Avrupa’da demokrasiye bir şeyler oluyor.
Yeni değil, uzun zamandır adım adım ilerleyen sinsi bir süreç bu ve benim epey zamandır kafamda döndürüp durduğum bir konu…
Eğer Avrupa’nın burnu büyük “demokratları” gazetelerinde gün aşırı bizim demokrasimizi yerin dibine sokup durmasalardı; bizim “ilerici-demokratlarımız” da o satırları gün aşırı bizim kafamıza kakıp, “Bakın, dünya demokrasisinin sınav jürisi bizi nasıl sınıfta çaktırıyor” deyip durmasalardı, belki kafamdaki fikirlerin iyice yerli yerine oturması için daha bir süre bekler, bu yazıyı şimdi yazmazdım.
Ama artık konuya bir ucundan girmem gerekiyor:
Benim görebildiğim şu ki, Eski Kıta’da demokrasi derinliğini kaybediyor; sığlaşıyor, yüzeyselleşiyor. Demokrasiye ilişkin temel yapılar ve kavramlar içten içe koflaşıyor ama dıştaki cilalı kabuk bu koflaşmayı saklıyor; çoğunluk sadece o cilalı kabuğa bakıp “Ne mükemmel demokrasimiz var” diye gururlanmaya devam edebiliyor. Hatta sadece onlar değil, bizim gibi dışarıdan bakanların büyük çoğunluğu da sadece o kabuğu görüyor; örnek gösteriyor; ama içteki koflaşmayı fark edemiyor.
Parlamentolar işlevsizleşiyor
Koflaşmanın en bariz olduğu nokta, aynı zamanda demokrasinin de özü olan şey; yani halkların kendi kendini, seçtiği temsilcileri aracılığıyla yönetme hakkı…
Avrupa halkları kendi kendilerini yönetme hakkını çeşitli biçimlerde kaybediyor; kâh yargıya kaptırıyor; kâh AB bürokrasisine… Yargının siyaseti erozyona uğratıcı etkileri günbegün daha gözle görülür hale geliyor. Avrupa siyasetinde giderek daha çok mesele siyasi olmaktan çıkıp “hukuki bir tartışma” konusu haline gelmiş durumda. AB tarafından çıkarılmış bir yığın yasa, yönetmelik, sözleşme, parlamentoların elini kolunu bağlamış. İşçi-işveren ilişkileri, çevre politikaları, çocuk hakları, göçmen yasaları, kadın meseleleri, bütün bu konular parlamentonun, yani seçmen iradesinin “dokunamayacağı” bir alana; hukuki alana taşınmış durumda.
Daha da vahimi, AB üyesi ülkelerin seçilmiş parlamentolarının, bütçe yapma yetkilerini büyük ölçüde kaybetmiş ve mali politikalar üzerindeki milli iradenin AB bürokrasisine devredilmiş olması. Düşünün ki, 2011 yılında krizdeki ülkeleri “kurtarmak” için getirilen “çözüm” uyarınca, tüm euro devletleri yapısal açıklarını milli hasılanın belli bir yüzdesinin altında tutmak zorunda bırakıldılar. Parlamentolar, vergi politikalarından para politikalarına ve istihdam politikalarına kadar ekonominin bütün makro kararlarını Avrupa Birliği normlarıyla “uyumlulaştırmak” zorundalar. Oysa bize şimdiye kadar, demokrasinin özünün ortak paranın nasıl harcanacağına birlikte karar vermek yani bütçe yapmak olduğu öğretilmemiş miydi?
Avrupa’yı tek bir ekonomik-kültürel-siyasi havza haline getirmenin bedeli, ulusal parlamentoların neredeyse işlevsiz hale gelmesi oluyorsa, bu büyük bir demokrasi çıkmazı değil midir?
Avrupa Parlamentosu ne kadar temsil ediyor?
Peki Avrupa Parlamentosu, ulusal parlamentoların zayıflamasının yarattığı temsil açığını kapatabiliyor mu? Aslında bu soruya, bizzat AP yetkileri bile olumlu cevap veremiyorlar. “AP’yi Avrupa ülke halklarına daha yakınlaştırmanın yollarını aramalıyız” tarzı ifadeler de bunu ortaya koyuyor.
Her geçen gün biraz daha büyüyen ve hantallaşan Brüksel bürokrasisinin kontrolü altındaki AB, Avrupa halklarının eğilimlerini, istek ve taleplerini temsil etmekten çok uzak. Evet, tartışmalar olmuyor değil; ama sonuçta bu tartışmalar AB’yi tartışılmaz patron olan bir-iki ülkenin düdüğünün öttüğü bir yapı olmaktan çıkaramıyor.
Zaten Avrupa seçmeninin, hem ulusal parlamento seçimlerinde hem de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sandığa gitme isteksizliği de bu kopukluğun bir ifadesi…
Evet… Seçimlerde oy kullanma oranlarındaki sürekli düşüş Avrupa’nın yaşadığı bir başka büyük demokrasi sorunu olarak çıkıyor karşımıza. Seçilmişlerin temsil gücünü, parlamentoların meşruiyetini zayıflatan bu tablo, demokrasinin içini boşalması, koflaşması, giderek biçimsel bir hal almasının en önemli göstergelerinden biri.
Yarın devam edeceğim…
Bugün, 02.06.2014