Bir Yarım Almanak: 2025’e Girerken Bizim Meselelerimiz

2024 bitiyor. 2024 Türkiye için yine oldukça yoğun ve yorucu bir yıl olarak geçti. Güzel şeyler de oldu, maalesef çok üzüldüğümüz meseleler de.

Türkiye 2024’ün ilk aylarına bir seçim atmosferinde girdi. 31 Mart seçimleri yaşandı. Mayıs ve sonrasında halkın genel beklentisi ekonomiye yönelik olsa da ekonomide beklenen düzelme gerçekleşmedi. Bir yandan erişim engellerini, tören düzenini ihlâl eden teğmenleri, hakaret davalarını, TUSAŞ terör saldırısını, kayyımları, sosyal krizi açıkça ortaya koyan birtakım toplumsal olayları konuştuk. Gazze’de soykırım sürmeye devam etti. İyi şeyler de oldu. Suriye’de zalim bir diktatör çok şükür ki devrildi. İlk kez bir Türk uzaya çıktı ve 8 Haziran’da ikinci Türk de uzaya gönderildi. Türkiye okçulukta ve atıcılıkta madalyalar kazandı. Yusuf Dikeç bir marka haline geldi, Türkiye’yi epey tanıttı. Akciğer kanseri aşısı 7 ülkeyle birlikte Türkiye’de de denenmeye başlandı. Yapay zeka kullanımı arttı. Daron Acemoğlu Nobel Ödülü kazandı.

2024’e veda ederken belli aralıklarla yazılar kaleme aldığım bu mecrada, bir almanak mahiyetinde olmasa da belli başlı hususları değerlendirmek ve fikirlerimi ifade etmek amacıyla bu yazıya niyetlendim. Öyleyse başlayalım:

Her şeye rağmen Türkiye büyük bir güçtür ve gelecek 25 yılda bölgenin lideridir.

Daha evvel yazdığım yazılarda Türkiye’nin önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde bölgenin tartışılmaz otoritesi, başat gücü olacağını ancak bunun için belli adımları atması gerektiğini yazmıştım.

“Geriye dinamik nüfusu ile artan askerî teknolojisi, NATO’nun en büyük 2. kara ordusu, istikrarlı demokrasisi (aynı partinin kazanmasından bahsetmiyorum, güvenli ve demokratik şekilde tekrarlanan seçimlerden bahsediyorum), Gabar civarında çıkan petrolü, yenilenebilir enerji yatırımları, Kalkınma Yolu Projesi, Afrika’da gerçekleştirdiği hamleler ile Türkiye kalmaktadır. Türkiye, kısa-orta vadede bölgede ve ilerleyen süreçlerde küresel ölçekte hegemon güç olmaya adaydır ancak dört önemli sorunu çözmesi gerekmektedir: Ekonomik İstikrarsızlık, Kürt Sorunu, Tarım-Hayvancılık Sorunu ve Düzensiz Göç Sorunu.” (“Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri”)

Aynı yazıda henüz Bahçeli’nin söylemleri ortada yokken ve çözüm süreci tartışılmıyorken Erdoğan’ın milliyetçileri ikna etmesi halinde Kürt sorununun çözümü için adımlar atılabileceğinden bahsetmiştim:

“Erdoğan hükümeti, eğer milliyetçileri ikna eder ve milliyetçilerle birlikte, askerî operasyonların ardından yeni bir süreç başlatırsa, Özal döneminde konuşulan bazı teorileri (kesinlikle federatif yapıdan bahsetmiyorum) hayata geçirebilir. Bu durumda sınır güvenliği sağlanmış, Kürtlerle sorun yaşamayan Türkiye ve muhtemelen Kürtlerle artarak sorun yaşamaya devam eden Suriye-İran tablosu görebiliriz.”

Bütün bunların ardından Suriye’de de önemli gelişmeler yaşandı.

İsrail’in Hizbullah saldırıları sonrasında sahada oldukça zayıflayan Esat yönetimi Türkiye’nin muhalifleri örgütlemesi, desteklemesi ve yönlendirmeleri ile çok şükür ki devrildi. Ancak Suriye’de olan bitenleri ikiye ayırmalıyız; Esad’ın devrilmesi zaferdir lakin Suriye’nin geleceğine dair endişe duymak için de pek çok sebep vardır. Umut edelim ki Suriye’de birlik sağlanır ve demokratik bir yönetim oluşturulabilir. Ancak vaka şudur:

  • Türkiye artık İsrail ile neredeyse komşudur ve her an tehdide dönüşebilir.
  • Suriye’de güçlü bir Kürt bölgesi vardır ve bu bölgede ağır silahlara sahip, kısmen eğitimli, kısmen nizami bir grup bulunmaktadır.

