdek oyları kaybetmemek için mi? AK Parti’nin iktidarı gerçekten bundan sonra mı başlıyor?
CHP’nin türbana getirdiği çözüm mantıksız görünmesine rağmen çok siyasal. AK Parti’nin de böyle açıklamaları var. Mantıksız görünmesine rağmen çok siyasal davranışları var. Yani Türkiye özgürlükler için adımları şimdi atmaya başlıyor. Biz aydınlar bundan sonra da hep böyle maksimalist olmaya mecburuz. Biz idealleri söyleyeceğiz. En doğruları söyleyeceğiz ama şunu bileceğiz ki siyaset yapılabilme olasılığı olanı yapma sanatıdır.
AK Parti bugüne kadar tam bir iktidar sergileyemedi. Biraz evvel söylediğimiz o iki düzeyli siyaset ortadan kalktığı zaman kim iktidar olacaksa kim muhalefet olacaksa bu netleşecek. Gerçek anlamda muhalefet ve iktidar olacak diye düşünüyorum. Şimdi bütün kurumlar kendilerini buna göre ayarlayacaklar. Çünkü siyaset buna göre ayarlanıyor. Yani artık iş dünyası da kendini devletle olan ilişkilerinden daha çok topluma olan sorumluluklarıyla görmeye başlayacak. Çünkü artık devletin onu kollayacak gücü kalmıyor. CHP sadece laiklik elden gidiyor teziyle yüzde 20 oy alabildi. Şimdi bu yetmiyor. Artık özgürlükler için harekete geçmesi lazım.
Radikal, 11.10.2010
Röportaj: Jale Özgentürk