Bu iki hususu değerlendirmek gerekir. Bazı hususları anlamak içinse biraz tarih biraz geleceğe ilişkin gelişmelere bakmak gerekir:

Post Vestfalyan sistemin çatlamaya başladığı günümüzde, enerjinin merkezi Ortadoğu ve Asya’da istikrar önemlidir ancak güç savaşları da daha şiddetli yaşanacaktır.

Bir yanda ABD içerisindeki güç savaşları, bir yanda Çin bir yanda güç kaybetmekte olan Rusya ve Avrupa dururken Avrupa’dan kaderini ayıran İngiltere etkisini artırmaya ve güçlenmeye devam etmektedir. Öte yandan dünyamız çok hızlı şekilde değişirken, ulus üstü şirketler ve yeni teknolojik gelişmeler Vestfalyan Düzeninin devletlerini de değiştirecek ve dönüştürecektir.

Bazı temel gerçekler ise her daim sabittir: Enerji hatlarının güvenliği ve istikrarı önemlidir. Ortadoğu ve Orta Asya önemli bir pazardır. Türkiye ise önemli bir jeopolitik konuma sahiptir ve Ortadoğu’nun demokratik, istikrarlı neredeyse tek ülkesidir.

Türkiye’nin temel dış tehditlerine bakıldığına tablo özetle şu şekildedir: Ege’de Yunanistan’ın çıkardığı sorunlar, Kıbrıs’ta Türk Devleti’nin tanınmaması, Irak-Suriye’de yaşanan istikrarsızlıklar, Karadeniz’de Rusya-Ukrayna Savaşı’nın yarattığı istikrarsızlık, İran üzerinden gelen göç ve uyuşturucu/kaçak ticaret, Ermenistan ile kapalı sınırlar ve sözde birtakım iddialar ile mücadele etmeye çalışmaktadır. Diğer yandan terörle mücadele için ciddi bir bütçe ayırmıştır ve ayırmaktadır.

Bunların dışında Türkiye’de adeta kronikleşmeye eğilimli bazı sorunlar da bulunmaktadır.

Bunları diğer yazılarımda da dile getirmiştim: 1- Ekonomik istikrarsızlık ve kırılganlık 2- Kürt Sorunu 3- Göçmen ve uyum politikalarında yetersizlik ve düzensiz göçe yönelik tedbir alınmaması 4- Temiz ve güvenilir tarım-gıda sorunu

Bu sorunlara birazdan değineceğim ve bazı önerileri yine, yeniden sunacağım.

Soğuk savaş sonrasında Asya ile ilişkilerini güçlendiren, 21. yüzyılda ise Erdoğan’ın önce “Yeni Osmanlıcılık” sonra kısmen milliyetçi ve halihazırda daha özgün olmaya dönmesi zorunlu olan dış politika stratejisi ile Türkiye hem Orta Asya’da hem de Ortadoğu’da etkinliğini artırmaktadır.

Gelinen noktada, Türkiye Suriye’de bir manevra alanı yakalamıştır. Ancak bundan sonrasında Suriye’yi imar etme yoluna gidilirken ve Suriye’de yeni yönetim kurulurken Türkiye’nin yeni adımlarını da iyi kurgulamak gerekir.

Bu noktada, bana kalırsa Türkiye’nin, öncelikle Deng Xiaoping’in Çin’e 1990larda öğütlediği, “sessizce büyümek, kimseyi ürkütmemek” veya “sessiz, derin, mütevazı” şekilde ilerlemek şeklindeki tavsiyelerini bir süre uygulaması gereklidir.

Türkiye dış politikada etki alanını genişletip, güvenliğini ve Ortadoğu’da istikrarı sağlamaya yönelik yeni adımları atmadan evvel 10-20 yıllık bir iç dönüşüme girmeyi hesap etmelidir.

Bu iç dönüşüm için öncelikle ülkede güven ve huzur ortamının sağlanması, bunun için de ilk olarak hukukun üstünlüğüne yönelik adımların atılması ve adalete olan inancın onarılması şarttır. Adaletin hızlandırılması, infaz rejiminin değiştirilmesi, sürekli gündeme algıyı otoriterleştirmeye dönüştüren “hareket” gibi basit suçlardan ötürü göz altı ve tutuklulukların veya adli tedbirlerin önlenmesine yönelik kanuni düzenlemelerin sağlanması bu yazıda anabileceğim birkaç öneridir. Bu hususta daha evvel Türkiye’nin Hukuk Problemi başlıklı yazımda detaylıca öneriler ele almıştım.

İç dönüşüm ve sağlamlaştırma yapılırken bir yandan ekonomide kırılganlık giderilmeli, zayıf olduğumuz noktalar güçlendirilmelidir. Vergi alanında artık adil bir düzen sağlanmalı, vergiler düşürülerek daha çok vergi toplanması sağlanmalı ayrıca vergi toplama maliyetleri de düşürülmelidir. Uzay sanayi, yapay zeka gibi alanlarda AR-GE çalışmalarında devlet öncü olarak üretim modelleri de bu iç dönüşüm sürecinde değiştirilmelidir. Bunların yanı sıra özellikle sahil kesiminde kaynağı belirsiz para ile mücadele daha da artırılmalıdır.

Bu iç dönüşümün bir diğer ayağı tarım ve hayvancılık hususudur. Gıdası temiz, helal ve sağlıklı olmayan bir milletin kalkınması mümkün değildir. Bedenimizin ve zihnimizin yakıtı gıdadır. Hatta yediğimiz-içtiğimiz gıdalar ruhumuza dahi etki eder. Öyleyse sağlıksız katkı maddelerine ilişkin yasal düzenlemeleri yeniden gözden geçirmeli, “güvenli sınır” kabul edilen miktarlar, kanuni hak olmaktan çıkarılmalı, en azından izin verilen miktarlar daha da düşürülerek daha az maruziyet sağlanabilmelidir. Yine ülkemizde en çok tüketilen beyaz ekmekteki tuz ve beyaz un oranı değiştirilse dahi önemli bir adım atılabilir.

Sağlıksız gıdalar hem bireye hem de topluma yüktür. Bu gıdaların tüketilmesinin önüne geçmek için düzenli olarak propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yapılmalı, imkânlar ölçüsünde kısıtlamalar uygulanmalıdır.

Öte yandan sağlıksız gıdalara yönelik “sağlığı tehdit vergisi” konularak ve bu vergiden elde edilen gelirler SGK bütçesine aktarılarak bu gıdaları tüketenlerin sağlık sistemine ve bütçeye olan yükü bir nebze olsun azaltılabilir.

Örneğin margarin ve sağlıksız yağlara, sigara ve alkole, kola, gazoz gibi gazlı ve bol şeker şuruplu içeceklere, belli bir düzeyin üstünde şeker şurubu gibi doğal şeker içermeyen ürünlere (güvenli ve izin verilen miktarda olsa dahi) “sağlığı tehdit vergisi” konulabilir.

Diğer yandan benim başından beri vurguladığım tarım-hayvancılık sorunu elbette bu önemli hususları içerse de asıl olarak dünyanın yakın gelecekte yaşayacağı gıda krizine ilişkindir. Türkiye bir an evvel tarım arazilerini ıslah etmeli, nitelikli, temiz ve teknolojik tarıma geçmeli, çiftçiler bilinçlendirilmelidir.

Dünya bir gıda krizi yaşayacaktır ve Türkiye bu gıda sorununu çözmeye aday ülke olmalıdır.

(Bir diğer aday ise Rusya’dır.)

Bu konuda bir hususu daha burada dile getirmek istiyorum. Tarım Bakanlığı’nda görev yapan üst düzey bir bürokrat tanıdığımla otururken Sudan’da kiralanan arazileri sormuştum. Ne yazık ki istenilen verimin alınamadığını ve stratejik bir hata yapıldığını söylemişti. Örneğin Romanya’dan tarım arazileri alınmasının daha doğru ve işlevsel olabileceğini belirtmişti. Bunu da burada bir eleştiri mahiyetinde kaleme almak istedim. Türkiye’nin çeşitli ülkelerde tarım arazileri ile tarım yapması önemli bir vizyondur ancak öncelikle ülkemizdeki kuraklaşma, bilinçsiz tarım uygulamaları, çiftçinin ekonomik olarak zor durumuna çözüm bulmak gerekir.

Özetle, Türkiye’nin olası senaryolarda sıklıkla zikredilen tarım ve gıda krizine ilişkin çözüm gücü olma fırsatını değerlendirmesi ve bunun için tarım sorununu çözmesi gerekmektedir.

Bir diğer sorun ise göçmenlere yönelik politikasızlığımızdır. Yabancılar hukuku alanında faaliyet gösteren bir avukat olarak belirtmem gerekir ki Göç İdaresi Başkanlığı’nın bir iç disiplini, bir iç işleyişi, bir iç politikası maalesef yoktur. Kurum inanılmaz derecede yavaştır. Kurumun uyum süreçlerine ilişkin bir çalışması var mıdır bilemiyorum ancak hiç duymadığımı ifade etmeliyim.

Göç sorunu, göçmenleri geri gönderme mevzusu değildir. Türkçe öğretebilme, uyum sağlatabilme, katkı sağlatabilme mevzusudur.

İnsan hakları ihlali derecesinde kötü koşullara sahip Geri Gönderme Merkezleri ile veya yapılan başvurulara seri ret vererek veya en ufak adli şikâyette bir yabancıyı deport ederek bu iş çözülemez! Türkiye’nin artık uyum sürecini gündemine alması gerekir.

Ve bir diğer önemli sorun ise Kürt sorunudur. Türkiye’nin bu soruna ilişkin önünde önemli bir dönem bulunmaktadır: Suriye’deki Kürtler.

Türkiye’nin bu iç dönüşüm ve iç sağlamlaştırma sürecinde Yavuz Sultan Selim döneminde İdris-i Bitlisi tarafından uygulanan “te’lif-i kulûb-i Ekrad” yani Kürtlerin kalplerini ülkeye ısındırma politikasını uygulaması Suriye’den bağımsız olarak mühimdir.

Ancak burada İdris-i Bitlisi’lere ihtiyaç olduğu da aşikârdır. Vurgulamak isterim ki bir İdris-i Bitlisi değil birden fazla İdris-i Bitlisi’ye ihtiyaç vardır. O dönemde olduğu gibi bugün de Kürtler’in bir birliği yoktur. Dolayısıyla Kürtler’in tamamına hitap eden bir lider veya otorite de yoktur. Mevcut otoritelerin önemli bir kısmının Türkiye’nin yanına çekilmesi, Kürt grupların Türkiye ile ortak hareket etmesi, Anadolu ve Bölge’de Türklerle Kürtlerin kader ortaklığı yaptığı gerçeğinin artık konuşulması ve işlenmesi önemlidir.

Daha da açık ifade etmem gerekirse Kürt gruplardan tesirli olan hiçbir gücü İsrail’in etkisine bırakma riskine girmemeliyiz.

Türkiye, dünyanın en büyük ordulardan birine sahip bir ülke olarak gerektiğinde askeri operasyonları yapar ve yapacaktır da. Bu durum otorite tarafından en doğru şekilde belirlenecektir. Ancak barış, huzur ve selamet ortamının her kesime fayda sağlayacağı açıktır.

Hatırlayalım, Efendimiz (sav), Mekke’nin fethinden 2 yıl kadar evvel kendilerini Mekke’ye sokmayan müşriklerle, kılıçları yarıya kadar kınından çekilmiş olan ve müşriklerden şeksiz, şüphesiz kat be kat güçlü olan ordusunu, geri çekmiş, savaştırmamış, hatta bazı Müslümanların tedirginliklerine rağmen aleyhe gibi görünen Hudeybiye Barış Andlaşmasını akdetmişti.

Bu oldukça cesurca ve bir o kadar stratejik bir hamleydi. Nitekim Peygamber Hudeybiye’de yapılan ve aleyhe gibi görünen barış antlaşmasından yalnızca 2 yıl sonra, savaşsız şekilde teslim edilen Mekke’de insanların birçoğu, devletimize biat ettiler. Zaten tüm bu olanlardan evvel de Peygamber Mekkeliler’e yardım yolluyor, Ebu Süfyan’a jestlerde bulunarak Mekkelileri bu fethe hazırlıyordu.

Bugün, yanı başımızda yepyeni bir süreç yaşanıyorken, örneğin DEAŞ’ın hapishanesinin güvenliğinde zorlanan birtakım Kürt gruplarının varlığı bu noktada hesaplara katılabilir, mesele bir de bu zaviyeden incelenebilir.

Burada şunu da vurgulamak isterim: Türkiye’nin bir bölünme riski de yoktur, Allah’ın izniyle hiç kimse Diyarbakır ile Elazığ arasına sınır çizilmesinden bahsedemez, buna en başta bölge insanı, İstanbul’da yaşayan milyon kadar Kürt vatandaşı itiraz edecektir. Öyleyse bu kadim ortaklığı yeniden canlandırmak, tuzak kuranların tuzağına düşmemek gerekir.

Öte yandan bu iç dönüşüm ve değişim sürecinde Türkiye’nin bölgede artık vekil kuvvetlerini oluşturması, gerçek manada yapılandırması, güçlendirmesi ve eğitmesi gerekmektedir. Türkiye’nin vekil kuvvetleri bölgede yaşayan Türkmenlerdir. Irakeyn’de, Lübnan’da, Filistin’de ve daha pek çok yerde bulunan akraba topluluklarımız için kuvvetli bir yapılanma kurup hem kültürel hem ekonomik hem siyasi hem de askeri olarak gerçek manada bir destek vermek boynumuzun borcu olduğu kadar stratejik vizyonumuz açısından da elzemdir.

Bu hususu Türk Milliyetçiliği’ni özgürlükçü, serbest piyasacı ve evrensel değerler zaviyesinden de ele alarak fakülte yıllarımda (2015-2020) ele almış ve Mavi Türk Kuşağı Projesi adını verdiğim projeyi hayata geçirmiş hatta bu kapsamda küçük bir adım olması açısından Türkmen çocukların daha eğitimli ve donanımlı olması, akademik başarılarının iyileşmesine destek olabilmek amacıyla Türkmen Çocukları Eğitim Atölyesi’ni de hayata geçirmiştim. Yine Ankara Hukuk’ta okurken bu proje kapsamında ben ve o dönem bir düşünce kuruluşundaki arkadaşlarımla Türk’ün Dünyası başlığıyla pek çok etkinlik yapmış idik. Bu etkinliklerde Kerkük’ü, Kaşgar’ı, Karabağ’ı, Kıbrıs’ı, Kudüs’ü ve diğer çözüm bekleyen bölgeler üzerine kafa yormuş, etkinlikler düzenlemiştik. Yeri gelmişken burada bir etkinliğimizde “Gençler Konuşuyor” bölümümüzde Kıbrıs’tan Kıbrıs Türk Devleti tezini savunan bir genci bulmakta çok zorlandığımı genel bakışın AB üyesi olan Kıbrıs Rum Kesimi ile birleşmek yönünde olduğunu ve orada ciddi bir dezenformasyon faaliyeti ile 5. kol faaliyetlerinin sürdürüldüğünü de ifade etmem gerekir. (Bkz: Mavi Türk Kuşağı Projesi)

Kıbrıs’ı ve Kıbrıs’ta yaşanan acılarımızı, tıpkı Bosna’daki hassasiyetimiz gibi ele almalıyız. O dönemlere ilişkin kaliteli yapımcılara belgeseller, filmler çektirmeli oradaki milli bilinci yeniden diriltmenin yollarını aramalıyız.

Sonuç Yerine

Birbirleriyle bağlantılı bu yazıları kaleme alırken çatlarcasına inandığım Türkiye’ye dair birtakım meseleleri en azından kıymetli okurlarımın gündemine taşımak istiyorum. Bu yazıları yazarken aklıma her köşesi cennet olan ülkemizin hak ettiği gibi bir ülke olması için üzerimize düşen sorumluluk duygusu ve Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde formülleştirilmiş olan “Güçlü Düşünce, Yüksek İşler, Yüce Girişimler, Sağlıklı Hayvancılık, En İyi Tarım, Kaliteli Kumaş, Temiz Vicdan, Yeni Fikirler, Mekanik Başarı, Müreffeh Millet!” ifadeleri geliyor.

Biliyorum ki değişimi ve dönüşümü iliklerimize kadar yaşadığımız şu günlerde ve yakın gelecekte Vestfalyan Düzenin en büyük eksiği olan “ahlâkî vizyon”; pek çok farklı adla, pek çok farklı formülle, ama öyle ama böyle, eksiğiyle fazlasıyla, kimi zaman nizam-ı alem denilerek, kimi zaman adil düzen denilerek, kimi zaman diriliş düzeni denilerek, kimi zaman K. Tahir’in kerim devleti, kimi zaman Doktor Kıvılcımlı’nın sosyalist Müslümanlığıyla, kimi zaman Kızıl Elma ile kimi zaman dilde-işte-fikirde birlik sözleriyle ifade edilerek, ezcümle her cuma camilerinde yüksek sesle evvel emir “iyiliğin emredildiği, kötülüğün nehyedildiği” bu topraklardan yeni düzene kazandırılacaktır. Her şeye rağmen umudumuzu diri tutmak gerektir.

Haldun Barış, Aralık 2024

Bir temenni, bir sonnot: 2025’e girerken umut ediyorum ki 2025 yılı ülkemizin gastronomiyle, kültür festivalleriyle, müzikle, resimle kısacası sanatla, hayata umut aşılayan alanlarla anıldığı bir yıl olur. 2025 ülkemiz için dünya çapında umut vaat eden işlerin yapıldığı bir yıl olarak tarihe dolu dolu geçer. Elbette bu öncelikle bizlerin çabasıyla mümkündür. Umut edelim ve çaba gösterelim! Unutmayalım, değişim yalnızca küçük bir adımdır.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et